İstanbul Divanyolu

geziyorum-istanbul-divanyolu-resimleri-1
İstanbul Divanyolu

Divan Yolu, eski zamanlarda Augustation’dan (günümüzdeki Sultanahmet Meydanı) Dyrrachium Limanı’na (günümüzdeki Arnavutluk’taki Durres Limanına) uzanan 1000 kilometreden daha uzun olan Egnatia Yolu’nun (Via Egnatia) bir parçasıdır.

4’ncü yüzyıldaki şehir surlarının inşa edilmesiyle birlikte ismi resmi olarak Via Regia (Kral Yolu) olarak değiştirilmiştir. Ancak, halk arasında “Mese” (Anayol) olarak kullanılmaya devam edilmiştir. Bizans imparatorluğu döneminde yol önemini kaybetmiş, eski canlılığına yeniden kavuşması ise, Osmanlılar zamanında Topkapı Sarayındaki toplantılara gidip gelen vezirler ve sadrazamlar tarafından kullanılması sayesinde olmuştur. O günlerden sonra bu yol “Divan Yolu” olarak bilinmeye başlanmıştır.

geziyorum-istanbul-divanyolu-resimleri-3
İstanbul Divanyolu

FİRUZ AĞA CAMİ

Cami: 1491 yılında II. Beyazıt’ın Hazinebaşısı Firuz Ağa tarafından yaptırılmıştır. Yapı küçük ama mükemmel bir mimariye sahiptir. Sekiz köşeli kasnak üzerine oturtulmuş zarif kubbesi ve üç kemerli revakıyla Bursa usulünü yansıtan cami tek minarelidir.

Caminin bir başka özelliği ise imamının Sultan Ahmet Cami imamıyla ezanı düet şeklinde okumasıdır. Biri durduğunda diğeri başlıyor ve mükemmel bir uyum içinde ezan okuyorlar.

Camiyi biraz geçince yolun gerisindeki küçük bir parkta çevreye saçılmış tarihi kalıntılar görülüyor. Bunlar: Bizanslı iki soylunun, Antiochos ve Lausos’un saraylarının günümüze ulaşmış kalıntılarıdır. Burası daha sonra Hıristiyanlığa olan inancından ötürü MS. 300’lerde öldürülen Kalkedonlu (Kadıköylü) Ayia Efimia’nın gömüldüğü yer olmuştur. Bu parkta: İstiklal Marşının yazarı, şair Mehmet Akif Ersoy’un büstü de görülebilir.

geziyorum-istanbul-divanyolu-miliontasi-2
İstanbul Divanyolu

MİLİON TAŞI

Divan Yolu’ndaki en önemli ama en az dikkat çeken anıtlardan biri olan Milion Taşı (Miiarium Aureum) tam Yerebatan Sarnıcı’nın üzerindedir. Tüm antik roma yollarının başlangıç noktası sayılan bu mermer taşın işlevi, o dönemin şehirlerinin İstanbul’a olan uzaklığını ölçmek için sıfır noktasını göstermek imiş. Milion Taşının hemen sağında, Osmanlı Su Terazisinin kalıntılarını ve Topkapı Sarayı’nın Haremağası olan Hacı Beşir Ağa tarafından 1744 yılında yaptırılan Beşir Ağa Çeşmesi görülür.

THE PUDDİNG SHOP

Muhallebici olduğu günlerde “The Pudding Shop” diye bilinen “Lale Restoran”; 60 ve 70’li yıllarda, “Katmandu”ya giden Hippilerin buluşma yeri olarak tanınmıştır. Günümüzde ise açık büfe yemekleriyle turistlere hitap etmektedir.

Yine burası, Türkiye’nin yurt dışındaki imajını çok olumsuz etkileyen “Gece Yarısı Ekspresi” filminde, Billy Hayes’in polislerle konuştuğu ve uyuşturucuyu birinden satın aldığını söylediği yerdir.

CEVRİ KALFA İLKOKULU

1819 yılında Sultan II. Mahmut tarafından yaptırılan Cevri Kalfa İlkokulu, İstanbul’da dönemin en büyük ilkokulu olarak önem kazanmıştır. Harem’deki kızlardan biri olan Cevri Kalfa, Yeniçerilerin bir ayaklanması sırasında, II. Mahmut’un hayatını kurtarmıştır.

Sultan da, adını okula vererek şükran borcunu ödemiştir. 1858 yılında Kız Okulu, 1930 yılında Matbaa Okulu ve 1945 yılında tekrar İlkokul olan bina, 1985 yılında Türk Edebiyatı Vakfı’na verilmiştir. Özellikle binanın önündeki zarif çeşmeyi görün.

FUAD PAŞA CAMİ

Son dönem Osmanlı mimarisinin özelliklerini yansıtan mücevherlerden birisidir. Sadece taş işçiliği için bile görülmeye değerdir. Kubbesinin güzelliği ve duvarlarını kaplayan işlemeleri ile türünün en güzel örneklerinden biri olan sekiz köşeli cami, Islahatçı Sadrazam Keçecizade Fuat Paşa tarafından 1816 yılında yaptırılmıştır. Fuad Paşanın türbesi de caminin avlusundadır.

SARNIÇLAR

Buradaki Binbirdirek Sarnıcı, Yerebatan sarnıcından sonra şehirdeki ikinci büyük sarnıçtır. Artık içinde su olmayan ve geçirdiği restorasyonlardan sonra 1500 kişi kapasiteli bir restoran olarak hizmet veren sarnıç, kayıtlara göre 4’ncü yüzyılda İmparator Büyük Konstantin’in hükümranlığı sırasında Senatör Philoxenos tarafından yaptırılmaya başlanmıştır.

Günümüze ulaşan kısımları ise 5 ve 6’ncı yüzyıldan kalmadır. İçinde sadece 225 sütun vardır. “Binbirdirek” adı ya sütunların birbiri üstüne bindirilerek yapılmasından dolayı ortaya çıkan “bin-dirme direk” sözünü günümüze değişerek gelmesi, ya da “binbir” kelimesinin Türkçede aynı zamanda “çokluk” anlatmak için kullanılmasından kaynaklanmaktadır.

Sarnıç hakkında anlatılan hikayelerden biri en korkunç olanı: 17’nci yüzyılda Tayyarzade’yi erkekler hanesinde tuzağa düşüren ve öldükten sonra sarnıca atan Cevahir Sultan hakkındadır. Daha sonra, burası kıymet bilmez kişiler tarafından daha kolay çöp atılabilmesi için kubbesi yıkılmış ve sarnıç mezbelelik halini almıştır. Öyle ki restorasyona başlayabilmek için sarnıçtan 7000 kamyon dolusu çöp çıkmıştır. Eskiden Eminönü Belediyesinin hemen altında 4’ncü yüzyılda inşa edilen Şerefiye (Theodosios) Sarnıcı vardır ve 2009 yılında restore edilmiştir.

geziyorum-istanbul-divanyolu-basin-muzesi-1
İstanbul Divanyolu

BASIN MÜZESİ

Sadrazam Saffet Paşa tarafından Fossati Kardeşlere yaptırılan bina, 1983 yılında müze olarak kullanılmaya başlanmıştır. 1984-1988 yılları arasındaki restorasyondan sonra hizmete açılan Basın Müzesi, ülkemizdeki matbaa sanayinin kalbinin burada olduğunu hatırlatmaktadır.

Burada günümüzde 1870’lerden kalma devasa bir litografi (taş baskı) makinesi ve aynı dönemden kalma ofset baskı makinesini  görmek mümkündür. Ayrıca ünlü gazetecilerin kameraları da görülüyor. Zemin katta ise, dinlenilen bir kafe ve hediyelik eşya dükkanı bulunuyor.

PADİŞAH TÜRBELERİ

Divanyolu’ndan Kapalıçarşı’ya doğru yüründüğünde, Sultan II. Mahmut, Abdülaziz ve II. Abdülhamit’in türbeleri görülür. Türbelere ev sahipliği yapan bina, ünlü Ermeni mimar Garabet Amira Balyan tarafından 1840 yılında yapılmıştır. Ziya Gökalp’in ve 2009 yılında ölen son şehzade Osman Ertuğrul Efendinin mezarının bulunduğu bu türbenin mimarının önemli eserleri arasında Dolmabahçe Sarayı, Mimar Sinan Üniversitesi binası, İstanbul Teknik Üniversitesi binası gibi daha nice bina bulunmaktadır.

Yani bu türbenin güzelliğini anlamanın en güzel yanı, biraz önce sözünü ettiğim binalardır. Padişah ve yazarların yanı sıra türbede yatan kadınlar, ikballer ve şairlerin kalabalıklığı esprilere de konu olmuştur.

Söylenenlere göre: Ahmet Vefik Paşa “Beni Rumeli Hisarı’na gömün, bu türbeye gömülüp de hayatım boyunca uğraştığım adamlarla ahirette de tepişmek istemem” demiştir.

Yolun karşısında 1661 yılında inşa edilen Köprülü Kütüphanesi görülmektedir. Kütüphane, her ikisi de kendi dönemlerinin güçlü Sadrazamlarından olan Mehmet Paşa ve oğlu Fazıl Ahmet Paşa tarafından yaptırılmıştır.

İstanbul günlük gezi planı hakkındaki yazım için. 

İstanbul Çubuklu

geziyorum-cubuklu-1
İstanbul Çubuklu

Çubuklu: İstanbul Boğazının ortalarında, yeşillikler arasında bir semt olarak dikkat çekmektedir.

Bizanslılar, buraya sakin bir yer anlamında “Eiranaion” demişlerdir. Burası önemini, burada kurulan bir manastırdan almıştır. Bu manastırda: çok az uykuyla yetinen, gece-gündüz İncil okuyan ve kendilerine “Akemetoi” denen bir takım keşişler bulunuyormuş. 4’ncü yüzyılda: Bizans da, Hıristiyanlığın kabul edilmesinin ardından: Ortodokslar ile çok tanrılı dine tapınmaya direnenler arasında şiddetli çatışmalar yaşanmıştır. Bu çatışmalar sırasında: büyük olasılıkla din mücadelesi uğruna şehit olan Aziz Aleksandros’un kutsal kabul edilen kalıntıları, 450 yılına kadar burada korunmuştur.

Çubuklu isminin kaynağına gelince: buna ait Osmanlı döneminden günümüze kadar gelen iki söylenti vardır.

Birinci söylenti: buradaki çubuk (eski dönemlerin piposu) lüleleri imaline dayandırılmaktadır.

Diğer söylenti: Sultan II. Beyazıt, oğlu Yavuz Sultan Selim’i (bir sonraki padişah olan I. Selim) şehzadeliğinde, aksi davranışlarından ötürü sekiz kızılcık sopası ile dövmüş ve sonra da o haylazlıklarını hatırlasın, bundan bir ders alsın diye, o çubukları buraya diktirmiştir. Bu durum, bir kısım tarihçi tarafından şu şekilde anlatılır: Sultan II. Beyazıt, oğlu Selim’e sekiz adet kızılcık çubuğu verir ve “bunları toprağa dik, bekle sekiz yıl sonra bunların meyvesini yiyeceksin” der.

Selim’de çubukları alıp Boğaz’ın bu en güzel yeşil köşesindeki uygun bir yere diker ve “Yarabbim inşallah bu çubuklar ağaç olur ve meyvelerini verir” diye dua eder. Aradan geçen süre içinde, çubuklar yeşerir ve sekiz yıl sonra meyve verirler. Sonrasında da, burası “Çubuklu” olarak anılır ve “Kızılcık” çubuklarıyla ünlenir.

Daha sonra: Yavuz’un sekiz yıl süren sultanlığı da yediği bu sekiz kızılcık sopasına bağlanmıştır. Çubuklu ve tepesinin sık ağaçlarla kaplı koruluğu, yüzyıllar öncesinden yakın geçmişe kadar, İstanbul şehrinin önemli avlak alanlarından birisi olmuştur.

Gerek Bizans imparatorları ve gerekse Osmanlı padişahları burada sık sık avlanmaya çıkmışlardır. Hatta: buradaki büyük bir alan “Padişah Bahçesi” ne dönüştürülmüştür. Ancak Çubuklu, en güzel dönemini, suyu ve yeşili seven padişahlardan Sultan III. Ahmet döneminde yaşamıştır.

Burada, Sadrazam Nevşehirli İbrahim Paşa tarafından, büyük bir havuz ve bir çeşme yaptırılmış, dere boyunca çınar ağaçları dikilmiştir. Ardından, Çubuklu “Feyzabad” ismiyle Anadolu yakasının en gözde mesire alanlarından biri haline gelmiştir.

1700’lü yılların sonlarına doğru, saraydan gelen emirler doğrultusunda Çubuklu’da “Hasbahçe” kaldırılmış, burası eski dönemlerde olduğu gibi, kıyı kısmında balıkçı ve kayıkçıların oturduğu, iç kesimlerde ise tarımla uğraşan insanların yerleştiği sakin bir köy olarak varlığını sürdürmüştür.

Çubuklu ilçesinde en önemli eser “Çubuklu/Hidiv Kasrı” dır. Ayrıca: Üsküdar yakasında geniş toprakları bulunan ve birçok çeşme yaptırmış olan Nevşehirli Damat İbrahim Paşa: 16 yüzyılda burada barok stilde bir çeşme yaptırmıştır.

geziyorum-cubuklu-hidiv-kasri-1
İstanbul Çubuklu
geziyorum-cubuklu-hidiv-kasri-2
İstanbul Çubuklu
geziyorum-cubuklu-hidiv-kasri-3
İstanbul Çubuklu

Çubuklu/Hidiv Kasrı

Çubuklu ilçesinin günümüzdeki en güzel eseri: tepelerde küçük bir orman arazisi içinde bulunan “Hidiv Kasrı” dır.

Yapı: 1907 yılında Mısır’ın son hıdivi (Osmanlı döneminde Mısır Valisine Hidiv deniliyordu) Abbas Hilmi Paşa tarafından, İtalyan mimar Delfo Seminati’ye yaptırılmıştır. Bunu yaptırma sebebi: Aslında Abbas Hilmi Paşa, annesiyle birlikte Bebek Sahilindeki yalıda yaşamaktadır. Ancak, Avustralyalı bir kadınla evlenir ve annesi, bu evliliği ve gelini kabul etmez ve bunun üzerine Hilmi Paşa, Anadolu yakasına geçer ve Çubuklu’da bu yalıyı yaptırır, yeni hanımı ile birlikte bu kasra yerleşirler. Hilmi Paşa, Boğazı ve mehtabı seyrederken kahve içmek için yapılmış olan rasat kulesi ise, aslında daha yüksek olacakmış. Ancak Sultan II. Abdülmecit izin vermez ve sebep olarak şöyle der “İstanbul semalarında, minareden daha yüksek bir yapı görmek istemiyorum”

Hidiv Abbas Hilmi Paşa: henüz yirmili yaşlarının başında Mısır’a vali tayin edilmiştir. Ancak daha sonraki yıllarda makamını kaybetmiştir. 1940’lı yıllara gelindiğinde ise: gayri Müslimlere uygulanan “Varlık Vergisi” kapsamında, borçlarına karşılık, bu saray yavrusu yapıyı satmak zorunda kalmıştır. Kasır: Vali Muhittin Üstündağ tarafından, çok küçük bir bedelle alınmıştır. Böylece: 175 dönümlük koca orman, kıyıdaki eski yalı binaları, güney taraftaki büyük ahır binası, kuzey girişteki şato benzeri kapı ve sarayın kendisi: İstanbul şehrinin malı olur. Hidiv ise, Türkiye’yi terk eder, İsviçre’ye yerleşir ve orada ölür.

Sultan Abdülaziz: sık sık, sadece kuş sesi dinlemek ve huzur bulmak için Hidiv Abbas Hilmi Paşanın bu korusuna gelirmiş.

Yapı: dönemin mimari modasına uygun olarak art nouveau tarzında inşa edilmiştir. Yani: neo-klasik, neo-İslam ve neo-Osmanlı tarzlarının ögeleri bir arada kullanılmıştır. Şato biçimindeki bina “D” şeklinde dizayn edilmiştir.

Yuvarlak mermer sütunlar, teraslar, Hidiv’in yatak odası, kule, mermer, ahşap ve kristal salonların hepsi, ayrı bir güzellik taşımaktadır.

Bakımlı ve temiz bahçeden içeriye girildiğinde, adeta bir saray yavrusu ile karşılaşılır.

Dış kapı girişi: tamamen altın yaldızlı çiçek figürleriyle süslenmiştir. Ayrıca kapısının üstünde; arma haline getirilerek yerleştirilen ay-yıldızlı “Hidiv Tacı” bulunmaktadır.

Kasrın ana girişinin ortasında: mermerden yapılmış ihtişamlı anıtsal bir çeşme vardır. Çeşmenin vitrayla kaplı dış cephesi çatıya kadar yükselir. İçeride de çeşitli yerlerde zarif çeşme ve havuzlar bulunmaktadır. Zaten, bina: plan olarak havuzun çevresinde bir daire çizmekte, salonlar arasında bağlantılar bulunmaktadır. Bu daire, sadece giriş holünün bulunduğu yerde kesilmektedir.

Bu holdeki tarihi asansör önemlidir. Çünkü: elektrikle kullanılan bu asansör, İstanbul şehrinde kullanılmaya başlayan ilk asansördür ve günümüzde de kullanılmaya devam etmektedir. Osmanlı topraklarında, elektriğin henüz kullanılmadığı dönemlerde, Abbas Hilmi Paşa, Sultan Abdülhamid’den aldığı izinle: itfaiyenin bulunduğu yerde bir jeneratör tesisatı kurdurmuş ve buradan sağladığı elektrikle, hem yapının hem de Çubuklu camisinin aydınlatılmasını sağlamıştır. Asansörün elektriği de bu şekilde sağlanmıştır.

Üst katta: özel odalar vardır.

Yapının içinde kullanılan mermer ve ahşap işçiliği, muhteşem bir zenginliği göstermektedir. Çiçek, meyve ve av hayvanlarının resimleri: duvarlara, sütun başlıklarına ve tavanlara işlenerek Avrupa mimarisi özellikleri kullanılmıştır.

Yapıda, dillere destan ve 152 basamaklı bir merdivenle çıkılan kule vardır. Bu kuleden, özellikle gün batımı muhteşem izlenir.

Bu önemli kasır: 1930-1970 yılları arasında kapalı kalır ve uzun süreli bakımsızlık nedeniyle izbelik bir yer haline dönüşür. Ancak 1980’lerde özel bir firma tarafından restore edilerek otel olarak kullanılmaya başlanır. Bir süre sonra Belediye tarafından geri alınan yapı: günümüzde ise, burası lokanta ve sosyal tesis olarak kullanılıyor.

Kasrın büyük gül bahçeleri, İstanbul şehrinin en güzel bahçelerinden birisidir. Tarihi iç mekanda ise düğün gibi organizasyonlar düzenleniyor. Arka bölümdeki korulukta bulunan yürüyüş yolu ise: spor ve yürüyüş yapanlar tarafından tercih ediliyor.

İstanbul Sarayburnu

sarayburnu-1
İstanbul Sarayburnu

İstanbul şehrini kuran Megaralı Byzas ve adamları: uzun yolculuktan sonra, ilk olarak buraya gelirler ve doğal korunaklı, sularla çevrili, yemyeşil yarımadayı görürler. Yani, İstanbul’daki ilk yerleşim yeri burasıdır.

Bizans döneminde buraya “Aziz Demetrios” burnu ismi verilmiştir. Haliç kıyısından gelen surlar, burada Marmara denizi kıyısındaki surlarla birleşirdi. Bu surların büyük kısmı, 1871 yılında demiryolu yapılırken yıkılmış ve bunların bazıları günümüzde Sarayburnu’nun güneyinde görülmektedir.

sarayburnu-2
İstanbul Sarayburnu

 

Sarayburnu’nda kıyı boyunca mevcut tarihi yapıları sırasıyla anlatacağım.

sepetciler-kasri-1
İstanbul Sarayburnu

 

Sepetçiler Kasrı

Sarayburnu’nda Sirkeci tarafına doğru yüründüğünde bu yapı görülür. Topkapı sarayının iki kıyı köşkünden biridir. Bunlardan “Yalı köşkü” tamamen yok olmuştur.

Yapı: 1643 yılında Sultan Deli İbrahim tarafından yaptırılmıştır. İsminin anlamı: Sultan Deli İbrahim, sepet yapmaya meraklıdır. Bu bölgede bulunan hasırcı ve sepetçi esnafını himayesi altına almıştır. Bu köşkün yapılması sırasında, bu esnaf, köşkün yapılmasına destek vermiştir ve bu yüzden köşkün ismi “Sepetçiler Kasrı” olmuştur.

Osmanlı sultanları: Boğaz ya da Haliç’e giderken: Saraydan çıktıklarında, buradan saltanat kayıklarına binerlermiş. Yapı: 1739 yılında, Sultan I. Mahmut döneminde yenilenmiştir.

20 yüzyılda, burası terk edilmiş ve ardından harabeye dönmüştür. 1980 ve 1990 yıllarında iki kere restore edilmiştir.

ataturk-heykeli-1
İstanbul Sarayburnu

 

Atatürk Heykeli

Burada: Türkiye’de bir açık alana dikilen ilk anıt heykeli, “Atatürk” heykeli bulunmaktadır. Bu heykel: Avusturyalı heykeltıraş Heinrich Krippel tarafından yapılmış ve 1926 yılında açılmıştır. Heykel: sanatçının Viyana’daki atölyesinde tasarlanmış, yine Viyana’da dökümü yapılmış ve parçalar halinde buraya getirilerek, heykeltıraşın gözetiminde yerine oturtulmuştur.

Anıtın bulunduğu yer: Atatürk’ün Kurtuluş Savaşını başlatmak üzere Samsun’a giderken, İstanbul’dan hareket ettiği yerdir. Anıt: mermer kaide ve bronz heykelden oluşmaktadır. Kaidenin çevresi 70 cm yüksekliğinde bir duvarla çevrilidir. Heykel 3 metre yüksekliktedir.

Dörtgen bir platform üzerine oturmaktadır. Atatürk: dikdörtgen kaide üzerinde, sivil giysili ve devlet adamı kimliğiyle bulunmaktadır. Yani: Atatürk’ün devlet adamı kimliğiyle betimlendiği az sayıdaki heykelden birisidir.

Heykelin bulunduğu yerin bir özelliği daha vardır. 19 Kasım 1938 günü, Atatürk’ün Yavuz Zırhlısına götürülmek üzere rıhtımdaki bir dubaya yanaşan Zafer destroyerine konulup, İzmit üzerinden trenle son yolculuğuna uğurlandığı yerdir.

turgut-reis-heykeli-1
İstanbul Sarayburnu

Turgut Reis Heykeli

Ünlü Türk denizcisi Turgut Reis’in heykeli: deniz kıyısını süslemektedir.

soter-kilisesi-2
İstanbul Sarayburnu

 

Soter Filantropos kilisesi kalıntıları

İncili köşk yakınlarındaki bu kalıntılar, 14 yüzyılda yapılan ve “İnsanı seven İsa” kilisesine aittir. Bu kiliseyi, 15 yüzyıla kadar ziyaret eden hacıların anlattıklarına göre: kilisenin içinde mucizeler yaratan bir İsa tasviri ve hastaları iyileştirdiğine inanılan bir ayazma varmış.

İstanbullu Rumlar, 19 yüzyıl ortalarına kadar bu ayazmayı ziyaret etmişlerdir. Burada İncili köşk ile bir bağlantı kuruluyor, İncili köşkte bulunan bir çeşme burayla bağlantılıdır.

incili-kosk-00
İstanbul Sarayburnu
incili-kosk-1
İstanbul Sarayburnu

 

Sinan Paşa köşkü-İncili köşk

Marmara surları üzerindeki köşk: 1593 yılında, dönemin Sadrazamı Arnavut asıllı, Yemen ve Tunus fatihi Koca Sinan Paşa tarafından Mimar Davut Ağa’ya yaptırılmış ve dönemin padişahı Sultan III. Murat’a hediye edilmiştir.

Köşk ismini kubbesinden sarkan inci salkımı şeklindeki süslemelerden almış ve Avrupalılar tarafından “İncili Köşk” olarak isimlendirilmiştir.

Bu köşk: Boğaz’ı resmeden gravürlerde en fazla resmedilen köşk olarak önem kazanmıştır. Bu köşk: Sultan III. Murat tarafından en sevilen mekanların başında gelmiştir. Köşk: bir merasim mekanı değil, bir seyir köşkü olarak yapılmıştır. Denize bakan cephesinden donanma gösterileri izlenirmiş.

Ancak: rivayete göre: bir gün padişah III. Murat: burada otururken, İskenderiye’den dönmekte olan Osmanlı donanması, gelenek olduğu üzere, saray önünden geçerken, sarayı selamlamak adına top atışı yaparlar. Top atışı üzerine, yapı, şiddetle sarsılır ve daha önce defalarca buradan geçmiş olmasına rağmen, donanmanın bu geçişi sıkıntı yaratmıştır.

Hatta: bu sırada padişahın oturduğu pencerenin camları kırılmış ve hasta padişah bu durumu hayra yormayarak bu köşke son kez geldikleri hakkında bir işaret olarak değerlendirmiştir. Ardından, Sultan III. Murat, birkaç gün sonra ölür ve bir daha bu köşke gelemez.

Yapının mimarı Davut Ağa: köşkü inşa ederken, onu taşıyan taş kemerlerin arasına küçük ve zarif bir çeşme ekler. Çeşmenin bulunduğu yer, halkın rahatça kullanabileceği bir yer değildir. Ancak, yapı Bizans  döneminde şehrin ünlü manastırlarından biri (yukarıda sözünü ettiğim) yakınlarına kurulduğundan, bunun hemen yanındaki Soteros Ayazmasının üstünde bulunuyordu. Bu ayazma: yortu günlerinde, şehirdeki Ortodoks halk tarafından kıyıdaki çakıllar üstüne toplanarak ve çeşme kullanılarak kutlanıyordu.

Bu kutlamalar, Yunan ayaklanmasına kadar yani 1821 yılına kadar sürmüş ve padişahlar köşkün penceresinden, kıyıda toplanan Ortodoks Rumları yıllarca seyretmişlerdir. Daha sonraki dönemde unutulan bu ayazma ve çeşme: 1921-1922 yıllarında, şehirdeki Fransız işgal kuvvetleri tarafından yapılan kazılar sırasında bulunmuştur.

İncili köşk: Sultan III. Murat’dan sonra da bazı padişahlar tarafından kullanılmış ve 18 yüzyılın ikinci yarısından itibaren ihmal edilmeye başlanmıştır. Hatta: 18 yüzyıl sonlarında, İstanbul’a gelen Fransız ihtilal hükumetinin gönderdiği elçi, padişahın huzuruna bu köşkte çıkacağının bildirilmesi üzerine “harap bir güvercinlikte kabul edilmeyi istemiyorum” diyerek şehri terk etmiştir.

Köşk: Sultan Abdülaziz döneminde, 1871 yılında demir yolunun sahilden ve sarayın bahçesinden geçmesine izin vermesinden sonra, kıyıdaki kasır ve saraylarla birlikte yok edilmiştir.

 

Ahırkapı Feneri Çeşmesi

Kimin tarafından ve hangi tarihte yapıldığı belli değildir. Çeşme: Ahırkapı Feneri ve Sinan Paşa köşkü arasındaki sahil yolu üzerindedir. Çeşmenin teknesi: kum ve çakılların altında kalmıştır. Kemerinin yukarı kısmına yakın bir yere kadar toprağa gömüldüğünden, kitabesi tamamen yok olmuştur.

ahirkapi-feneriy-1
İstanbul Sarayburnu

 

Ahırkapı Feneri

Deniz surları arasındaki bu fener: 1755 yılında Sultan III. Osman tarafından yaptırılmış ve Abdülmecit tarafından yenilenmiştir. Fener: boğazın girişini belirlemek ve Marmara denizindeki gemicilere yol göstermek için yaptırılmıştır. Ancak: 1950’lerde önünden geçirilen yolla birlikte, denizden koparılmış, deniz kıyısından uzaklaşmıştır. Fener, günümüzde birkaç yüzyıldır bu işi sürdüren bir aile tarafından idare edilmektedir.

Ahır Kapısı

Bu sur kapısı: Saray ahırlarının hemen bitişiğindedir. Bölgedeki ahırların, Osmanlı döneminden önce de burada bulunduğu tahmin edilmektedir. Söylentilere göre, bu kapı civarında, İstanbul fetih şehitlerinden 44 şehit yatmaktadır. Bu şehitlerden ilham alan Ahırkapılılar, Kurtuluş Savaşında büyük fedakarlıklar göstermişler, İstanbul’dan Anadolu’ya kaçırılacak silahlar, Ahır kapı surlarındaki gediklerde saklanmıştır. Günümüzde, kapının çevresinde çay evleri bulunuyor.

bukeleon-sarayi-2
İstanbul Sarayburnu

 

Bukoleon Sarayı kalıntıları

Ahırkapı sahilindeki bu saray: 5 yüzyılda İmparator Theodosios tarafından yaptırılmış ve adını: hemen önündeki saray limanını süsleyen boğaya (buko) saldıran aslan (leon) heykellerinden almıştır. İmparator Justinyen zamanında restore edilen saray, İmparator Theophilos’un 9 yüzyıldaki hükümranlığı sırasında denize bakan balkon eklenerek genişletildi.

1204 yılında ise, şehri işgal eden Latin Haçlılar: tarafından saray ele geçirildi. 1261 yılında ise, şehri tekrar ele geçiren Bizanslılar tarafından saray restore edildi, ancak Ayvansaray’daki Blachernae Sarayı, asillerin gözdesi haline geldi ve bu saray gözden düştü.

Buradaki büyük saray, İstanbul fetih edildiğinde yıkıntı halindeydi. Bizans döneminde: imparator saraylarının büyük kısmı Ayasofya civarında iken, burada saray limanı olarak kullanılan, iki dalgakıranlı Ahırkapı Limanı; burada saray yapılmasıyla yerini Bukaleon Limanına bıraktı. Osmanlı döneminde, donanmanın büyük gemilerinden kadırgalar buraya bağlandığı için, semtin adı “Kadırga” oldu.

Günümüzde sur duvarlarının arasında görülen sarayın ayakta kalan kalıntıları: 1870’lerde buradan demiryolu geçirilmesi sırasında yıkılmıştır. Çatladıkapı istikametine yüründüğünde, sarayın duvarları ve mermer pencerelerinin küçük bir kısmı görülebilir.

İstanbul günlük gezi planı hakkındaki yazım için.