Acıpayam denilince, benim aklıma: Antalya-Denizli kara yolu üzerindeki şirin bir ilçe geliyor. Bu nedenle, ben şahsen buradan defalarca geçtim ve yaz aylarında, yol kenarında satılan kavunlardan tattım. Sizler de, turistik özellikleri pek fazla olmayan bu şirin yöremizden geçerken, mutlaka kavun tatmalısınız. Bunun dışında, yörenin turizm aktiviteleri yok. Yine de, zamanınız olursa, yazır camisini ve keloğlan mağarasını mutlaka gezmenizi ve görmenizi öneririm.
ULAŞIM
Denizli-Antalya-Fethiye karayolu ilçe merkezinden geçmektedir. Özellikle, yaz aylarında bu yol üzerinde yoğun trafik akımı olmaktadır.
Acıpayam’ın, bağlı bulunduğu il merkezi olan Denizli’ye uzaklığı: 55 kilometredir. Acıpayam-Bucak/Burdur arasındaki uzaklık: 182 km. Acıpayam-Yeşilova/Burdur arasındaki uzaklık: 45 km. Acıpayam-Burdur arasındaki uzaklık: 182 km. Acıpayam-Serinhisar arasındaki uzaklık: 18 km. Acıpayam-Çal arasındaki uzaklık: 103 km. Acıpayam-Çardak arasındaki uzaklık: 95 km.
TARİHİ
Bölgenin tarih sahnesinde bilinen ilk adı: İndos. Burada: tarihi süreç içinde yerleşimciler, sırasıyla: Hititler ,İonlar, Akalar, Frigler, Lidyalılar, Persler, Helenler, Romalılar ve Bizanslılar.
1071 yılındaki Malazgirt zaferinden sonra ise, Anadoluya giren göçmen Türk boylarından: Avşar oymağına bağlı Karaağaç Baba yönetimindeki iki kol, bölgeye yerleşirler. Takip eden dönemde: Germiyanoğulları Beyliği, Acıpayam ovasını ele geçirmek için, uzun süre çaba göstermişlerdir.
Ancak, bölge hakkındaki en büyük ilginç olay: 1381 yılında gündeme gelir. Bu tarihte: Germiyanoğlu Süleyman Şah: kızı Devlet Hatun’u, Osmanlı hükümdarı Murat Hüdavendigar’ın oğlu ile evlendirince, çeyiz olarak, Hamit ovasını yani Acıpayam ovasını, Osmanlılara verir.
Sultan Beyazıt, Timur’a yenilince, bölge yeniden Germiyanoğullarının hakimiyetine girer. Ancak, bölge halkı, Germiyanoğullarını istemez ve Hamitoğullarına bağlanmak isterler ve bu yüzden isyan ederler. Bunun üzerine, buraya “Asi Karaağaç” ismi verilir. Ancak, bu karşı koyma mücadelesi, günümüze kadar gelen “Avşar Beyleri” türküsü ile ifade bulur.
1429 yılına gelindiğinde, burada, yeniden Osmanlılar egemenliği ele geçirirler. Bölge İsparta sancağına bağlanır. Ancak, İsparta sancağında iki Karaağaç isimli ilçe olunca, bunlardan birine “Şarkikaraağaç” ve diğerine “Garbikaraağaç” ismi verilir. Böylece, Acıpayam bölgesi, Asi isminden kurtulmuş olur ve bir süre sonra, Burdur sancağına bağlanır.
Garbikaraağaç, 1870 yılına gelindiğinde ilçe statüsü kazanır. 1888 yılında Denizli sancağına bağlanır ve takip eden dönemde, yörenin ismi “Acıpayam” olarak değiştirilir. Acıpayam isminin verilmesinin sebebi ise: bölgedeki badem ağaçlarının çok oluşu ve badem ağaçlarının da acı oluşu düşünülmektedir. Zaten, bölgede bademe, “payam” ismi verilmektedir.
GENEL
Acıpayam ilçesi, Ege bölgesinin güneydoğusundadır. Denizden yükseklik: 950 metre civarındadır.
Bölgede: yarı Akdeniz ve yarı Karasal iklim hakimdir ve buna bağlı olarak kışlar soğuk ve yağışlı, yazlar ise sıcak geçmektedir.
İlçede: özellikle Denizli yöresindeki tekstil sektörüne ve kıyılardaki turizm sektörüne yönelik yoğun göç yaşanmaktadır. Çalışan nüfusun: % 64’lük bölümü tarım kesiminde ve % 12’lik bölümü ise, sanayi sektöründe çalışmaktadır.
Ekonomik etkinlikler değerlendirildiğinde: tarımın etkin olduğu görülmektedir. Tarımsal ürünlerin başında ise, hububat gelmektedir. Ayrıca: kavun ve haşhaş ekimi de yapılmaktadır. Bir de “anason” üretimi yaygındır. Yeşilova beldesinde, ayakkabıcılar yoğunlaşmaktadırlar.
NE YENİR NE İÇİLİR
Acıpayam yöresine yolunuz düşer ve mahalli lezzetlerden tatmak isterseniz: tuzlama ve un helvası önerebilirim. Ayrıca, kuru patlıcan dolması da lezzet açısından ön planda. Bunun yanında: buranın kavun u meşhur, mevsimine denk gelirseniz, mutlaka tadına bakın.
NE SATIN ALINIR
Burada, el sanatları olarak bir şey yok, ama özellikle yazın buradan geçerken, yol kenarında bulunan kavunlardan mutlaka satın alın, çünkü lezzetleri muhteşem güzel.
KONAKLAMA
Öğretmenevi Belediye işhanı.Kat.4. 258-5183097
GEZİLECEK YERLER
ACIPAYAM ÇARŞI CAMİİ
İlçe merkezindeki bu caminin en büyük özelliği, Ege bölgesinin tek dört minareli camisi olmasıdır. Caminin yapımında, Acıpayam yöresindeki halkın büyük desteği olmuştur. İlçenin sembolü halindeki bu dört minareli caminin minareleri, 20 km. uzaklıktaki, Serinhisar ilçesinden görülebiliyormuş.
KELOĞLAN-DODURGALAR MAĞARASI
İlçe merkezine, 18 km. uzaklıkta: Dodurgalar beldesindedir. Antalya-Denizli kara yoluna, 5 km uzaklıktadır. Mağara, 1990 yılından sonra, MTA tarafından araştırmalar yapılarak, turizme kazandırılmıştır.
Daha önceki dönemlerde ise, sadece yörede yaşayan çobanlar tarafından bilinmektedir. Bilinmemenin verdiği doğallık sonucu, mağara yıpranmamış olarak günümüze ulaşmıştır. Mağaranın ziyarete açılma tarihi ise, 2003 yılıdır. İsminin “Keloğlan mağarası” olmasının anlamı ise, mağaranın, Karadağ’ın Keloğlanlar yakasındaki bir yamaçta bulunmasından gelmektedir.
Mağara içinde, girişe göre en derin yer – 5 metre ve en yüksek yer ise, + 6 metredir. Mağaranın uzunluğu ise, 145 metredir. Mağaranın denizden yüksekliği yani rakımı ise, 1110 metredir. Milyonlarca yıllık bir süreçte, su damlacıklarının oluşturduğu bu doğa harikasını mutlaka görmelisiniz. Mağara, astım hastaları tarafından da tercih edilmektedir. Ayrıca, hemen girişte, bir yarasa kolonisi barınmaktadır.
Mağaranın içinde: iç yürüme yolu ve aydınlatma var. Ayrıca, ulaşımda da problem yoktur. Yani, aracınız ile, mağaranın yakınına kadar gidebilirsiniz.
Son olarak, yörede, bu mağara ile ilgili anlatılan bir efsane var. Ondan söz etmek istiyorum. Söylenenlere göre: Dodurgalar beldesinde, halen varlığını sürdüren “Keloğlanlar sülalesinden” nefes darlığı çeken, astım hastası ve saçları olmayan bir genç olan Ümmet: çobanlık yapmaktadır.
Ümmet, bir kızı sever, ancak kel olduğu için, sevdiği kıza bir türlü açılamaz ve çektiği sıkıntılar nedeniyle köyü terk eder. Bir süre bu mağarada yaşar. Ancak, yine bir süre sonra saçları çıkmaya başlar. Bunun üzerine, köye döner ve sevdiği kızla evlenir ve mağaraya “Keloğlan mağarası” adı verilir.
YAZIR CAMİ
İlçe merkezine bağlı, 25 km. uzaklıktaki Yazır beldesindedir.
Kitabesine göre: Hacı Ömer Efendi adında bir kişi tarafından, 1801 yılında yaptırılmıştır. Geniş bir avlu içinde, kare planlıdır. Çatısı düz toprak dam iken, 1968 yılında yapılan onarım da, kiremit ile örtülmüştür.
Yapının en büyük özelliği: 13. yüzyıl, Selçuklu ağaç direkli camilerini anımsatmasıdır. Süsleme bakımından oldukça zengindir. Duvarlar: üç sıra panolar halinde resimlerle süslenmiştir. Bu resimlerde, özellikle: cami, bitki ve ağaç motifleri kullanılmıştır. Caminin tavanı da, çıtalarla küçük karelere ayrılmış ve bu kareler, bitki motifleriyle süslenmiştir. Bu resimlerin, 18. yüzyılda yani caminin yapıldığı dönemde, batılılaşma yaklaşımı ile yapıldığı düşünülmektedir.
Denizli Sarayköy hakkındaki gezi yazım için Sarayköy
Denizli Pamukkale; Türkiye denildiğinde, gerek yerli gezginler ve gerekse yabancı turistlerin aklında kalan, belli-başlı resimlerden biri Pamukkale. Uzaktan bakıldığında gerçekten o muhteşem beyaz görüntü insanı büyülüyor. Umarım bu beyazlık, bizlerden önce günümüze kadar olduğu gibi, gelecek nesillere de daha yüzlerce yıl sonralarına kadar aynı güzellikle, aynı beyazlıkta kalarak, devam eder.
Ama elbette bu dileklerin olabilmesi için, mutlaka çeşitli önlemlerin alınması gerekiyor. Başlıca önlem ise: temizlik, bölgede temizlik çok önemli. Travertenlerin sularının, otellere verilerek tamamen heba edilmesi önlenmeli, travertenlerin üzerinde gerek insanların yürümek suretiyle ve gerekse çöp atmak suretiyle oluşturdukları kirlilik kesinlikle önlenmeli. Yoksa, bu doğanın binlerce yılda oluşturduğu güzellikler çok daha kısa sürelerde kaybolacak.
Denizli Pamukkale; Denizli’ye ulaşım: Ankara’dan 477 km., İstanbul’dan 649 km. ve İzmir’den ise 224 km. Ancak; Pamukkale’ye gitmek için, ince bir ayrıntı var. Pamukkale; Ankara karayolunda, yani Denizli’ye yaklaşık 4 km. uzaklıkta yol sapağı var. Ankara’dan gelenler için; Denizli’ye varmadan, tabelalar bulunan bir sapaktan; sağa dönmeniz gerekiyor. Sonra; yine, güzel bir yol ve yaklaşık 18 km. ilerleyeceksiniz.
Yol üzerinde: bol miktarda; otel, motel, pansiyon ve alışveriş mağazaları var. Bunların önünden geçtikten sonra, kilometrelerce uzaktan, bembeyaz ve parlak kayaları görmek ve bunların büyüsüne kapılmamak mümkün değil. Evet; bu beyaz kayaları; çok uzaktan göreceksiniz. Bulunduğu bölgedeki, gri tonların arasında, bembeyaz bir gölge.
Kalacağınız otel, Karahayıt’da ise, bu yol üzerinden, hiç ayrılmadan, doğruca ilerleyin, bu yol sizi Karahayıt otellerinin bulunduğu yere götürecek. Günübirlik geliyor iseniz; Pamukkale’ye girmek için, iki giriş kapısı var, doğal olarak iki seçeneğiniz var. Güney ve kuzey. Gezinize başlamanız için, bunlardan birini tercih etmeniz gerek.
Denizli Pamukkale; Güney kapısını tercih ederseniz; Pamukkale travertenlerini gördüğünüz anda, merkezdeki bir sapaktan, sağa dönmeniz gerek, sonra bir rampa çıkacaksınız ve travertenler. Hayır; kuzey kapısından gireyim derseniz, yine aynı yolda ilerleyin, Karahayıt oteller bölgesine varmadan, sağ yanınızda, kuzey giriş kapısını göreceksiniz. Bu bölgede; yamaç paraşütü de yapılıyor, paraşütçülerin gökyüzünde süzülme görüntülerini de izleyebilirsiniz.
KENTİN TARİHİ
Denizli Pamukkale: Antik dönem coğrafyacısı Strabon’a göre; buradaki ilk yerleşim Frigler döneminde olmuş. Yine de, şehir hakkında, Helenistik dönem öncesine ait herhangi bir bilgi ve belge yok. Yalnızca: Hierapolis olarak kurulmadan önce, ana tanrıça Kyble’ye ait bir kültürün varlığından söz etmek mümkün. Anadolu halkları, Hitit ve Frig dönemlerinde; bu tür termal su kaynaklarının bulundukları yerlere, tapınak inşa ederler ve bu olağanüstü doğa olaylarına tapınırlardı.
Termal kaynağın bulunduğu yerde; Frig döneminde inşa edildiği belirlenen küçük tapınak, belki de başlangıç yıllarında, bölgenin ibadet yeri olmuş ve sonradan inşa edilecek ve gelişecek olan Hierapolis şehrinin de çekirdeğini teşkil etmiştir. Yine de, bir yerleşim olduğu kesin ama, kimler, bu net değil.
Neyse, Hierapolis olarak kent; Bergama krallarından, II. Eumenes tarafından , MÖ.197 yılında kurulmuş. Bergama’nın efsanevi kurucusu, Telephosos’un karısı Hiera’ya atfen, şehre, Hierapolis ismi verilmiş.
Antik dönemde; burası, bir kür merkezi olarak uzun yıllar kullanılmış. O devirlerde, burada 15 tane hamam olduğu söylenmekte. Zamanın büyük devlet adamları ve zengin kişileri, tedavileri için buraya gelirlermiş. Tedavileri ise; din adamları ve antik dönem hekimleri tarafından yürütülürmüş.
Şehir; Roma imparatoru Neron döneminde, MS.60 yılında, çok büyük bir deprem geçirir. Çünkü; bulunulan bölge, deprem kuşağı üzerindedir. Zaten; termal suyun çıkmasını da buna bağlamak mümkün.
Denizli Pamukkale: Malum, fay tabakaları arasından çıkıyor. Deprem felaketleri, şehri, bir süre üst üste etkilemiş. Ama, her seferinde de, şehir yeniden onarılmış. Ancak; Helenistik mimari özelliklerini yitirmiş ve tamamen bir roma şehri görünümüne kavuşmuş.
Takip eden dönemde, şehirde, Bizans egemenliği görülür. Egemenlik el değiştirse de, şehir, yine çok önemli bir merkez olma özelliğini sürdürmüş.
ŞEHRİN DİNİ VASFI
Denizli Pamukkale: Şehir; Pagan döneminde, su kaynağının yakınına kurulan dini yapı ile, kutsal bir kimlik kazanmış. Daha sonra ise; MS.80 yıllarında, Hz. İsa’nın havarilerinden, Aziz Philip, burayı ziyaret eder, ancak dini yayma girişimleri nedeniyle, çarmıha gerilerek öldürülür. Hıristiyanlığın resmi din olarak kabul edilmesinden sonra ise, Aziz Philip’in burada öldürülmesi, şehit edilmesi olarak düşünülür ve MS. 4’ncü yüzyılda, çarmıha gerildiği yere, bir şehitlik yapılır.
Bu yapıyı, aşağıda daha ayrıntılı anlatacağım. Burada; şehrin nasıl dini merkez olma özelliğini kazandığını ifade etmek istedim. Tabi, bunun yanında, şehirde, tarihi süreç içinde, birçok dini yapı daha yapılır. Böylece; buraya, muhteşem bir inanç turizmi potansiyeli ön plana çıkar ve çevreden insanlar akmaya başlar. Şehrin; arkeolojik literatürdeki ismi olan ” Hall City” (kutsal kent)de bunu kanıtlamaktadır.
Şehir; MS. 12’nci yüzyıl sonlarına doğru, Türklerin egemenliğine girer.
MS.1354 yılında, yine büyük bir deprem olur. Şehir, yine bir taş yığını haline gelir. Terk edilir, yüzyıllar boyunca, sular altında kalır ve harabeler, kalın bir traverten tabakası ile örtülür. İlk defa 1887 yılında, Berlin Üniversitesinde görevli Prof. Human’ın başkanlığındaki bir heyet tarafından kazı yapılır. Dar kapsamlı kalan bu kazıdan sonra ise, 1957 yılında Prof. Paola Verzane başkanlığında çalışmalara başlayan İtalyan heyeti, çok başarılı kazı çalışmaları yürütür.
GENEL
Denizli Pamukkale: Evet, Pamukkale, Türkiye’nin en tanınmış, doğa harikası bir bölge. Yerli ve yabancı turistlerin ilgi odağı. Türkiye’de bu tür yerler olsa da, bu boyutta, bu büyüklükte yok. Şehrin kurulu olduğu yer: Çökelez dağı ve yüksekliği 160 metre. Bu yükselti üzerinde, termal suyun oluşturduğu beyaz görünümlü bölgenin uzunluğu ise, 2700 metre.
2008 yılında, bölgeyi ziyaret eden turist sayısı: 2.800.000. Bölge: 1988 yılında, UNESCO tarafından Dünya Kültür Mirası listesine alınmış.
Evet; buralara gelirseniz ve yöresel yemek kültürünün başlıca örneğini tatmak isterseniz, mutlaka Denizli şehrinin içine girin ve çarşıda, tandır kebabı tadın. Mutlaka beğeneceğiniz bir lezzet.
Özellikle; çarşı içinde çok güzel yapan yerler. Bu arada; bu bölgeye geldik, ne alabiliriz, hediyelik veya kendimiz için alışveriş olanakları nedir derseniz. Bu bölgede; çok miktarda, tekstil üretimi üzerine yoğunlaşan fabrikalar var. Yani: bu bölgeden; bornoz, havlu, yatak takımları, nevresim, çarşaf gibi, masa örtüsü alabilirsiniz. Denizli şehir içinde, merkezde, bu tür şeylerin satıldığı alışveriş merkezleri var.
Ama şehre inemezseniz, Pamukkale yolunda da, bu tür alışveriş yapabileceğiniz mağazalar var. Fiyatlar turistlere yönelik olsa da, sonuçta etiketi kontrol edip alabiliyorsunuz. Ne alabilirim, ne satılır, ne alınmalı, ne yenir, ne yenmeli, meşhur yemeği nedir. Denizli ve Pamukkale yöresinde işte bunlar.
GEZİ PLANI
Denizli Pamukkale: Evet, Pamukkale’de nereyi gezelim, nereyi görelim, en güzel, en ilginç, en orijinal yerleri neresi. Ben bir gezi planı yaptım ama bu gezi planı, çok doğal olarak, size öneri mahiyetindedir. Gezilecek yerleri seçerek, kendinize uygun bir plan elbette yapabilirsiniz. Neyse; dedim ya öneri. Burada; gezi planını vereceğim, aşağıda ise, gezilecek yerleri ayrıntılı olarak tanıtmaya çalışacağım.
Karahayıt bölgesinde, çok güzel oteller var. Gün boyu, Hierapolis’te gezinip, sonra bu bölgedeki otellerden birine gelip, açık veya kapalı havuzunda, bütün gün yorgunluğunu giderebilirsiniz. Gerçekten muhteşem güzel ve sessiz bir ortam var. Yalnızca; hafta sonlarında, kalabalık turist gurupları geldiğinde, oteller hareketleniyor. Genelde, hafta içi, çoğunlukla sakin.
Evet; Karahayıt bölgesinden ilerlediğimizde 3-4 km. ötede, Pamukkale’nin kuzey girişini görmek mümkün. Buradaki gişeden biletimizi aldıktan sonra, özel aracımız ile içeriye girebiliyoruz. İçeride; nispeten dar bir asfalt yol var.
Dar çünkü yolun her iki kıyısı da, tamamen, antik kalıntılarla, mezarlarla dolu. Yolda; çevrenizdeki antik kalıntıları izleyerek ilerleyin ve bir süre sonra; aracınızı en uygun bir alanda, yolun kıyısına park edin. Çünkü; antik caddeyi ve antik kapıları görmelisiniz. Evet; aracınızı park ettikten sonra; bir süre, antik mezar yapılarının arasında; tamamen doğal bir ortamda, dolaşabilir, yapıları gezebilir ve inceleyebilirsiniz.
Yeterli tanıtıcı tabela olması güzel bir uygulama. Sonra: antik cadde, sütunları, antik kapılar, tapınaklar, kiliseler, hamamlar, evler ve anıtsal sokaklar. Şehrin ana caddesine girişi sağlayan antik kapıyı görün. Caddenin zemini, tamamen büyük taşlarla kaplı. Ortasından, üzeri yine taşlarla kaplı olan su kanalı geçiyor. Anıtsal sütun blokları, Roma’nın gösteriş ve ihtişamının izlerini taşıyor. Bu bölgede; gönlünüze göre gezin, tarihi canlandırın, o insanların yaşadığı yerde bulunmanın heyecanını yaşayın. Cadde üzerindeki iki anıtsal çeşmeyi görün.
Sonra; yine arabanıza biniyorsunuz ve aynı yoldan ilerlemeye devam ederek; büyükçe bir alana çıkana kadar ilerliyorsunuz. Bu alanın: sağ yanı, travertenler, tam karşıda, müze olan roma hamamı, sol yanda ise, Kleopatra havuzu.
Aracınızı; merkezdeki otoparklardan birine bırakın. Artık; yürüyüş zamanı. Yalnız: ayaklarınızda özellikle terlik olmasına dikkat etmelisiniz, aksi halde travertenlerde, su havuzlarında gezemezsiniz veya gezmeniz zor olabilir.
Evet; önce, sağ yana, travertenlere ilerleyin. Ayakkabı veya terlikle girmek yasak. Suların bulunduğu havuzlar; yer yer derinleşse de, en derin yeri, diz hizasında. Yalnızca: ayaklarınızın ıslak zeminde kaymaması için, biraz dikkat yeterli. Bir de, burada asla ve asla, temizlik kurallarına uymanız gerek. Yani: sigara, kuruyemiş veya kirlilik yaratacak başka herhangi bir şey olmamalı.
Evet, devam ediyoruz, bu pamuk gibi bölgede; nispeten ılık suların içinde, bir süre dolaşıyoruz ve son yıllarda oluşan kirliliği, yani beyazdan öze gri rengin oluşumunu üzülerek izliyoruz ve buna sebep olanlara kızıyoruz. Evet; bazı yerler grileşmiş. Sular; sürekli olarak verilmiyor, özellikle yaz aylarında; suların sık verilmemesi nedeniyle, bazı bölgelerdeki havuzların suları yok, zemin kuru, renk gri.
Travertenlerde dolaştıktan ve muhteşem manzara karşısında fotoğraflarımızı çektikten sonra; çıkıyoruz ve hemen yan taraftaki müzeye giriyoruz. Müzede geziyoruz. Müzeden çıktıktan sonra ise, biraz uzunca bir yol bizi bekliyor. Uzaktan görülen tiyatroya, hafif bir rampadan yukarı yürüyerek çıkıyoruz. Evet: tiyatroda geziyoruz.
Sonra, geldiğimiz yoldan, rampa aşağıya tekrar iniyoruz ve solumuzda kalan, antik havuza girmemiz gerek. Yanınızda; mayo varsa ki, kesinlikle olmalı, mutlaka antik havuza girmeyi tercih edin. Hoş, kalabalık olması belki sizi etkileyecektir ama, girmeseniz bile içeri girip, havuzu görün, içindeki tarihi kalıntılar ile, gerçekten ilginç bir görüntü sunuyor.
Evet; daha öncede söylediğim gibi; Hierapolis yani Pamukkale güzel bir yer. Turistik açıdan birçok görülmesi gereken mekan var. Bunları; kendi tercihlerinize göre, bir sıraya da koyup gezebilirsiniz. Kesin olan şu ki, Pamukkale’ye gitmekten büyük keyif alacaksınız.
TRAVERTENLER BÖLGESİ
Denizli Pamukkale: Evet, travertenler ve üzerlerinde, çeşitli büyüklükteki havuzlar. İsterseniz, önce travertenler ve sonrada bu travertenler üzerindeki beyaz örtünün nasıl oluştuğunu bilelim.
Evet; traverten sözü, nereden geliyor? İtalya’dan. Şöyle ki, İtalya’da, geniş traverten çöküntülerinin bulunduğu bir yer var. Tvoli kenti. Bu kentin; Roma imparatorluğu dönemindeki adı ise: Tivertino. Traverten sözü, işte buradan gelmiş. Biraz geniş ve saçma bir bağlantı diyebilirsiniz, ama sonuçta, bu bilginin doğruluğuna inanmak durumundayız.
Evet: travertenler nasıl oluşuyor? Çeşitli nedenlere ve ortamlara bağlı olarak, kimyasal reaksiyon sonucu, çökelme ile oluşuyor. Bu bölgede; sıcaklıkları 30-90 derece arasında değişen, yirmiye yakın su kaynağı var ki, bu kaynakların varlıkları, antik devirden günümüze kadar geçen yüzlerce yıla dayanıyor. Bu termal su kaynaklarından çıkan su; yaklaşık 300 metre uzunluğundaki bir kanalı geçiyor ve traverten başına geliyor ve buradan, traverten katlarına, aşağıya doğru dökülüyor.
Bu katlarda: suyun aldığı mesafe ise; 250-300 metre. Bu mesafede, traverten katlarında ilerlerken, suyun içindeki kalsiyum karbonat çökeliyor ve başlangıçta ince bir jel halindeki bu beyaz çökelti, zaman içinde kat kat sertleşerek, traverteni oluşturuyor. Beyazlığın oluşumunda; hava şartları, ısı kaybı, akışın yayılımı ve süresi çok etkin. Yapılan hesaplamalara göre, yılda, yaklaşık 1 mm. yani bir tırnak kalınlığında bir beyaz katman oluşuyor.
Bu katman; herhangi bir dış tesir, yani kirlilik olmaz, üstüne basılmaz ise, belli bir süre sonra sertleşiyor ve beyaz bir tabaka oluşuyor. Kirlilik olur, üstüne basılırsa, jel dağılıyor veya tabaka, beyaz değil, gri oluşuyor.
Evet, bu oluşum, günümüzde de halen devam etmekte. Biraz öncede söylediğim gibi, üstte ince bir jel tabakası var. Havuzlara, bu yüzden kesinlikle ayakkabı ile girilmemeli ve çöp atılmamalı. Aksi halde, bu jel tabakası sertleşmeden, su ile akıp gidiyor. sonuçta ise, beyaz tabaka, zamanla kaybolmaya başlıyor. Yani: tedbir alınması şart.
Travertenler böyle oluşuyor. Tabi, bu oluşumu sağlayan suyun; bu beyazlığı yaratma gücü yanında, çeşitli hastalıklara iyi gelen özelliği de var. Bu havuzlardaki termal suların sıcaklıkları, yaz-kış değişmiyor. Hep aynı, 35 derece. Termal sular; iki türlü sağlık etkisi yaratmakta.
İçine girildiğinde: kalp, damar sertlikleri, tansiyon, romatizma, deri, göz, raşitizm, felç, sinir hastalıklarına iyi geliyor. İçildiğinde ise: (elbette kaynağın bulunduğu yerden içildiğinde) mide rahatsızlıklarına iyi geliyormuş. Ayrıca: idrar söktürücü özelliği ve böbrek taş ve kumlarını dökücü özelliği de varmış.
AZİZ PHİLİPPUS ŞEHİTLİĞİ
Denizli Pamukkale: Dini ve ruhani merkez olarak yapılmış bir yapı. Ortasındaki mermer kaplı alanda, azizin mezarı var. Yaklaşık: 20 metre çapındaki sekizgen bölümün üstü, kurşun kaplı bir kubbe ile örtülmüş. Yapıda: dua edilmesi için, küçük şapeller mevcut. Günümüzde, burada, birçok kilise, Aziz Philippus bayramı kutlayıp, ayin düzenliyorlar.
ARKEOLOJİ MÜZESİ
Denizli Pamukkale: Hierapolis kentinin en büyük yapısı. Aslında; bir Roma hamamı. Bu yapı: MS.60 yılındaki büyük depremden sonra, şehirdeki inşaat faaliyetleri sırasında, MS.2’nci yüzyılda yapılmış. Amaç: hemen arkasındaki önemli bir su kaynağından yararlanmak. Kaynaktan çıkan sular, travertenlerin bulunduğu vadiye akmadan önce, bu hamamın kalıntıları üzerinden geçmekte. Akan suyun, kalker oluşturma özelliği devam ettiğinden, bugün, hamamın orijinal tabanı, 4 metre kalındığında bir kalker tabakası altında kalmış.
Roma hamamı; 1984 yılında, restore edilerek, müze olarak hizmete açılmış. Müzedeki; 3 kapalı mekan ve doğu bölümündeki kütüphane, teşhir alanları olarak düzenlenmiş. Açık teşhir alanlarında ise, mermer ve taş eserler sergileniyor. Sergilenen eserler, Hierapolis kazılarından çıkarılan buluntular. Ayrıca; çevredeki, antik kentlerden gelen eserlerde, burada sergileniyor. Biz, sergilenen eserleri salon salon gezmeye başlayalım, mutlaka girin, güzel bir müze.
LAHİTLER VE HEYKELLER SALONU
Denizli Pamukkale: Hierapolis ve Laodikeia kazılarından çıkarılan eserler sergileniyor. Lahitler, heykeller, mezar taşları, mimari sütun başlıkları ve yazıtlar var. Mezar taşları içinde; yöreye ait gelenekleri simgeleyen, aile mezarları ile ilgili örnekleri görebilirsiniz. Müzenin en güzel eseri ise, buradaki: Leodiekima kentinde bulunan bir lahit. Arhon isimli, şehir meclisi üyesi birine ait.
KÜÇÜK ESERLER SALONU
Denizli Pamukkale: Burada; MÖ.4 binli yıllardan beri, birçok uygarlığa damgasını vuran küçük buluntular sergilenmekte. Bunlar; Denizli ve çevresindeki yerleşim yerlerinde ele geçmiş buluntular. Dönemine göre; eski uygarlıkların eserlerinin en güzel örneklerinden olan; Beycesultan höyüğünden çıkarılan eserler, ayrı bir önem taşıyor.
Pişmiş toprak testi, tören kapları ve taş eserler var. Salonun diğer bölümünde ise, Frig, Helenistik, Roma, Bizans dönemlerine ait; pişmiş toprak kandiller, adak kapları, cam kaplar, kolyeler, madeni takılar sergilenmekte. Ayrıca: sikkeler var.
HIERAPOLİS TİYATROSU BULUNTULARI SALONU
Denizli Pamukkale: Tiyatronun sahne bölümünü süsleyen eserlerin birçoğu, burada sergileniyor.
Bunlar: Apollon ve Artemis’e ait mitolojik kabartmalar, Roma İmparatoru Severus’un taç giyme töreni, Apollon, Leto, Artemis, Hades ile ilgili heykeller, sfenksler, büst heykelleri ve mimari kabartmalar. Ayrıca; kent tanrıçasının taç giyme töreni ve tiyatro ile ilgili meclis kararlarını belirten yazıtlar.
Evet: buradaki, MÖ.3’ncü yüzyılda yapıldığı sanılan, bir kabartmanın üzerinde, figürlerle anlatılan bir efsaneden söz etmek istiyorum. Şöyle ki: ” Hierapolis’te, en iyi müziğin kim tarafından yapıldığı konuşulduğunda, Marsyas isimli bir şehir yerlisi, ortaya çıkarak, tanrı Apollon’a rağmen, kendisinin en iyi müziği yaptığını iddia eder. Marsyas ve tanrı Apollon arasında, yarışma yapılır.
Neticede, Marsyas yenilir ve tanrı Apollon ile yarışmaya girme densizliğini gösterdiği için, şehir meclisi tarafından, derisi yüzülerek öldürülmesine karar verilir. Bu görev için, bir İskitli bulunur. Kabartmada: Marsyas, kollarını kaldırır ve ellerinden bir çam ağacına bağlanır. Karşısında ise: bir iskitli, diz çökmüş, büyük bir taş üzerinde bıçağını bileylemektedir.
Bu sırada, başını kaldırıp, Marsyas’a bakıyor. Arkada ise, tanrı Apollon, bu olayı izlemekte. Marsyas’ı yendikten sonra, iki peri tarafından, kendisine, defne tacı giydirilmiş. Apollon, elinde zafer palmiyesi tutmakta, şerefe içki içerek, olayı ve başarısını kutlamakta.” Evet: kabartma üzerindeki tasvirin hikayesi bu. Bu kabartmayı izlerken, hikayeyi bilirseniz, daha olumlu gözle, kabartmayı izleyebilirsiniz.
ANTİK TİYATRO
Denizli Pamukkale: Yamaca yaslanmış olarak inşa edilmiş. MS.62 yılında, yani depremden sonra, Flavuslar döneminde inşasına başlanır ve MS.206 yılında, Severuslar döneminde inşaat bitirilir. Yani: yaklaşık 144 yıllık bir süreç.
Evet; tiyatronun bugünkü durumu güzel ve çoğu ayakta. Seyirci bölümünde: 50 oturma sırası var. Bu sıralar, 8 merdiven sırası ile, 7 bloka ayrılmış. Tam ortada: krallık locası var. Orkestranın bulunduğu sahnenin önünde, 3.66 metre yüksekliğinde bir duvar ve duvarda ise, 5 kapı ve 6 niş bulunmakta. Bunların önünde ise, 10 sütun var ve mermer sütunların üstleri, istiridye kabuğu şeklinde motiflerle dekore edilmiş. Araları ise, heykellerle süslenmiş.
Kabartma firizde; birçok olay tasvir ediliyor. Özellikle: mitolojik konuların işlendiği sahnelerde, Helenistik dönem heykel sanatının etkilerini görmek mümkün. Bu sahne binasının, kabartmalı frizle süslenmesi geleneğini: Perge, Side ve Nysaa antik şehirleri tiyatrolarında da görmek mümkün.
Denizli Pamukkale: Kent surlarının dışında ve ova dışındaki tüm yönlerde, bunları görmek mümkün. Mezarların yapımında: kireçtaşı ve mermer kullanılmış.
KUZEY NEKROPOLÜ
Denizli Pamukkale: Anıtlar iyi durumda korunarak, günümüze kadar gelmiş. Yayıldığı geniş alanda, çok sayıda traverten lahit görmek mümkün. Gerçekten, etkileyici bir görünüm. MÖ.2 ve 1’nci yüzyıllardan kalma. Helenistik döneme ait. Sayıları 2000 civarında. İki tür mezar var. Birinci türde: düzgün kesilmiş taşlardan örülü mezar odası ve yapıya girince, küçük bir koridor sonunda, mezar odasına ulaşılıyor. Yapının üstü ise, koni biçiminde toprakla örtülüyor.
Daha çok, seçkin kişilere ait bir mezar modeli. Diğer bir tür mezar ise, bir kaide üzerinde, lahit şeklinde. Bu tür mezarlarda, kaide üzerinde bulunan yazıtta: Yunanca ” bomos ” kelimesi yazılı. Bu kelime: ölünün, yüksekte duran vücudu ile bağlantılı olarak, ” anısını yücelten ” simgesel bir anlam taşımakta. Bu tümülüsler den ve kaide üzerindeki lahitlerden, ortadaki asfalt yol boyunca ve doğuya çıkan bayırda, çok sayıda var.
GÜNEY NEKROPOLÜ
Geniş traverten düzlük, depremin etkisiyle tamamen alt-üst olmuş. Çukur mezarlar ve taş ocağına ait izler var. Bu alanın kuzeyinde, kazı çalışmaları halen sürdürülmekte. Yamaçta, Bizans surlarının bulunduğu yerdeki mezar yapılarında, taş bir kaide üzerinde duran, figürlü, mermer lahitler bulunmuş. Çatı kısmı: kerpiç tuğlalar ile yükseltilmiş ve kiremit örtülmüş. Mezar yapısının içi ise; renkli fresklerle süslenmiş. Değişik bir roma mezar yapısı tarzı olması nedeniyle önem taşıyor.
ANTİK HAVUZ (KLEOPATRA HAVUZU)
Denizli Pamukkale: Muhteşem bir mekan. Sıcak bir su ve, havuzun içinde, bir sürü tarihi kalıntı, sütun başlıkları, büyük mermer parçaları. Binlerce yıl öncesine sizi götüren bir ortam. Pamukkale’nin simgesi olmuş bir mekan. Bir zamanlar, Mısır Kraliçesi Kleopatra’nın da burada yüzdüğü rivayet edilmekte. MS.60 yılındaki büyük depremden sonra, bu havuz oluşmuş.
Havuzun içinde: bir kısım, antik mimari kalıntılar göreceksiniz. Gerçekten çok orijinal bir görüntü. Bu kalıntılar üzerinde yüzüyorsunuz. Havuzun derinliği fazla değil, su ılık. Ama, dediğim gibi, mimari kalıntılar var, su berrak, bunları görebiliyor ve üzerlerine basarak yürüyor veya yüzebiliyorsunuz.
Sütunlu caddenin yanındaki agoraya ait bir yapı, depremde etkilenerek, bu havuzun bulunduğu yere, yıkılmış. Bu yapının parçaları, halen havuzun içinde. Suyun sıcaklığı nedeniyle, havuz suyunun rahatlatıcı bir etkisi var. Sıcaklık: 35-55 derece arasında. Ayrıca: havuzdaki suyun, birçok hastalığa iyi geldiği söylenmekte, çünkü termal su.
Ücret ödeyerek girebiliyorsunuz. Kabinler var. Bunlarda: mayonuzu giyebilir ve bu ilginç havuzda, elbette kalabalığı yadırgamaz iseniz, yüzebilir veya yüzmek pek mümkün değil ama, suyun içinde, bir kenarda öylece durabilirsiniz. Yine de; mutlaka deneyin.
APOLLON TAPINAĞI
Denizli Pamukkale: Burası; şehirde yaşayan yerli halkın, en eski dini merkezi. Tapınağın altında; pagan dönemine ait, dini değeri büyük bir mağara bulunmakta imiş. Tanrı Apollon, bölgenin ana tanrıçası Kyble ile burada buluşmuş.
Antik kaynaklar; ana tanrıça Kyblee rahibinin bu mağarada yaşadığını ve mağarada bulunan zehirli gazlardan etkilenmediğini yazıyormuş. Hıristiyanlık öncesi, Anadolu inanışında, cehenneme açılan kapı olarak gösterilen kutsal yer; Plotonium, işte burası imiş.
Evet; mağaranın üstüne, zamanla bir tapınak yapılır. MS. 3’ncü yüzyıla tarihlenen tapınak, Apollon tapınağı ismiyle anılıyor. Sütunlu ana girişi ve merdivenleri ayakta. Cephesinin uzunluğu 70 metre. Mermer levhalar ile kaplı birde podyumu var. Tapınağın arka bölümünde ise, merdiven, sütun gövdeleri, başlıklar, kaideler ve sonradan doldurulmuş bir alan var.
Tapınakta; MÖ. 4’ncü yüzyıl yapımı, kıvrımlı giysili, bir kadın heykeli bulunmuş. Bu heykel; Teuxis kızı Apphia’ya ait. Tapınağın önünde, duvarla çevrili bir koruma alanı var.
Tapınağın tabanında, ” Apollon kehanetine ait ” bir yazıt bulunmuş. Yani: burası, bir kehanet merkezi imiş. O dönemde, bölgeye gelen insanlara, kehanet merkezinde, alfabetik sıraya göre, fallarına bakılıyormuş. Kitabede, bu anlatılmış.
ANTİK CADDELER VE KAPILAR
Denizli Pamukkale: Kentin en önemli ve en geniş ana caddesi, 1 km. uzunluğunda. Kenti, bir ucundan, diğer ucuna ikiye bölüyor. Kuzey-güney doğrultusunda uzanıyor. İki yanında, sütunlu revaklar ve önemli kamu binaları varmış. Her iki ucunda ise, anıtsal kapılar bulunmakta.
FRONTINUS KAPISI
Kapı: Julius Sextus Frontınus tarafından, MS.82-83 yıllarında yaptırılmış. Bu nedenle. kapıya, Frontinus kapısı denilmekte. Roma döneminde, kentin anıtsal giriş kapısı olarak kullanılmış. 14 metre genişliğinde, ana caddenin hemen başlangıcında. Düzgün, traverten bloklardan yapılmış.
Üç kemerli girişi, basit bir korniş süslüyor. Her iyi yanda; yuvarlak kulelere yaslanmış. Frizinde, imparator Domitiana’ya atfen yapıldığı yazılı olan bir yazıt var. Bu nedenle: Domitiana veya Roma kapısı olarak da isimlendiriliyor. Bu kapıdan, güneye inen yolun, surla kesiştiği yerde: Kuzey Bizans kapısı var.
GÜNEY ROMA KAPISI
Traverten bloklar ve içinde mermerlerinde bulunduğu malzeme ile yapılmış. Yanlarında, iki adet, dikdörtgen planlı kulelere yaslanmış. Nefis bir bölge manzarasına sahip.
SURLAR
MS. 5’nci yüzyılda, Roma imparatorluğunun, diğer kentlerinde olduğu gibi; Hierapolis kenti de, surlarla çevrilmiş. Surlar;
KUZEY BİZANS KAPISI
Sur sistemine dahil bir kapı. MS.5’nci yüzyılda yapıldığı sanılıyor. Bizans döneminde, kentin anıtsal girişi olarak kullanılmış. Agora’nın yıkıntılarından alınan, devşirme malzeme ile yapılmış.
Yanlarındaki, kare planlı iki kuleye yaslanıyor. Girişin iki yanında ise, şehri kötü etkilerden korumak için konulmuş konsollar var. Bunlar; aslan ve panter başlı. Günümüze kadar ulaşmışlar, mutlaka görün. İznik surları, giriş kapısında da, bunlardan görmek mümkün.
GÜNEY BİZANS KAPISI
MS.5 nci yüzyılda inşa edilmiş. Traverten bloklar ve mermer malzemeden yapılmış. Sonradan yapıldığı için, burada da devşirme malzeme kullanılmış. İki adet kuleye yaslanıyor.
KARAHAYIT
Pamukkale’yi geçtikten sonra, bir süre daha ilerliyorsunuz ve Karahayıt köyü bölgesine geliyorsunuz. Yani: Denizli’ye toplam 23 km. uzaklıkta. Burası: Pamukkale’ye ise 4 km. uzaklıkta. Ancak; önce yani köye varmadan önce, yolda, sağlı-sollu, beş yıldızlı oteller göreceksiniz.
Bu oteller: Karahayıt suyunu bağlatmışlar, yani, gerek tatil ve gerekse sağlık turizmi açısından, bu otelleri tercih edebilirsiniz. Açık ve kapalı havuzları var. Kapalı havuzlarında termal su var. Açık havuzları ise, gerek tatlı su ve gerekse termal sulu olmak üzere, iki tane. Aslında, bu termal su derken, termal çamurlu su demek daha uygun. Çünkü; su, bildiğiniz berrak su değil, içinde yoğun olarak çamur tabakası var. Zaten, gerçek şifalı olduğu söylenen de, bu çamur imiş.
Köy; oteller bölümünden daha ilerde. Büyük olasılıkla, zaten, köye girmeyeceksiniz. Çünkü: Karahayıt otellerinde kaldığınızda, Pamukkale’ye gidiş-gelişlerde köye uğramaya gerek kalmıyor.
Neden, Karahayıt?
Evet, özellikle yazın, sıcak zamanlarda buraya gittiğinizde, göreceğiniz gibi, bölgede bol miktarda, küçük çalılık var. Bunlara: “hayıt” ismi veriliyor. İşte, bu nedenle, bölgeye karahayıt denilmekte. Birde, bir zamanlar, köye, kara yiğit isimli, Yörük aşireti gelir ve köye yerleşir. Bunların ismine atfen de, bölgeye karahayıt denilmekte olduğunu söyleyenler var.
Evet, oteller, bildiğiniz klasik otel tipi. Burada, sanırım size, sudan bahsetmem gerek. Çünkü, burada, buraya has bir su var. Suyun rengi kırmızı. Çünkü: içinde bol miktarda kükürt bulunmakta. Termal suyun sıcaklığı ise, 25-67 derece arasında değişiyor. Radyoaktivitesi yüksek. Kalp, damar sertliği, yüksek tansiyon, romatizma, siyatik, deri ve sinir hastalıklarının bir kısmına iyi geliyormuş.
Banyo yapılırsa; genişleyen damarlar, kan basıncını düşürerek, kalbi rahatlatıyormuş. Astım hastalarına da faydalı olduğu söylenmekte. Çamur banyosu yapıldığında ise: vücudun dayanıklılığını ve direncini arttırıyormuş. Yanlız, yine bir ipucu: su havuzları, bazen çok sıcak olabiliyor. Havuza birden girmeyin, suyun sıcaklığını mutlaka kontrol edin. Su sıcaklıkları, Pamukkale’deki termal suların sıcaklığından yüksek.
Burada, özellikle, bazı otellerde görebileceğiniz gibi, travertenler beyaz değil, kırmızı ve yer yer yeşil olarak oluşuyor. Bu rengin oluşumunda; suyun içindeki maden oksitleri etkili. Kırmızı renkli travertenler, 60 derece sıcaklıkta çıkan suyun çevresinde oluşmakta.
Evet, Karahayıt’ta böyle. Otellerle, güzel bir pazarlık sonucu anlaşarak, burada kalabilir ve Pamukkale’ye gelmişken, Karahayıt suyundan da yararlanabilirsiniz. İyi tatiller.
LEODİKEİA ANTİK KENTİ
Roma dönemi antik yapılarına ilgisi-merakı olanların mutlaka gidip görmesini öneriyorum. Muhteşem bir antik kent kalıntısı, burada görecekleriniz sizi tam bir antik rüya alemine götürecektir, mutlaka ama mutlaka gidin ve görün.
Burası: Hierapolis kentine yakın, MÖ.3’ncü yüzyılda (261-263) Hierapolis termal su kaynağının, 8 km. yakınında kurulan bir şehirdir. Selevkid ailesinden Antiokhos II. Teos tarafından kurulmuş ve karısı Leodikeia’nın ismi verilmiştir.
Çürüksu (Lykos) ırmağının güneyinde kalıyor.
GENEL
Şehir, kuruluşunu takiben sonraki yıllarda: bir dokumacılık ve ticaret merkezi olmuştur. Hıristiyanlık döneminde ise, Batı Anadolu’da kurulan 7 ünlü kiliseden biri, burada kurulmuştur. Romalılar: kente özel bir önem vermişler ve eyalet merkezi yapmışlardır. İmparator Caracalla zamanında, burada bir seri kaliteli sikke basılmıştır. Halkın katkılarıyla, kentte, çok sayıda anıtsal yapı inşa edilmiştir.
Şehir: MÖ.3’ncü yüzyıldan, MS.7’nci yüzyıla kadar olan 1000 yıllık bir süreçte etkin yerleşim yeri olarak kullanılmıştır. Kalıntılar arasında gezerken: evlerin önünde, ana caddede kaldırımlar göreceksiniz. Onun gerisinde dükkan sıraları ve daha geride depolar bulunuyor.
Bu dükkanların ön kısmında ise: günümüzde Denizli şehrindeki gelenek olduğu üzere, dükkan sahipleri, müşteri beklerken, diğer dükkan sahipleriyle oturup oyun oynuyorlarmış, yani oyun konsolları görülüyor. Bu oyun konsolları: ortaya bir başlık konulmuş, bunun düz zemin şeklindeki üzerinde, 18 adet taşla oynanan, dama benzeri bir oyun şekli var. Evet, dükkan sahipleri müşteri beklerken, zamanlarını oyun oynayarak geçiriyorlarmış.
Gezimize devam ediyoruz. Şimdi: kuzeye doğru ilerleyen bir sokak üzerindeyiz ve sağ yanda bir kaldırım var. Bu kaldırımdan: bir eve giriyoruz. Bu evin: meyhane olarak adlandırılan bölümünü görmelisiniz. Burada: küçük bir havuz, 4 tane sütun, sundurma çatı ve su var. Ayrıca: zeminde, kenarda bir kuyu görülüyor. Kuyunun içine: antik dönemde, şaraplar indiriliyormuş.
Dışarıdaki sıcaklık: 36-37 derece iken, kuyunun içindeki sıcaklık, sabit: 16-17 dereceyi geçmiyor. Hatta: şarap uzmanlarının söylediklerine göre, şarabın en iyi içilme sıcaklığının: 16-17 derece olduğu söyleniyor. Evet, antik dönem insanı, buraya şişeyi indiriyor ve sonra müşterisine ikram ediyormuş.
Buradan çıktıktan sonra: şehrin en büyük özelliklerinden biri olan, su dağıtım kanallarını görüyoruz. Özellikle: bir sokağın başında bulunan ve MS.5’ncü yüzyılda yapılan bir su dağıtım terminalini görmelisiniz. Burada: ana borunun çevresinde, üçer tane boru var. Bu üçer tane borunun giriş kısımları birbirinden farklıdır.
Giriş kısımları: biri açık, biri kapalı, biri süzgeçlidir.
Ana su borusundan su geliyor ve 4 sokağa buradaki 12 boru vasıtası ile dağıtılıyor. Herhangi bir problem olduğunda veya sokak oturanları su parası ödemediklerinde, o sokağın boru kısmının başındaki süzgeç kapatılıyor ve su kesilmiş oluyordu. Evet, erken Bizans dönemine ait bu sokak su dağıtım terminalini görmeniz gerek.
Evet, şehirde gezimize devam ediyoruz. Kentin su ihtiyacını karşılayan kanallar ve künkler görülüyor. Biraz önce sokak su dağıtım terminalini görmüştük. Su dağıtımını sağlayan, beşer tane pişmiş topraktan yapılmış su borularının hemen yanında, kirli suyun tahliyesi için ayrı bir su borusu var. Yani: kanalizasyon sistemi. Mükemmel bir alt yapı sistemi kurulmuş. MS.5’nci yüzyılda kurulan ve yaklaşık 1500 yıllık bir su dağıtım sistemi.
Gezimize devam ettiğimizde, şehrin en muhteşem ve önem kazanan yapısına geliyoruz.
KİLİSE
Kutsal haç kilisesi olarak isimlendirilen yapı, ilk olarak 2010 yılı kazılarında ortaya çıkarılıyor. Antik dönemin en önemli ve kutsal yapısı olarak önem kazanıyor. Anadolu’da, 7 kiliseden biridir. MS. 1’nci yüzyılın ortalarında yapıldığı düşünülüyor. Aslında: 7 kilise deyimi, halkı, yani halkın Hıristiyanlığın yayılmasına katkısını ifade ediyor.
İmparator Konstantin gelinceye kadar, Hıristiyanlık dini, evlerde ve gizli mekanlarda, gizli olarak yayılmıştır. Ancak: İmparator Konstantin: 313 yılında, Milano fermanı ile dini yani Hıristiyanlığı serbest bırakıyor. Yani, o döneme kadar, yasak olan dinin, bir anlamda, gizli gizli sürdürüldüğü kentlerden biri, Leodikeia. Burada, dikkat edilmesi gereken husus şu: Hıristiyanlık 313 yılında serbest bırakılmasına rağmen, bu kilisenin 320 yılında faaliyette bulunduğu görülüyor, yani bir anlamda, kilisenin yapılması için 7 yıllık sürenin yeterli olduğu düşünülemez, kilisenin bundan önce yani 320 yılından önce yapılmaya başlanmış olması büyük ihtimal. Yani: burası, yeryüzünün ilk kilisesi olmalıdır. 313 yılında Hıristiyanlık serbest bırakıldığında, aynı yıllarda, bu kilisenin yapımına başlandığı düşünülüyor.
Antik kaynakların verdiği bilgilere ve kazılardan elde edilen bilgilere göre: MS.1’nci yüzyıldan itibaren, Hıristiyanlık, burada gizli gizli yayılmaya başlıyor. Bu yönü ile, kent, Hıristiyanlar için çok özel ve önemli bir yere sahiptir. MS.4’ncü yüzyılda: ilk 7 kilise ortaya çıkıyor. 4’ncü yüzyıldan sonra ise: Hıristiyan dünyasının ilk dindarları, hacı olmak için kilise ziyaretlerine başlıyorlar.
Biz yine, şehrin kilise varlığına dönelim. Şehirde yapılan arkeolojik araştırmalar sonucu: yaklaşık 15 tane kilise kalıntısı bulunmuştur. Bu çok önemli bir durumdur ve başka şehirlerde böyle bir duruma rastlanmaz. Çünkü: bu şehirde yaşayan zengin ve varlıklı aileler, kendilerine özgü kiliseler yaptırmışlardır. Hıristiyanlığın yayılması için o dönemlerde paraya ihtiyaç bulunmaktadır ve Leodikeialı zenginler, Hıristiyanlığın yayılması için çok para harcamışlar ve birçok kilise yaptırmışlardır.
Hatta, bu durum yani şehrin dini önemi o kadar yoğunlaşmıştır ki, Hıristiyanlık dünyasında, o döneme ait ayetlerde “Leodikeia meleğine sorun” şeklinde, deyimler bulunmaktadır.
Her ne kadar, şehirde 15 civarında kilise kalıntısı bulunmuş olsa da, yukarıda belirttiğim gibi, bunlardan en önem kazananı: Kutsal Haç Kilisesidir. Bu kilise: 320 yıllarında yapılmıştır ve her şeyi ile, orijinal olarak günümüze ulaşmıştır. Bugün, dünyada, Konstantin döneminde yapılıp, orijinal halini korumuş başkaca bir kilise yapısı bulunmamaktadır.
Halbuki, Konstantin döneminde, 8 kilise yapıldığı bilinmektedir. Burası ise, 9’ncu kilise olarak, hem anıtsal hem de yapıldığı dönemin tüm özelliklerini yansıtması açısından, Hıristiyanlık için ve Hıristiyanlık kilise mimarisinin öğrenilmesi açısından büyük önem taşımaktadır.
Evet, Kutsal Haç Kilisesini geziyoruz. Buranın, iki giriş kapısı var. Bu girişlerden: birinciyle doğrudan kilisenin içine giriliyor. Ancak: kuzeydeki kapı, kilisenin içine değil, vaftizhaneye açılıyor. Konstantin döneminde: insanlar yeni yeni Hıristiyanlaştıkları için, Hıristiyan olmayanların kilise içine girmeleri yasakmış. Bundan dolayı, kuzeydeki kapı: Hıristiyan olmayanlar için yapılmıştır.
O dönemde, Hıristiyan olmayanlar, yani pagan olup çok tanrılı dine inananlar, Hıristiyan olmak istediklerinde, kuzeydeki kapıdan giriyorlar ve orada vaftiz ediliyorlarmış. Buradan yani kuzeydeki kapıdan girdiğinizde, vaftizhane odasının holü ile karşılaşıyorsunuz. Burada: Hıristiyanlık dünyası içinde, günümüze ulaşabilen; orijinalliği bozulmamış en erken tarihli ve en eski vaftizhane havuzu bulunuyor.
Hıristiyan olmak isteyen ziyaretçiler: bu havuza bir yanından iniyorlar, kutsal suyun içine giriyorlar, havuzun iki yanındaki din adamları tarafından vaftiz ediliyorlar ve havuzun hemen karşısındaki yandan dışarı çıkıyorlar. Ama, inanmış bir mümin yani Hıristiyan olarak çıkıyorlar. Elbette: kiliseye girme hakkını elde ediyorlar.
Evet: diğer kapıdan: kilise yapısının içine giriyoruz. Burada: narteks denilen son cemaat yeri için ayrılmış bölüm, kuzey-güney doğrultusunda uzanıyor. İki yanlarında, yarım daire, niş denilen apsisler var. Burada, kilisenin naosuna geçilen kapı, kapının hemen yanında, fresklerden yapılmış parapert ve üstünde cennet bahçesi figürleri var. Yani: bu kapıdan, kiliseyi girilen bu kapıdan: bir anlamda cennete giriliyor.
Devasa yapının içine girildiğinde, 8 tane muhteşem ayak görülüyor. Üst çatı, bu 8 ayak tarafından taşınıyor. Ayakların üstünde: kırma çatı ve ahşap konstriksiyon söz konusu. Kilisenin içinde: çok zengin özel işlemeler var. Erken dönemde: geometrik ve iç içe geçmiş süslemeler tercih ediliyor.
Bunlar: ölümsüzlüğü sembolize ediyor. Burada: yerde mozaikler var. Bunları mutlaka görmelisiniz, muhteşem güzel. Çünkü: çok ince işçilik söz konusu. Geometrik ve iç içe geçmiş süslemeler, gamalı haçlar, çok güzel. Tarz: Roma tarzı. Örgü süsleme olarak isimlendirilen süslemeler, yer mozaiklerinin temizlikleri tamamlandıktan sonra, daha da belirginleşecek.
Evet: yerdeki mozaik süslemelerin yan tarafında örgü süslemeler ve ortada haç görülüyor. Bu süslemeler çok kutsal, çünkü: İncil’de, kilise için vahiy söylenmiştir. Kilise: Leodikeia antik kentinin sembolüdür.
Günümüzde: her ne kadar bizim insanımız, bu antik kenti pek yoğun olarak ziyaret etmese de, Hıristiyanlar için burası bir haç merkezi haline gelmiş durumdadır. Burayı ziyaret eden, orta yaşlı Hıristiyanların büyük çoğunluğu, hacı olmak için geliyorlarmış.
Kilise içinde, diğer dikkati çeken bir husus: atlarında, haç işaretleridir. Bunlar: yaklaşık 1700 yıllık haç işaretleridir. Bu taşlar: hemen çevredeki mermer ocaklarından, Baba dağından getiriliyorlar. Şehir büyürken, Baba dağı, Çökelez dağı, Burdur, Afyon ve Kütahya bölgelerinden, birçok mermer buraya getiriliyor.
Hatta: ovanın ortasında, günümüzde bulunmayan bir göl var ve bu gölde, sal taşımacılığı yapılarak, Menderes nehri kanalı ile, bu mermerler ve ticaret malları, denize kadar ulaştırılıyor. Hatta: bu mermerlerin, deniz kanalı ile, Roma şehrine kadar ulaştırıldığı ve birçok yapının, bu kaliteli mermerler ile yapıldığı biliniyor. Roma için: İspanya’nın buğday tarlaları kadar, Anadolu’nun yeraltı kaynakları ve mermer ustaları da muhteşem önem kazanmıştır. Bu ustalar ve kaliteli mermerler ile, Roma döneminde muhteşem yapılar ve eserler ortaya çıkarılmıştır.
Gezimize devam ediyoruz. Bu kez: şehrin tapınak alanına geliyoruz.
TAPINAK ALANI
Burası: MÖ.2-3’ncü yüzyıllardan itibaren kullanılmaya başlanmış ve günümüze kadar sağlam olarak gelebilmiştir. Bu alan: Antoninler dönemine ait tapınak alanı olarak kullanılmıştır. Aslında; alanda eskilere inildiğinde, her uygarlığın burada, kendi tapınaklarını, bir öncekinin üstüne inşa ettiği görülür.
Tapınak alanı: hem tanrı Apollon ve hem de İmparator ve ailesine tapınmak için yapılmıştır. Tanrı yontusunun yanında, İmparator veya eşinin yontusu bulunuyormuş, aynen Mısır’daki firavun kültürü gibi, tanrı yanında, canlıya da tapınılıyormuş.
Evet: alanda, geniş bir avlu var. Avluda, 54 sütun ve hemen gerisinde 4 sütunlu tapınak alanı var. Burada: en ilgi çekici özellik: Denizli horuzu yontusunun bulunması. Kapı bölümünün hemen üstünde: süslemeli bir bölüm var. Buranın üzerinde, MS.150 yıllarına ait, 1850 yıllık “horoz” figürü görülüyor.
Çünkü: horoz, antik dönemde bu bölgede çok sevilen bir hayvan ve coğrafyanın sembolüdür. Hatta: Helenistik dönemde, kandiller üzerinde bile, Denizli horozu figürlerinin görüldüğü söyleniyor. Yani: Denizli horozunun, buradaki varlığının 2200 yıl geriye doğru gittiği belgeleniyor.
Tapınak alanının hemen yanında: gurur duyduğum bir yapılaşma görüyorum. Burası: çelik konstrüksiyon ve kırılmaz camlar ile kaplanarak koruma altına alınmış bir bölüm. Tapınak alanının: hediyelerinin ve hazinelerinin saklandığı alt mekan.
Duvarlarında çeşitli figürler bu alanın korunması için, özel bir önlem alınmıştır. Buranın üstüne çıktığınızda ise: ova ve Pamukkale’nin muhteşem güzel görüntüsüyle karşılaşıyorsunuz. Yani: Pamukkale ve Leodikeia şehirleri, karşılıklı olarak duruyorlar. Burada yapılan ayinler, sunular: karşı taraftan görülüyor. Ama: zaten, Pamukkaleliler, buraya sık sık geliyorlarmış, çünkü: Leodikeia antik kenti, o dönemde, bir eğlence ve kültür merkezi olarak önem kazanıyor.
Evet, eğlence ve kültür denilince akla hemen tiyatro geliyor. Ama, bu şehir, Anadolu’da, iki tiyatrosu bulunan bir şehir olarak tek.
BÜYÜK TİYATRO
Bu iki tiyatrodan, birincisi: MS.3’ncü yüzyılda yapılmıştır. Günümüzde olmayan ve o dönemde bulunan göl manzaralı muhteşem bir tiyatro. Anadolu’da, bir ara sokağın, direkt üst gezinti alanına girişi sağlayan tek örnek tiyatro. Burada: devasa harflerle yazılmış bir yazı var.
Bütün oturma basamaklarında, bu tür yazılar var. Bu yazıların anlamı: bu yöredeki bütün antik kentlerin önde gelenleri, Leodikya antik kenti önderliğinde, burada toplanıyorlar ve kendilerine ayrılan sıralarda oturuyorlar ve ticaret ile ilgili genel kararlar alıyorlarmış. Yani, bir anlamda, günümüz Avrupa Birliği benzeri bir yapılaşma.
Tiyatronun seyirci kapasitesi: antik dönemde 12 bin kişi, günümüzde ise 20 bin kişidir. Antik dönemde, insanlar yayıla yayıla ve köleleriyle oturdukları için, oturma kapasitesi nispeten azdır. Tiyatronun sahne binası: yay şeklinde kavisli ve çok büyük bir orkestrası bulunuyor. Biraz önce söz ettiğim gibi, günümüzde olmayan ama o dönemlerde tiyatronun yanında bulunan gölet nedeniyle: tiyatroda, su oyunları da düzenleniyormuş.
Bu yönü ile de tiyatro önemli. Su oyunları: gemi maketleri-modellerinin yüzdürülmesi, insanların suyun içinde değişik sportif yarışmalar yapması ve ayrıca su içinde değişik çılgınlıkların yaşanması ve mitolojik hikayelerin canlandırılması şeklinde yürütülüyormuş. Ancak, bu eğlencelerin temelinde, şarap tanrısı Dionysos prensipleri esas alınırmış ve bu yüzden, Hıristiyanlık yayılınca, bu su çılgınlıkları da yasaklanmıştır.
Buradaki kazılarda öğrenildiğine göre: bir sanatçı, oyununu o kadar güzel icra etmiş ki, sonuçta, yalnızca Leodikeialılar değil, Bergamalılar da, o sanatçının bronzdan bir heykelini yaptırmışlar. Demek ki, o dönemde, sanata ve sanatçıya çok önem veriliyormuş ve komedyenlerin bronzdan heykeli dikiliyormuş.
KÜÇÜK TİYATRO
Bu tiyatro, daha erken dönemde yapılmıştır. Büyük tiyatronun, 300 metre kuzeybatısındadır. Helenistik dönem özellikleri gösterir. Alt bölümleri mermer, üst bölümleri ise travertendir. Yaklaşık 15 bin kişi seyirci kapasitelidir. Tiyatro: batıya bakıyor. İmbat denilen esintileri alıyor. Aynı zamanda: karşıda bulunan bir çardak bölümüne bakıyor.
O çardak bölümü, kentin ilk ve en erken yerleşim alanıdır. Bu yerleşim alanında yapılan arkeolojik kazılarda: o dönemlerden kalan: dokuma tezgahı, boya atölyesi, yün boyamacılıkta kullanılan yünler tortu halde bulunmuştur. Yani: Denizli yöresi, demek ki, tekstil kenti olması yönünde, 5500 yıllık bir geçmişe sahiptir.
Tiyatrodan çıktıktan sonra, antik kentte yürümeye devam ediyoruz ve Anadolu’nun en geniş tören caddesiyle karşılaşıyoruz. Batıda, Efes caddesine ulaşan tören alanı için yapılmıştır. 30.5 metre genişliğindedir. Anadolu’da, antik dönemden kalma, bundan daha geniş cadde yoktur.
Buradan sonra, karşımıza, kentin birinci yani ana su dağıtım terminali çıkıyor. Buradan: kentin hamam ve jimnazyum bölümlerine su dağıtılıyor. Ama, sular kireçli olduğu için borular zamanla tıkanmış ve değiştirilmişlerdir. Denizli tarafından gelen su, buradan yukarıya çıkarılıyor ve dağıtım yapılıyor. Evet, bu yönü ile, antik dönemden kalan, tek su dağıtım sistemidir, eşi ve benzeri yok.
Hemen biraz ileride, yeryüzünün en büyük antik döneme ait stadyumu görülüyor. Hemen arkasında, hamam ve cimnazyum yapısı var. Sporcular burada yıkanıyor, cimnazyumda antraman yapıyorlarmış.
Stadyumum seyirci kapasitesi, 25 bin kişidir. Kentin güneybatısındaki yapı: MS.79 yılında yapılmıştır. Uzunluğu: 350 metredir. Genişliği: 60 metredir. Amfi tiyatro şeklinde yapılmış olup, 24 basamaklı oturma sırası bulunmaktadır. Büyük bölümü, tahrip olmuştur.
Burası yalnızca sportif etkinliklerde değil, aynı zamanda gladyatör dövüşlerinde ve gladyatörlerin vahşi hayvanlarla yapılan mücadelelerinde de kullanılıyormuş. Hatta, bu gösteriler o kadar seyirci çekiyormuş ki, çevre şehirlerden de, yüzlerce kişi, buraya geliyormuş.
KENTİN TERK EDİLMESİ
Antik dönemin en önemli kentlerinden biri olan Leodikeia; iki önemli nedenden dolayı terk edilmiştir. Bunlardan birincisi: kentin suyu, Denizli’den yaklaşık 8 km. öteden geliyormuş. Çünkü: kentin bulunduğu yer, ovanın ortasında, yüksek bir platformda, bir masa gibidir.
Çevresinde ise: 3 tane ırmak (Gümüşçay, Başlıçay, Çürüksu) bulunmaktadır. Ama, söylediğim gibi, yükseklik nedeniyle, bu ırmakların suyu kente çıkmıyor ve kentin suyu, su yolları yapılarak Denizli’den getiriliyor. Zamanla, su yolları bozuluyor ve susuzluk sıkıntı yaratıyor.
Diğer bir neden: MS. 5’nci yüzyılda, Sasani ve ardından Arap saldırıları, ovanın ortasındaki bu kenti yaşanmaz hale getiriyor.
Sonunda halk, günümüzde kale içi ve hisar olarak adlandırılan ve suyu bol alanlara yani modern Denizli yöresine taşınıyorlar.
Evet, Leodikeia antik kentinde, 8 yıldır, resmi arkeolojik kazı çalışmaları sürdürülüyor. Antik dünyanın ticaret merkezi, hatta Avrupa’ya medeniyet taşıyan bir kent. Daha sade bir ifade ile, Romanın Anadolu’daki en önemli irtibat noktası ve Hıristiyanlığın öncü yerleşimlerinden biri.
Dünyanın en görkemli antik kentini: mutlaka gidin ve görün, tarihe ve tarihi yerlere ilgisi olanların muhteşem mutlu bir şekilde, şehirden
döneceklerine inanıyorum.
Elazığ: Yaşamımın; en güzel dört yılının geçtiği ve daha sonraki dönemlerde de; iki kez gittiğim bu muhteşem kenti ve buradaki anılarımı; sevgi, saygı ve hasretle anıyorum. İyi ki; Elazığ’da bulunmuşum, bu güzel kenti yaşamışım, inanın sizler de; herhangi bir fırsat bulduğunuzda; bu güzel kenti mutlaka ziyaret edin; sokaklarında, caddelerinde özgürce, korkusuzca dolaşın, güzelliklerini keşfedin. Çünkü: burada, sizleri bekleyen, binlerce yıllık bir tarihi süreç var. Özellikle: Harput’ta.
Elazığ
ULAŞIM
Kara yolu bağlantısı: Ankara-Kayseri-Malatya üzerinden Elazığ’a ulaşır ve devam ederek, Tunceli-Erzurum istikametine yönelir. Elazığ’a ilk gittiğim yıl olan: 1985 yılında: Malatya-Elazığ arasındaki yolda; baraj gölünün üzerinden geçen köprü çok eskiydi. Ayrıca: yalnızca tek bir aracın geçmesine uygundu.
Yani: köprünün bir başından bir araç köprüye girince, diğer yandaki araçlar, bu aracın köprüyü geçmesini bekliyorlardı. Ayrıca: o köprüden geçerken, şu anda yapılan köprüye baktığımızda; başımızı, alenen yukarı kaldırmak zorunda kalıyorduk. Yani: yeni yapılan yani şu an kullanılan köprü: o kadar yüksekte idi. Evet: daha sonra Elazığ’a gidişlerimizde; yeni ve modern, yani bugün kullanılan köprüyü kullandık.
Elazığ’ın bazı merkezlere kara yolu uzaklıkları şöyle: Elazığ-Malatya arası uzaklık: 101 km. Elazığ-Bingöl arası uzaklık: 144 km. Elazığ-Kayseri arası uzaklık: 455 km. Elazığ-Ankara arası uzaklık: 770 km. Elazığ-İstanbul arası uzaklık: 1221 km. Elazığ-İzmir arası uzaklık: 1320 km. Elazığ-Trabzon arası uzaklık: 507 km. Elazığ-Diyarbakır arası uzaklık: 151 km. dir.
Elazığ
Evet, Elazığ’a hava yolu ulaşımı da var. Mevcut meydanda, özel aydınlatma sistemi bulunduğundan: gece uçuşları da mümkün. Hava alanının şehir merkezine uzaklığı ise: 12 km. Ulaşım: otobüs ve taksilerle sağlanıyor. Hava alanında: otopark, kafeterya ve bekleme salonları bulunuyor.
Elazığ’a tren yolu ile de ulaşmak mümkün. 1998 yılından bu yana; Ankara-Elazığ arasında, mavi tren seferleri var. Yani: sonuç olarak: Elazığ’a ulaşmanın birçok yolu var. Ulaşım sorunu olmayan bir kentimiz.
Elazığ
TARİHİ
Mevcut kaynaklara göre: Harput’un en eski sakinleri, MÖ.2000 yılında buraya yerleşen Hurrilerdir.
Daha sonra: Hitit hakimiyeti görülür. Sonra: Urartular. Harput kalesi: Urartu izlerini taşımaktadır. Kalede: kaya içine oyulmuş merdivenler, tünel ve hücrelerle su yolu bulunduğu tespit edilmiştir. Yani: sonuç olarak, Harput: en az 4000 yıllık bir maziye sahiptir.
Harput isminin ilk hecesi olan “Har”: kaya anlamına gelir. Son hecesi olan “Put” ise: kale anlamına gelir. Yani: Harput: Taş kale anlamını taşımaktadır.
MS. 1’nci yüzyıldan 3.yüzyıla kadar: Harput’ta Romalılar görülür. 7. yüzyılın ortalarında: Bizans hakimiyeti görülüyor. Ancak: 7. yüzyılın ortalarına doğru: Harput ve çevresinde, Araplar görülür. Bu şekilde başlayan Arap hakimiyeti: 10. yüzyıl ortalarına kadar sürer.
Gerek Romalılar ve gerekse Araplar döneminden kalma, herhangi bir eser görülmez. 10. yüzyılda, Harput, yine Bizanslıların hakimiyetine geçer. Bizans tarihinde, Harput: “Harpote” diye geçer. Harput’taki Bizans hakimiyeti: 11. yüzyılın sonuna kadar sürer.
1076 yılındaki Malazgirt Savaşından sonra: yörede Büyük Selçuklu Devletine bağlı olarak: 1085 yılında; Çubuk Bey idaresinde “Çubukoğulları Beyliği” kurulur. Ancak: bu beyliğin ömrü uzun sürmez. 1110 yılında: Artuklular, Harput ve yöresini ele geçirerek, bölgede “Artukoğulları” dönemini başlatırlar. Artuklu hakimiyeti: 1234 yılına kadar sürer. Artuklu hükümdarlarından Fahreddin Karaaslan’ın: Harput tarihinde unutulmaz yeri ve eserleri vardır. (özellikle: Ulu cami)
1230 yılında, Harput, Moğolların eline geçer. 1234 yılından sonra ise: bölge, Selçuklu Türklerinin egemenliğine girer. Bu devirde: Harput; bir subaşı tarafından idare edilir ve bu devirde: Arap Baba türbe ve mescidi yapılır ve günümüze kadar gelir.
1366 yılında: Dulkadirli Halil Bey, şehri ele geçirir. 1465 yılında, ise bu sefer Akkoyunlular görülür. Bu dönemden: günümüze gelen eser: Sare (Saray) Hatun camisidir.
1515 yılındaki Çaldıran savaşından sonra; Harput, Osmanlıların hakimiyetine girer. Harput’un nüfusu: tarihi süreç içinde, sürekli artar. 17. yüzyılda ise, Celali isyanları sırasında, nüfus azalmaya başlar. 19. yüzyılda nüfus yine artmaya başlar. Osmanlı hakimiyeti döneminde: Harput: Basra ve Bağdat’tan, Diyarbakır’a gelip, Malatya ve Sivas istikametlerine devam eden ticaret yolu üzerinde bulunuyordu. Bu yol: aynı zamanda, askeri amaçlar içinde kullanılıyordu.
Bu kervan yolları: Harput için, önemli gelir kaynağı idi. Harput: aynı zamanda, çevresinin sanayi merkezi konumunda idi. Özellikle: dericilik, demircilik ve bakırcılık çok gelişmişti. Ancak: yerleşmeye elverişli olmaması, tabiat şartlarının zorluğu ve iaşe teminindeki güçlükler: Harput’un daha fazla gelişmesini önledi. 1834 yılından itibaren: şehir merkezi, Harput’tan, ovaya taşınmıştır. Bu taşınılan yerde: aynı yıl, hastane, kışla ve cephane binaları yaptırılır.
Evet: tarihi süreç içinde: 19. yüzyılın ikinci yarısında ve 20. yüzyılın başlarında: Harput’ta yerleşik Ermeniler arasında Protestanlığı yaymaya çalışan Amerikalı misyonerler: Harput’a yerleşirler ve 1876 yılında, bir de “Kolej” açarlar. Ancak: I. Dünya Savaşı çıkınca; şehrin Ermeni nüfusu başka yerlere göç eder ve Harput’ta yerleşik Müslümanların çoğu da; ovadaki yerleşim yeri olan “Mamuretulaziz”e göç ederler. Böylece: Harput, bir harabe şehir haline gelir.
Sultan Abdulaziz’in : tahta çıkışının 5. yılında, 1867 yılında; valinin teklifiyle, buraya “Mamurat al-aziz” adını verilir. Fakat: bu ismin telaffuzu güç olduğundan, halk arasında, şehrin adı, kısaca “Elaziz” olarak söylenegelir. 1937 yılında: Ulu Önder Atatürk’ün ili ziyareti sırasında: şehir “Elazığ” ismini alır.
Elazığ
ELAZIĞ GEZİ PLANI
Elazığ şehrinde: gezinize, Harput’tan başlamalısınız. Şehir içinde, birçok yerden görülen Harput tepesi; şehir merkezine, yaklaşık 10-15 dakika uzaklıkta, bir rampa tırmanarak çıkılıyor, ancak yol gayet güzel. Harput’a çıktığınızda: tüm şehir hani derler ya, ayaklar altında.
Harput’ta: tarihi yerleri gezin. Yorulduğunuzda ise: çay bahçelerinde oturup, şehri ve hatta sis-pus olmayan bir havada Keban Barajını dahi görerek; çayınızı yudumlayın. Harput: ilginç bir yer. Her köşesinde yatır-türbe göreceksiniz. Derler ki: “Harput’ta 49 tane, kutsal insan türbesi/yatırı varmış. Bunların sayısı: 50 olsa, Harput, kutsal yer olarak kabul edilecekmiş.”
Evet: Harput’ta gezin. Sonra: şehir merkezine inin. Şehir merkezindeki caddelerde, sokaklarda dolaşın. Merkezdeki cadde: şehri bir baştan, bir başa geçer, yürüyerek bu caddeyi keşfedin. İzzet Paşa Camisi: gezinizin tam merkezi konumunda olacaktır.
Merkez meydanda: cadde üzerindeki mevcut pasajları, çarşıları gezin. Kesinlikle: Elazığ’da, huzurlu ve hoşunuza gidecek bir gezi yapacaksınız.
Şehir dışına da mutlaka zaman ayırın. Özellikle: Hazar gölü kıyısındaki tesislere, restoranlara gidin. Zamanınız olursa, cip barajına da gidebilirsiniz. Keban barajını anlattım, ancak: Keban barajına, baraj gölü ve set bölümlerine girmeniz mümkün değil. Çünkü: ziyarete yasak, güvenlik tedbirleri nedeniyle kapalı. Yalnızca: setin ön bölümünü görebilirsiniz. Belki de; suların tahliyesine şahit olabilirsiniz. Muhteşem ve korkunç bir görüntü.
Elazığ
GENEL
Şehrin, denizden yüksekliği: 1067 metredir. Coğrafi konumu itibarıyla, Doğu Anadolu bölgesini, batıya bağlayan yolların kavşak noktasında bulunuyor.
İl sınırları içinde: en önemli akarsu: Fırat ve kollarıdır. Ayrıca: 86 km. karelik büyüklüğü ile, Hazar gölü var. Gölü: aşağıda daha ayrıntılı olarak anlatacağım. İl merkezine: 30 km. uzaklıkta. Ayrıca: il sınırları içinde: Keban, Karakaya, Kralkızı ve Özlüce gibi önemli baraj gölleri bulunuyor. Geçmişte karasal iklimin hüküm sürdüğü şehirde, bu baraj gölleri nedeniyle, artık ılımın bir iklim görülmektedir.
Elazığ yöresinde, belki de en çok duyacağınız yöresel isimlerin başında: Gakkoş gelir. Hatta: futbol maçlarının yapıldığı stadyumda, binlerce kişi, Elazığ spor oyuncularını coşturmak için “Gakkoşlar” diye tempo tutarlar. Evet: Gakkoş: Elazığ yöresinde, delikanlıya bu isim verilir.
Harput: halk musikisinin beşiğidir. Harput ve çevresinde: Anadolu’nun hiç bir bölgesinde olmayan, Orta Asya’dan gelme, en eski bestelere rastlandığı gibi, ayrıca bir makam tertibi de vardır.
Bu tertip :”Peşrev”den sonra, gazel (ağır hava), arkasından ağır türküler, bu türkünün şevkiyle, arada söylenen yüksek hava ve bu yüksek havanın arkasından gelen oynak türküler, yerli deyimle “şikiltimlar” olmak üzere, bir düzene bağlıdır. Harput musikisinde, içli bir ibadetin coşkunluğu hissedilir.
Harput’ta: 19. yüzyılda varlığı bilinen: Sıbyan mektepleri, Rüşdiyeler, Amerikan, İngiliz, Fransız ve Alman kolejleri: bugün tamamen ortadan kalkmış bulunmaktadırlar.
Yıllarca: Müslüman, Ermeniler ve Süryanilerin iç içe yaşadıkları Harput’ta: kültürel etkileşim o kadar fazla olmuştur ki, bu kültürler, Harput kültürüne katkı sağladığı gibi, Harput’ta, bu milletlerin kültürlerine çok şeyler katmıştır.
Nüfusu: Osmanlının son dönemlerinde, beşyüzbinlerle ifade edilen Harput: Sultan II. Mahmut döneminde, bugünkü Elazığ’ın bulunduğu yere nakledilince, hızla önemini kaybetmeye başlamıştır. Kent; hızla nüfus kaybederken, geride kalan eserler ve evler de, bakımsızlığın etkisiyle yıkılmaya başlamıştır.
Elazığ Çayda Çıra Oyunu (Mumlu Dans) ve Kürsübaşı
ÇAYDA ÇIRA OYUNU (MUMLU DANS) VE KÜRSÜBAŞI
Elazığ yöresinde oynana bu oyun: “Mumlu Dans” ismiyle, dünyaca tanınmaktadır. Oyun; orijini itibarıyla, aydınlatma amacı güdülerek ortaya çıkarılmıştır. Efsaneye göre: Hazar Gölü kenarında bir köyde, birbirini seven iki genç, gizlice buluşmaktadırlar. Erkeğin: buluşma yerine gidebilmesi için, gölü yüzerek geçmesi gerekmektedir. Buluşma, gece olduğundan, kız çıra (Dındık) yakarak, gence yerini belli etmektedir. Genç ise; ışığa doğru yüzmekte ve böylece sevgililer buluşmaktadırlar.
Bu durumu sezen kızın babası: buluşmanın yapılacağı gün, erkeğin yüzerek gölün ortasına geldiği bir sırada, çırayı söndürür ve genç sevgilinin gölde boğulmasına neden olur. Bunu fark eden kız da, kendini göle atar ve o da kaybolur, ölür. Bunun üzerine: bütün köylü toplanarak, ellerinde Çıralarla, iki sevgiliyi aramaya başlarlar. Efsaneye göre: bu olay üzerine ağıtlar yakılır, türküler söylenir ve çıra ile arama olayı oyunlaştırılarak, günümüze kadar gelir. (Bilenler belki hatırlamışlardır, Van gölünde, Akdamar Adasında da, benzer bir efsane söz konusu)
Altınova’da yapılan görkemli bir düğünde: geleneksel biçimde, çay kenarında kurulan düğün meydanında çıralar yakılmış, sofralar kurulmuş ve düğün, bütün coşkusuyla devam etmektedir. Bu sırada: ay tutulunca, evlenen gencin annesi olan Pembe Han; tabaklara çıralar, mumlar diktirip, gençlerin ellerine verir ve önde kendisi olmak üzere, yürüyerek düğün meydanına, görkemli bir şekilde girerler.
Bu buluşun mükemmelliği üzerine, aşka gelen “Zurnacı başı”; ellerindeki tabaklarla ortalığı bir anda gündüze çeviren, bu kalabalığı karşılayarak, gelenlerin ayak hareketlerine uygun bir müzik çalar. Kendisine eşlik eden, 40 davul-zurna da, ortalığı inletmeye başlar ve böylece “Çayda Çıra” oyununun melodisi ortaya çıkmış olur. Bu olay: geleneksel hal alır ve çayda çıra oyunu, günümüze kadar oynana gelir. Oyunun aracı: çift tabak ve içerisindeki üç mumdan ibarettir.
Kız-erkek karma oynanan bu oyun ayrı ayrı da oynanabilir. Oyunun 200-300 yıllık bir mazisi olduğu söylenir. Oyun: Elazığ’ın her tarafında bilinir ve oynanır. Hatta, son zamanlarda, Elazığ dışına taşarak, Malatya ve Diyarbakır’da da çeşitli şekillerde oynanmaya başlamıştır.
Elazığ
KAMP-KARAVAN TURİZMİ
Elazığ yöresinde: gerek yakın çevrenin ve gerekse Elazığ insanının yaşadığı bir güzellik var. Gerek çadır ve gerekse karavanlar ile; tatil yapmak.
Sivrice ilçesinde, Hazar gölü kıyısında: Turizm Bakanlığından belgeli Tur-Pol isimli turistik bir tesis var. Burada: 300 araç, 200 çadır, 50 karavan kapasitesi bulunuyor. Yine: Hazar gölü kıyısında: Plajköy Gazino ve Dinlenme Tesisleri bünyesindeki alanda: 20 araç kapasiteli ve çok sayıda çadır kurmaya elverişli kamp yeri bulunuyor.
Özellikle: Hazar gölü kıyısında bulunan bu kamp yerlerinde: Haziran, Temmuz ve Ağustos aylarında çadır kurarak tatil yapanların sayısı çok fazla, ilginizi çekerse düşünebilirsiniz.
İĞNE OYACILIĞI
Elazığ’da: iğne oyası yapımı son derece yaygındır. Helen hemen her Elazığlı genç kız ve kadın: iğne oyası yapar. Çeyiz sandıkları: iğne ile yapılmış, oyalı yazma ve çeşitli motiflerle bezenmiş, süs eşyaları ile doludur. İğne ile yapılan bu eserler: gerçekten son derece zarif olup, Anadolu’da hakim olan en canlı, göz alıcı renkler ve motiflerle süslenir.
El emeği, göz nuru ve onu işleyen insanlarımızın duyguları ile oluşan, birer küçük sanat abidesi durumunda bulunan eserler: günümüzde de yaygın olarak yapılmaktadır.
Elazığ’da: oyalı yazmalara verilen isimlerden bazıları şunlardır: Harput Gülü, Hercai Menekşe, Aluç Yaprağı, Çarkı Felek, Leylak Oya, İğde Çiçeği, Berber Aynası, Limon Çiçeği.
Elazığ Fırat Üniversitesi
FIRAT ÜNİVERSİTESİ
Üniversite: Rektörlük ve Mühendislik Fakültesi kampüsleri ile birlikte, 10 üniteden oluşuyor. Yerleşim olarak: şehir merkezine çok yakın bir konumdadır. Öğrenciler: ulaşım ihtiyaçlarını, yürüyerek kolaylıkla sağlayabilmelerine rağmen, şehirle ulaşımı daha çabuk sağlayan imkanlar da, öğrencilerin hizmetine sunulmuştur.
Belediyenin toplu taşım araçları: öğrencilere ulaşım hizmeti vermektedir. Yerleşim itibarıyla: büyük bir alana yayılım sağlanmıştır. Orman Bakanlığına bağlı Zafran Mesire Yeri tarafından, yerleşim bölümü ikiye bölünmüş bir kampüs görüntüsündedir. Bu yüzden: öğrencilerin iki kampüs arasında ve yurtlarına ulaşımı için; yine, servis araçları tahsis edilmiştir.
Bunların dışında: Üniversitenin kampüs alanı içinde: 2 banka şubesi, PTT hizmet binası, kafeteryalar gibi birçok sosyal tesis bulunmaktadır. Mühendislik kampüsü bitişiğinde ve şehir içinde bulunan Yüksek öğrenim Kredi ve Yurtlar Kurumu ile Üniversiteye bağlı yurtlar dışında, Fırat Üniversitesi öğrencilerinin kalabileceği özel yurtlar da bulunmaktadır.
Sivrice Cevizlidere’de, Üniversitenin Eğitim ve Dinlenme Tesisleri var.
NE YENİR
Elazığ mutfağı, oldukça zengin yemek çeşitlerine sahiptir. 150’ye yakın yemek çeşidi vardır. Üç öğün yemeğin dışında: kuşluk yemeği ve özellikle yatsılık denilen: pestil, ceviz, orcik gibi yiyeceklerin bulunduğu sofralarda açılır.
HARPUT EKMEK TATLISI (TAŞ EKMEĞİ)
Yumurta, süt, un, tuz, yağ ve şekerden yapılır.
HARPUT KÖFTE
Yağsız kıyma, ince bulgur, yarma, yumurta, salça, tuz, baharat, maydanoz ve reyhan katılarak yapılır. İri köfte olarak da bilinir. Muhteşem bir tat, mutlaka deneyin.
İÇLİ KÖFTE
Yine, yöreye has bir yemek türü.
GÖMME
Kepekli un, kıyma, ceviz, tereyağı, pul biber ve tuz ile yapılır.
KADAYIF-KÜNEFE
Elazığ’da en çok beğenilen ve yapılan tatlıların başında: kadayıf gelir. Nitekim: Elazığ’da kapalı çarşıda sıra sıra kadayıfçı dükkanları vardır. Kadayıftan yapılan künefe de, geleneksel tatlılardandır.
DİLBER DUDAĞI
Evet, belki bilenleriniz vardır. Değişik şekilli, güzel bir tatlı. Elazığ yöresine has.
NE SATIN ALINIR
Elazığ’dan gerek kendiniz ve gerekse yakınlarınız için satın alabileceğiniz güzel şeyler var. Bunlar: Orcik, Orcikli şeker, Dut unu, Çedene kahvesi, Buzbağ Şarabı.
Ayrıca: Bakırcılar çarşısından, bakır süs eşyaları alabilirsiniz. Ayrıca: bu bölgeye has iğne oyaları var.
ORCİK
Elazığ yöresinde yetiştirilmekte olan üzümün yan ürünlerindendir. Doğal, lezzetli ve kış gecelerinin aranılan yiyeceğidir. Ancak: yapımı oldukça zahmetli ve sabır gerektiren bir üründür.
Özellikle: Yurtbaşı, Hoş köyü ve Harput yöresinde yetiştirilmekte olan şilfoni üzümünün sıkılması sonucu elde edilen şıranın, kaynatılarak bulamaç yapılmasıyla orcik yapımı başlar.
Özenle toplanan üzümler, temiz torbalara konularak salk adı verilen ağaçtan yapılmış teknelerde sıkılarak şırası alınır. Şıra, iyice kaynatılır ve başka bir kazana alınır. Sonuçta: iplere özenle dizilmiş ve ağaç dallarına bağlanmış cevizler, hazır olan bulamaçlara batırılır. İpe dizilmiş cevizler, bulamaca bandırılarak güneşte kurumaya bırakılır. Arzu edilen kalınlığa gelinceye kadar bu işlem birkaç kez tekrarlanır. Sonrasında orcik kurumaya bırakılır. Bu, kahverengi olarak bildiğimiz orciktir.
Genelde: Ekim ve Kasım aylarında yapılan orcik, gevrek ve lezzetli olması için güneşte kendi halinde kurutulur.
Ayrıca: orciğin, padişahı olarak bilinen köpük orcik denilen ve rengi beyaz olan orcik ise, cevizlerin batırılması aşamasına kadar ki sürecin tamamlanmasının ardından, bulamaç, çırpıcılarla iyice çırpılır. Bu çırpma neticesinde, bulamaç renk değiştirerek bembeyaz köpük haline gelir. Akabinde, cevizler bu çırpılan bulamaca arzu edilen kalınlıkta oluşuncaya kadar batırılarak, köpük orcik elde edilmiş olur.
Evet, sonuç olarak, bildiğiniz cevizli sucuğa, burada orcik deniliyor.
ORCİKLİ ŞEKER
Elazığ’a has olan orcik şekeri: bilinen toz şekerin suda kaynatılarak belli bir kaynama derecesinde, özel bir şekilde yapılan işlemler sonunda, katılaşma aşamasına gelen şekerin içerisine, ceviz içinin konulması suretiyle elde ediliyor.
ÖKÜZGÖZÜ ÜZÜMÜ VE BUZBAĞ ŞARABI
Elazığ: Doğu Anadolu Bölgesinin en fazla çeşitte ve kalitede üzüm yetiştiren şehridir. Yetiştirilen üzümler: cins ve kalite bakımından çok çeşitlilik gösterir. Yöre insanı, çok sayıdaki üzüm çeşidini değişik isimlerle adlandırırlar. Ancak: özellikle yörede yetiştirilen Elazığ bağlarının hem göze hem de damağa hitap eden “öküzgözü” ve “boğazkere” üzümlerinden yapılan “Buzbağ Şarabı” Avrupa ve iç pazarda, büyük bir beğeni topluyor.
Düzenlenen yarışmalarda hemen hemen her yıl altın ve gümüş madalyalar ile ödüllendiriliyor. İl ekonomisine önemli katkılar sağlayan Şarap Fabrikası; 1996 yılında çeşitli değişiklikler yapılarak, yeniden düzenlenmiş ve bu yeniden yapılanma, şarabın ihraç ürünleri içindeki yerini geliştirmiştir.
ÇEDENE KAHVESİ
Çedene; Elazığ ve civarında yetişen bir ağaçtan toplanır. Çedene kahvesi için önemli olan Menegiç denen ağaçtır. Çitlenbik ağacı da denir. Menengiç ağacı: Güneydoğu Anadolu, İç Anadolu ve Akdeniz bölgesinin dağlık kırsal kesimlerinde ekimi yapılmadan yetişir. İki metreye kadar uzayabilen, sakız yapraklı bir küçük ağaçtır. Koyu yeşil, minik meyveler verir. Meyvesinin kabuğu hem iken kırmızı renkte olduğu halde, olgunlaştıkça yeşile dönüşür. Meyvesi kokulu ve yağlıdır. Bu meyve, yağsız kavrulur ve çıtır çıtır yenir.
Bazen de: özel yöntemlerle hazırlanarak, kahve yapılabilecek hale getirilir. Birçok hastalığa iyi geldiği söylenir. Kokusu da, çok çekicidir. Öksürüğü keser, balgamı söktürür, nefes açıcıdır, nefes darlığına iyi gelir. Antiseptik özelliği vardır. Göğsü yumuşatır, solunum yollarına faydası vardır. Ayak terlemelerini önler, yaraları tedavi eder, böbrek kumlarının dökülmesine yardımcı olur, ses tellerine iyi gelir, mide ağrılarını dindirir, mide ülserlerine şifa verir. Kabızlığı önler, bağırsakları çalıştırır, dalak için çok yararlıdır. Nefesin güzel kokmasını sağlar, vücudu kuvvetlendirir, dinçleştirir, güç verir.
GEZİLECEK YERLER
HARPUT
Sarayı ile birlikte; 22 mahallesi, 9 kilisesi, 8 camisi, 11 mescidi ve türbesi, 5 hamamı, 16 çeşmesi, 3000 civarında konutu, 1 bedesteni, 17 çarşısı olan: Alman, Amerikan, Fransız okulları ve hastaneleriyle ün salan, kolejlerinde: Osmanlıca, Ermenici ve İngilizce eğitim yapılan, hatta matbaası bulunan ve “The Harpoot News” adlı İngilizce gazetesiyle, adını dünyaya duyuran 20.000 kişilik kentten günümüze ne kaldı?
Bu sorunun cevabı çok basit: Evet: yalnızca 9 eski ev ile Vakıflara ait 19 eski yapı. Daha öncede söylediğim gibi: Harput, şehir merkezine 15-20 dakika uzaklıkta. Buradan; tüm Elazığ şehrini görmeniz mümkün. Hatta: bazen Keban baraj gölü bile görülebiliyor. Burada: özellikle, yazın sıcak günlerinde, serinlik yaşamak mümkün. Buram buram tarih kokan ve de özellikle: yabancı kolejlerin/okulların bulunması nedeniyle, bambaşka bir özellik arz eden Harput; mutlaka ilginizi çekecektir.
Elazığ Harput Kalesi
HARPUT KALESİ
Harput’un güneydoğusunda, ovaya hakim bir yerde, kayalar üzerine yapılmıştır. Kalenin ön yüzü: yaklaşık 75-80 metre, güneyi: 150-200 metre, yanları ise: 400-450 metre uzunluğundadır. Yüksekliği: yer yer değişmektedir.
Kalenin asıl yapımı: MÖ. 900 yıllarına aittir. Urartular döneminde yapıldığı tahmin edilmektedir.
Diğer bir ismi; Süt kalesidir. Bir rivayete göre: kalenin temelleri atılır. Kale duvarları yükselmeye başlar. Ancak, o yıl başlayan su kıtlığına çare bulunamaz. Aynı yıl, bu su kıtlığının aksine, hayvanların sütleri boldur. Zamanın hükümdarı emir verir. Harç için süt kullanılacaktır. Hayvanlar sağılır ve harç, süt ile karıştırılarak, kale tamamlanır.
Diğer bir efsaneye göre; kalenin pek çok dehlizi vardır. Bu dehlizlerden birinde, güzeller güzeli bir kız yaşarmış. Ancak, büyülü olduğundan, sürekli kendisi için yaptırılan bir altın köşkte uyurmuş. Yalnız, yılda bir kez uyanırmış. “Süt kalesi yıkıldı mı? Katırlar kuzuladı mı? Dere hamamının yerinde yeller esiyor mu? “ diye sorar, sonra yeniden uykuya dalarmış. Eğer bu sayılanlar gerçekleşirse: Harput yıkılacak, kıyamet kopacakmış. Bazı kişilerin: bu kızın sesini duyduğu kulaktan kulağa söylenmektedir.
Kale: iç ve dış kale olmak üzere, iki bölümden oluşuyor.
Günümüzde: Harput kalesinde, kazı çalışmaları sürdürülüyor. Özellikle: dünyaca ünlü Harput zindanı ve Osmanlı Darphanesi ortaya çıkarılmaya çalışılıyor. Darphane: özellikle, 16. yüzyılda para basmış. İstanbul dışında oluşan ilk Osmanlı darphanesi olması nedeniyle önem taşıyor. Ancak: bu darphanenin kullanılışı, daha da önceki tarihlere, yani Artuklulara kadar uzanıyor.
Artuklu hükümdarı İmadeddin Ebu Bekir’in, Harput’ta para bastırdığı biliniyor. 1516 baharında, Osmanlı hakimiyetine giren Harput’ta: Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman da para bastırmışlardır. Zaten yapılan kazılarda: İslam öncesi ve sonrası medeniyetlere ait, çok sayıda sikke bulunmuş.
Zindan denilince: Harput hem Orta Çağ’da, hem de Osmanlı döneminde, zindanı ile ünlü. Urartular tarafından su tesisi kurmak amacıyla oyulan kaya; tarih içinde zindana çevrilmiş. Tünel: 90 basamakla, yerin 30 metre altına doğru ilerliyor.
1220 yılında; Urfa Haçlı kontu ve Kudüs Haçlı kralı 2’nci Baldwin : Artuklu Beyi Belekgazi tarafından esir edilerek, bu zindana atılıyorlar. Bu zindan da: kalenin hemen girişinde, bir dehliz olarak bulunuyor. Zindanın tamamı bulunmamış. Ancak: büyük bir ihtimalle, halihazırda bulunan dehlizin sonunda: bir kapı ve sonrada dünyaca ünlü zindanın bulunacağı tahmin ediliyor.
Artukoğullarının yöreye hakim olmasından sonra, Artukoğlu Belek; 1115 yılında bu kaleyi ele geçirir.
Artukluları izleyen dönemlerde: kale birkaç kez onarılır ve yeni eklemeler yapılır. Kale üzerindeki kitabelerde: ilk onarımın ve yeni ilavelerin: Nizameddin İbrahim tarafından, 1205 yılında yapıldığı öğreniliyor.
İç ve Dış kaleden oluşan kalenin: bir bölümü: Nizameddin İbrahim döneminde: saray-köşk olarak kullanılır. Daha sonra: Dulkadiroğulları tarafından yapılan onarımlar görülür. Bunların yaptıkları onarımlarda: moloz taş kullanıldığından; bu bölümler, diğer bölümlerden ayrılmaktadır.
Kalenin girişi: doğuda ve Harput’a bakan yöndedir. Bunun dışında: kuzeyde Metris, batıda Dağ kapısı ismini taşıyan, iki ayrı kapı daha var.
Kale: dış ve iç kale olarak iki ayrı bölüme ayrılıyor. Kesme ve kaba yontma taşlardan yapılmış. İç kale: oldukça küçük bir alanda yapılmış olmasına rağmen, burada: cami, arasta, su sarnıçları ve ambarlar var. Ayrıca: Munzuroğlu Konağı, Köseoğlu Konağı da burada. Ancak: bu konaklardan hiçbiri günümüze ulaşmamış.
19. yüzyılda: bu kalenin içi: yerleşime açılmış ve burada toprak damlı, yöresel evlerde, insanlar yaşamış.
Artuklu hükümdarı Fahreddin Karaaslan (1156-1157) tarafından yaptırılmıştır. Anadolu’daki en eski ve en önemli yapıtlardan birisidir.
Cami: dikdörtgen planlı, dışa kapalı görünümlü olup, minaresinin eğri durumda oluşu ve tuğlaların süsleme ögesi olarak kullanılması bakımından ilgi çekicidir. Günümüzde: Kurşunlu camisinde bulunan minberi: Türk ahşap sanatının şahaserlerinden biridir.
Caminin iç duvarları: kemerlerle birbirine bağlanmıştır.
Cami: günümüzde ibadete açıktır.
Ulu cami ile ilgili bir efsane var. Belki ilginizi çeker. Şöyle ki: Ulu caminin bahçesinde, bir kandil gecesi iki arkadaş otururken, birisi diğerine “caminin bahçesinde, mihrabın hemen önünde bulunan dut ağacının eğilip kalktığını, yani secde ettiğini” söyler. Diğer arkadaşı ise, hayretler içinde: “Ben de caminin minaresinin eğilip kalktığını gördüm” der.
İki arkadaş, korku içinde oradan uzaklaşırlar. Böylece: minare ve ağacın sırları ortaya çıkmış olur. O günden beri, ağaç ve minare, secde edercesine eğik dururlar. Hatta: minare, birkaç kez onarılarak düzeltilmiş, ancak tekrar eğilmiştir. Bugün, hala Ulucami’ye gittiğinizde, eğik minareyi ve ağacı görebilirsiniz.
Elazığ Sarahatun (Sarayhatun) Camisi
SARAHATUN (SARAYHATUN) CAMİSİ
Cami: bir külliye halinde inşa edilmesine rağmen, günümüze yalnızca cami kalabilmiştir. Akkoyunlu devrine aittir. Akkoyunlu hükümdarı Bahadır Han (Uzun Hasan) annesi Sara Hatun tarafından, 1465 yılında yaptırılmıştır. 1843 yılında yapılan oranım ile, bu günkü şeklini almıştır.
Cami: kare planlıdır. Orta kısmının üzeri, dört kalın sütuna dayanan kubbe ile, kenarları ise tonozla örtülüdür. Mihrap: sade bir iniş halindedir. Minberi: taş işçiliğinin güzel örneklerindendir. Minaresi: iki renk kesme taştan yapılmıştır. Zarif işçiliği dikkat çekicidir.
Elazığ Kurşunlu Camisi
KURŞUNLU CAMİSİ
Eski Hükümet konağının batısındadır. Harput’ta Osmanlı dönemi camilerinin en güzel örneklerindendir. 1738-1739 yılları arasında yapılmıştır.
Cami: kare planlıdır. Üzeri büyük bir kubbe ile örtülüdür. Kubbe kasnağında, dört penceresi vardır ve mihrabı: sade bir niş biçimindedir. Son cemaat mahalli: üç kubbelidir. Kubbelerin üzeri: kurşunla kaplıdır. Harim kapısı: yonca yaprağı şeklindedir. Ulu camiye ait olan ve burada muhafaza edilen minber: Sultan 4. Murat tarafından hediye edilmiş olup, ağaç oyma sanatının en güzel örneklerinden biridir.
Elazığ Arap Baba Türbe ve Mescidi
ARAP BABA TÜRBE VE MESCİDİ
Selçuklu Sultanlarından III. Gıyaseddin Keyhüsrev zamanında; 678 yılında; Yusuf Bin Arap Şah Bin Şaban tarafından yapılmıştır.
Minaresi: dıştan türbe ile mescidin tak orta kısma gelen bölümüne yapılmıştır. Kapısı: mescidin içindendir. Kaidesi: alttan beş sıra taş üstünde, alçı ve sıva içi görülen ve hemen hiçbir Selçuklu Mescidinde bulunmayan, emsalsiz sırça bordürlüdür. Mescit: kare planlıdır. Selçuk üçgenleri ile, kubbeye geçilir. Kubbe içinin kornişleri çinilidir. Korniş ve çinileri düzenleyen mihrabın üst kısım: beş dişlidir. Büyük kemeri vardır.
Türbenin alt kısmında ise: yüzyıllara rağmen bozulmamış naaşı ile, Arap Baba türbesi var. Halk arasında: “Arap Baba” diye anılıyor. Arap Babanın çürümemiş cesedinden dolayı, Türkiye’de olduğu kadar, yurt dışında da ünü yaygındır. Türbe içinde, üzeri yeşil kumaşla örtülü camdan bir sanduka içinde bulunan Arap Baba, çürümemiş cesedi ve kesik başı ile büyük ilgi toplamaktadır. Çürümemiş cesedi görmek isteyen ziyaretçilere: sandukanın örtüsü açılarak gösterilmektedir.
Hakkında çeşitli rivayetler var. Bunlardan en çok anlatılanı şöyledir: “ Harput ve yöresinde, bir yıl yağmur yağmaz. Kuraklık ve ardından kıtlık kapıya dayanır. Halk perişandır. Alacalı Mescidi yanındaki bir evde: Selvi adında, yaşlı bir kadın, rüyasında: Arap Babanın başı kesilip te, bir dereye atılırsa, yağmur yağacağını görür. Yaşlı kadın, önceleri buna pek bir anlam veremez. Ancak: aynı rüyayı, 3 gece üst üste görünce karar verir ve bir gece Arap Babanın cesedinin başını gövdesinden ayırır ve kesik başı dereye atar.
Evet, gerçekten yağmur yağmaya başlar. Ama ne yağmur. Yağmur değil, adeta tufan, dereler coşar ve her yanı sel basar ve bir türlü dinmek bilmez. Yağmuru dört gözle bekleyen insanlar, bu sefer de, bu felaket karşısında perişan olurlar. Selvi kadın: rüyasında, Arap Babanın kesilen başı yerine konursa, yağmurun duracağını görür. Kesilen başı ararlar ve bulurlar, yerine koyarlar, yağmur durur.
Harputlular, bu olay üzerine, Selvi kadının korkunç bir hastalığa yakalanarak, günlerce ızdırab çektiğini ve sonra da öldüğünü söylerler.
Arap Baba ile ilgili başka rivayetler de var. Sözüm ona: bu zat, beyaz tenli imiş, ama ceset bozulmayınca, zamanın Amerikan kolejli bilim adamları, cesede iğne batırmışlar, iğne batırılan yerden kan çıkmış ancak ceset bunun üzerine kararmış. Şaşırıyorsunuz, tahmin ediyorum, ama bunlar söylentiler. Sonuçta: orada, biraz öncede söylediğim gibi; herhangi bir kimyasal mumyalama işlemi yapılmamış, ancak yine de bozulmamış ve mumyalaşmış bir naaş var. Bilimsel olarak da bunun izahı mümkün değil.
Elazığ Fetih Ahmet Baba Türbesi
FETİH AHMET BABA TÜRBESİ
Harput’a 2 km. uzaklıkta olup, kaya üzerine inşa edilmiştir. Türbenin yanında mescit bulunmaktadır. Çevresindeki bahçeler: mesire yeri olarak kullanılır. Türbe: altıgen planlı, üst kısmı sonradan yapılmış, yalnız cenazelik kısmı mevcuttur. İçinde: büyük bir sanduka bulunmaktadır. Burada: adak kurbanları da kesilmektedir. Her zaman ziyaretçiler tarafından büyük ilgi görmektedir.
Elazığ Mansur Baba Türbesi
MANSUR BABA TÜRBESİ
Harput’ta, kaleye giden yolun solundadır. Artukoğulları dönemine aittir. Sekizgen planlıdır. Kesme taşlardan yapılmıştır. İki katlı anıtsal bir yapı olduğu bilinen türbenin üst örtü sistemi: sonradan yapılmıştır. İçerisinde: Mansur Baba, zevcesi, oğlu ve kızına ait olduğu bilinen, dört sanduka vardır.
HARPUT MÜZESİ
Eski Belediye Binasının karşısında. Yöresel el sanatları ve Etnoğrafik malzemeler var. Ayrıca: Harput’ta bulunan çeşitli yapılara ait kimi kitabeler de, müzede koruma altına alınmıştır.
Müzede: Selçuklu, Artuklu, Dulkadiroğlu ve Osmanlı dönemine ait, Elazığ’ın ünlü bakır eserleri, çeşitli araç ve gereçler, ateşli ve kesici silahlar bulunmaktadır. Bunların yanı sıra: Harput’a ait özel Çolle denilen giysiler, Osmanlı subay kıyafetleri, taş mühürler, cam lambalar ve yazma eserler de sergilenmektedir.
Elazığ Belek Gazi Anıtı
BELEK GAZİ ANITI
1964 yılında, Elazığlı heykeltıraş Nurettin Orhan tarafından yapılmıştır. Belekgazi Parkı içinde bulunan anıt: Oğuzların Kayı boylarından ve Sultan Alparslan’ın kumandanlarından olan, Artuk Bey’in torunu Belek Gazi’ye aittir. Belek (Balak) Gazi: Artukoğulları devrinde, Harput’un yetiştirdiği en ünlü Türk Fatihidir.
Onun en önemli hizmeti: haçlı seferleri sırasında görülmüştür. Selahattin Eyyübi ile mukayese edenler bile olmuştur. Anıt boyutları itibarı ile; çok uzaklardan olmasa da, Elazığ şehrinde, Harput çıkışında görülebiliyor.
ÇUBUK BEY ANITI
Çubuk Bey: 1085 yılında, Harput’u ele geçirmiş ve Çubukoğulları Beyliğini kurmuştur. Türkler tarafından alınmasına kadar, yalnızca müstahkem bir kale hüviyetinde kalan Harput, Türklerle beraber, büyüyen bir şehir haline gelmiştir.
Çubuk Bey anıtı: Harput’ta, Ulu Cami avlusundadır. Heykeltıraş Nurettin Orhan tarafından yapılmıştır. Harput’un ilk Türk hakimi Çubuk Bey’i kompoze etmesi nedeniyle, Harput’u ziyaret edenler tarafından ilgiyle izlenmektedir.
Elazığ Harput Dabakhane Suyu
HARPUT DABAKHANE SUYU
Kalenin kuzeyindeki dere içindedir. Dabakhanede, 3 kurna vardır ve bunlar birbiriyle bağlantılıdır. Kurnalar içinden akan su: sıcaklığı 50 derece olan, renksiz, kokusuz, berrak ve içilebilecek niteliktedir. Suyun içinde: sodyum, potasyum, karbonat, sülfat, klorür, iyodür, amonyak, nitrat ve nitrit bulunur. Bu suyun: bağırsak, karaciğer hastalıkları ve ruhi depresyona iyi geldiği söylenmektedir.
Elazığ Buzluk Mağarası
BUZLUK MAĞARASI
Harput beldesinin kuzeydoğusunda, Elazığ’a 12 km. Uzaklıktadır. Keban Baraj Gölünün seyir tepesi konumundadır. Mağaranın kuruluş tarihinin Urartulara kadar uzandığı tahmin ediliyor. Bölgede meydana gelen büyük bir çöküntü ile çevresinde bulunan kayaların üst üste yığılmasıyla oluştuğu sanılan mağaranın bulunduğu yer; ağaçlandırılmaya elverişlidir. Jeomorfolojik yapısı nedeniyle, burada gerçekleşen klimatolojik şartlar ve hava sirkülasyonu özelliğinden dolayı: yaz ayları, mağaranın içinde, doğal olarak tabakalar, sarkıt ve dikitler halinde, hatta bazı kısımlarda bal peteğini andıran buz tabakaları oluşuyor. Bu buzların, bazı hastalıkların tedavisinde kullanıldığı söyleniyor. Kış aylarında ise, tam tersine içerisinde sıcak hava oluşuyor.
SÜRYANİ KADİM MERYEM ANA KİLİSESİ
MS.179 yılında yapılmıştır. Harput kalesinin doğusundadır. Zemini ve arka duvarını, Harput kalesinin üzerine yapıldığı kaya teşkil eder. Kilise: 150 metre kare büyüklüğünde ve taştan yapılmıştır. 1999 yılında, bakım ve onarım yapılarak, zemini taşla döşenmiş, iç ve dış aydınlatması yapılarak, ziyaret ve ibadete açılmıştır.
Harput kalesinin doğu kısmında, zamanında büyük bir mahalle olan Süryani Mahallesinin üst kısmında bulunuyormuş. Fakat, günümüzde mahalleden sadece küçük bir hamam kalıntısı ve kilise kalmış. Kiliseye: Dabakhane Suyuna giderken, hemen yolun sağında yer alan mermer merdivenlerden iniliyor. Merdivenlerin üst kısmında yer alan zeytin dalı ile dostluk ve barışın simgesi olan üç güvercin motifi: ilk adımda dikkatinizi çekecektir. Buraya özellikle yerleştirilen bu motif, bir zamanlar Harput’ta yaşayan toplulukların resmi gibi duruyor.
Merdivenler oldukça geniş bir alana iniyor. Bir zamanlar manastır olan kilisenin, bugün boş olan kısmında Metropolithane, okul, misafirhane ve diğer kısımlar varmış.
Kilise: Beni Bauth olarak bilinen bir manastırmış. MS. 179 yılında inşa edilmiş olan kilise, bugün 1831 yaşında. Hala belirli dönemlerde, ibadete açık bulunuyor. Ancak: resmi görevliler yok ve gerekli izinler alınmadığında, ziyaretçi girişi mümkün değil. Elazığ Süryani Kilisesi Vakıf Başkanlığından resmi izin alırsanız, kiliseyi gezebiliyorsunuz.
Kilise son onarımını: 1999 yılında geçirmiş ve 2000 yılında büyük bir ayin yapılmış. O günden bu yana, her yıl yalnızca Ağustos ayında, ayin düzenleniyormuş.
Kiliseye giriş: ana kapıdan önce, sonra eklendiği düşünülen küçük bir kapıdan yapılıyor. Dar kapıdan eğilerek içeriye girerseniz, karşınıza çıkan bu antik yapıdan etkilenmemek elde değil. Girişin hemen karşısında: Harput kralının kızına ait bir mezar var. Gayet sade bir şekilde, zeminde bulunan mezarın çevresi; belli olması için çevrilmiş. Oldukça yüksek olan üst tavan, düz olarak yapılmış. Emin kısmının, yeni yapıldığı belli olurken, duvarlardaki tahribat izleri dikkat çekiyor.
Dikdörtgen planlı olan kilisenin, doğu yönünde yer alan apsis önü, yarım kubbe ile örülmüş. Apsisin bulunduğu giriş bölümünün hemen ön kısmında: Süryanilerce “Gogulto (cilcile)” denilen, İncil sehpası ve üzerinde İncil görülüyor.
Elazığ İzzet Paşa Camisi
ŞEHİR İÇİNDE GEZİLECEK YERLER
İZZET PAŞA CAMİSİ
Elazığ çarşısının tam merkezinde bulunmaktadır. Caminin altında: kuyumcular çarşısı var. Camiyi: aslen Erzincanlı olan Hacı İzzet Paşa yaptırır. Yapım yılı: 1866. Ancak: cami, 1972 yılında yeniden inşa edilmiş ve ibadete açılarak, çarşı merkezi olarak konumlandırılmış. Cami: şu anki hali ile, herhangi bir mimari özelliği olmayan, betonarme bir cami.
Ancak: bir anlamda, Elazığ şehrinin simgesi olmuş. Evet, caminin maddi masraflarını: 1975 yılında kurulan, İzzet Paşa Vakfı karşılıyor. Vakıf, yalnızca caminin ihtiyaçlarını değil, Elazığ’ın ihtiyaçlarını da karşılıyor. Örneğin: bir Sağlık ocağı yaptırmışlar. Harput’un tepesindeki Türk Bayrağının dikilmesine de vesile olmuşlar. Bunlar: Vakfın sosyal boyutu. Vakfın kültürel boyutu da var. “Bizim Külliye” isimli bir dergi çıkarıyorlar. Dergi yayımcılığı yanında, kitap yayımcılığı da var.
Elazığ Arkeoloji Müzesi
ARKEOLOJİ MÜZESİ
Fırat Üniversitesi Mühendislik Fakültesi kampusü içindedir. Bina: Kültür Bakanlığına aittir. 1981 yılında, bugünkü yerine taşınmıştır. 1982 yılında ziyarete açılmıştır. Bölge müzesi konumundadır. Müzede: yaklaşık 24 bin eser sergilenmektedir.
Arkeoloji ve Etnografya Müzesi: “Arkeolojik Eserler ve Sikke Salonu, Halı-Kilim ve Etnografya Salonu” olmak üzere, iki salondan ve çeşitli eserlerin saklandığı depo bölümlerinden oluşmaktadır.
Arkeolojik Eserler ve Sikke Salonu: Burada; Keban ve Karakaya Baraj Projeleri nedeniyle yapılan: Tülin Tepe, Tepecik ören yeri, Değirmen Tepe, Haraba Höyüğü, Norşun Tepe, Ağın Kalaycık Höyüğü, Şemsiye Tepe, Yeniköy kazıları ile, Aktaş ve Yıkılgan yüzey araştırmalarında bulunmuş eserler sergileniyor.
Elazığ Arkeoloji Müzesi
Halı-Kilim ve Etnografik Eserler Salonu: Bölgeye ait, özgün el ürünü halı ve kilimler ile yöreye ait kültürü tanıtıcı nitelikteki Etnografik malzemeler sergileniyor.
Müze içi bu sergilerin dışında: dışta, müze girişinde, Tunceli’den toplanmış: koç ve at şeklindeki mezar taşları ile çeşitli dönemlere ait kimi taş eserler sergileniyor.
Elazığ Bakırcılar Çarşısı
BAKIRCILAR ÇARŞISI
Elazığ’ın geleneksel el sanatları arasında bulunan bakırcılık sanatı: Bakırcılar çarşısında icra edilmekte olup, bu çarşı günümüzde de var. Ancak: günümüzde, bu çarşıda bulunan dükkanların çoğunun vitrinini: fabrikasyon ve alüminyum objeler süslüyor.
Az da olsa bakırcılığın varlığı, günümüzde de sürdürülmeye çalışılıyor. Bakır mutfak eşyaları yapıldıktan sonra, mutlaka kalaylanması gerektiğinden: her bakırcı dükkanında, bir de kalay ocağı bulmak mümkün. Bakırcı dükkanlarındaki bu ocaklarda: kömür ocağı ve onu ateşleyecek körükler var. Bir zamanlar, son derece canlı olan bu ocaklar, bakırcılığın eski canlılığını kaybetmesiyle, önemini yitirmişler.
Elazığ Hazar Gölü
ŞEHİR DIŞINDA GEZİLECEK YERLER
Elazığ Hazar Gölü
HAZAR GÖLÜ
Hazar gölü hakkında bilgi vermeden önce: göl gerçekten yıllardır, Elazığ ve yöresi için bir büyük avantaj. Şöyle ki: Elazığ’dan göle ulaşmanız: en fazla yarım saat sürüyor. Yol üzerinde: zamanı geldiğinde, tahta küçük kasaları içinde satılan çileklerden satın alabiliyorsunuz. Göl kıyısında: biraz sonra sözünü edeceğim gibi; bir çok resmi kurumun tesisleri bulunuyor.
Özellikle: Askeri bir kamp yeri var ve konum olarak çok güzel bir yerde. Diğer tesisler de, kendi personeline hizmet ediyor. İnsanlar: göl kıyısında her ne kadar büyük ve uygun kumsal bulunmasa da; göle girip yüzüyorlar. Ancak: 1990 lı yıllarda: gölde; çok miktarda su yılanı bulunuyordu.
Bu kelime: belki göle karşı sempatinizi ortadan kaldıracak, ancak: bu zararsız olan canlılar; gölde, kıyıda bir taşı oynattığınızda, altından çıkıyor, bazen sabah erken saatlerinde ve akşam güneş batarken, su üzerinde, kıvrıla kıvrıla giden su yılanlarını görebiliyorsunuz. Sonuçta: zararsız bu canlılar, yine de insanların gölde serinlemesini, yüzmesini engelleyemiyor.
Evet, Hazar gölü: il merkezine, 22 km. uzaklıktadır. Elazığ-Diyarbakır kara yolundan sapılarak gidilir. Hazarbaba ve Mastar dağları arasında sıkışmış, tektonik bir göldür.
Uzunluğu: 22 km ve genişliği 5-6 km. dir. Günün her saatinde: değişik bir görüntü kazanarak, mavinin ve yeşilin tonlarını yansıtır. Suyu: berrak, sodasız ve tuzsuzdur.
Bu gölde: kendine has plajlarında her türlü su sporları yapılır ve balık avlanabilir.
Çevresinde: 25’e yakın kamu kurum ve kuruluşunun tesisi bulunmaktadır. Ayrıca: otel, motel, lokanta ve günübirlik piknik alanları, özel kuruluşlar tarafından işletilen balık evleri bulunmaktadır. Gölün kıyısında bulunan: plajlara “Mavi Bayrak” alınması için çalışmalar sürdürülmektedir.
Ayrıca: yazlık konutlar ve tatil siteleri de bulunmaktadır. Yaz ayları boyunca: nüfus yoğunluğunun arttığı gölde; 1990 yılında yapılan araştırmalarda: gölün içinde, batık bir kentin bulunduğu tespit edilmiştir. Bu durum da: göle ayrı bir gizem vermektedir.
Elazığ Cip Barajı ve Mesire Yeri
CİP BARAJI VE MESİRE YERİ
Elazığ’a 10 km. uzaklıktadır. Ağaçlandırılması ve çevre düzenlemesi: DSİ tarafından yapılmıştır. Baraj seti üzerinde yürüyüş yapabilir ve setin diğer yanındaki piknik alanlarında; piknik yapabilirsiniz. Yöre halkı: özellikle yaz aylarında ve genellikle hafta sonları buraya rağbet eder.
Gölün maviliği ve mesire yerinin yeşilliği insanlara eşsiz bir doğa güzelliği sunar. Baraj gölünde: olta ile balık avcılığı yapılır. Burada: otopark, çocuk parkı, çeşmeler, tuvalet, beton piknik masaları bulunmaktadır. Ayrıca: Fırat Üniversitesi Su Ürünleri Bölümüne ait, Balık Üretme Çiftliği bulunuyor.
Elazığ Keban Barajı
KEBAN BARAJI
Keban barajı hakkında ayrıntılı bilgiler vermeden önce, barajdaki yaşamdan söz etmek istiyorum. Keban ilçesi, Elazığ şehir merkezine bayağı uzak: 47 km. Yol: virajlı ve pek rahat bir yol değil. Sonuçta: 45 dakika civarında ulaşılıyor. Keban ilçesine vardığınızda: Baraj setinin ve setin arkasındaki göl bölümüne geçmek yasak. Güvenlik tedbirleri nedeniyle yasaklanmış. Ancak: burada, göl kıyısında, hemen setin bittiği yerde: DSİ’nin güzel bir tesisi var. Ayrıca: setin, öbür yanında, yani suyun elektrik tirübünlerinden geçip, Fırat nehrine tekrar verildiği yerde; yine DSİ’nin çok güzel tesisleri bulunuyor.
Bu tesisler: barajın yapımı sırasında, görevlilerin kalması için yapılmış. Burada: misafirhane, restoran ve tek katlı, lojman tipi evler var. Ancak: barajın su tahliye kapakları açılmamış bile olsa; elektrik tiribünlerinden geçip akan suyun yarattığı gürültü; uzaktan gelen bir gök gürültüsü misali; sese alışkın olmayan biz yabancılar için; özellikle gece, ürkütücü ve korkutucu oluyor. Yani: buradaki misafirhanede kalırsanız; gece uyurken, bu sesi duymamak mümkün değil. Bu arada: bazen, üç-beş yılda bir, Fırat’ın sularının azgın dönemlerinde: baraj kapakları zaman zaman açılıyor.
Sonuçta: ortaya çıkan görüntünün tarifi imkansız, muhteşem bir görüntü. Ama: söylediğim gibi, çok nadir, malum susuzluk ve kuraklık daha egemen.
Elazığ Keban Barajı
Son olarak: baraj elbette yalnızca Keban ilçesinde değil. Baraj gölü o kadar büyük ve uzun ki; Elazığ’da yaşayan insanlar: baraj gölünün bir çok kıyısında: gerek piknik ve gerekse balık avcılığı yaparak, barajın nimetlerinden yararlanıyorlar. Özellikle: sazan ve aynalı sazan balığı.
İlk yapıldığında: baraj gölü kıyısında: deri atölyeleri varmış ve bu atölyelerdeki temizlik nedeniyle, baraj gölü balıklarında, temizlik sorunları çıkmıştı. Daha sonra: göl kıyısındaki atölyelerin ve sanayi tesislerinin kapatılması ile; gölden, muhteşem lezzetli balıklar yakalanmaya başlanmış.
Bir ara: eski Elazığ-Tunceli kara yolunu takip ederek ilerlediğimizde; asfalt yolun; baraj göletine doğru ilerlediğini ve bir an da, gölet içine girerek kaybolduğunu gördük. Evet; şu anda, yeni yol kullanılıyor ama, eski yol, baraj göletinin içine girerek, kayboluyor.
Yapımına: 1965 yılında başlanmıştır. 1974 yılında ilk dört tirübün ve 1981 yılında da diğer dört tirübün devreye sokulmuştur. Enerji açısından, Türkiye’nin en büyük yatırımlarındandır. Kurulduğunda: Türkiye’de üretilen elektriğin, % 20’sini tek başına karşılıyordu, günümüzde ise bu oran : % 8’dir.
Türkiye’de: Atatürk Barajı gölünden sonraki, en büyük yapay göldür. Doğal göller sıralandığında: Van gölü, Tuz gölü ve Atatürk Baraj gölünden sonra, 4. sırada gelir. Baraj gölünün: Murat vadisi boyunca uzunluğu: 125 km. dir.
Genişliği: yer yer değişmektedir. Elektrik üretiminin yanı sıra, balık üretimi ve avcılığı da yapılmaktadır. Özellikle: üzerinden 3 ilçeye feribotla geçiş veren gölün iskelelerinde ve Elazığ-Bingöl kara yolu üzerindeki sahilde, çok sayıda balık restoranları bulunmaktadır.
Barajın üzerine kurulduğu Fırat nehri: yılın, muhtelif zamanlarında, çok farklı bir akım düzenine sahiptir. Ortalama geçen su miktarı: saniyede 635 metre küptür. Nehrin bir yıl içinde geçirdiği suyun: % 70’i kar erime mevsiminde, yani Mart ve Haziran aylarında geçer.
Keban barajı: yapıldığında, Güneydoğu ve Doğu Anadolu’nun ilerlemesine: sosyal ve ekonomik gelişmesinde büyük rol oynamıştır.
Barajın sol sahili tabir edilen kısmında, bir çöküntü meydana gelmiş olup, sızan sular, Keban ilçesinin doğu kısmında, bir yerden çıkmakta ve buraya, halk tarafından “Çırçır Şelalesi” denilmektedir.