İstanbul Beyoğlu-Taksim

İstanbul Beyoğlu-Taksim

İstanbul Beyoğlu-Taksim; Bizans döneminde ve Osmanlının, ilk 200 yıllık süresinde: bağları, bahçeleri ve konaklarıyla ünlü Beyoğlu’nun eski adı: Pera’dır. 18’nci yüzyılın başından sonra, Galata’dan kuzeye doğru genişleyen yerleşim sonucu; Tarlabaşından Dolapdere’ye kadar genişledi. Başlangıçta: yabancı bankerlerin, tüccarların, diplomatların, Osmanlı yönetiminde görev alan azınlıkların yerleştiği, Hıristiyan ağırlıklı bir semt idi.

1870 yılındaki büyük yangından sonra yapılan kagir binalarla, çehresi büyük oranda değişti.

İstiklal caddesi ve yakın sokaklarda gezerken; özellikle alt kat vitrinler nedeniyle çok farklılaştığından, eşsiz sivil mimari örneklerini algılayabilmek için ; baş yukarıda gezmek gerekiyor.

Evet: gezimize: Taksim Alanından başlayacağız.

Bulunduğunuz yerden, bir şekilde Taksim Alanı’na ulaşmanız gerekiyor.

İstanbul Beyoğlu-Taksim

TAKSİM MEYDANI

İstanbul Beyoğlu-Taksim; Taksim Meydanının, bugünkü düzenlemesi; 1940 lı yıllardan kalmadır. Bu düzenleme, İstanbul Valisi Lütfi Kırdar’ın; Fransız Mimar Henri Prost’a; sipariş vererek tasarlattığı, ancak bugün bakımsız bir hal alan, Neoklasik bir şehircilik tasarımı.

Alanda; Kadıköy Meydanında bulunan otobüs duraklarının beşte biri büyüklüğünde, İETT durağı bulunuyor. Toplam; 35 bin metre karelik bir alana sahip. Bu büyüklük: Kadıköy ve Çağlayan meydanlarını ikiye katlıyor. Meydan ile bütünleşen, Taksim Gezi Parkının büyüklüğü ise; 23 bin metre kare.

Meydanın batı ucunda; Cumhuriyet Anıtı var.

CUMHURİYET ANITI

İstanbul Beyoğlu-Taksim; İtalyan heykeltıraş; Pietro Comamica tarafından yapılmış ve 8 Ağustos 1928 tarihinde açılmış. Anıtın kaide ve çevre düzenlemeleri ise, mimar Guilio Mongeri tarafından yapılmış. Topçu Kışlasının üzerine yerleştirilmiş. Bir 19’ncu yüzyıl yapısı olan: Taksim Topçu Kışlasının ahırlarının bulunduğu yer, taksim anıtının hemen önünden başlayarak, bizim taksim meydanı dediğimiz yerde bulunuyordu.

Taksim gezi parkı diye bildiğimiz yer: ortasında bir avlu olan kışlanın bulunduğu yerdi. Önündeki, talimhane bölgesi adından da anlaşılacağı gibi, kışlanın talimgahının bulunduğu yerdi. Kışlanın avlusu, bir dönem, taksim stadı olarak kullanılmış ve daha sonra Lütfi Kırdar tarafından yıktırılıp dümdüz edilmiştir. Bunu da şehircilik başarısı olarak sunmaları ilginç.

Evet, biz yine anıtın yapımına gelelim. 2.5 yıl süren anıtın yapımında; taş ve bronz kullanılmış. Mali kaynak için halktan bağış toplanmış. Ağırlığı: 84 tonu bulan anıt, Roma’dan İstanbul’a gemi ile getirilmiş. Dairesel bir meydanın ortasında yükselen ve bir meydan çeşmesi gibi tasarlanan anıtın; iki yüzündeki bronz figürler, geleneksel mimariden esinlenerek oluşturulmuş kemerli taş bir kaide içinde yer almakta.

11 m. yüksekliğindeki anıtın kaidesinde, pembe Trentino ve yeşil Suza bölgesi mermerleri kullanılmış. Anıtın bir yüzü: Kurtuluş Savaşını, diğer yüzü ise; Cumhuriyet Türkiye’sini simgeliyor. 1928 yılında Talimhane Caddesi ve İstiklal Caddesi-Sıraselviler aksı üzerine yerleştirilen anıtın kuzey yönünde: Mustafa Kemal, askerlerin önünde görülmekte.

Diğer yüzünde ise, sivil giysileriyle Mustafa Kemal Atatürk, yanında İsmet İnönü ve Fevzi Çakmak, askerler ve halkla birlikte betimlenerek genç Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu canlandırılmaktadır. Gene anıtın bu yüzünde, Atatürk’ün ardında bulunan Ukrayna asıllı Sovyet general Mihail Frunze’nin heykeli; kurtuluş savaşı sırasında, Türkiye’ye yapılan Sovyet yardımına duyulan minnettarlığı simgeler.

Frunze; Sakarya Savaşının kazanılmasının ardından, TBMM de, bir konuşma yapmıştı. Ankara’da aynı zamanda elçi olarak görev yapmıştır. Bir başka Rus generali daha var. O da; Kliment Yefremoviç Voroşilov. Kendisi; kurtuluş savaşı sırasında, Ankara’da askeri danışmanlık yapmış. Her ikisi de anıtta yer almış. Atatürk’ün hemen arkasında, İsmet ve Kazım Paşalarla birlikte duran, iki kişi.

Anıtın ön yüzlerinde, birer asker heykeli, üstlerindeki madalyonlarda ise iki kadın portresi var. Anıtın; bu dar yüzleri altında birer ayna taşı ve önlerinde mermer yalaklar bulunuyor. Sanatçı; bu yalakları akacak su ile meydan çeşmelerini anımsatan bir proje oluşturmuş, daha sonra ise, su ögesi kullanılmış.

Alanın doğu ucunda ise; geçirdiği bir yangından sonra, 1975 yılında yeniden açılan: Atatürk Kültür Merkezi (AKM) bulunuyor.

ATATÜRK KÜLTÜR MERKEZİ (AKM)

İstanbul Beyoğlu-Taksim; Günümüzde burası yıkıldı ve yerine yenisi yapılıyor. Ancak: tarihi geçmişi merak edenler, bir zamanlar burada bulanan Atatürk Kültür Merkezini merak edenler için bir kısım bilgi aşağıdadır. Evet Atatürk Kültür Merkezi: Kültür ve Turizm Bakanlığına bağlı. 1969 yılında; İstanbul Kültür Sarayı adı ile hizmete açıldı ve Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü ile Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü’ne verildi. 1970 yılında çıkan büyük yangınla, tüm sahne ve seyirci bölümü, büyük hasar gördü.

1977 yılında onarılarak, Atatürk Kültür Merkezi adını alarak, İstanbullu sanatseverler için yeniden açıldı. Merkezin bünyesinde; çok aktiviteli kültür etkinliklerine ev sahipliği yapabilecek mekanlar var. Büyük salon, konser salonu, oda tiyatrosu, Aziz Nesin sahnesi, çocuk sineması, sanat galerisi içeren binada; 245 araçlık otopark, dekor depoları, prova odaları, fuayeler gibi ek kullanımlara yönelik geniş ve pek çok sayıda birim yer alıyor.

Büyük salon: 1300 kişilik. Sahne alanı ise: 570 metre kare. Konser salonu ise: 504 kişilik. Sahnesi: 110 metre kare. Oda tiyatrosu: 200 kişilik. Sahnesi: 54 metre kare. Arabayla gidenler için: otopark var. Büyük salon ve konser salonu girişleri: Taksim Meydanı üzerindeki kapıdan yapılıyor. Diğer salonlar için girişler; binanın yan tarafındaki bağımsız girişlerden yapılıyor.

Taksim parkı: 1940 lı yıllarda yıktırılan Taksim Kışlasının arsası üzerine kurulmuş. Alana; daha uzak köşede Mecidiye Kışlası (bugünkü Taşkışla) var. Dolmabahçe’ye doğru yürüdüğünüzde; Askeri Hastane (1849) ve İTÜ Binası olan Gümüşsuyu Kışlası (1861) göze çarpıyor. Saçaklı, egzotik yorumlu ; Art Nouveau stili Japon Başkonsolosluğu ile daha yukarıda bulunan Alman Başkonsolosluğu; hemen burada.

Beyoğlu’nun girişinde: türbe benzeri bina, alana adını veren su “taksim” inin yapıldığı, 1732 tarihli Taksim Maksemidir.

TAKSİM MAKSEMİ

İstanbul Beyoğlu-Taksim; İstiklal Caddesi ve Taksim Caddesinin birleştiği yerde. Sultan III. Ahmet döneminde, Boğaziçi kıyı yerleşiminin su sorununu çözmek amacıyla yaptırılmış. 1731 yılında, Taksim Suyu Tesisleriyle birlikte tamamlanmış. Buradan; su şehre dağıtılıyor. Sekiz köşeli, küfeki taşından bir gövdeye ve yine piramidal, sekiz köşeli bir çatıya sahip. Yuvarlak kemerli giriş kapısının üstünde de 1732 tarihli, üç beyitlik kitabesi bulunmakta.

Bu kapının üzerinde, yay kemerli pencere ve iki yanında, klasik Türk üslubunda kuş evleri yer almakta. Maksemin, Harbiye yönünde yüründüğünde, bir duvar var. Bu duvar Taksim Haznesidir. Yani: su deposu. Herhangi bir sebeple; Makseme gelen suyun kesilmesi halinde, depodan su sağlamak amacıyla yapılmıştır. Maskem kapısının sağında kalan cephedeki I. Mahmut çeşmesi, dönemin çeşme stilindedir. Boş bırakılmış kitabeliğin altından başlayan çeşme aynalığının üst kısmı istiridye kabuğu formuyla ve hemen bu bezemenin bittiği noktadan itibaren ise, bir sıra palmet dizisi, bir sıra da mukarnasla cephe hareketlendirilmiş.

Çeşme günümüzde kullanılmaz durumda. Maksemin Taksim Caddesine bakan tarafında, tek birim halinde, yine mermer cepheli, sivri alınlık içinde “her şeye su ile hayat verdik” anlamında ayet kitabesinin bulunduğu bir çeşme daha var. Bu çeşme de tıkanmış musluğu, betonla dolgulanmış yalağı ile kullanılamaz durumda.

Taksim Alanında; görülebilen kubbeli bina; Rum Ortodoks Aya Triada (Kutsal Üçleme) kilisesi. 1880 yılında; mimar Kampanaki tarafından yapılan kilise, daha önce kubbeli bina yapmalarına izin verilmeyen Hıristiyanların; 1839 Tanzimat Fermanı ile sağlanan haklar çerçevesinde, sahip oldukları ilk kubbeli binalardan biri.

Sıraselviler Caddesi üzerinde; Yunan asıllı Müzürüs Paşanın konağı olarak yapılan Romanya Başkonsolosluğu ile yine mimar Kampanaki eseri Belçika Başkonsolosluğu; ilginç mimari eserler. Sıraselviler Caddesi’nden sağa Meşelik Sokağa girin. Görkemli binası ile; Zapyon Rum Kız Lisesi ve içinde Surp Harutyun Kilisesi’de bulunan, 1894 tarihli Eseyan Ermeni Kız Lisesi var.

Cumhuriyetin ilk yıllarında, adı “Cadde-i Kebir” iken daha sonra değiştirilen İstiklal Caddesine çıktığınızda: sağda Fransız Başkonsolosluğu var. Burada: 1719 yılında: Vebalılar Hastanesi varmış. Sonra: yıkılıp mimarlar Bourmence ve Oliver Carre tarafından, bugünkü bina yapılmış.

Caddede; Arapça ve Latince yazıtıyla; Taxim Place’da yer alıyor. Soldan; Küçükparmakkapı Sokak’a girin. Köşede; yeni restore edilen Topbaş İşhanı; bir dönemin ilginç binalarından. Sokağın ilginç yapısı ise; Afrika Han. Burası: Küçük ve Büyükparmakkapı sokaklara açılan kapıları ile bir geçit niteliğinde.

Tel sokakta ise; ilginç pencereleri olan Beyoğlu Ticaret Lisesi göze çarpıyor.

Tekrar İstiklal Caddesine dönelim. İstiklal Caddesindeki gezimize başlamadan önce, burası hakkında genel birkaç kelime bilgi vermek istiyorum.

İSTİKLAL CADDESİ

İstanbul Beyoğlu-Taksim; Günde, buradan 4 milyon insanın geçtiği söyleniyor. Ancak özellikle son dönemde, burada gezinen yani dolaşan insanların büyük bölümünün Arapça kıyafetler giyen ve Arapça konuşan insanlar olduğu söyleniyor, bunu bende gördüm, siz de buraya giderseniz mutlaka dikkatinizi çekecektir.

Burada: büyük kare kalıp şeklinde taşlar tercih edilerek, yaya kaldırımlarına döşenmiş. Söylendiğine göre; yerlerinden sökülüp atılmaları zor olsun diye, büyük kare kalıplar tercih edilmiş. İyi edilmiş. Şehrin en bilinen ve en gidilesi yerlerinden biri olarak gösterildiğinden, her türlü insanla dolar taşar. Delisi, psikopatı çoktur. Zaman zaman yüzler değişse de, atmosfer kalıcıdır.

Ara sokakları keşke açık cevherdir adeta. Ama aynı zamanda da sakattır. Ne ile karşılaşacağınızı tahmin etmek güçtür. Özellikle, gecenin ilerleyen saatlerinde, temkinli olmakta veya hiç girmemekte yarar var. Sizlere tavsiyem: İstiklal Caddesine gitmeyi düşünüyorsanız, kesinlikle sabah erken saatlerde gidin. Çünkü: o zaman, bu caddenin güzelliğinin tadına varabilirsiniz.

Burada bir de tramvay var. Tünel-Taksim hattında çalışan tramvay; sistemi nedeniyle, dünyada yalnızca İstanbul’da bulunuyor. İstanbul için artık bir nostalji tramvayı olmuş. Peki bu tramvay ne zaman kurulmuş. 29 Aralık 1990 tarihinde, Nostaljik tramvayın fiilen hizmet vermeye başladığı tarih.

Neo-Klasik tarzda; Rumeli Han (Cite de Roumeli) burada görülebilir. Sultan Abdülhamit’in Mabeyincisi Ragıp Paşa; sahip olduğu üç hana, imparatorluğun yayıldığı, üç coğrafi ögenin adını vermiş. Afrika Han, Rumeli Han ve daha ileride göreceğiniz Anadolu Han. Rumeli Han’a bitişik olan İstiklal Caddesi’nin tek Müslüman yapısı: Hüseyin Ağa Camidir.

16’ncı yüzyılda; Galatasaray Ağası Hüseyin Ağa tarafından yaptırılan cami; 1936 yılında yeniden inşa edildiğinden, özgün halinde değil. Caminin yanındaki Sakız Ağacı Sokak’ta; baş kabartmalarıyla süslü binada; Hacı Abdullah Lokantası, daha ileride Surp Asdvadzadzin Katolik Ermeni Kilisesi var.

İstiklal Caddesinde, ayrıca Neo-Rönesans tarzındaki Emek Han var. Binanın alt katında: İnci Pastanesi, ünlü Profiterolünü sunmaya devam ediyor. Mutlaka tadın. İstiklal caddesine gidip, ne yiyelim diyenler için. Evet, İstiklal Caddesinde, İnci Pastanesinde, profiterol yemelisiniz.

Evet; gezimize devam ediyoruz. Binanın arkasındaki Emek Sineması, bir zamanların ünlü paten merkeziymiş. Caddenin solunda; karyatidli girişiyle dikkati çeken, Alkazar Sineması var.

İleride, Anadolu Pasajı , onun yanında da, Atlas Sineması var. Aynı sırada; daha ilerideki bir bina: büyük, ferforje balkon demirleriyle dikkati çekiyor. Galatasaray Lisesi yakınındaki Turnacabaşı Sokak’ta: kanatlı kabartmaları ve sütunlu girişiyle; Zoğrafyan Rum Lisesi ve sokağın dönemecinde; 1581 yılında, Sultan II. Beyazıt tarafından kurulan ; Galatasaray Hamamı

GALATASARAY HAMAMI

İstanbul Beyoğlu-Taksim; 1715 yılında, Galatasaray Lisesinin temeli olan Galatasaray Ocağı İçoğlanları Kışla Mektebinin yeniden inşası sırasında yaptırılmış. Halka açık bir çarşı hamamı özelliğindeki yapı; 1965 yılında geçirdiği büyük onarımla, mimari özgünlüğünü yitirmekle birlikte, günümüze kadar bakımlı bir şekilde korunagelmiş ve halen kullanılıyor. Kadın ve erkekler için; ayrı bölümlerde, Klasik Türk hamamı hizmeti veriyor.

Bugün; Beyoğlu Sinemasının bulunduğu: Halep Çarşısı; 1885 yılına ait. 1896 tarihli: Tokatlıyan Han, bir döneme damgasını vuran ama şimdi kişiliksiz bir iş hanına dönen, talihsiz yapılardan.

Caddede; meyhaneleriyle ünlü: Çiçek Pasajı bulunuyor.

ÇİÇEK PASAJI

İstanbul Beyoğlu-Taksim; Tanzimat Döneminde, Sultan Abdülhamit ve Sultan Abdülaziz; tiyatro seyretmek için Beyoğlu’nda, İstiklal Caddesi ile Sahne Sokağın kesiştiği köşede yer alan ünlü Naum Tiyatrosuna gelirlermiş. Burası; sahnelenen İtalyan operaları nedeniyle, İstanbul’un ve Avrupa’nın sayılı kültür merkezleri arasına girmiş. Ancak: 1870 yılındaki yangında; Naum Tiyatrosu da yanmış, yıkılmış ve yangın sonrası yeniden inşa edilen binalardan biri olmuş. Galata Bankerleri sanıyla tanınan Rum bankerlerinden Hristaki Zoğrafos Efendi, 1876 yılında, yanan Naum Tiyatrosu’nun yerini satın alır.

Bu arsa üzerine; İtalyan mimar Cleanthy Zanno’ya çizdirdiği proje ile içinde bir çarşı ve apartman bulunduran, yeni tipte bir bina yaptırır. 1876 yılında yapımı biten binanın altında, o dönemde moda olan, Paris tarzında düzenlenmiş, 24 dükkan, üstünde ise 18 lüks daire bulunuyordu. Dükkanların oluşturduğu pasaja “Hristaki Pasajı”, binaya ise “Cite de Pera “ adı verilmişti. Pasajın ilk dönemlerinde; burada; Acemyan’ın tütüncü dükkanı, Maison Parret ve Vallaury’nin pastanesi, Japon mağazası, Natürel çiçekçisi, Pandelis’in çiçekci dükkanı gibi dükkanlar vardı.

1908 yılında, bina mülkiyetinin Sadrazam Sait Paşa’ya geçmesiyle birlikte, pasaj “Sait Paşa Geçidi” olarak anılmaya başlar. 1940 Mütareke yıllarında ise, pasajdaki küçük dükkanlara, çiçekçiler yerleşmeye başlarlar. Ekim devriminden kaçan, beyaz Rus kadınları, baronesler ve düşesler de burada çiçek satarlar. Cite de Pera, bir süre çiçek mezat yeri olarak da kullanılmaya başlanınca, Beyoğlu’ndaki çiçekçiler, pasaja toplanır ve pasajın adı “Çiçekçiler pasajı” na dönüşür.

1940 lı yıllardan başlayarak açılan bira ve meyhaneler sonucu ; bir süre sonra, apartman sakinleri ve çiçekçiler yavaş yavaş başka yerlere taşınırlar ve geriye yalnızca “çiçek” adı kalır. Pasajın ilk meyhanesini açan: Yorgo efendi olmuştur. 1988 yılındaki restorasyondan sonra, meydana olarak kullanılmaya başlayan mekan; 2005 yılı Aralık ayında, yeniden büyük bir bakım ve onarım, yenileme çalışmalarına tabi tutulmuştur. Çatı ve diğer tüm görsel ögeler yeniden restore edilerek: aydınlık, ferah ve hoş bir ortam oluşturulmuştur.

Gösterişli bir cephe mimarisine sahip pasaj; İstiklal Caddesinin en güzel yapılarından biridir.

Yandaki Sokak; Balık Pazarını

BALIK PAZARI

Sultan Abdülaziz döneminden bu yana aynı yerde. Çiçek pasajının hemen yanından uzanan Sahne Sokak’ta yer alıyor. Pazarın İstiklal Caddesi girişinde, alışverişten önce, bir şeyler atıştırmak isteyenler için, midye ve kokoreç satıcıları var. Büyüklü küçüklü manav, hediyelik eşya, kuru yemiş ve baharatçılardan sonra balıkçı tezgahları başlıyor.

İngiliz Konsolosluğuna çıkan sokakta, şarküteriler arasında en eskisi; Şütte. Pazarın Nevizadeye doğru uzanan devamında ise, Degüstasyon ve Cumhuriyet Mahalleleri renk cümbüşünü tamamlıyor. Balık Pazarı’nın sokağında; sahafların bulunduğu, iki katlı Aslıhan Pasajı da bulunmakta.

Evet; gezmeye devam ediyoruz. Meyhaneler Sokağı; Nevizade ye geliyoruz. Balık Pazarının sonuna kadar gitmeden sola döndüğümüzde; Meşrutiyet Caddesine çıkıyoruz. Caddenin başlangıcında: 1871 yılında yenilenen ve 2003 yılında bombalanan İtalyan Rönesans stilindeki; İngiliz Başkonsolosluğu ve görkemli bahçesi var.

Tekrar; İstiklal Caddesine dönelim. Solda; ikinci katında heykeller bulunan; Avrupa Pasajı var.

Galatasaray Meydanına çıkıyoruz. İnsan ve aslan başları ile süslü: Beyoğlu Han ile Galatasaray Postanesi bu alana bakıyor. 1875 tarihli, eski Theodor Sıvacıyan Konağı olan postane; Beyoğlu’nun en önemli sivil mimari örneklerinden biri. Bölgeye adını veren; Galatasaray Lisesi’nin kökleri; 15’nci yüzyıla kadar iniyor. Ancak; binaların büyük kısmı; 20’nci yüzyılın başlarından kalma. Galatasaray Lisesinin arkasında kalan Cezayir Sokak; yapılan restorasyon çalışmaları sonucunda, Fransız Sokağı’na dönüştürülmüş.

Meydandan; aşağıya doğru yürüdüğünüzde: Hacopulo Pasajı (Danışman Geçidi) göze çarpıyor. Çok hoş bir avluya sahip olan bu geçitten çıktığımız Emir Nevruz Sokak’ta; 1804 yılında, özel bir izinle inşa edilen Rum Ortodoks Panayia Meryem Kilisesi var. Kilisenin bahçesinden Meşrutiyet Caddesine geçiliyor.

Aynı sırada: sağdan girilen: Olivia Han Geçidi’nden 1917 sonrasında, Beyaz Ruslarca kurulan Rejans Lokantası var. Tekrar caddeye dönelim. Gösterişli cephesi ile eklektik bir yapı olan Mısır Apartmanı görülüyor.

Biraz ileride: Pera’nın en görkemli ibadet yeri olan: Katolik Sen Antuan (St.Antony of Padua) Kilisesi görülüyor. Fransiskenlerce, önce Galatasaray’a taşınmış. Bugünkü bina, 1908 yılında, İtalyan Neo-Gotik tarzında, mimar G. Mongieri’nin eseri.

Kilisenin karşısında; 1922 yılında, mimarlar Ekrem Hakkı Ayverdi ve Kiryadis tarafından yapılan; ama bir süre önce yangın geçiren Elhamra Sineması var. Sinemadan sonra, bir zamanlar “Paris St. Germain Havalı Sokak” olarak nitelenen Kallavi Sokak yer alıyor.

Sen Antuan’dan sonra gelen Eski Çiçekçi (Linardi) Sokağı evlerin balkonlarındaki çiçekleriyle ünlüymüş. Bu sokaktan sonra gelen: Nur-u Ziya Sokak’ta, piyano yapımcısı Alexandre Commendiger’e ait evde; 1847 yılında İstanbul’a konser vermek üzere gelen Franz Liszt kalmış.

Aynı sokakta: Büyük Mason Locası bulunuyor. Daha aşağıda; Boğaz ve Marmara manzaralı eski Fransız Büyükelçiliği yer alıyor. Bu binalar; Kapütilasyon Mahkemesi ve Kilise ile birlikte, 1847 yılında tamamlanmış.

Yeniden, İstiklal Caddesi’ne; Tomtom Kaptan Sokak’tan dönelim. Solda: İtalyan Lisesi ve İtalyan Başkonsolosluğu var. Venedik Sarayı olarak da bilinen konsolosluk binasının ilk yapısı; 1695 yılında inşa edilmiş.

Karşı köşede: arma kabartmaları ve Fransızca yasa, adalet, güç sözlerinin yazılı olduğu Fransız Mahkemesi binası bulunuyor. Sokağın sonunda İspanyol Şapeli var.

İstiklal Caddesi üzerinde, şimdiki Odakule’nin yerine eskiden ünlü Karlman Mağazası bulunuyormuş. Hemen yanında, Ermeni Katolik Kutsal Üçleme, St.Trinite Kilisesi var. Deva Çıkmazı’nda ise, İtalyanların 1863 yılında kurulan yardım derneği, Societa Operia var.

İstiklal Caddesinde; Beyoğlu’nun en hoş binalarından Hollanda Konsolosluğu yer alıyor. Ayasofya’nın restorasyonunu gerçekleştiren Fossati kardeşler tarafından, 1855 yılında inşa edilen yapı, ufak bir saray yavrusu gibi.

Yapı içinde yer alan ancak girişi Postacılar Sokakta bulunan Hollanda Şapeli, güzel ön yüzü ile dikkat çekiyor. Aynı sokakta bulunan Fransızlara ait St. Louis Kilisesi; Pera’daki en eski kilise.

Postacı Sokağından sonraki köşede, Meryem Ana heykelli; Saint-Marie Draperis Kilisesi (Santa Maria) var. Bu kilise de, geçirdiği yangınlardan sonra, 1904 yılında Pera’ya taşınmış.

Kilisenin karşısında, 1908 tarihli, Suriye Pasajı, biraz ileride Şark Aynalı Çarşı (Passage Oriental) ve uzun yıllardan sonra restore yeniden hayata dönen Markiz Pastahanesi bulunuyor.

İstiklal Caddesinde, sol kolda; Rusya Federasyonu Başkonsolosluğu bulunuyor. İsviçreli Fossati Kardeşler tarafından, 1837 yılında yapılan bina, mimari olarak son derece ilgi çekici. Restorasyon gören Richmond Oteli, süslemeleriyle dikkati çeken Hidiv-yal Place ve Botter Apartmanı; aynı sırada yer alıyor.

Sağ kolda, bir zamanlar Çarlık Rusya’sının elçiliğini barındıran Narmanlı Han var. Cadde üzerindeki son elçilik binası ise; İsveç Başkonsolosluğu. 1871 yılında açılışı yapılan bina, Avusturyalı mimar Pulgher’in eseri. Yandaki, Şahkulu Sokak’ta; eski Beyoğlu Evlendirme Dairesi, bugünkü Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi var. Bu sokakta: değişik mimarisiyle, Alman Lisesi var.

Aşağıya doğru yürüyüp sola döndüğünüzde; Serdar-ı Ekrem Sokakta; Beyoğlu’nun en gösterişli yapılarından Kırım Lisesi karşınıza çıkacak. Londra Adliye Sarayı mimarı C.E. Street tarafından yapılan Neo-Gotik tarzındaki kilise, büyük orgu ile dikkati çekiyor.

Evet; Beyoğlu ve İstiklal Caddesi burada bitiyor.

İstanbul İstiklal caddesi tanıtımı ve gezilecek yerlerle ilgili yazım için. 

İstanbul Galata Kulesi

İstanbul Galata Kulesi

Galata Kulesi, farklı bir konumda, 600 yıldır, burada” İnsanlar doğuyor, ölüyor, medeniyetler değişiyor, imparatorluklar yok oluyor, yeni devletler kuruluyor ve bu abidelerimiz; tüm bu olayların en canlı tanıkları, çünkü, yıllardır aynı yerde, uzaktan tüm olanlara şahitlik yapıyorlar. İstanbul gibi, abide bir kentin başlıca anıtlarından biri de, Galata Kulesi: İstanbul’da: gerek görünümü, İstanbul silüetine katkısı ve gerekse üstünden kanat takarak uçan insan, Hazerfen Çelebi ile öne çıkıyor.

Daracık sokaklardan, yokuş yukarı çıkarken, sizi neyin beklediğine karşı bir fikriniz olsa da; yani ilk defa çıkıyorsanız Galata’ya; çevredeki tuhaf tiplere, ister istemez bakıyorsunuz. Çünkü; Galata esnafı ilginç. Yabancı turistlerden daha yabancı. Buraya ulaşmanın birçok yolu var. Ama, ben size, Beyoğlu yolundan, İstiklal Caddesinden inerek gitmenizi önereceğim. Kulenin altındaki meydanda: birkaç bakkal dükkanı ve banklar var.

Kule girişinde ise: resepsiyona benzeyen biletçileri göreceksiniz. O kadar çok otel havasına bürünmüş ki; bilet aldıktan sonra, asansöre binerken, valizlerinizin eksikliğini hissedeceksiniz. Asansörden indikten sonra, ahşap bir merdivenle çıkışa devam edeceksiniz. İnanın; Galata Kulesi hakkında yazışmış güzel bir yazı okuyacaksınız ve oraya giderken, mutlaka bu yazının bir çıktısını yanınıza alın. Galata Kulesi nasıl gezilir, nerededir, özellikleri nelerdir, hepsi burada.

Evet, Galata Kulesi, ne zaman yapılmış?

İstanbul’un en eski ve en güzel kulelerinden biridir.

Kule; Ceneviz döneminde, kule; “Torre di Cristo” yani “İsa kulesi” olarak adlandırılmıştır. Çünkü: tepesinde, 8 metrelik bir haç varmış. Bizans döneminde ise kule “MegalosPyrgos” yani “Büyük Burç” olarak isimlendirilmiştir. 

Bizans imparatoru Justinianus zamanında, 528 yılında: ağaçtan yapılmış.

Daha sonra yıkılır ve 13’ncü yüzyılda; Cenevizliler tarafından yeniden inşa edilir.

Muhtemelen; 1348 yılında; Cenevizliler tarafından; kenti çevreleyen surların 24 tane kulesi vardı ve Galata Kulesi, baş kule olarak bu 24 kuleden günümüze ulaşan tek kuledir. 

1402 yılında: Latin İstilasında, haçlılar tarafından, tahrip edilir.

Daha sonra Cenevizliler tarafından 1348-1349 yılları arasında günümüzde görülen kule yapılır.  

Gelelim Osmanlı dönemine şehir fetih edildikten sonra

Galata kulesi: Osmanlılar döneminde: yeniçeriler tarafından; zindan ve gözlem evi olarak kullanıldı.

Ancak: 1509 yılında, İstanbul’u sarsan ve “Küçük Kıyamet” adı verilen deprem de hasar görür. Sultan II. Beyazıt’ın buyruğu ile Mimar Murat bin Hayrettin tarafından onarılır.

16’ncı yüzyılda: Kasımpaşa’daki Tersane-i Amire’de çalışan Hıristiyan esirler için, barınak ve depo olarak kullanılır.

Sultan III. Murat’ın izniyle, burada, ünlü Türk Astronomu ve müneccim Takiyıddın tarafından bir rasathane kurulur. Ancak, bu rasathane; 1579 yılında kapatılmıştır.

İstanbul Galata Kulesi

Kulenin tarihi geçmişinde, en önemli olay, yine aynı yüzyılda yaşanır. Yani; 16’ncı yüzyılda, Hezarfen Ahmet Çelebi; tasarımını kendisinin yaptığı kanatlarla; bu binanın çatısından havalanmak suretiyle, Üsküdar Doğancılar Meydanı’na inmeyi başarır.

Her ne kadar, günümüzde, bu olayın yaşanmasının mümkün olamayacağı ve sadece bir hikaye olduğu söylense de: gerek Evliya Çelebi’nin yazıları ve gerekse bir kısım o döneme ait İngiliz belgelerinde; olayı doğrulayıcı kanıtlar görülmektedir. Bu insanlık tarihinde ilk uçan insanla ilgili daha ayrıntılı bilgi vermek gerekirse, şöyle denebilir.

HAZERFEN AHMET ÇELEBİ KİMDİR


Osmanlı döneminde, 17’nci yüzyılda, İstanbul’da yaşamış ve yaptığı kanatlarla uçmayı başarmış ilk havacıdır. Ünlü tasarımcı ve ressam İtalyan Leonardo Da Vinci’nin kuşların uçuşuyla ilgili yaptığı çalışmalardan etkilendiği sanılmaktadır. Galata Kulesinden uçarak boğazı geçmiştir. Hazerfan’ın arkadaşlarından Lagari Hasan Çelebi’de; ilk uçuşunu konik tepeli, içi barut dolu bir roket ile yapar. Ahmet Çelebi’ye çok bilgili olması nedeniyle “1000 bilim” anlamına gelen, Hazerfan ismi verilmiştir.

Uçmayla ilgili ilk çalışmalarında, onuncu yüzyılda yaşamış, Türk bilim adamı İsmail Cevheri’den etkilenir. Çelebi, Cevheri’nin buluşlarını dikkatle inceleyip, birçok defa denedikten sonra, 1638 yılında; Galata Kulesi’ne tırmanıp, kartal kanatlarını iki tarafına takarak, kendini rüzgara bırakmış ve Boğazı geçerek, Anadolu yakasına, Üsküdar sırtlarında Doğancılar’a inmiştir.


Bu olay büyük sansasyon yaratır. Avrupa’da ilgi ile karşılanır. İngiltere’de, bu uçuşu gösterir gravürler yapılır. Sarayburnun’daki Sinan Paşa Köşkünden uçuşu izleyen, Sultan IV. Murat; önceleri, bu işten çok memnun olur. Evliya Çelebi’ye göre; Ahmet Çelebiyi “ bir kese altınla “ sevindirir. Ancak; bu derece bilgili ve becerikli birisinin tehlikeli olacağını da düşünmeden edemez. Özellikle; Şeyhülislam tarafından aklı çelinir.

Hazerfan; Cezayir’e sürgüne gönderilir ve orada 31 yaşında ölür. Bugün; İstanbul’da önemli hava alanlarından birine; Hazerfan ismi verilmiştir. Evet, bu büyük bilgin; sırf yaptıklarının karşılığında yaşadığı bu sürgün olayı nedeniyle, genç yaşta ölüyor. Destek olunca, düşünün lütfen, belki de ne büyük başarılara imza atabilecekti.

İstanbul Galata Kulesi

Evet; daha sonraki yüzyılda; Sultan II. Mustafa döneminde (1695-1703); Şeyhülislam Feyzullah Efendi; bir Cizvit papazı ile birlikte, burada, bir gözlem evi kurmaya çalışır. Ancak; bu çabaları; 1703 yılında öldürülünce, yarım kalır.

Kule: 1717 yılından itibaren, yangın gözetleme kulesi olarak kullanılır. Yangın; ahalinin duyabilmesi için, büyük bir “kös” vurularak halk haberdar edilir. 

Sultan III Selim döneminde, 1794 yılında kulenin üst katına bir cumba eklenir.

1830 yılında yine bir yangın ve kule yine hasar görür. Sultan II Mahmut, 1832 yılında kuleyi onarttırır, bu sırada kulenin üst kısmına: dört tarafında camlı köşkler bulunan, divanhanesi, sofası ve birkaç odası bulunan bir “Cihannüma” yaptırır. Külah biçiminde olan ünlü dam örtüsüyle kulenin tepesini kapattırır. Bunun üzerine kuleye “Sultan II Murat Kulesi” ismi verilir. Bu cihannüma kısmı, 19’ncu yüzyıl başındaki yangında yanarak yok olur. 

Kulenin; konik tepesi, 1875 yılında bir fırtınada uçar ve daha sonraki restorasyon sırasında yenilenmez.

1894 yılındaki depremde yine zarar görülür.

Bundan sonra kule; 1964 yılına kadar; yangın kontrol istasyonu olarak kullanılır.

1967 yılında ise; turistik hizmete açılama kadar, restorasyon için kapalı bulundurulur. Bu restorasyon sırasında; Osmanlı döneminde yapılan değişiklikler de göz önüne alınarak, Cenevizliler dönemindeki yapıya daha uygun olması için, konik tepe tekrar eklenir.

Kulenin bugünkü ölçülerinin: Ceneviz dönemindekilerle aynı olduğu düşünülmektedir.

Kulenin Mimari Özellikleri

Kule, yığma moloz taş kullanılarak yapılmıştır. Dış cephesi, taş örgülüdür. Kule, 3’ncü katına kadar Ceneviz ve sonraki katlarda ise Osmanlı izleri taşır. Kulenin silindirik gövdesi üzerindeki pencereler, yuvarlak kemerli ve tuğla örgülüdür. Çatının altındaki seyir balkonu katını sarmalayan, metal süslemeli bir şebeke bulunur. Alt katında ise, yuvarlak kemerler ve içinde tuğla örgü yuvarlak kemerli pencereler vardır. 

Kule; Haliç kıyısından 435 m. uzaklıktadır. Denizden ise; 35 m. yüksekliktedir. Yani: Galata Kulesinin yüksekliği: 35 m. dir. Bir tepe üzerinde kuruludur. Yerden çatısının ucuna kadar olan yüksekliği ise: 69.90 m. dir. Yapılan statik hesaplamalara göre, kulenin ağırlığı 10 bin tondur. Kulenin çapı ise 165 metredir. 

Giriş kısmı: kulenin kuzeyinde; iki taraftan kıvrılarak gelen mermerden yapılmıştır. Girişteki kitabede: Pertev tarafından, kuleyi 1832 yılında restore ettirdiği için, Sultan II. Mahmut’a yazdığı; 16 mısralık methiye vardır. O zamana kadar; ahşap olduğu düşünülen giriş merdivenleri; Sultan II. Mahmut zamanındaki restorasyonda değiştirilmiştir.

Kapının üstündeki pencere; muhtemelen askerlerin nöbetçiye bakmaları için yapılmıştır. Kulenin dışarıdan; taban çapı: 16.45 m. ve iç çapı 8.95 metredir. Duvarlarının kalındığı ise: 3.75 metredir. Derinliğinde bulunan çukurların altındaki kanalda; birçok kafatası ve kemik bulunmuştur. Orta boşluğun bodrumu; zindan olarak kullanılmıştır. Kulenin kalın gövdesi: işlenmemiş moloz taşıdır.

Yüksek giriş katından sonra; 9 kat bulunuyor. En üst katta; seyir balkonu var. Alt kattaki pencereler; küçük açıklıklar halindeyken, altıncı ve yedinci katta; daha geniştirler. Sekizinci katta: yay şeklindeki geniş pencereler, dokuzuncu katta büyük kemerli pencereler haline dönüşür.

Güneydeki geniş giriş kısmı; şu anda giriş lobisi olarak kullanılan ana hole açılıyor. Buradan; asansörler yedinci kata çıkmak mümkün. Asansörün üstünde, Muhteşem Süleyman’ın Baş Ressamı Matrakçı Nasuh tarafından, 1535 yılında yapılan Minyatür bronz rölyefi bulunmakta.

Daha önceleri, beşinci kata kadar taş merdivenler ve üst kısmında ahşap merdivenler kullanılırken; ahşap merdivenler, bugün yenilenerek Hazerfan Ahmet Çelebinin rölyefi olan, yedinci kattan yukarı çıkmak için kullanılmaktadır. Gözlem balkonu; yerden, 51.75 m. yukarıda, konik tepenin başlangıç noktası 62.59 m. ve tepe noktası 69.90 m. yüksekliktedir.

Kulenin tarihinde; bazı intihar olayları görülür. 1876 yılında, bir Avusturyalı; nöbetçilerin dalgınlığından yararlanarak, kendini, kuleden aşağıya atar. 6 Haziran 1973 günü ise, ünlü şair Ümit Yaşar Oğuzcan’ın 15 yaşındaki oğlu, Vedat, kuleden atlayarak intihar eder. Ümit Yaşar, bunun üzerine, Galata Kulesi şiirini yazmıştır.

RİVAYETLER


Söylenenlere göre: Galata kulesinin gözü tek bir şey görmektedir. Salacak açıklarında, hiçbir zaman kavuşamayacağı bir sevgilisi vardır Galata’nın. Kız kulesine sevdalıdır. İmkansız bir aşktır elbette bu. Galata’nın kendisi varamadığından mıdır Kız Kulesine bilinmez. Ama rivayetlere göre: günümüzde; “Galata Kulesine, ilk kez çıktığın kişi ile evlenirsin “ derler. Hurafe, rivayet ama ne derseniz deyin; Galata Kulesine ilk defa çıkacaksanız, beraberinizde çıktığınız kişiye aman dikkat.

BUGÜN


Boğaziçi, Haliç ve Marmara Denizine kadar seyredilebilen panoramik manzarası ile dikkat çekiyor. Günümüzde: bu manzaranın görülmesi için, kule ziyaret ediliyor. Kulede, ayrıca: restoran, kafe, bar ve gece kulübü gibi rezervasyonlu aktiviteler mevcut. Mutlaka gidin, zaman ayırın, özellikle kulenin panoramik manzarası muhteşem. Uzaktan, İstanbul silüetine bambaşka bir anlam veren, bu kuleyi görmenizi öneriyorum.

 

İstanbul Arkeoloji Müzesi

İstanbul Arkeoloji Müzesi

MÜZELER BÖLÜMÜ

Osmanlı topraklarında, padişah izinleriyle yapılan ve “Bizde o taşlardan çok var” düşüncesiyle, daha sonra Louvre gibi, British Museum gibi, Berlin Müzesi gibi müzelerin salonlarını süsleyen kültür miraslarımızın gidişine; Osman Hamdi Bey’in, girişimleriyle çıkarılan kanunlar ile dur denilmiş. Bizzat, kendisinin de katıldığı arkeolojik kazılar da olan Osman Hamdi Bey; Arkeoloji Müzesini kurmuş, büyük bir insan.

Evet: Topkapı Sarayından çıkıp; aşağıya inen yolu takip ettiğinizde: sağda, Müzeler Bölümüne ulaşırsınız. Bu bölümde: Eski Şark Eserleri Müzesi, Arkeoloji Müzesi ve Çinili Köşk var. Buraya; Gülhane Parkının hemen sağ yanından giriliyor. 3 Müze ve atölyeler bulunuyor. Ana kapıdan girişten sonra bahçede hemen karşınıza bir ahşap tekne kalıntısı çıkıyor.

İstanbul Arkeoloji Müzesi

Sonra: en sağ bölümden yani Arkeoloji Müzesinden gezmeye başlayabilirsiniz. Ancak müzeleri gezmeye başlamadan önce, önemli bir husustan söz etmek istiyorum. Müzelerde yani her üç binada başka yerlerde birçok müzede gördüğüm gibi yerlerde gezilecek güzergahı belirleyen çizgiler bulunmuyor, yani yüzlerce-binlerce antik eser arasında kaybolup gitmek ve bazı eserleri görememek mümkün, bu yüzden, müzeye yere gezi güzergahını gösteren kırmızı ok işaretlerinin konulmasını kendi ve müzeyi gezecekler adına istiyorum, umarım bu satırları bir okuyan olur, aslında bunları müzelerin birçoğunda girişte bulunan deftere yazmak isterdim ama burada herhangi bir defter de yoktu.

İstanbul Arkeoloji Müzesi

Evet bu girişten sonra gelelim müze hakkında bilgiler vermeye. Müze bünyesinde; bir milyonu aşkın eser bulunmakta. Arkeoloji Müzesinde: restorasyon ve yenileme çalışmalarından sonra; sergilenen en önemli eserler şunlar: İskender Lahdi, Ağlayan Kadınlar Lahdi, Satrap Lahdi, Sayda Kralı Nekropolü Lahitleri, Ana Tanrıça Kybele’ye ait adak stelleri, Bergama Zeus Sunağından arta kalan heykel parçaları, İskender Başı.

(Maalesef Temmuz 2018 tarihinde burayı ziyaret ettiğimde, Müzenin yıldız eseri, dünyaca ünlü İskender Lahdinin bulunduğu bölümün restorasyon nedeniyle kapalı olduğunu gördüm ve çok üzüldüm, daha da ötesi, müzenin girişinde bu bölümün kapalı olduğu hakkında herhangi bir bilgi yoktu. Umarım en kısa zamanda ziyarete açılır. )

Türkiye’de müzeciliğin kurucusu Osman Hamdi Bey tarafından yaptırılan her iki müze; dünya çapında üne sahiptir.

İstanbul Arkeoloji Müzeleri; yüzüncü kuruluş yıl dönümü olan 1991 yılında; alt salonlarda yapılan yeni düzenlemeler ve ek bina sergilemesi nedeniyle; Avrupa Konseyi Müze Ödülünü ve 1993 yılında da; Avrupa’da Yılın Müzesi Ödülünü aldı.

İstanbul Arkeoloji Müzesi

ARKEOLOJİ MÜZESİ

Bina; 13 Haziran 1891 tarihinde; Osman Hamdi Bey tarafından, mimar: Alexandre Vallaury’ye; “Müze-i Hümayun” olarak yaptırılmış. Güney ve kuzey kanatları; 1902 ve 1908 yıllarında, ziyarete açılmış. İki katlı. Neoklasik dönemin en güzel ve görkemli örneklerinden biri.

Mekan: müze olarak inşa edilen ilk Türk binası. Dünyada; bu alandaki, on müze arasında yer alıyor. Ana bina ve ek bina olmak üzere; iki binadan oluşmaktadır.

İstanbul Arkeoloji Müzesi İskender Lahdi

Dış cephesi

İskender ve Ağlayan Kadınlar Lahitlerinden esinlenerek yapılmıştır. Ama keşke İskender ve Ağlayan kadın lahitlerini görmek mümkün olsaydı. Yukarıdaki resim. müzenin bahçesinde çektiğim temsili resimdir.

MÜZENİN İÇİ

Giriş karşısında: iri ve ürkütücü; Tanrı Beş heykeli var.

İstanbul Arkeoloji Müzesi

Sağ tarafta: antik çağ heykelleri salonu uzanıyor. Arkaik çağdan, Roma devrine devam eden, eşsiz heykeller sıralanıyor. Salonların ilkinde: antik mezar taş ve rölyefler var. Sonra: Anadolu Pers egemenliği, Afrodisias buluntularının yer aldığı Kenan Erim Salonu; Efes, Milet ve Afdorisias’tan eserlerin sergilendiği; üç Mermer Şehri Salonu, Helenistik devir heykelleri, Menderes Manisa’sı ve nihayet Helenistik tesirli Roma ve Roma devri heykelleri salonları var.

Girişin sol yanında: hediyelik ve hatıra eşyaları satılan reyon bulunuyor. Sonra: Osman Hamdi Bey hatıra salonu. Takiben: Sayda krallar Nekrapolünden bizzat kendisinin kazıp çıkarttığı eserlerin salonları uzanıyor.

İstanbul Arkeoloji Müzesi

İlk üç lahit; Sayda kralı Tabnit ailesine ait. Benzersiz bir Likya lahdi ve Satrap Lahti de: burada sergileniyor.

Sonraki bölümde: (KAPALI) MÖ. 4’ncü yüzyıla tarihlenen; dünya ünlüsü, İskender ve Ağlayan Kadınlar Lahitleri var. Büyük İskender’e ait olduğu zannedilmiş olan lahdin; dört yüzü; Makedonyalılar ile Persler arasındaki savaş ve av sahnelerini gösteren, yüksek kabartmalar ile süslenmiş.

Ana binanın üst katında ise: küçük taş eserler, çanak ve çömlekler, pişmiş toprak heykelcikler, hazine bölümü, 80 bin sikke, mühür, nişan ve madalya sergileniyor.

Burada, İstanbul’un fethi sırasında, Haliç’e takılan zincirlerin bir parçası ve Sultanahmet meydanında bulunan yılanlı sütundan kalma bir yılan başı ve mısır orjinli mumyalar ilgimi çekti.

İstanbul Arkeoloji Müzesi

İstanbul Arkeoloji Müzesi

İstanbul Arkeoloji Müzesi

İstanbul Arkeoloji Müzesi

EK BİNA

Teşhir edilen eserlerin sığmaması nedeniyle; 1968 yılında, Osman Hamdi Bey binasının hemen arkasına, altı katlı olarak yapılmış. Müzenin, yüzüncü kuruluş yıl dönümü olan; 1991 yılında, halkın ziyaretine açılmış. Altı katlı. Dört katı; sergi salonu olarak düzenlenmiş.

Ek bina girişi, yan duvarında: Assos Athena mabedinin ön yüzü; bire bir ölçülerinde canlandırılmış.

Giriş katında:; Çocuk Müzesi ile mimari eserler sergisi bulunuyor. Çocuk Müzesinde: Tunç çağından, Bizans dönemine kadar, yazının icadı, çanak-çömlek yapımı ve kullanımı, paranın icadı gibi tarihte yaşanan ilkleri vurgulayan eserler ve canlandırmalar yer almakta.

Giriş katında; kod farkıyla oluşturulan bölümde

“İstanbul’un çevre kültürleri: Trakya, Bitinya ve Bizans “ sergileme salonları var. Bizans mezar taşlarına bakıp; üzerlerindeki kabartmalardan, kişinin mesleğini çıkarmaya çalışacaksınız. Kılıç yada miğfer; bu askermiş dedirtiyor, tarak yada lir; onun bir kadın olduğunu anlatıyor. Osmanlının mezar taşlarında da; üst kısmı çiçekli ise, adı okunmasa bile, o mezar taşının bir kadına ait olduğu hemen anlaşılıyor. Aslında; aynı topraklardaki kültürler, birbirinin devamı.

Birinci katında

Çağlar boyu İstanbul salonu var. Burada; İstanbul bölümünde: bugünde mevcut olan caddeler yapılırken ya da onarılırken, altından çıkarılan tarihi eserler sergileniyor. Örneğin; Kadıköy-Altıyol onarım kazılarından çıkarılanlar gibi. Sultanahmet Meydanındaki Burmalı Sütunun, Perslerden kazanılan savaş ganimeti silahlardan yapılan üç yılandan birinin başını; bu salonda görmek mümkün. (Bu yılan başları aslında üç tane, diğer biri Londra’da, diğer biri ise, hepten kayıp)

İkinci katında

Çağlar boyu Anadolu ve Truva. Burayı gezerken; Moskova’da Puşkin Müzesinde bulunan Truva Hazinesini düşünmemek elde değil. Alman Schieman; keşke çalmasaydın, burada sergilense idi, diye düşünmemek elde değil. Truva’nın dokuz katının buluntuları arasında: Troyalı kadınların ateşte ısıttıkları taşları, daha sonra yemekleri sıcak tutmak için kullandıkları anlaşılıyor.

Hitit yazıtlarındaki; “Aşk Mektuplarını, evlilik ve ticaret antlaşmalarını “ burada göreceksiniz. Hititlilerle Mısırlılar arasında yapılan; tarihin ilk yazılı antlaşması olan “Kadeş Antlaşmasını” bizzat gözlerinizle görmek, muhteşem bir duygu, bunu tadacaksınız.

Üçüncü katında

Anadolu’nun çevre kültürleri: Kıbrıs, Suriye, Filistin sergi salonları bulunuyor.

Diğer iki kat ise, depo olarak kullanılıyor.

Bahçe ise: yine bir o kadar hazine sunuyor. Küçük çay bahçesinde, sütun başı masalar üzerinde; Helenistik ya da Roma yazıtları arasında, hayatınızın en ilginç çayını içebilirsiniz. Bu arada; antik buluntular üzerindeki yazıları çözmeye çalışarak zamanı en keyifli şekilde geçirebilirsiniz.

ESKİ ŞARK ESERLERİ MÜZESİ

1883 yılında; Osman Hamdi Bey tarafından, Güzel Sanatlar Akademisi olarak yaptırılmış.

1917 yılında ise, Müzeye dönüştürülmüş. Ülkemizin en zengin ve en önemli müzesi.

Zaman içinde; gerek yapısal ve gerekse sergileme bakımından hizmet veremez duruma gelmiş ve onarım ihtiyacı gerekmiş. Bu dönemde: bir bankanın maddi desteğiyle; restorasyon ve yenileme çalışmaları yapılmış. 2000 yılında; modern teşhir yöntemleri uygulanarak, halkın ziyaretine açılmış. Müze: iki katlı.

Anadolu, Mezopotamya, Mısır ve Arap eserlerinin; Kadeş Antlaşmasının, Zincirli Heykelin sergilendiği bu müzede; 75 bin çivi yazılı belgenin bulunduğu; “Tablet Arşivi” ve 20 bine yakın arkeolojik eser bulunmakta. Bu çivi yazılı belge arşivi; dünyada ikinci. Ayrıca: Akad kralı Naramsin Steli de görülmeye değer eserlerden.

1992 yılında, Avrupa’da, 45 müzenin katıldığı yarışmada birinci olarak, Avrupa Konseyi tarafından, “Yılın Müzesi” seçilmiştir.

Arkeoloji müzesinden çıkıp, doğruca yürüdüğünüzde, Gülhane Parkına ulaşacaksınız.

ÇİNİLİ KÖŞK

Buraya; “Sırça saray” da deniliyor. Topkapı Sarayı içindeki köşklerden; Fatih Sultan Mehmet’in 1472 yılında yaptırdığı ve Hazine Dairesiyle bir bütün meydana getiren yapı. Yazlık saray olarak yaptırılmış. Çeşitli onarımlarla şekli bozulmuş. Son onarımıyla beraber, eski biçimine sokulmuş. Köşkün ön cephesinde, 14 sütunlu bir galeri var.

Giriş cephesindeki mozaik çiniler; Selçuklu dönemindeki çinilerin özelliklerini taşıyor. Çini süslemeler, yan cephelerde şeritler halinde uzanıyor. Arkada; sırlı tuğlalarla, çok güzel bir kompozisyon oluşturuyor. Bu çinilerde; daha çok firuze, lacivert, beyaz ve kahverengi kullanılmış.

Beş köşeli odanın, kubbesi motiflerle süslü. Köşk; 1875 yılında: müze haline getirilerek “Müze-i Hümayun “ olarak kullanılmış. 1953 yılında ise; Fatih Müzesi adı altında; Türk ve İslam eserleri sergilenmiş.

Daha sonra ise; Selçuklu ve Osmanlı çini ve keramikleri sergilendiği için; Çinili Köşk Müzesi olarak hizmet vermeye başlamış. 1990-1991 yıllarında yapılan çalışmalarda; çağdaş bir anlayışla yenilenmiş. Daha sonra, 2002 yılında, yine başlatılan onarım çalışmalarının ardından, Haziran 2005 tarihinde, ziyarete açılmış.

SEPETÇİLER KASRI

Sarayburnunda. Kenedy Caddesinde bulunuyor.

1643 yılında; Sultan İbrahim tarafından; Bizans’ın deniz surları önünde yaptırılmış. Topkapı Sarayının dış bahçesindeki ve kıyılarındaki çeşitli; kasır, köşk ve saraylardan, günümüze kadar gelebilen tek yapı olma özelliğini taşıyor.

Yapıldığı dönemde: Topkapı Sarayı sınırları içinde kalıyormuş. Sultan I. Mahmut döneminde (1739) yenilenmiş. Bu kasır; aynı zamanda, Padişahların kayıklarının bağlandığı, Padişahların donanmanın sefere çıkışını ve dönüşünü izledikleri bir yer.

Yapı: cumhuriyet döneminde; askeri ecza deposu olarak kullanılmış. Daha sonra ise, kendi haline terk edilmiş.

1980 yılında, orijinal durumuna sadık kalınarak, Vakıflar Genel Müdürlüğünce restore edilmiş ve Uluslar arası Basın Merkezi olarak kullanılmış.

1998 yılında: Eminönü Vakfı tarafından; kafe ve restoran olarak kullanılmaya başlanmış.

2004 yılında ise; işletme hakları, bir otel şirketine verilmiş. Denizin üzerinde kurulu mekanda: restoran ve bar gibi farklı alanlarda hizmet veriliyor. Yazın boğaz manzaralı terasları, kışın ise şömineli iç mekanları ile güzel zaman geçirmek isteyenler için uygun bir mekan.

Ayrıca: buradaki açık ve kapalı alanlarında; çeşitli toplantılar, lansman ve düğün organizasyonları düzenleniyor. Otele ait tekneler; buradan hareket ederek, Boğaziçi’nde çeşitli organizasyonlarda kullanılıyorlar.