Sarıyer ilçesine bağlı, Boğaziçinde bir semttir. Emirgan ve Rumelihisarı semtleri arasındadır. Kaynağını Levent çiftliğinden alan bir derenin ağzındadır.
Antik dönemde: Kral Barbys’in “Phaidaliae” isimli kızı: burada bulunan bir kayanın üzerinden atlayarak intihar etmiştir. Günümüzdeki Baltalimanı olan bölgedeki bu kayaya ve kayanın çevresindeki yerlere “Sinus Phidailae” deniyordu. Ayrıca yine buraya “Portas Muilerum” (Gynaikon limen yani kadınlar limanı) ismi de veriliyordu.
Adını: Fatih Sultan Mehmet döneminde, Osmanlı donanmasının başında bulunan Kaptan-ı Derya Baltacıoğlu Süleyman’dan almıştır. Çünkü: Baltacıoğlu Süleyman İstanbul’un fethinde gemileriyle büyük katkılar sağlamış ve gemileri hazırladığı liman olan bu bölge, Baltacıoğlu ismiyle anılır olmuştur. Kaptan-ı Derya Süleyman Bey: 70 parça kadırgayı, Baltalimanı deresinden karaya çıkarmış, bir kısmını bugünkü Fenerkapı’dan ve bir kısmını da Sütlüce’den Haliç’e indirmeyi başarmıştır.
Baltaoğlu Süleyman Bey: 1449 yılında Midilli seferinde bulundu ve Callone kalesini aldı. Sultan II. Murat döneminin sonlarında Kaptan-ı Deryalığa atandı. 1451 yılında Fatih’in İstanbul kuşatması sırasında, Bizans’a denizden gelebilecek yardımı önlemek ve Haliç’teki Bizans gemilerini dışarıda bırakmak için, Gelibolu’da hazırlayıp getirdiği donanmayı, günümüzde kendi adıyla anılan Balta limanında tuttu.
Bu kuşatma sırasındaki en büyük başarısı Adaları ele geçirmesiydi. Adaların alınmasından iki gün sonra, 20 Nisan 1453 günü, Bizans’a yardıma gelen dördü Papalığa ait beş Ceneviz ve Rum gemisinin Haliç’e girmesine engel olamadı.
Lodosun ve akıntının yardımı yanında, Sarayburnu ve Tophane arasındaki kalın zincirin Bizanslılarca gevşetilmesiyle gemilerin Haliç’e girmesini önleyemediğini, Galata sırtlarında izleyen ve öfkesinden atını denize süren Fatih tarafından görevden alınarak kara ordusuna geçti. Fetih sırasında, Haliç’e indirilen meşhur yassı tabanlı gemiler burada yapılmıştır.
Takip eden dönemde: Baltalimanı: Reşit Paşa zamanında köşklerin kurulduğu ve Lale Devrinde ise yurt dışından gelen konukların ağırlandığı bir semt olarak öne çıkar.
Sonradan: Baltalimanı ve Emirgan arasında, Reşit Paşa arazisi denen yerde, bir kısım yer ayrılarak “Reşit Paşa” adlı bir mahalle kuruldu.
TABYA
1821 yılında, Sultan II. Mahmut tarafından liman ağzında yaptırılan savunma amaçlı bir tabyadır.
SABUN FABRİKASI
Bu eski sabun fabrikası, faaliyetini uzun süre önce durdurmuş olmasına rağmen, kalıntıları ve yüksek bacası günümüze kadar ulaşmıştır.
BALTALİMANI CAMİSİ-SERHAZİN SÜLEYMAN AĞA CAMİSİ
Emirgan caddesi üzerinde ve deniz tarafında, Baltalimanı deresinin doğu tarafında, ağzındadır. Süleyman Bey: Paşmakçı Şücaeddin Efendiye: kendi adı ile anılacak bu camiyi yaptırmıştır. Paşmakçı Şücaeddin Efendinin mezarı: mihrabın önündedir. Ancak mezar, 1826 yılında Zahire Nazırı Arif Efendi tarafından yaptırılan tadilatta yok edilmiştir. Caminin minberi: Sultan III. Ahmet’in “İmam-ı Sultani Hacı İmam” diye tanınan imamı: Seyyid Mehmet Efendi tarafından yaptırılmıştır.
Caminin namazgah ve çeşmesi ise: Hazerpare Ahmet Paşa tarafından yaptırılmıştır. 1648 yılında yapılan bu inşaat sırasında, bahçede bir de kuyu açtırılmıştır.
Cami: 1826 yılında Zahire Nazırı Arif Efendi tarafından yaptırılan tadilat sonrası günümüzdeki halini almıştır. Caminin kuzey duvarındaki kitabesinde 1826 tarihi yazılıdır. Ancak, 1960 yılındaki onarım sonrasında, cami eski özgün karakterini tamamen kaybetmiştir.
JAPON BAHÇESİ
Bu park alanı, Japonya ile Türkiye arasındaki işbirliği sonucu 2003 yılı Kasım ayında kurulmuştur. 2003 yılında İstanbul ve Japonya’nın Yamaguchi Eyaleti Shimonoseki şehri kardeş şehir olmuştur. Ancak Ertuğrul Fırkateyni kazasının 125 yılında yani 2015 yılında park alanı yeniden restore edilmiştir.
Buradaki park alanında: iki kardeş şehrin sembolü olan Marmara Boğazı ve Shimonoseki Boğazından esinlenilerek yapılan giriş kapısı, Çay odası, Şelale, Gölet, Çardak gibi yerler bulunmaktadır. Bahçenin Japon kültürünü yansıtan iki kapısı, bir çeşmesi ve kuru bahçesi vardır. Bahçe, çok sayıda doğal taştan yapılmış fenerle aydınlatılıyor. Bahçenin çevresi ise, Japon stili bir duvarla çevrilmiştir.
Toplamda, bahçede 4850 ağaç ve bitki bulunmaktadır. Ağaçların bir kısmı Japon kamelyası, Japon kiraz ağacı, Japon Akça ağacı, Japon kayını, Karaçam, Alev ağacıdır. Ama özellikle Sakura yani Japonya’nın simgesi olan kiraz ağaçları ilgi çekmektedir.
Burayı ziyaret ederseniz, Boğaziçi’ne bakan müthiş bir yerde konumlanmış bahçede yürüyüş yapabilirsiniz.
BALTALİMANI SAHİL SARAYI-MEDİHA SULTAN SAHİLHANESİ
Kemik Hastanesinin hemen yan tarafındadır. Kemik hastanesiyle bir bütün teşkil eder.
Yapı: 1840 yılında, Tanzimat döneminin ünlü devlet adamı Mustafa Reşit Paşa tarafından, ünlü mimar Serkis Balyan’a yaptırılmıştır.
Sahilhane: neoklasik üslüpla yapılmış, iki katlı ve kagir bir yapıdır. Geniş bir avlu içindedir ve bahçesinde havuz ve diğer birimler bulunur. Mermer sütunlu ve mermer kaideli bahçe ve sandal girişleri, neoklasik üslubun hissedildiği başlıca yerlerdir. Yapının uzunluğu: doğu-batı yönünde 55 metre, güney-kuzey yönünde ise 42 metredir. Yan cephelerden, masif kolonlarla dışarı taşırılmıştır. Giriş katında 22 oda, 1 büyük orta hol, 12 servis odası bulunur.
İkinci katında: 11 salon, 7 sofa ve 7 servis odası vardır. Giriş katı ortasındaki sofanın duvarları aynalarla kaplanmıştır. Yalının zemin katından, üst kata çıkan üç merdiven vardı. Bu merdivenlerden biri: birinci katın holüne çıkan ana merdiven, ikincisi ana merdivenin sahanlığından havuza inen merdiven, üçüncüsü de servis merdivenidir.
Yalının havuzunun üstü yakın geçmişte kapatılmış ve özelliğini yitirmiştir. Bu havuzun üzerindeki ikinci kat damına kadar yükselen piramidal bir camekanla kapatılmıştır. Günümüzde bu camekanlı bölüm halen mevcuttur. Yalının rıhtımında, açık yüzme havuzu ile kapalı bir deniz hamamı vardı. Bahçesinde bulunan Hünkar Köşkü ile arkasındaki tepenin yamacındaki hamam: önünden geçen yolun genişletilmesi sırasında yıktırıldı.
Buranın en büyük özelliği, geçmişte uğursuzlukları ile bilinmektedir. Çünkü: Osmanlı döneminde, hanedandan dört damadın başını yemiştir. Bu damatlardan biri boğulmuş, biri zindanda ölmüş, biri tifo hastalığından ölmüş ve yalının son damadı Damat Ferit Paşa: Türk tarihine kara bir leke olarak geçmiştir.
Reşit Paşa: 1854 yılında, oğlu Galip Paşayı, Sultan Abdülmecit’in kızı Fatma Sultan ile evlendirdi ve bu sarayı kendilerine tahsis etti. Yeni evli çiftin ilk çocukları olan Cemile, birkaç günlük iken sarayda öldü. Galip Paşa ise, 1858 yılında bir davetten yalısına dönerken kayıktan denize düştü ve boğularak öldü. Paşa ve sadık uşağının birbirlerine sarılmış cesetleri, günler sonra Boğazın uzak bir köşesinde bulundu.
Mustafa Reşit Paşa, Hariciye Nazırlığı sırasında, bu yalıda 3 Ağustos 1838 tarihinde Belçika ve 16 Ağustos 1838 yılında İngiltere ile birer ticaret anlaşması imzaladı.
Rusya ile 1 Mayıs 1849 tarihinde, Eflak-Boğdan Beylikleri hakkında anlaşma imzalandı. Son olarak ise, Osmanlı devletinin mali alanda çöküşüne zemin hazırlayan “Balta-Limanı Ticaret Antlaşması”nı imzaladı. Çünkü Mustafa Reşit Paşa, İngilizlere yakın kişiliğiyle tanınıyordu. Reşit Paşa, Mısır meselesinde İngilizlerin yardımını temin bahanesiyle, Baltalimanı’ndaki yalısında, dört gün süren ve çok gizli tutulan pazarlıklar sonucunda, 16 Ağustos 1838 tarihinde Osmanlı-İngiliz ticaret anlaşmasını imzaladı. Anlaşma, 8 Ekim 1838 tarihinde Kraliçe Victoria ve bir ay sonra da Sultan Mahmut tarafından onaylandı.
Bu anlaşma ile, emperyalistler önündeki engeller kaldırılarak, ekonomik sistemimiz felce uğratıldı. Ayrıca iç ticaret, Osmanlı vatandaşlarına ait olmaktan çıkarılıp istisnasız bir şekilde İngiliz tüccarlarına veriliyordu. Öte yandan, Osmanlı tüccarları bir yerden bir yere mal götürüp satarken yüzde 12 vergi verirken, İngiliz tüccarları yüzde 5 vergi ödeyeceklerdi. Sonuç olarak: Osmanlı hazinesi önemli gelir kaynaklarından mahrum kaldı. Benzer anlaşmalar, Avrupa’nın diğer ülkeleriyle de yapıldı.
Dul kalan Fatma Sultan, altı ay sonra Mabeynci Mehmet Nuri Paşa ile evlendi. Ancak, Nuri Paşa: 1881 yılında Sultan II. Abdülhamit tarafından tutuklattırıldı ve idama mahkum ettirildi. Çünkü amcası Sultan Abdülaziz’in tahttan indirilmesi ve öldürülmesi hadisesine karıştığına inanılıyordu.
Padişah cezayı müebbet hapse çevirdi ve Paşa diğer mahkumlarla (bunlardan birisi de Mithat Paşa) birlikte Arabistan’a sürgün edildi, Taif kalesine kapatıldı ve 9 yıllık zindan hayatı sonunda, 1890 yılında yine orada çıldırarak öldü. Hatta Taif yolunda aklını yitirdiği de söylenmektedir. Sultan II. Abdülhamit’e kin tutan Fatma Sultan, kardeşi V. Murat’ın tahta geçmesi için çalıştı. Fakat casuslar, yazışmaları ele geçirdiler. Fatma Sultan, burada yalıda göz hapsine alındı. Bu arada, Fatma Sultan, 3 çocuğunu da erken yaşta kaybetti. Ve tüm bunlara dayanamayarak, henüz 44 yaşında iken, 1884 yılında öldü ve saray hazineye kaldı.
Bir süre bakımsız kalan yalı, Sultan Abdülmecid’in kızı Mediha Sultan’a tahsis edildi. Mediha Sultan, 1879 yılında Paris Sefareti katibi Sami Paşazade Necip Beyle evlendi ve yeni evli çift, Baltalimanında bulunan sahil sarayında yaşamaya başladı. Bir süre sonra damat Necip Paşa: tifoya yakalandı ve 1885 yılında hastalıktan öldü.
Mediha Sultan, ikinci evliliğini, 1886 yılında Londra Sefareti Katibi Ferit Paşa ile yaptı. Mütarekeden sonraki dönemde (1918-1923) siyasi ve milli mücadele aleyhine olan görüşmeler, hürriyet ve itilaf birliği toplantıları burada düzenlendi. Ayrıca, yine gösteriş düşkünü Damat Ferit Paşa tarafından, yalıda: müzikli davetler, yemekler ve İstanbul’daki üst düzey diplomatların katıldığı toplantılar düzenliyordu.
Damat Ferit Paşa, bu toplantılara, smokin ile katılıyordu. Mediha Sultanı ise, yine bu davetlere dekolte giysilerle katılmaya zorluyordu. O dönem, Damat Ferit Paşa için “alafrangılıkta Frenkleri bile geçmiş” deniyordu. Yalıdaki hayat lüks ve ihtişam içinde olsa da, ülke karanlıktaydı.
Ferit Paşa: 1922 yılında İstanbul şehrinin işgalden kurtulmasından birkaç gün önce: karısı ve karısının ailesini de yanına alıp, bir tekneyle, Avrupa’ya kaçtı ve sürgündeki bir yıllık yaşamın ardından; Türk ordusunun İstanbul’a girdiği gün, yani 6 Ekim 1923 tarihinde Fransa Nice şehrinde hastalıktan öldü. Mediha Sultan: 1928 yılında, Fransa-İtalya sınırındaki Menton kasabasında sona erdi.
Baltalimanında boş kalan saraya ise, devlet el koydu ve içindeki eşyalar ile Damat Ferit Paşanın zengin kütüphanesi: 1925 yılında müzayede ile satıldı. Böylece önemli bir koleksiyon yok edilmiş oldu.
Cumhuriyet döneminde bir süre boş kalan binanın: tavan dokusu, yaldızlı ve işlemeli yüzeyleri harap oldu, sıvaları düştü, sahil ve rıhtım korunakları parçalandı ve salon süsleri bozuldu. Daha sonra, bina: önce Balıkçılık Enstitüsü ve sonrasında ise Harem kısmı 1943 yılında Sağlık Bakanlığına devredildi ve Kemik Hastalıkları Hastanesi oldu. Selamlık kısmı ise, İstanbul Üniversitesi Sosyal tesisleri oldu.
Sahil Sarayının Harem kısmı: 1943 yılında Sağlık Bakanlığına devredilen yapı: 1944 yılında “Kemik ve Mafsal Hastalıkları Hastanesi” olarak hizmete girdi. Ancak 1990’lı yıllarda: fiziki alt yapısı ve teknik donanımların yetersizliği nedeniyle kapatılma tehlikesi yaşandı ve hatta, yapının özel sektöre kiralanması gündeme geldi.
1999 yılında yapı depremde hasar görünce, 2000 yılında Sakıp Sabancının katkılarıyla kapsamlı bir yenilemeye tabi tutuldu ve özellikle tavan işlemeleri, büyük ölçüde orijinal şekline kavuşturuldu. İlkel koşullarda hizmet veren birçok birim ve idari üniteler, iki katlı ve modern geniş yönetim binasının inşasıyla birlikte, buraya taşındı.
Hastanenin poliklinik binası ile yalı arasındaki bahçede: büyük çiçekli bir manolya ağacı anıt gibi durmaktadır. Ağaç kışın yapraklarını dökmez. Parlak yeşil, cilalı yapraklarıyla dikkat çeker. Ancak Mayıs ayında, kreme çalan beyaz büyük ve güzel çiçekleri açmaya başlar. Hastaneyi ziyaret ederseniz, bu asırlık anıt ağacı mutlaka görünüz.
İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ BALTALİMANI SOSYAL TESİSLERİ
1933 yılında, uzun yıllar boş kalan yalı: izbe haldeyken Atatürk tarafından İstanbul Üniversitesine veriliyor.
Sahil Sarayının Selamlık bölümünde bulunan İstanbul Üniversitesi Sosyal Tesislerinde üyelerin yararlandıkları bir restoran bulunuyor. Öğretim üyesi veya öğrenci olmak, girişi engellemiyor. Hatta diğer kamu personeli de girebiliyormuş. Ancak yine öğrendiğime göre, üyelere indirimli hizmet veriliyormuş. Burayı ziyaret ederseniz, bahçedeki çınar ağacını görmenizi öneririm. Bu ağaç 5 metrelik çevresiyle anıt ağaç statüsündedir. Yine bu ağacın yanında bulunan iki at kestanesi ağacı ve Lale ağaçları da asırlık anıt ağaçlardır.
Roma ve Bizans dönemlerinde, Zeytinburnu bölgesinde yoğun bir yerleşim yoktur. Burası bir geçiş güzergahı olarak kullanılmıştır. Via Egnatia yolu, bu bölgeden geçer. Yaklaşık 1120 km uzunluğundaki bu yol, Roma ve Bizans’ın Batı Avrupa’daki hakimiyetinin sembolüydü. Osmanlı idaresinde de, bu önemli güzergah, Balkanlardaki Osmanlı hükümranlığının önemli bir dayanağı oldu.
Bizans döneminde, 5’nci yüzyılda burası gözde bir yaşam merkezi haline gelmiştir. Bu asrın ikinci yarısında, İmparator I. Leon tarafından yaptırılan Panayia Kilisesi ve hemen yanındaki Balıklı Ayazması bunu göstermektedir.
9’ncu yüzyılda, İmparator I. Basileios tarafından yine Balıklı civarında inşa edilen Piyi Sarayı, burayı cazibe merkezi bir muhit haline dönüştürmüştür.
Osmanlı döneminde ise, fethi müteakip Fatih Sultan Mehmet tarafından burada Yedikule Hisarı yaptırılır ve Kazlıçeşme’de tabakhaneler tesis ettirilir. Böylece Zeytinburnu bölgesinin tarihi değişir.
Zeytinburnu: 1949 yılında sanayi bölgesi olarak seçilmiştir. 1950’li yıllarda, burada hızlı şekilde gecekondulaşma başlamıştır. Özellikle: Balkanlardan gelen göçmenler ve Aksaray istimlakında evlerini kaybedenler, buraya gelip yerleştiler. Bu gelişmelerin ardından, 1957 yılında Zeytinburnu ilçe oldu. Zeytinburnu arazisini, batıda Çırpıcı deresi, doğuda ise Zeytinburnu’nu tarihi yarımadadan ayıran kara surları sınırlar.
Kudüslü Papazlar
Fetihten sonra, bu bölgeye “Kudüslü Papazlar” denen bir topluluk yerleşmiştir. Çünkü, şehir fetih edildikten sonra, şehirdeki Rumlar arasında anlaşmazlık çıkar ve bir kısım Rum “Kudüslü Papazlar” adı altında, bu bölgede deniz kıyısına yerleşirler. Buraya yerleşen papazlar, İstanbul içinde kalanlardan daha dindardır. Bir süre sonra, Kudüslü Papazlar, zeytin ve türlü tarım ürünleri yetiştirmeye başladılar. Zeytin yetiştirmeye bile müsait olan iklim, bu yörenin bir dinlenme ve gezinti yeri olmasını sağladı.
Zeytinburnu ismi
“Zeytin” kelimesi, Kudüslü papazların yaşadığı dönemde, ilçenin güneyinde uzanan kıyı şeridinde yetiştirilen zeytin ağaçlarından gelir. “Burun” kelimesi: Marmara Denizi kıyısında, Yedikule ile Bakırköy arasında bulunan ve ilçenin güneyinde denize doğru hafif çıkıntı yapan, küçük burundan gelir. Önceleri “Zeytinli Burun” olarak anılmakta iken zamanla “Zeytinburnu” olarak anılmaya başlanmıştır.
Zeytinburnu Belediyesi çalışmalarını: Kazlıçeşme Abay caddesi üzerinde bulunan ve geçmişte askeri hastane olarak kullanılan tarihi binada sürdürmektedir.
ÇIRPICI ÇAYIRI
Eskilerin kısaca Veli Efendi diye andığı, Hattat Şeyhülislam Veliyüddin Efendinin çiftliği olarak bilinen, günümüzde ise Veliefendi Hipodromunun kuzeyinde, surların dışındadır. Eski İstanbul’un en ünlü mesire yerlerinden birisidir. Çırpıcı Çayırı olarak ünlenen bu yer, kara surlarının dışındadır.
Bu çayırın ortasından akan derenin üstünde, birkaç tarihi köprü vardı. Derenin kenarında, I. Dünya savaşı sırasında Almanlar tarafından açılan artezyen kuyularına, sonraları çevredeki sanayi tesislerine yenileri eklenmiştir. Yani 1945 yılından sonra özellikle çevresinde kurulan sanayi tesisleri yüzünden, mesire alanı olma özelliğini kaybetmiştir.
Çırpıcı çayırının günümüze ulaşan kısımları, 1999 yılından sonra, Belediye tarafından eski hüviyetine uygun şekilde, yeşil alan olarak yeniden düzenlenmiştir.
Harbiye semti ismini: burada 1841 yılında yapılan ve 1853 yılındaki yangında yanan ve ardından tekrar yapılan “Mekteb-i Harbiye” den almıştır. Mekteb-i Harbiye: Sultan II. Mahmut tarafından 1834 yılında kurulmuştur.
Bölgedeki sivil yerleşim: 1870 yılında Beyoğlu yangınından sonra, evsiz kalan gayrimüslimlerin burada inşa edilen kagir binalara taşınmasıyla başlamıştır. Bu dönemde burada yapılan zarif köşkler ve ahşap konaklar ardından yıkılarak günümüzdeki beton yığınları oluşmuştur.
İSTANBUL RADYO EVİ
1930’lu yıllara kadar Elmadağ’a olan kısımda: Pangaltı Ermeni Mezarlığı olarak isimlendirilen büyük bir mezarlık bulunuyormuş. İçinde bir okul ve ahşap Surp Krikor Lusaroviç kilisesinin de bulunduğu mezarlık, 1932 yılında kamulaştırıldı ve mezarlık kaldırıldı.
1949 yılında: Harbiye Orduevinin hemen yanına, 4 katlı “Türkiye Radyo ve Televizyon Binası” yaptırılmıştır. İstanbul Radyo evi: 19 Kasım 1949 tarihinde dönemin cumhurbaşkanı İsmet İnönü tarafından açılarak hizmete girmiştir.
Toplamda 13 stüdyosu bulunan binada, tüm stüdyolar binanın iç kısmına bakacak şekilde konumlandırılmıştır. Tüm bina, içindeki tek seyircili stüdyo olan A Stüdyosu çevresinde yükseliyor. Binadaki bazı stüdyolar: Mesut Cemil, Nida Tüfekçi gibi TRT sanatçılarının isimleriyle anılıyor. Ankara Stüdyolar Dairesinden gelen mühendisler tarafından stüdyonun kullanımına özel hesaplar yapılarak duvarlara ses tutucular yerleştirilmiştir.
Avrupa’da ilk üç içinde olan binada, zamanlama da çok önemli ve bu yüzden özellikle koridorlarda ve stüdyo içlerinde sıkça dijital saatlere rastlanmaktadır. Son aldığım bir habere göre: Radyo evi, TRT tarafından satılacak, Birleşmiş Milletler veya bir otel olarak kullanılacakmış ki, kesinlikle doğru olduğunu düşünmüyorum, çünkü burası anıt niteliğinde bir yapıdır ve gerek binanın ve gerekse TRK mülkiyetinin korunmasının gerekliliğine inanıyorum. Buradan çıkarılan bir sonuç ta; okurların burayı en kısa zamanda ziyaret etmesidir, çünkü yakın zamanda belki de böyle bir imkan bulunmayacaktır.
HARBİYE ASKERİ MÜZESİ
Askeri Müze, ilk kurulduğunda “Aya İrini” de hizmet vermiştir. İstanbul’un fethinden sonra, Aya İrini kilisesi: değerli silah, araç ve gereçlerin toplandığı Cebehane olarak düzenlenmiştir. 1726 yılında Cebehane’deki tüm malzemeler, yeni bir düzen verilerek “Dar-ül Esliha” adıyla yeni bir kuruluşta toplanmıştır.
Aya İrini kilisesinde: 1846 yılında Tophane Müşiri Ahmet Fethi Paşanın girişimleriyle, revakların araları camekanla kapatılarak sergileme mekanları haline dönüştürülmüştür. Bu mekanların bir kısmında eski harp silah, araç ve gereçlerinden oluşan koleksiyonlar, diğer bölümlerinde ise arkeolojik eser koleksiyonları sergilenmiştir. Böylece: Türk müzeciliğinin temeli atılmıştır. Ahmet Fethi Paşanın ardından, Aya İrini’de bulunan bu koleksiyon: ilk defa “Müze” ismini alarak “Müzeyi Hümayun” olarak isimlendirilmiştir.
Ardından koleksiyondaki eser sayısı artınca, arkeolojik eserler, Çinili köşke taşınmış ve bugünkü İstanbul Arkeoloji Müzesinin temeli atılmıştır. 1940 yılına kadar Aya İrini’de faaliyetlerini sürdüren Askeri Müze, II. Dünya savaşının Türkiye’ye sıçrayabileceği düşünülerek bir süre kapatılmıştır. Savaş tehlikesinin ardından ise, 1949 yılında Maçta Silahhanesinde depolanan eserler 1959 yılından itibaren Harbiye Mektebi Jimnastikhanesi binasında yeniden sergilenmeye başlamıştır.
Ancak bu binanın zamanla askeri müze koleksiyonları için yetersiz kalması üzerine: 1966 yılından itibaren restorasyon çalışmaları sürdürülen eski Harbiye binasının Askeri Müze olarak kullanılmasına karar verilmiş ve 10 Şubat 1993 tarihinde yapılan düzenlemenin ardından ziyarete açılmıştır. Müze ve Kültür Merkezi olarak kullanılan yapı: 1966-1991 yılları arasında Prof. Dr. Nezih Eldem tarafından düzenlenmiştir.
Müze binası
Müzenin bulunduğu binada: daha önce “Mekteb-i Harbiye” bulunuyordu. Bina: 1864 yılında Sultan II. Abdülhamit tarafından yaptırılmıştır. Mekteb-i Harbiye’nin en ünlü öğrencisi 1899-1905 yılları arasında burada okuyan “Mustafa Kemal Atatürk” tür ve okuduğu sınıf: orijinal haliyle korunmaktadır. Burada: Atatürk’ün okul fotoğrafları ve belgeleri sergilenmektedir.
Harbiye Mektebi: I. Dünya savaşının sonuna kadar eğitimi sürdürdü. Bu yıllarda öğrencilerin büyük bölümü “Milli Mücadele” ye katılmak için Anadolu’ya geçtiğinden kapandı ve 1923 yılında yeniden açıldı. Cumhuriyetin ilanından sonra, Harbiye, 1936 yılında Ankara’ya taşındı ve müzenin bulunduğu bina, bir süre çeşitli askeri birlikler tarafından karargah olarak kullanıldı. 1966 yılında ise, binanın tarihi ve mimari özellikleri korunarak bir askeri müzeye dönüştürülmesine karar verildi. 1993 yılında, Askeri Müze, burada ziyarete açıldı.
Müze koleksiyonları
Müzede zengin bir silah ve zırh koleksiyonu vardır. Müzenin koleksiyonundaki eser sayısı 55.000 civarında olup bunlardan 5.000 tanesi sergilenmektedir. Bunlar: dönemlerine ve konularına göre tasnif edilmiş ve gayet güzel bir şekilde sergilenmektedir.
Özellikle görmenizi önereceğim parçalar şunlardır: Kanuni Sultan Süleyman ve Yavuz Sultan Selim tarafından kullanılan kılıçlar, 1526 yılında Mohaç Savaşında yeniçerilerin kullandıkları davullar (timbal), Fatih Sultan Mehmet’in 1473 yılında yendiği Uzun Hasan’a ait zırh koleksiyonu, Jön Türklerden Talat Paşanın 1921 yılında öldürüldüğünde üzerinde bulunan kanlı gömlek, Sadrazam Mahmut Şevket Paşanın 1913 yılında öldürüldüğü arabası, Fatih’in İstanbul’u fethi sırasında, gemileri Haliç’e indirmesini gösteren maket, canlandırma sahneleri ve modeller ile, gemilerin Haliç’e indirilmesini önlemek için Sarayburnu-Kadıköy arasında gerilen zincirin bir parçası, Osmanlı padişahlarının savaşlarda kullandıkları muhteşem işlemeli otağlardır.
Müzede dikkati çekecek tablolar bulunuyor. Bunların çoğunluğu Harp Okulu öğrencileri tarafından yapılmıştır. Ayrıca yabancı konuklar tarafından, devlet başkanlarına ve komutanlara hediye edilen eserler de burada sergileniyor. Kara Harp Okulundaki spor faaliyetlerinde kazanılar kupalar da sergilenen objeler arasındadır. Özellikle kazanılan ilk basketbol kupası ilgi çekiyor.
Müzenin Atatürk Salonunda, her gün “Mehter” in tarihçesinin anlatıldığı bir multivizyon gösterisi düzenlenir ve ardından saat: 15.00-16.00 arasında dünyanın en eski bandosu olan Mehter Takımı Konseri yapılır.
Müzenin salonlara göre yerleşim durumu
Giriş Salonu: burada sitenin maketi ve müze koleksiyonundan seçme bazı objelerin bulunduğu “Tanıtım Vitrini” bulunmaktadır.
Tanıtım Salonu: Burada: müzenin tarihi: 1846 yılından günümüze kadar olan süreç, çeşitli fotoğraflar ve belgelerle anlatılmaktadır.
Atıcı Silahlar Salonu: Bu salonda: okçuluk ve ok ile ilgili objeler sergilenmektedir. 17 ile 19’ncu yüzyıllar arasından kalan, Osmanlı yay ve okları, muhafazaları, hedefleri, yay germe araçları, ok yatakları, yayı gererken parmağa takılan objeler sergilenmektedir.
Binicilik Salonu: 19 ile 20’nci yüzyıllara ait, binicilikle ilgili malzemeler sergilenmektedir. Eyerler arasında: Türk, Alman ve İngiliz tipi eyerler görülebilir.
Fatih ve Yavuz Köşesi: Fatih Sultan Mehmet ve Yavuz Sultan Selim’in atlı mankenleri ve İstanbul’un fethinde Osmanlı gemilerinin karadan Haliç’e indirilmesini gösteren panoramik maket görülür. Ayrıca: Ateşli Silahlar Salonu, Top maketleri ve küçük çaplı top teşhir salonu, Somali-Bosna-Kosova iç güvenlik salonu, Askeri kıyafetler salonu, Bayrak ve sancaklar salonu, Çadırlar salonu, Şehitler galerisi, Meşrutiyet Salonu, I. Dünya savaşı salonu, Çanakkale savaşı salonu, Kurtuluş Savaşı Salonu olmak üzere, toplam 28 salon bulunmaktadır.
Hasan Rıza
Askeri Müzede: savaş sahnelerinin bulunduğu çok sayıda tablo bulunmaktadır. Ama bunlardan en ilgi çekenleri: Hasan Rıza tarafından yapılmış 1526 yılı Mohaç Savaşı ve 1529 yılı Viyana kuşatması tablolarıdır. Ayrıca: 1899 yılında, tarih kitaplarında sıkça karşılaşılan, Fatih Sultan Mehmet’in Topkapı’dan İstanbul’a girişinin betimlendiği tabloda: Fatih’in bindiği kıratın hemen yanında, elinde tüfek olan yeniçeri muhafızı ise tabloyu yapan ressam Hasan Rıza’dır. Bu tabloda kendini resmederek gösterdiği espri anlayışı, Hasan Rızanın son derece renkli kişiliğinin de yansımasıdır.
Bunları yapan Hasan Rıza: Üsküdar doğumludur, Deniz Harp Okulunda okurken: son sınıfta okuldan gönüllü olarak ayrılmış ve 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşına katılmıştır. Er olarak Rus sınırındaki bir alaya gönderilen ressama, savaşı yakından izleyip resimlemekle görevli İtalyan bir gazetecinin muhafızlığını yapması görevi verilir. Gazeteciden çok etkilenen Hasan Rıza, bir gün yaşlı gazetecinin kara kalem portresini yapıp kendisine gösterir.
İtalyan gazeteci çok şaşırır ve aralarında başlayan dostluk, savaş sonrasında da devam eder. Savaştan sonra, Heybeliada’daki okuluna dönen Hasan Rıza, aynı adada yaşamakta olan İtalyan gazeteciyi sık sık ziyaret ederek resim konusundaki bilgisini arttırır. Ardından İtalyan gazetecinin teşvikiyle İtalya’ya gider. 10 yıl süresince, çeşitli resim atölyelerinde eğitim görür. Sonra Mısır’a geçer ve orada da 2 yıl eğitim görür. Ardından Türkiye’ye döner ve kendisini tamamen resme verebilmek için, Edirne Karaağaç’ta bir atölye kurar.
Ünlü kişilerin portrelerini ve tarihi olayları anlatan tablolarının çoğunu, Karaağaç’taki sakin ortamda resmeder. Özellikle, Osmanlı tarihindeki önemli olay ve savaşları betimlediği tablolardan oluşan bir seri yapmak için kolları sıvar. Konusunu tarihten alan çok sayıda tablo, kısa sürede ustalıkla tamamlanır. Ancak bu seriden günümüze çok az sayıda tablo ulaşabilmiştir.
1’nci Balkan savaşı sırasında, 1912 yılında Edirne Hastanesinde çalışmıştır. Bulgarlar, Edirne şehrine girdiklerinde, eserlerini kurtarabilmek için evine dönmeye çalışırken öldürülmüştür. Ardından atölyesindeki resimlerin bir kısmı parçalanır ve yağmalanır. Bazıları Sofya’ya götürülür. Daha sonra birkaç eseri Viyana Müzesinde ortaya çıkar. Kurtulabilen eserlerinin bazıları İstanbul’a getirilir. Günümüze kadar ulaşan eserlerinden bazıları “Viyana Müzesi” nde sergilenmektedir.
NOTRE DAME DE SİON
Radyo evinin karşısındadır.
7 Ekim 1856 tarihinde, İstanbul’a gelen 11 rahibe: Pangaltı semtinde, adını yanında bulunan kiliseden alan ve o güne kadar “Filles de la Charite” ler tarafından idare edilen “Maison du Saint-Esprit” adlı yatılı okulun yönetimini devralmış ve böylece 27 Kasım 1856 tarihinde, Notre Dame de Sion yatılı okulu: ülkemizde resmen açılan ilk kız lisesi olmuştur. Adının anlamı “Sion’un Meryemi” dir.
Önceleri sadece yatılı Hıristiyan öğrenciler kabul edilmiş bir dönem sonra ise Yahudi öğrenciler de alınmaya başlamıştır. 1863 yılında ise İmparatorluğun önde gelenlerinin teklifi sonucu, Padişahın onayı ile Müslüman kız öğrenciler de alınmaya başlamıştır. Böylece: farklı dinlerden ve ortamlardan gelen öğrenciler, bir çatı altında başkalarına saygı, farklılıklara açık olmayı ve hoşgörüyü öğrenmişlerdir.
1’nci Dünya savaşı sırasında, Fransız rahibelerin ülkeyi terk etmeleri üzerine okul kapanmış, önce Mühendislik okulu ve daha sonra ise rahibelerin çalıştığı bir hastane olarak kullanılmıştır. 1919 yılında tekrar açılan okul, Cumhuriyetin kurulmasıyla Türk Milli Eğitim Bakanlığına bağlanmıştır.
Atatürk’ün 3 manevi kızı (Rukiye, Nebile, Afet) da burada eğitim görmüştür. Küçük yaşta anne ve babasını kaybeden Çalıkuşu romanındaki Feride de burada okumuştur.
Zamanla toplumun tüm kesimlerinden, gündüzlü öğrenciler de kabul edilmeye başlamıştır. İlkokul bölümü 1971 yılında, yatılı kısmı 1972 yılında kapanmıştır. Rahibeler görevlerine devam etmesine rağmen, okula 1989 yılında laik bir müdür getirilmiştir. 1996-1997 öğretim yılında ise, 140 yıl Kız Lisesi olarak eğitim veren okul, karma eğitime geçmiş ve erkek öğrenciler kabul edilmeye başlanmıştır.
Gelelim günümüze, çok güzel mimarisi bulunan okulun, muhteşem bir de konser salonu bulunuyor. Burada birçok klasik müzik konseri düzenleniyor.
St Esprit kilisesi-Katedrali
İstanbul’da Latin cemaatinin en önemli yapısı, okulun hemen arkasında, Türk dostu olması nedeniyle “Papa Roncali” isim verilen sokaktaki “St Espirit Kilisesi”; 1845 yılında: İstanbul şehrinde Papa’nın temsilcisi olan Hillereau tarafından İtalyan mimar Guiseppe Fossati tarafından yapılmıştır. Mimar Fossati: başta Rus elçiliği olmak üzere, Hollanda Konsolosluğu ve Galata’da bulunan San Paulo Pietro Kilisesinin de bulunduğu pek çok bina inşa etmiştir.
O yıllarda bu bölgede: 1837 yılında inşa edilen Ermeni Katolik Surp Agop Hastanesi, 1838 yılında inşa edilen Artigiana Düşkünler Evi bulunuyordu ve kilise, bölgenin üçüncü önemli yapısı oldu. Kilisenin buraya gelmesiyle, cemaat de çevresine toplanmaya başladı. Yani: St Esprit kilisesi, Taksim’in ötesinin yerleşime açılmasında önemli rol oynadı. Ama öncesinde, kiliseyi yaptıran ruhani lider Hillerau: ıssız bir yerde kilise kurdurmak istemesi nedeniyle eleştirilmişti.
Cephesi: Norte Dame ve Sion Fransız Lisesi tarafından kapatılmıştır. Çünkü ilk yapılan bina kompleksinin papaz semineri için tasarlanmış kısmı, günümüzde Notre Dame de Sion Lisesi olarak kullanılmaktadır.
Kilisenin en etkileyici bölümü, kilise yaptırılırken: Saint Esprit’e inananların defni için bir de yer altı mezarlığı hazırlanmıştır. 1927 yılına kadar defin işlemleri sürdürülen yer altı mezarlığında, Osmanlı Sarayının ünlü müzisyeni ve aynı zamanda Mızıka-yı Hümayun kurucusu Giuseppe Donizetti’nin ve kilisenin kurucusu Hillereau ve İstanbul Latin cemaatinin pek çok üyesinin mezarları bulunmaktadır.
Mezarlığa gitmek için, önce karanlık koridorlardan geçerek aşağıya inmek gerekiyor. Bu koridorlar, sonsuza dek bitmeyecek, dünya böyle dar ve uzun yollardan ibaret kalacak gibi iken, karşıya bir kapı çıkar. Arkasından: havaya: neme ve çürümüşlüğe benzeyen bir koku karışır. Sağ bölümde: mermer bir katafalk üzerinde bir büst görülür. Bu mermer büst: boş gözlerle, ölülerin arkalarında bıraktıklarını ve varlıklarını kazımak için hayata kazımaya çalıştıkları izleri seyrediyor gibidir. Altında “Francesco Della Suda” yazılıdır.
Diğer ismi Faik Paşa olan bu kişi: Sultan Abdülaziz döneminin ünlü eczacısıdır. Bugünkü İstiklal caddesinin birkaç yerinde eczaneleri vardı. Paşanın büstünün hemen çaprazında: Cenova kökenli Parma ailesinin aile mezarlığı vardır. Yukarıda söz ettiğim gibi, Donizetti Paşa’da burada gömülüdür ve katafalkının önünde portresi durur. Mezarlıkta: St Esprit’in kurucusu Hillereau ve 40 kadar rahibenin mezarları da bulunuyor.
Ancak depremlerde yıkılan orijinal yapı, 1864 yılındaki depremde çatısı adeta yıkılacak gibi çatırdayınca kilisenin tekrar yapılmasına karar verildi. Bu kez mimar Pierre Vitalis idi. Ancak bu inşa döneminde kolera salgını başladı ve mimar Vitalis, hastalıktan korkarak Büyük Ada’ya kaçtı. Bunun üstüne, binanın mimarlığı da papaz Antoine Giorgiovitc’e kaldı. Bitirilen kilise, 1876 yılında katedral ilan edilerek ibadete açıldı.
1922 yılında, İtalya’daki Fermo şehrinde dökülmüş 3 yeni çan eklendi. 1980 yılında, kilisenin içindeki bütün resimler yenilendi.
Barok üslubuna yakın özellikler gösteren yapı, üç nefli, dikdörtgen bazilikal planlı yapı: beşik çatı ile örtülüdür. Kilisenin ana girişindeki iki sütun, orgun bulunduğu galeriyi taşır. Altı sütundan oluşan, iki diziyle, mekan üçe ayrılır. Sağdaki, dördüncü sütun üzerinde vaaz kürsüsü bulunur. Sağdaki nef “Altınağızlı Aziz Hrisostomos” a adanmıştır. Vaftiz Şapeli de, buradadır. Sunak bölümü, son derece görkemlidir.
Batı cephesinin iç kısmında Papa XVI. Benedictus’un İstanbul ziyareti içi hazırlanan madalyonun çok büyük boyutlarda bir kopyası, hatıra levhası olarak yerleştirilmiştir.
Kilisenin avlusunda: barışçıl olarak bilinen Papa XV. Benedictus heykeli bulunmaktadır. Heykelin kaidesi Medici ve heykelin kendisi Quattrini tarafından yapılmıştır. Üzerinde makamının kıyafetleri olan Papa, sol elinde adil barışı simgeleyen bir kağıt rulosu tutmaktadır. Sağ elini ise, kutsamak için kalabalıklara uzatmıştır. Heykelin açılışına 1921 yılında Şehzade Abdülmecit’de katılmıştır.
Okulun arkasında ise Vatikan Konsolosluğu bulunur. Zaten uzun süre bakımsız kalan kilise, Vatikan temsilcisi Marovitch’in üstün çabaları sonucu temizlenmiştir.
Notre Dame de Sion Şapeli
Bu küçük kilise yani şapel: 1856 yılında kurulan okulun iç avlusunda, 1905 yılında inşa edilmiştir. Çünkü eskiden okulda öğretim elemanı ve görevli olarak çok sayıda rahibe bulunuyordu. Şapel, bu rahibeler ve okuldaki Hıristiyan öğrencilerin ibadet etmesi için yapılmıştır. Ancak rahibeler ve Hıristiyan öğrencilerin sayısı azalınca, şapel atıl kalmış ve 20 yıl önce kapatılmıştır.
Okulunun kuruluşunun 150’nci yılına denk gelen 2009 yılında restore edilmiştir. 20 yıldır kaderine terk edilmiş yapı onarıldı, salon ve sahne düzenlendi, sonra tavana geçildi, gotik tarzın zarif örneklerinden biri olan tavanı, ikinci bir sahne olarak kullanılması düşünüldü. Bunun için de tavanı rengarenk led ışıklandırmayla donatıldı.
Böylece, ortaya Türkiye’de türünün tek örneği olan bir dekorasyon çıktı. Günümüzde 150 yıllık bu şapel: 558 kişi kapasiteli konser ve tiyatro salonu olarak kullanılmaktadır. Burada düzenlenen konserlere, özellikle İstanbul’da yaşayan yabancılar rağbet etmektedir.
İSTANBUL HİLTON OTELİ
1955 yılında açılmıştır. İstanbul ve Türkiye’nin ilk 5 yıldızlı otelidir. Şehrin ana yerleşimini belirleyen Prost planına göre, park olarak belirlenen alana yapılmıştır. Otel Emekli Sandığı tarafından, Amerikalı bir mimarlar gurubunun Sedad Hakkı Eldem kontrolünde hazırladığı tasarıma göre yapılmıştır. Dikdörtgen prizması şeklindeki otelin boyutları, 21 x 100 metredir.
Çevresi boş olması nedeniyle adeta şehri ve boğazı kucaklayan konumdadır. Otel, yapımının ardından büyük ilgi görmüş ve birkaç yıl sonra genişletilerek kullanılmaya başlamıştır. İlk önce 278 odası bulunurken bu genişletmenin ardından 1966 yılında otele 150 oda daha eklenmiştir. Günümüzde oda sayısı 499 adettir.
Otelin yapımıyla ilgili bir söylentiden söz etmek istiyorum. II. Dünya savaşında, savaştan kaçarak İstanbul’a sığınan Macar güzeli Zsa Zsa Gabor: büyük bir İstanbul hayranı olarak 1942 yılında evlendiği Conrad Hilton’a şehri anlatmış ve o dönemde pek popüler olmayan, Avrupa şehirleri dururken İstanbul şehrine Hilton oteli açılmıştır. Yani, buraya Hilton otelinin açılması, bir aşkın eseridir. İstanbul Hilton, Hilton oteller zincirinin Amerika dışında dünyadaki 3’ncü otelidir.
CEMİL TOPUZLU AÇIK HAVA TİYATROSU
Harbiye semtinde, Dolmabahçe vadisinde, İstanbul Hilton oteliyle Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Sarayı arasındadır. Şehircilik uzmanı Henry Prost’un 1930’larda yaptığı şehircilik imar planında yer almıştır. 1946-1947 yılları arasında inşa edilmiştir. Mimarlar Nihat Yücel ve Nahit Uysal’dır. Vali ve Belediye Başkanı Lütfi Kırdar tarafından temeli atılmıştır. Tiyatro ismini: 1912-1920 yılları arasında İstanbul Belediye Başkanlığı yapmış ve daha da önemlisi Türkiye’de modern cerrahinin ve Tıp Fakültesinin kurucusu olan Cemiz Topuzlu’dan alır.
Tiyatroya bu isim, 1958 yılında verilmiştir. Tüm eksiklikleri tamamlanarak, 1950 yılında hizmete girmiştir. Cephe kaplamaları için: küfeki ve Uzunköprü taşı karıştırılarak renk nüansı sağlanmıştır. Döşemeleri Uzunköprü taşından yapılmıştır. Sahne 200-300 sanatçının serbest hareket edebileceği kadar büyüktür. Geçit ve kapılar, sahnenin birden boşalmasını sağlayacak şekilde düzenlenmiştir.
Açık hava tiyatrosu, yaklaşık 4000 seyirci kapasitelidir ve İstanbul şehrinin en büyük açık hava tiyatrosudur. Ancak burada genellikle konserler düzenlenir. Gelelim tiyatro hakkındaki son duyumlara: bir dönem, tiyatronun üstünün açılır kapanır tavan yapılacağı söyleniyordu. Hatta: 2020 Olimpiyat oyunlarına aday olan İstanbul şehrini incelemeye gelen Olimpiyat uzmanları, burayı gördüklerinde çok beğenirler ve üstünün kapatılması durumunda, halter yarışmalarının burada yapılabileceğini bildirirler.
Hemen ardından, buranın yıkılıp yeniden yapılması için tüm izinler alınır. 2012 yılından sonra aradan 4 yıl geçince, Olimpiyat olasılığı da kalmamasına rağmen, buranın tamamen yıkılacağı ve yerine daha modern ve 7000 seyirci kapasiteli bir salon yapılacağı söyleniyor. Elbette: zaman içinde hasar gören, kullanımı zor ve tehlikeli hale gelen, yetersiz kalan tesislerin yıkılıp yenilerinin yapılması olağandır ama bence, burası yıkılmamalı, sadece onarım yapılarak kullanım sıkıntısı yaşanan yerleri yenilenmeli, kapalı bir salon yapılmak isteniyorsa, şehrin başka bir yerine yapılmalıdır. Evet, sizler gidip burayı gördüğünüzde, hangi görüşü destekleyecek gözle bakacaksınız bilmiyorum, ama bir ihtimal, yıkılıp yerine başka bir tesis kurulursa, işte bu sorunun cevabı çok net değil?
LÜTFİ KIRDAR KONGRE VE SERGİ SARAYI
Prost planı uyarınca: kapalı salon, spor karşılaşmaları ve açılacak sergiler için yaptırılan Spor ve Sergi Sarayı olarak planlanmış ve 1948 yılında Vietti Violi, Şinasi Şahingiray ve Fazıl Aysu tarafından hazırlanan projeye göre yapılmıştır.
7000 seyirci kapasiteli salon: uzun yıllar boyunca İstanbul halkına konser, sergi ve sempozyumların düzenlenmesinde hizmet etmiş ve ardından: 1995-1996 yılları arasında yenilenerek “Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Sarayı” olarak hizmete açılmıştır. Lütfi Kırdar: 1940’lı yıllarda İstanbul Vali ve Belediye Başkanıdır. Yeni düzenlenen kongre merkezi: Haziran 1996 tarihindeki “Habitat II Konferansı” ile hizmete açılmıştır. 3 binadan oluşmaktadır.
Ana Bina: Toplam 45 salonun, 27 tanesi buradadır. Birçok farklı organizasyon için tasarlanmış, farklı kapasitedeki salonları, geniş ve gün ışığı alan fuayesi, son teknolojiye sahip teknik donanımı ile her türlü ihtiyacı ve talebi karşılayacak kapasitededir. 20.000 kişiye kadar olan organizasyonlarda, beş yıldızlı yiyecek ve içecek hizmetini, uluslar arası standartlarda vermektedir. İstanbul’un en gözde mutfağına sahip olan A la Carte restoranı, Boğaziçi Borsa Restoranı da buradadır.
Rumeli Binası: İki kattan oluşur, 7000 metre karelik toplam alanı, gün ışığı alan fuayeleri, bölünebilir salonları ve kendine ait girişi ile tek başına ya da Ana bina ile birlikte kullanılmaktadır. Burası daha çok bir fuar ve sergi mekanı olarak kullanılmaktadır. Tek başına kullanılacağı gibi, Ana bina ile birlikte de ikinci bir girişle bağlandığı için kullanılabilir. 2000 yılında hizmete giren burası, İstanbul’un en büyük balo salonu unvanına sahiptir.
Maçka Terası: İstanbul’un benzersiz boğaz manzarasına ek olarak, seçkin menü seçenekleri ile akşam yemekleri, kokteyller, düğünler ve diğer açık hava etkinlikleri için ideal ortam sunar.
Günümüzde, boğaz manzaralı ve gün ışığı alan salonları, İstanbul’un şık restoranlarının, lüks mağazalarının ve modanın kesiştiği noktadaki konumu ile kongrelerden fuarlara, konserlerden sergilere, her çeşit etkinliğe ev sahipliği yapabilecek kapasitededir.
Son bir not: İstanbul Lütfi Kırdar Uluslar arası Kongre ve Sergi Sarayı: dünyada sadece 28 kongre merkezinin sahip olduğu “AIPC Kalite Standartları Ödülü”nü 2015 yılında kazandı. Bu ödüle layık görülen, ülkemizdeki tek kongre merkezidir. Bağımsız denetim tarafından incelenen saray: müşteri hizmetleri, tesislerin kalitesi, koruma ve güvenlik gibi toplam 10 farklı kategoride yer alan standartlarını, sertifika ile tescillendirerek bu ödülü almaya hak kazandı.
İSTANBUL KONGRE MERKEZİ-ICC
Eski Harbiye Tiyatrosu ile Cemil Topuzlu Açık Hava Tiyatrosunun arasındaki bölgeden geçen Taşocağı caddesinin yer altına alınmasıyla kazanılan geniş alanda: önemli bir kısmı yer altında bulunan kongre merkezi, 2009 yılında hizmete girmiştir.
8 katlı merkezde: uluslar arası kongre, etkinlik, sergi, zirve, toplantı ve gösteriler düzenlenmektedir. Binada 3500 kişilik çok amaçlı kongre salonu ile birlikte, 15 tane farklı büyüklükte toplantı salonu, çeviri kabinleri, canlı yayın odaları, ışık ve ses odaları, çok sayıda ofis, yeme içme alanları, mutfaklar, baskı merkezleri, sağlık merkezleri, basın ve halkla ilişkiler odaları ve sanatçı odaları bulunur. Bu yapı nedeniyle, Açık Hava Tiyatrosunun önünde bulunan alan, araç trafiğine kapatılarak yayalaştırılmıştır. Burada 485 metre tünel ve 772 metre servis yolu yapılmıştır.
CEMAL REŞİT REY KONSER SALONU-CRR
Cemal Reşit Rey: çok sesli müziğin öncülerindendir. Besteciliği yanında eğitimci, piyanist, orkestra yöneticisi ve İstanbul Şehir Orkestralarının kurucusu olarak Türk müzik tarihine geçmiştir. Halk türküleri ve oyun havalarını armonize ederek, ilk çok seslilik örneklerini sunmuştur. 1982 yılında “Devlet Sanatçısı” unvanını alan Rey, 1985 yılında ölümüne kadar İstanbul Devlet Konservatuvarında kompozisyon öğretmenliği yapmıştır.
Gelelim konser salonuna:
İstanbul şehrinde, özellikle konserler için tasarlanmış ilk yapıdır. İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından yaptırılmış ve 1989 yılında hizmete açılmıştır. Giriş ve üst fuayenin oditoryumundaki ahşap kaplamalarda, cephe vitraylarında, asma tavanda, ana merdiven korkuluklarında, fuaye aplikleri ve benzer alanlarda, 13’ncü yüzyıl Selçuklu bezeme sanatından esinlenilerek geometrik desenler kullanılmıştır.
915 kişilik seyirci kapasitesiyle İstanbul’un klasik müzik anlamında tek konser salonudur. Sahne: 17 x 7 metre boyutlarındadır. Sahnenin önünde, orkestra çukuru bulunmaktadır. Akustiği, modern teknik donanımları ile konserler ve çeşitli kültür sanat etkinliklerine ev sahipliği yapmaktadır.
HARBİYE ORDUEVİ
Hilton ve Harbiye Askeri Müzesinin yakınındadır. İstanbul’da bulunan orduevlerinden en büyük olanıdır. Harbiye Orduevi: daha önce bu yakınlarda bulunan eski Mekteb-i Harbiye binasının bir bölümünde hizmet veriyordu. Bu binanın yapılmasıyla Mekteb-i Harbiye binası, Askeri Müze olarak kullanılmaya başlanmıştır.
Mevcut bina, 1981 yılında tamamlanmıştır ve 21 katlıdır. Buradan prosedür gereği sadece subaylar, emekli subaylar ve aileleri yararlanmaktadır. Çünkü: bu durum her ne kadar bazı çevreler tarafından tenkit edilse de, unutulmamalıdır ki, buranın belli bir kapasitesi vardır ve bu kapasite zaten genellikle yeterli olmamaktadır. Ben bir askeri şahıs olarak, birkaç kez burada kalmak üzere müracaat ettiğimde “yer yok” kelimesini sık duydum.
Bunun bir sebebi de burada: dış ülkelerden gelen askeri heyetlerin kalmasıdır. Yani: Nijerya, Gana, Mozambik ordusu askeri şahısları ülkemizi ziyarete geldiklerinde, burada misafir edilmektedirler. Çünkü, burası gerçekten güzel ve modern bir tesistir ve özellikle boğaz manzarası her şeyden güzeldir. Fiyatlar ise, bazı çevrelerin dillendirdiği kadar ucuz değildir. Çünkü bir süre önce orduevlerinden askerlerin büyük bölümünün çekilmesi nedeniyle kadrolar sivil personelle doldurulmuş ve orduevlerinin tüm giderlerinin kendileri tarafından karşılanmasıyla ilgili sisteme geçilmiştir ve böylece bu giderlerin tümü, burada verilen hizmetlere yansıtılmaktadır, yani fiyatlar söylenildiği kadar ucuz değildir.
Son bir not: Burası gerçekten çok güzel ve dışarıdan görenler tarafından imreniliyor ve hatta kıskanılıyor. Ama unutmamak gerekir ki burada kalan insanların birçoğu, buraya gelmeden önce ülkemizin birçok mahrumiyet yerinde, hatta imrenenlerin haritada yerini gösteremeyeceği yerlerde görev yapmışlar, yaşamışlar ve hatta aileleri, çocukları da yaşamıştır, yani burası o kişilere bir hak olarak değerlendirilmelidir.
MAÇKA SEMTİ
Maçka, İstanbul’un nezih semtlerinden biridir. Nişantaşı-Teşvikiye hattının ucunda, Dolmabahçe Sarayının üst kısmına gelen tepededir. Maçka isminin, Rumcada “Matsouka” dan geldiği düşünülür. Bu kelime, Latince “Maxuca” yani “kalın sopa” demektir ve Rumcaya çevrilmiştir.
Semtin ismine ait bir diğer söylentiye göre ise, buradaki Nişantaşı ile ilgili olan “Maçugah” ın Nişantası kelimesinden geldiğidir. Semtin isminin Maçka olmasının bir diğer sebebi ise: Trabzon’un fethinden sonra Fatih Sultan Mehmet tarafından, Trabzon şehir merkezindeki halkın büyük bölümü buraya yerleştirilmiştir.
Maçka Parkı:
Parkın resmi ismi “Maçka Demokrasi Parkı” dır. Park: Dolmabahçe-Maçka-Nişantaşı-Harbiye arasında geniş bir bölgeye yayılmıştır. Özellikle hafta sonlarında şehir kalabalığından kaçmak isteyenler tarafından tercih edilmektedir. Parkın içinde: kafeler, süs havuzu ve spor alanları ile çocuk oyun alanları vardır. Ayrıca yine park alanı içinde: Maçka-Taşkışla teleferik hattı ve Küçükçiftlik parkı bulunmaktadır.
Maçka teleferiği
1993 yılında hizmete giren teleferik hattı: Taşkışla ve Maçka arasında hizmet vermektedir. Demokrasi parkı ve Beyoğlu evlendirme dairesinin üstünden geçer. Hat uzunluğu 347 metredir. 2 istasyon vardır. Sefer süresi 3.5 dakikadır. Teleferiği kullanırsanız, İstanbul’un güzel manzarasını izleyebilirsiniz.
Küçükçiftlik Parkı:
Burada ünlü sanatçılar konser veriyorlar.
Maçka Palas
Maçka caddesindedir.
Yapı: 1922 yılında Osmanlı imparatorluğunda demir yolu müteahhitliği yapan Vincenzo Calvano tarafından, İtalyan mimar Giulio Mongeri’ye yanan Münire Sultan Sarayı’nın yerine yaptırılmıştır. Söylentilere göre: Calvano: Edirne’de çalıştığı sırada bir kömür madeni bulur. Buradan çıkardığı kömürleri, işgal yıllarında İtalyan gemilerine satar ve çuvallarla altın kazanır ve bu binayı, o para ile yaptırır. Burayı seçmesinin en büyük sebebi: o yıllarda tam karşıda inşa edilmekte olan İtalyan Büyükelçilik binasıdır.
Çünkü bu binanın yapılış amacı: İtalyan elçiliğinde çalışanlara kiralamaktır. Ancak İtalyan elçiliğinin Ankara’ya taşınmasıyla birlikte bu plan uygulanamamıştır. İtalyan elçiliği olarak kullanılan bina, günümüzde Maçka Teknik ve Endüstri Meslek Lisesi olarak kullanılmaktadır. Calvano: bulduğu yaratıcı yöntemlerle, inşaatı çok hızlandırır ve binayı çok kısa sürede (11 ay) 1922 yılında bitirir. Burada kalan ünlü kişiler arasında: eski Cumhurbaşkanı Celal Bayar, romancı Kerime Nadir, Galatasaray kalecisi Turgay Şeren sayılabilir. Duvardaki plaket ise, şair Abdülhak Hamit Tarhan’ın, 1937 yılında burada yaşaması anısına konulmuştur. Bu plakette “Ünlü şair Abdülhak Hamit Tarhan, 11 yıl oturduğu bu dairede gözlerini kapadı. 13 Nisan 1937” yazılıdır.
Vincenzo Calvano: 1967 yılında ölünce, Maçka Palas’ın idaresi oğlu Achille Calvano tarafından devir alınır. Ancak oğlu bina ile fazla ilgilenmez ve giderek bina yıpranır. İlk olarak Necmi Rıza Çiçekçi Dükkanı açılır. 1972 yılında, arka bahçe ve tenis kortu satılır ve buraya bir apartman inşa edilir. Tenis kortu otopark olur. 1978 yılından sonra iyice harap olan binayı 1994 yılında özel bir Holding satın alır.
64 daire kısa sürede boşaltılır ve 1996 yılında restorasyona başlanır. 1997 yılında zemin katlar dükkan, üst katlar ofis olarak hizmete alınır. Üst katlar daha sonra otele çevrilir ve otelin işletmesini özel bir şirket üstlenir. Evet, bu oldukça sade ve ciddi görünümlü yapı, günümüzde son derece lüks bir otele ev sahipliği yapmaktadır.
Maçka Teknik ve Endüstri Meslek Lisesi
Maçka Palas’ın hemen karşısındadır. Mimar Giulio Mongeri tarafından 1920 yılında İtalyan Sefareti olarak tasarlanmış, neo-rönesans türünde bir yapıdır. Bu yapının, Maçka kışlasına yakın olması nedeniyle, dönemin Padişahı tarafından sefaret olarak kullanılmasına izin verilmediği söylenir.
Diğer bir söylentiye göre: I. Dünya savaşının çıkmasıyla yarım kalan bina, zaman içinde hasar görmüş ve savaştan sonra İtalyanlar, konsolosluklarını Beyoğlu’nda bulunan eski Venedik Sarayında açmayı tercih etmişlerdir. Böylece: Mongeri tarafından yapılan yapı, bir süre tütün deposu olarak kullanılmış ve 1970’li yıllarda ise, restore edilerek okula dönüştürülmüştür.
Milli Reassürans Binası
Maçka Palas’a yakın bu bina, 1990’larda yapılmıştır. Mimarları Şandor Hadi ve Sevinç Hadi’dir. Cumhuriyet dönemi mimarlığının en başarılı ve modern eserlerinden birisidir. Mimarlar: binayı Maçka caddesinden geriye çekip, önünde halkın kullanımına açık olan güzel bir plaza yaratmışlardır. Ancak yapı komşusu Maçka Palas ile uyum sağlamamaktadır.
Kıyık Pastanesi
Maçka Palas’ın hemen karşısındaki bu mekan Rum vatandaşlarımız tarafından işletilmektedir. Temizliği ve ürünlerinin lezzetiyle ünlüdür.
Şenlik Dede Camii
Vişnezade Mahallesinde Şenlik Dede sokaktadır. Maçka Mescidi veya Maçka Teknesi olarak da bilinir. Burası bir Şabani tekkesidir. Yapım tarihi kesin olarak bilinmemekle birlikte, muhtemelen 1680 tarihinde yapılmıştır. Tuğlada yapılmış minaresinin kitabesi ise, yapım tarihi olarak 1799 yılını gösterir. Tek şerefelidir ve mermer şerefe korkuluklarında yıldız kabartmaları bulunur. Ayvansaraylı Hafız Hüseyin Efendi’nin yazılarına göre, caminin banisi: Kastamonulu Şeyh Mustafa Efendidir.
Şenlik Dede isminin kaynağı meçhuldür. Hatta yine bir söylentiye göre, bina: Valide Sultan’a aittir ve sonradan Şenlik Dede Efendi tarafından camiye çevrilmiştir. Bina: düz bir platform elde etmek için, günümüzde imam evi olarak kullanılan bir alt yapı üzerine yapılmıştır. Binanın içi 8 pencere ile gün ışığı alır, bunlardan 3 pencere uzun duvarlarda, 2 pencere kıble duvarındadır.
Camiyi yaptıran “Şenlik Dede” nin mezarı: caminin son cemaat yerinden aşağıya inen, taş merdivenli dar bir hücrenin içindedir. Kapısındaki kitabeye göre, 1898 yılında yenilenmiştir.
Armani Maçka Rezidans Evleri
Hüsrev Gerede caddesinde bulunan bunlar 170 daireden oluşmaktadır. Evlerin projesinde: güneşlenme terasları, spa, açık ve kapalı yüzme havuzları, Türk hamamı, spor salonları, sauna ve çocuk oyun alanları bulunuyor.
TEŞVİKİYE SEMTİ
Maçka’nın kuzeyinde kalan yer “Teşvikiye” semti olarak bilinir. Bu semt, günümüzde Türkiye’nin en zenginlerinin yaşadığı semt olarak bilinir.
Burada: ilk yerleşim 18’nci yüzyılın sonlarına doğru Sultan III. Selim döneminde başlamıştır. Ancak semtin ve çevresinin asıl önemi: Sultan Abdülmecit zamanında yükselir. Dolmabahçe Sarayını yaptıran padişah, Nişantaşı ve çevresinde yollar açtırarak, konaklar yaptırarak halkı orada ev yaptırmaya teşvik etmiştir. Günümüzde Nişantaşı Karakolu yanında, Valikonağı Caddesinin köşesinde bulunan ve “Eser-i Avatıf-ı Mecidiye-Mahalle-i Cedide-i Teşvikiye” (anlamı: Abdülhamit’in karşılıksız iyilikseverliğinin eseri Teşvikiye mahallesi) yazılı kitabeler bunu kanıtlamaktadır. Yani: burada bir mahalle kurulması, Padişah tarafından teşvik edilmiştir. Sultan III. Selim döneminde (1789-1807) bir avlanma ve nişan sahası olarak kullanılan anıt, günümüzde Teşvikiye camisinin avlusundadır.
TEŞVİKİYE CAMİİ
Caminin bulunduğu yerde yani “Haseki Tarlası” denen mevkide, daha önce 1794 yılında Sultan III. Selim tarafından yaptırılan bir mescit bulunmaktaydı.
Ancak zamanla harabe haline gelen bu mescit yıkılmış ve yerine 1853 yılında Sultan Abdülmecit tarafından günümüzde görülen cami yaptırılmıştır. Yapı: küçük kubbesi, tek minaresi ve zarif merkez revağı ile dikkat çeker. Avluda: iki orijinal nişan taşı bulunur. Bunlar günümüzde İstanbul şehrindeki 55 nişan taşından iki tanesidir. Bunların üzerinde, Osmanlı yazıtları görülür. Birinin tarihi Sultan III. Selim dönemine ve diğerinin tarihi ise Sultan II. Mahmut dönemine aittir. Sultan III. Selim ve Sultan II. Mahmut, tüfekle buraya nişan almışlardır.
Bu caminin ilginç bir hikayesi vardır. İzmirli Sebatay Sevi isimli Yahudi bir din adamı, kendisini “mesih” ilan eder. Ancak kısa süre sonra: yerel yetkililer tarafından İslamı seçmesi için zorlanır ve Selanik’e sürgün gönderilir. Burada: İslamı seçer ve müritlerine, halk arasında “dönmeler” denir. 1923 yılında Yunanistan-Türkiye arasındaki mübadelede, Selanikliler olarak adlandırılan bu gurup yani dönmeler Türkiye’ye gelirler ve bunların birçoğu Teşvikiye camisi çevresine yerleştirilirler.
Zaten bu yüzden: söylentilere göre Sebatayistlerin ve Masonların cenaze namazlarının Teşvikiye Caminde kılındığı söyleniyor. Hatta bazı yazarlar: caminin altında Sebetay Sinegogu bulunduğunu, caminin mimarisinde Sabetayist ve Masonik sembollerin bulunduğunu iddia ederler. (Bunlar tamamen iddiadır, bunların doğruluğunu kanıtlayacak delil yoktur)
Caminin bir diğer özelliği ise, toplumun tanınmış kişilerinin cenaze törenlerinin burada yapılmış olmasıdır. Bu ünlü kişiler arasında: Erdal İnönü, Türkan Saylan, Atlantik Plak kurucusu Ahmet Ertegün sayılabilir. Teşvikiye camisinden defnedilmek önemli bir statü ve saygınlık sembolüdür.
MİLLİ REASÜRANS ÇARŞISI
Teşvikiye camisinden 50 metre uzaklıktadır. Özel bir bankanın mülkiyetindedir. Çünkü Milli Reasürans TAŞ, bir özel bankanın iştirakidir. Mimarlık dergisinin anketinde modern mimari ödülü kazanmıştır. Bir tarafı Teşvikiye, diğer tarafı Abdi İpekçi caddesine bakar.
İçinde: birbirinden değişik ve lüks ve pahalı barlar, cafeler ve mağazalar vardır. Özellikle eğlence sektörünün önemli bir durağıdır. Öğle yemeği saatlerinde, burada birçok ünlü tanıdık simaya rastlamak mümkündür. Biraz da pasajın içinde gezinti yapalım. Burada: ilk dikkat çeken yer, Çarşambaları yapılan karaoke gecesinde tıklım tıklım dolu olan “Nişantaşıon” dur.
2001 yılında açılan bu mekanın en büyük özelliği, Nişantası yöresinde Türkçe müzik çalınan ilk mekan olmasıdır. Ağırlık Türkçe müzik geleneğine uygun devam ettiriliyor. Çarşının üst katında, kalabalık gurupların eğlenmeyi tercih ettiği mekan “Therapy” dir. Pasajın alt katında bulunan “Ballare” mekanı ise, yine cazip adreslerden biridir.
Evet: genel anlamda güzel müzik dükkanları ve kafe, bar gibi mekanlar bulunur. Alt katında bir sanat galerisi vardır.
TEŞVİKİYE APARTMANLARI
Teşvikiye semtinin tam merkezinde, yapıldıkları 1932 yılında tek tük binalar bulunan bölgenin en güzel yapılarıdır. Burada hepsi gayet büyük olan evler, kiralanacağı zaman dost, akraba ve tanıdık tasviyesiyle yeni sahiplerine verilmektedir.
Narmanlı Apartmanı
Hem Teşvikiye ve hem de Hüsrev Gerede caddesi boyunca uzanır. Çevresine sardığı korku nedeniyle “Kara” lakabı takılan Kara Tahsin Paşa’nın dillere destan konağı, yıkıldıktan sonra konağın arsası, o dönemlerde Rus işgali nedeniyle Erzurum’dan kaçarak İstanbul’a yerleşen Hacı Mustafa Efendi tarafından satın alınır. Hacı Mustafa: Erzurumlu bir fes tüccarıdır ve ticaretten kazandığı bütün parayı meydanlara hakim ve köşe konumdaki binalara yatırırdı. Teşvikiye’nin merkezindeki bu arsayı satın aldıktan sonra: 1932 yılında her katında irili ufaklı dört daire bulunan, bir taraftan Teşvikiye ve Hüsrev Gerede caddelerini, diğer taraftan ise Dolmabahçe vadisi üzerinden tüm Marmara’yı seyreden, altı katlı, güzel bir bina yaptırır.
Dönemin mimari estetik özelliklerini de yansıtan yapı, sonradan Hacı Mustafa’nın soyadı da olacak olan “Narmanlı” ismiyle anılır. Tarihi Narmanlı Apartmanında, geçmişten günümüze kadar olan süreçte pek çok sanatçı, tarihçi, yazar ve önemli devlet adamı yaşamıştır. Bu tarihi bina, aynı zamanda yazar Ayşe Kulin’in kitaplarında sıkça söz ettiği “büyüdüğü dairenin olduğu” binadır. Ayşe Kulin, bu apartmanın 3’ncü katında doğmuştur.
Ralli Apartmanı-Belveder Palas
Tarihi Ralli Apartmanı günümüzde Suriye Konsolosluğunun bulunması nedeniyle, Suriyeli göçmen kalabalıkları yaşamaktadır. Buranın aslında geçmişiyle ilgili bir söylenti vardır. Söylenenlere göre, bir zamanlar Başbakan Adnan Menderes’in sevgilisi olduğu iddia edilen kadın, kadına gönderilen bir bavul para, ancak paranın teslim edildiği kapıcı tarafından kadına teslim edilmemesi, kapıcının sonradan büyük bir patron olması gibisinden dedikodular var. Ayrıntıya girmek istemiyorum, çünkü bunlar kanıtlanmış dedikodular değildir.
İzmir Palas
Yapı: İzmirli iş adamı Şerifzade Ahmet Süreyya Bey tarafından, 1925 yılında mimar Bernardini’ye yaptırılmıştır. 1’nci Ulusal Mimarlık tarzının son örneklerinden birisi olarak kabul edilir. Diğerlerinden farklı olarak en üst katın pencereleri kubbelidir. Burada bir mabet olduğu söylenmektedir.
Yine söylenenlere göre “En üst pencereler, gül ve haç için de, masonlar için de çok önemli olan ışık ve aydınlık anlamına gelen “nur” pencereleri, kandil penceresidir.” Bu pencerelerin şekline dikkatli bakıldığında mum ışığı şekli görülür. Apartmanın önündeki gül bahçeleri de, yine söylentilere göre “gülhaç” örgütüyle ilgilendirilmektedir. Binanın avlusu, çinileri ve bahçesi muhteşem güzeldir.
Teşvikiye Apartmanı
Caminin hemen karşısında bulunan son derece etkileyici yapı: 7 katlıdır. Esas cephesindeki küçük balkoncuklar, aslında bir işleve cevap vermemesine rağmen, binayı süsleyen dekoratif öğeler olarak kullanılmıştır.
HÜSREV GEREDE ANITI
Teşvikiye Palas Apartmanı yanında, bir milletvekili ve diplomat olan Hüsrev Gerede (1886-1962) anıtı vardır. Anıt uzun yıllar yaşadığı caddeye anısına 16 Mayıs 2001 tarihinde dikilmiştir. Anıtın mimarı Erhan İşözen’dir. Atatürk’ün deyimiyle: Hüsrev Gerede: İlk devrimci ve zor gün dostu olarak tanınmaktadır.
Gerede: Samsun’a çıktığı andan itibaren, Kurtuluş Savaşı sonuna kadar Atatürk ile beraberdir. Ayrıca savaşın stratejisinin oluşturulduğu Sivas ve Erzurum kongrelerine de katılmıştır. Gerede isyanında, isyancılara esir düşmesine rağmen, halk ona hürmet gösterdi ve Gerede halkının bu nezaketinden dolayı Atatürk’ten kendisine “Gerede” soyadının verilmesini istedi.
MAÇKA KIŞLASI-İTÜ MADEN FAKÜLTESİ
Maçka’nın tam ortasındadır.
Bu bina: Sultan Abdülaziz döneminde, mimar Simon ve Sarkis Balyan kardeşler tarafından karakol ve cephanelik olarak yapılmıştır. Bu görkemli ve büyük binaların açılışı: Pertevniyal Valide Sultan tarafından yapılmıştır. Bina: 3 katlıdır. Osmanlı döneminin sonlarında Jandarma kumandanlığı olarak hizmet vermiştir. Cumhuriyetin ilanından sonra ise: Jandarma Okulu olarak kullanılmıştır.
Bina: 1955 yılında İstanbul Teknik Üniversitesinin kullanımına verilmiş olup günümüzde: İstanbul Teknik Üniversitesi Maden Fakültesi olarak kullanılmaktadır. Ayrıca burada bulunan üniversite kampüsünde: İTÜ Sosyal tesisleri vardır. Sosyal tesislerde: otel, lokanta, tenis kortları ve açık yüzme havuzu bulunur. Taşkışla ve Maçka kampüsleri arasındaki bağlantı ise teleferik hattı ile sağlanır ve teleferik özellikle öğrenciler tarafından yoğun kullanılır.
MAÇKA MEZARLIĞI
Maçka kışlası binalarının hemen karşısındadır. 5 dönüm arazi üzerine kuruludur.
Geçmişi 17’nci yüzyıla kadar uzanan bu mezarlıkta son dönem Osmanlı sultanları dahil birçok ünlü kişi gömülüdür. Bunlar arasında: Sultan II. Mustafa’nın kızı Safiye Sultan ve ailesi sayılabilir. En son defin tarihi 1935 yılıdır. Bu tarihte Atatürk’ün manevi kızı Zehra defnedildikten sonra, buraya defin yapılmamıştır.
Bu tarihe kadar, daha çok Tophane civarındaki dergahların ileri gelenleri ve Bektaşi Mevlevileri defin edilmiştir. Yani buraya bir anlamda Osmanlı Şeyhler mezarlığı da denilmektedir.
Mezarlık sakinleri, hatırı sayılı kişiler olunca, kazılmadık mezar kalmamış görünüyor. Yani, günümüzde mezarlık görünümü içler acısıdır. Şehrin orta yerindeki bu mezarlık yok olmaya bırakılmıştır. Hatta mezarlık bazı kişiler ve hayvanlar tarafından barınak olarak kullanılmaktadır.
Mezarların mermerlerini parçalayıp, barınak haline getiren meçhul kişiler kendilerine yaşama alanı yapmışlardır. Hatta mezarlık içinde yürürken yerlerde karşınıza insan kemikleri çıkabilmektedir. Söylenenlere göre, bu ilgisizliğin sebebi, Maçka mezarlığının dönmelerin bir kolu olan “Yakubilere” ait olmasıdır.
Maçka mezarlığıyla ilgili bir söylentiden söz etmek istiyorum. Çünkü bu mezarlıkta gömülü bulunduğu söylenen Atatürk’ün manevi kızı Zehra Aylin’in mezarı, tüm aramalara rağmen, bu mezarlıkta bulunamamıştır. Zehra: Kurtuluş savaşı sırasında büyük kahramanlık gösteren bir yüzbaşının kızıdır ve babası ölünce, Atatürk tarafından himayesine alınır.
Zehra: 1933 yılında eğitim için Londra Saint Hilda College’ne gönderilir. Bir dönemlik eğitimin ardından, tatilini geçirmek için yurda dönerken 18 Kasım 1935 günü, Victoria garından Calais-Paris trenine biner. Ancak Türkiye’ye ulaşamaz, çünkü söylenenlere göre Calais-Paris ekspresinden düşerek ölmüştür. 18 yaşındaki Zehra’nın ölümü, büyük yankı uyandırır. Hatta Zehra’nın derslerinin kötü olması nedeniyle intihar ettiği söylenir ama öte yandan bu söylentiler yalanlanır.
Sonuç olarak: her ne kadar ölüm sebebi net olarak bilinmese de Zehranın cenazesi İstanbul’a getirilir ve 21 Kasım 1935 günü Maçka Mezarlığına gümülür. Ancak, Zehra’nın günümüzde mezar yeri bulunmamaktadır.
TAŞLIK
Swis Otelin arkasındaki park alanıdır.
Taşlık denen bu arazi: Kanuni Sultan Süleyman döneminde, Bektaşi Karaabalı Mehmet Baba’nın isteği üzerine, Kanuni Sultan Süleyman tarafından vakfedilmiş ve buraya bir cami yaptırılmıştır. Ancak zamanla yıkılıp yok olan caminin yerine, Sultan Abdülaziz döneminde, 1874 yılında yeniden bir cami yapılması için çalışmalar yapılmıştır.
Sultan Abdülaziz (1861-1876) bu camiyi kendi adını yaşatmak üzere, dört minareli olarak yaptırmak istemiştir. Yaptırdığı bütün büyük yapılarda, şehrin kuzey tarafını tercih eden Abdülaziz, kendi camii için Marmara’dan gelindiğinde, Boğaz girişine hakim bu yeri seçmiştir.
Caminin yapımı için Saray mimarı Sarkis Balyan’a görev verilir.
Caminin yapım masraflarını karşılamak için bir de vakıf kurulur ve Akaretlerdeki Sıra evler yaptırılır.
Sarkis Balyan, 1874-1875 yıllarında; Maçka sırtlarına yapacağı cami için, taş döşeyerek düzlük bir alan yaratır ve caminin kubbesini taşıyacak dört büyük fil ayağının konacağı yerlerin temellerini atar. Zamanın Vakıflar İdaresi tarafından caminin yapımında kullanılmak üzere, buraya taş ve mermerler getirilmiştir.
Ancak Sultan Abdülaziz, Aziziye adı verilecek caminin duvarlarının yapımına başlanmadan önce tahttan indirilir ve hapis edildiği Feriye Sarayında vefat eder ve caminin inşaatı da yarım kalır. Aziziye camisinin taş temelleri, İnönü Stadyumunun yapılacağı 1947 yılına kadar harap haldedir ve buradaki tek yapı, salaş bir kahvehanedir.
Böylece, ortada kalan taşlardan dolayı buraya “Taşlık” ismi verilmiştir. Yalnız burada caminin yapılmamasına ait bir ayrıntıdan söz etmek istiyorum. Burası Dolmabahçe Sarayının tam arkasındadır ve ondan yaklaşık 30 metre yüksektedir. Cami yapıldığı takdirde, minarelerdeki şerefeler daha yüksekte olacak ve ezan okuyan müezzin, oradan padişahın harem dairesini görebilecektir. Cami yapılmamasının bir sebebinin de bu olduğu söylenmektedir.
İstanbul için Henri Prost tarafından hazırlanan nazım planında, Dolmabahçe’den Maçka’ya yükselen Kadırgalar Vadisini, büyük bir park haline getirmeyi önerir. 1940’lı yıllarda İstanbul Valisi ve Belediye Başkanı olan Lütfi Kırdar: Prost planı doğrultusunda, Taksim Meydanı ve Taşlık arasındaki 30 hektarlık bölümde şehir içi park oluşturur.
Prost Planında, 2 Nolu park olarak adlandırılan bu park yapılırken, Aziziye Camisine ait taşların da kaldırılmasına karar verilir. Bu taşların bir kısmıyla, 1940 yılında, daha sonra Fahrettin Aslan tarafından işletilecek meşhur Maçka Taşlık Gazinosu yapılır. Gazino: Aziziye Camisinin temellerinin olduğu taşlık alanda inşa edilir.
Taşların bir kısmı ise, 1945-1949 yılları arasında yapılan Şişli Camisi inşaatında kullanılır. Park alanına: meşe ve kestane ağaçları yanına, ıhlamur, kavak, gürgen, meşe, akasya ve şimşir gibi ağaçlar dikilir.
1948 yılında Prof. Sedat Hakkı Eldem tarafından “Taşlık Kahvesi” yapılmaya başlanmış ve 1950 yılında kahvehane tamamlanmıştır. Çünkü muhteşem Sarayburnu, Boğaziçi manzarası ve Dolmabahçe ile Yıldız Saraylarına yakın konumuyla, İstanbullular kadar Batılı gezginlerin de şehri seyretmek için tercih ettikleri bir manzara terasına dönüşür.
Halk bu yeni kamusal alanı çok sever, gençler burada buluşur, bebek arabaları burada gezdirilir. Aziziye Camisinin temeline ait taş blokları, zaman içinde dağılsalar da, çok belirgin şekilde, 1930’lu yılların sonuna kadar bölgeye hakim olmaya devam ederler. Ancak bir süre sonra Taşlık Gazinosu ve çay bahçesi yıkılır ve Dolmabahçe sarayının hemen arkasına, Swis Otel inşaatı başlar.
İsmet İnönü Heykeli
Taşlık parkının içindedir. Heykel: Maçka caddesinden deniz yönüne doğru yürürken, İnönü’lerin villasını geçince sol tarafta kalır.
İsmet İnönü, parkın hemen yanında küçük bir arazi satın alır ve buraya boğazı gören iki katlı modern bir yazlık ev yaptırır ama bu evde oturması mümkün olmaz. İnönü evi, günümüzde bir inşaat şirketine kiraya verilmiş durumdadır.
Heykel: 1940 yılında Taksim Gezi parkına dikilmek üzere Alman heykeltıraş Rudolf Belling’e sipariş ediliyor. Çünkü 1943 yılında şehircilik uzmanı Henry Proust’un yapmış olduğu projeye uygun olarak zamanın Valisi ve Belediye Başkanı Lütfi Kırdar tarafından: gezinti yeri ve park olarak düzenlenen yere “İnönü Gezintisi” ismi verilmiştir.
Gezinin, Etap Marmara Otelinin karşısına gelen kenarına da İnönü’nün heykelinin dikilmesi düşünülmüş ve heykelin üstünde durduğu taştan yapılmış kaidesi konmuştur. Kaide için 1943 yılında bir yarışma açılmış ve Feridun Akozan ve M. Ali Handan’ın önerisine birincilik verilmiştir. Bu arada bir husustan söz etmek istiyorum, İnönü heykelinin Taksim’e dikilmek istenmemesinin bir sebebi de, bu heykel buraya dikildiğinde, Taksim meydanındaki Atatürk ve Cumhuriyet anıtının bunun yanında küçük kalacağı düşüncesidir.
Ancak bu kaide uzun yıllar orada beklemiş, kaidenin iki geniş yüzünde kabartma harflerle yazılmış yazılar, görülmesin diyerek üzerleri tahta kapaklarla kapatılıp çivilenmiştir. Bu olay, dönemin Demokrat Parti yöneticilerinin, İsmet İnönü’ye karşı duydukları kinin açık bir ifadesi olarak uzun yıllar devam etmiştir. Heykelin parçaları uzun süre Mecidiyeköy Tekel Likör Fabrikası bahçesinde bekletilmiş, ardından İstanbul Belediyesinin Edirnekapı atölyelerinde bekletilir.
Taşlık alanı, Maçka parkına dönüştürülünce, Taksim’deki kaide, şimdiki yerine taşınır, kaide üzerindeki tahtalar sökülür ve 40 yıllık bekleme süresi sonunda 1982 yılında günümüzdeki yerine dikilir. Anıt 7.5 metre yüksekliğindeki bir kaide üzerinde 5 metre yüksekliktedir. İnönü, bronz bir at üzerindedir. Kaidenin önüne, 3 metre yüksekliğe genç bir erkek figürü yerleştirilmiştir. Heykelin kaidesinin bir yüzünde: Atatürk’ün 2’nci İnönü zaferini kutlamak için gönderdiği telgraf metni vardır.
Taşlık Çay Bahçesi
1950’lerde işletilen bu çay bahçesinin yerinde günümüzde Swis otel bulunmaktadır.
Maçka Taşlık Gazinosu
Maçka’da, Bayıldım Caddesi üzerinde Demokrasi Parkındadır. Mekan yemekli 120 kişilik ve kokteyl için 200 kişilik kapasitesiyle eğlence dünyasının içindedir. Yalnız bu gazino, daha önce buraya yapılmış, Taşlık Gazinosu değildir, burası sonradan yapılmıştır.
BEZMİALEM VALİDE SULTAN ÇEŞMESİ
Eski ismi Spor caddesi, şimdiki ismi ise Süleyman Seba caddesi üzerinde Maçka’ya çıkarken sağdadır. Çeşme ve namazgahın banisi: Sultan Abdülmecid’in hayır işlerine çok düşkün annesidir. (Kendisi Vakıf Gurebe Hastanesinin de banisidir) Çeşme ve namazgahın yapım tarihi, 1839 yılıdır. Bu çeşme, kendisinin İstanbul’da inşa ettirdiği 12 çeşmeden biridir. İstanbul dışında da birçok eseri vardır. En önemlileri: Medine’de iki sebil ve Karbela’da ki sebildir.
Çeşme: altın varak yazıtları ve o dönemde çok moda olan batı tipi emperyal süslemeleri temsil eden çelenk ve çiçek oymalarla süslenmiştir. Çeşmenin üzerinde: dışa taşkın düz çatısının altında, dal motifli oval bir rozette Sultan Abdülmecid’in bir tuğrası ve Besmele içeren kitabesi vardır. Tuğranın iki yanında da hayat ağacı motifli yatay bir süsleme görülür. Cephe köşeleri, üst üste 12 taş dizisinden oluşan sütunlarla sınırlandırılmıştır.
Ayna taşları ve kitabelerin yanlarında birer oluklu sütun yerleştirilmiştir. Dikdörtgen çerçeveli ayna taşları; ampir üsluplu kabartma çarpraz meşaleler ve yaprak motifleriyle süslenmiştir. Çeşmenin dikbükey teknelerinin üstündeki musluklar: süslü kabartmaların ortalarından çıkarılmıştır. İki yandaki sütunların altında bulunan yatay dikdörtgen konsollar da ortasında rozet olan bitkisel motiflerle bezenmiştir. Önceleri II. Mahmut Bendinden gelen suyla beslenen çeşme, sonradan Hamideye suyuna bağlanmıştır.
Çeşme: 1985 yılında TBMM Milli Saraylar Daire Başkanlığı tarafından tamir ettirilmiştir. Çünkü 1984 yılında çeşmenin önünde bomba patlamış ve oldukça hasar görmüştür.
Çeşmenin hemen yanındaki ağaçlık alan ise, Bezm-i Alem Valide Sultan Namazgahıdır. Namazgah: yolcuların dinlenmek ve namazlarını kılmaları için yapılmış açık hava camileridir. Burada kıble belirtir bir taş dikilmiş ve etrafı demir parmaklıklarla çevrilmiştir.