İstanbul Sarıyer

kalander-genel-1
İstanbul Sarıyer Kalender

 

Kalender

İstanbul Sarıyer; Yeniköy’den kuzeye Sarıyer’e doğru ilerlendiğinde, ilk olarak Kalender denen bölgeye gelinir. Bu köyde, bir zamanlar “Kalenderi dervişleri” nin tekkesi varmış. Sultan I. Ahmet döneminde, Kalender Çavuş isimli bir ileri gelen kişinin yalısı olması nedeniyle, bölgeye Kalender ismi verilmiştir.

Sultan 1’nci Mahmut, 1820’lerde çıkan Rus Savaşı için, Kalender’e “Sancak-ı Şerif” getirip, mekanı bir askeri karargaha dönüştürdü. Öte yandan, bu saygın emanetin burada bulunması, halkın bu yöreyi, saygın bir yer olarak kabullenmesine sebep oldu. Sancağın köşkte bulunduğunu bilen İstanbullular, yapının önünden geçerken, buraya asla arkalarını dönmezlerdi.

Burada ilk olarak Kalender Köşkü: 18 yüzyılda, ünlü Lale Devri Sadrazamı Nevşehirli Damat İbrahim Paşa yaptırmıştır.

huber-kosku-1
İstanbul Sarıyer Huber Köşkü

Huber Köşkü

Huber Köşkü ile ilgili ayrıntılı bir tanıtım yazım için.

buyukdere-00
İstanbul Sarıyer Büyükdere

 

BÜYÜKDERE

Büyükdere’ye varıldığında oldukça büyük bir vadiyle karşılaşılır. Burası yani Büyükdere çayırlıkları, Haçlı ordularının İstanbul’a saldırmalarından önce mola verdikleri yerdir. Rumlar buraya “Vatikolpos” derler. Bu kelimenin anlamı “Derin Körfez” demektir.

1096 yılındaki ilk haçlı seferinin Latin orduları, bu vadilerde, Büyükdere çayırlarında, yapacakları uzun yolculuk öncesi mola verip dinlenmişlerdir. O sıralarda İstanbul’da Bizans’ın başında İmparator II. Aleksios bulunuyordu.

Bu tarihi Büyükdere çayırları, Bahçeköy su kemerlerinin bulunduğu ağaçlık tepelere kadar uzanır. Eski kasaba, vadinin hemen ortasındaydı. Bizans döneminde, bu vadiden akan “Mega Reuma” yani büyük akarsu, Türkçeleştirilerek günümüzdeki yerleşimin adı olmuştur.

1630’lu yıllarda, Türklerin “Yedi Kardeş” dedikleri 7 adet ulu çınar, çayırı süsleyen anıtsal ağaçlar olarak göz kamaştırırdı. Aslında bu ağaç, tek bir gövdede birleşen yedi kollu dev bir çınardı. 1096 yılında, I. Haçlı seferi orduları, bu dev çınarların yanında beklemişlerdir. 1204 yılında, IV Haçlı seferi adıyla İstanbul’u işgal edip yağmalayan Latinler, kralları Bouillon komutasında yine bu çayırlarda kamp kurmuşlardı. Çınara da bu nedenle “Godefroi de Bouillon” denirdi.

Büyükdere köyünün tek ulaşım aracı, diğer köylerde olduğu gibi sandallarmış. Ve deniz araçlarının Boğaz içindeki seyirleri adeta bir cümbüşü andırıyormuş.

ali-bey-cesmesi-1
İstanbul Sarıyer Ali Bey Çeşmesi

Ali Bey Çeşmesi

Büyükdere iskelesi karşısındadır. Kitabesine göre: 1602 yılı yapımıdır. Mimari üslup: klasik Türk işçiliğidir. Ancak yol düzenlemesi sırasında, 1943 yılında caddenin gerisine alınırken orijinalliğini kaybetmiştir. Çeşmenin günümüzdeki mermerden ayna taşı ve teknesinin, klasik tarz ile hiçbir ilgisi yoktur. Şehrin çeşitli yerlerine dağılmış “Hamidiye çeşmeleri” tarzındadır. Ayna taşının üstündeki bordüründe, beyaz mermer bir plakette “Ali Baba Suyu” ibaresi vardır.

karakol-binasi-1
İstanbul Sarıyer Topçu Karakolu Binası

Topçu Karakolu Binası

Muhtemelen 1897-1911 yılları arasında yapıldığı düşünülmektedir. Günümüzde viran halde bulunan bina, son yıllarda uzun süre okul olarak kullanılmıştır.

sadberk-hanim-muzesi-3
İstanbul Sarıyer Sadberk Hanım Müzesi

 

Sadberk Hanım Müzesi

Vehbi Koç vakfı tarafından 1980 yılında Vehbi Koç’un eşi Sadberk Koç anısına kurulmuştur. Türkiye’nin ilk özel müzesidir.

1950 yılında Koç ailesi tarafından satın alınmış, 1978 yılına kadar yazlık olarak kullanılmış ve 1978-1980 yılları arasında ise müzeye dönüştürülmüştür. Bahçesiyle birlikte 4200 metre karelik bir alanı kaplayan yalı, 400 metre karelik alana oturmaktadır. Giriş katında: hediyelik eşya dükkanı ve bir çay salonu bulunur.

Ana girişin tavanı: eski Roma mimarisinden esinlenilerek yapılan kartonpiyer kasetlerle süslüdür. Ahşap merdivenlerle katlara çıkılır ve duvarlar mermer taklidi kalem işi boyalıdır. Giriş katının üstündeki birinci ve ikinci kat, orta ana salonları ve bunlara açılan odalar sergileme mekanı olarak kullanılmıştır. Çatı katında ise, eser depoları, çalışma odaları ve kitaplık bulunur.

Binanın dışı yüzünde: pencere aralarındaki ahşap süslemeler, binayı diğer yalılardan ayırır. Ayrıca bina yüzeyindeki kabaralar: halk arasında buraya “Vidalı Yalı” ismi verilmesine sebep olmuştur. Çünkü bu yalıda çivi kullanılmamış, söylenenlere göre ahşap vidalar kullanılmıştır.

Müzenin koleksiyonunda: geleneksel kıyafetler, işleme, tuğralı gümüş ve porselen gibi eserler vardır. 1983 yılında Türkiye’nin en büyük kolleksiyonerlerinden olan Hüseyin Kocabaş’ın kendi koleksiyonunu buraya bağışlamasının ardından: bu koleksiyondaki arkeolojik eserlerin sergilenmesi için mevcut binanın yanındaki yarı yıkık yalı da satın alınmış ve ön cephesi aslına uygun olarak restore edilmiş ve buraya “Sevgi Gönül” (Vehbi Koç’un kızının ismidir, 2003 yılında ölmüştür) ismi verilmiştir.

Betonarme olarak inşa edilen yalının ön cephesi ahşap kaplıdır. Yan tarafı ise, ahşap taklidi mermer sıvalıdır. Önden üç ve arkadan zemin dahil dört katlı olan binanın giriş katında: çok amaçlı bir salon ve laboratuvar vardır. Ana ve ara katlarda: kronolojik bir sıra içinde, arkeolojik eserler sergilenmektedir. Sergi salonları gün ışığına kapatılmış ve vitrinler, çağdaş bir aydınlatma ile modern bir müze hüviyeti kazanmıştır.

sadberk-hanim-muzesi-5
İstanbul Sarıyer Sadberk Hanım Müzesi

 

Günümüzde müzede: 18 bin civarında eser sergilenmektedir. Bunlar arasında: MÖ 6 bin yıllarından Bizans dönemine kadar olan süreye ait: Anadolu’da yaşayan uygarlıkların maddi kültür kalıntıları, Osmanlı ağırlıklı İslam eserleri, Osmanlı dönemi dokumaları, kıyafetleri ve işlemeleri sergilenmektedir.

En üst katta: MS. 3-4 yüzyıllara ait mozaik pano ve MÖ. 2000 ait kandillerin sergilendiği sekizgen vitrin ve paraların ışık oyunları kullanılarak sergilenişi, görülmeye değerdir. Ayrıca Rahmi Koç’un sünnet yatağı sergileniyor. Çanakkale seramiklerinin güzel örneklerinin sergilendiği yer de görülmelidir.

Azaryan Yalısı Sanat Tarihi Bölümü: Burada sikkeler, İslam sanatı ve Osmanlı dönemi kadın kıyafetleri, gelenek ve görenekleri sergilenir.

Sevgi Gönül Binası Arkeoloji Bölümü: Burada Anadolu uygarlıkları, İon ve Helen uygarlıkları, Roma uygarlığı, Bizans sanatı, kandiller, süs eşyaları, heykeltıraşlık eserleri ve mezar stelleri, cam eserler, boncuklar ve sikkeler sergileniyor.

sariyer-2
İstanbul Sarıyer

 

SARIYER

Sadberk Hanım Müzesinin ardından: elçilik binaları, yanan Kocataş Yalısı, bahçesinden çıkan Kocataş suyu, Sarıyer Öğretmenevi, ardından kasır, karakol ve Sarıyer Subay Orduevi ve Sarıyer iskelesi ile Sarıyer meydanına varılır.

Meydandan içerideki camiye doğru yürüdüğünüzde, Sarıyer’in en meşhur börekçilerini görebilirsiniz. Sarıyer’in en meşhur börekçisi “Karaköy Börekçisi” ismini taşır. Çünkü daha önce Karaköy’de meşhur olan bu börekçi, daha sonra Sarıyer’e yani buraya taşınmıştır. Sarıyer’in en meşhur lezzetlerinden olan kıyma, kuş üzümü ve fıstık ile yapılan Sarıyer böreğini denemelisiniz.

Sarıyer semtinin ismi: Maden Mahallesini oluşturan bölümdeki bakır madeni nedeniyle, toprakların sarı renginden dolayı almıştır. Ayrıca bölgede doğal yayılım gösteren “katır tırnağı” denen bir bitki türü, çiçeklendiği zaman tüm bölge belirgin şekilde sarı renge bürünmektedir.

Sarıyer semtinin ismine ait diğer bir söylenti: “Sarıyer ismi: fetih döneminde yaşamış ve halen mezarı İlk mektep denen okulun yakınlarındaki “Sarı Baba” veya “Sarı Er” isimli bir erenden gelmektedir ki bu kişi asker de olabilir. Ayrıca yine Helenistik dönemde, buradan geçen Büyük İskender: altın madenlerinin bulunması ve toprağın sarı sarı parıldaması nedeniyle buraya Sarıyer isminin verildiği de söylenir.

İstanbul’un fethinden sonra: Anadolu ve Adalardan getirilen göçmenler, buraya yerleştirilmiştir. 20 yüzyılın son bölümlerine ve hatta 1960’lı yıllara kadar, Sarıyer’in boğaz kıyısındaki yerleşim yerleri, daha çok yaz aylarında kalabalıklaşan sayfiye yeri niteliğindeydi.

Özellikle yeni yolların yapılması, sahil yolunun genişletilmesinin ardından, mevcut semtler gelişti ve semtler arasındaki boş alanlar, yerleşime açıldı. Kıyı kesiminde: daha çok üst gelir guruplarına ait konutlar ve köşkler bulunurken, sırt biçiminde uzanan yüksek alanların yamaçlarında ise gecekondu tipi yerleşimler görülür.

Sarıyer’in güneyinde: Büyükdere ve Yeni Mahalle arasında: Mesarburnu denen yer vardır. Semtteki yerleşim: Mesarburnu’nun üstündeki tepelerin yamaçlarından başlayarak, eski Sarıyer deresinin vadisi boyunca ve Yenimahalle’ye doğru uzanır.

kara-kethuda-camisi-1
İstanbul Sarıyer Büyükdere Camisi-Kara Kethüda Camii

Büyükdere Camisi-Kara Kethüda Camii

Aynı zamanda, ismi Kethüda Mehmet Ağa camisidir. 18 yüzyılda, Sultan III. Mustafa döneminde, saray kethüdası Mehmet Ağa tarafından 1785 yılında yaptırılmıştır. Caminin göz alıcı bölümü: gövdesinde zikzaklı motifleri bulunan taş minaresidir. Kagir olan cami, birçok onarımdan sonra özgün yapısını kaybetmiştir.

Çünkü günümüze gelene kadar pek çok değişikliğe uğramıştır. Kitabesinde “17 yüzyıl III. Mustafa dönemi” yazılıdır. Ancak Sultan III. Mustafa, 17 değil 18 yüzyıl sultanıdır ve 1717-1774 yılları arasında yaşamıştır. Büyük olasılıkla, Mustafa’lar yanlış belirtilmiş, II yerine III. Mustafa yazılmıştır.

Soyner Yalısı

İskelenin tam karşısında, sarı renkli, dört katlı yapı 1890 yılı yapımıdır. Son derece dikkat çekicidir.

rus-sefareti-1
İstanbul Sarıyer Rus Sefareti

 

Rus Sefareti

Sarıyer’de Meserburnu caddesindedir.

Rus sefaretinin çok geniş bir koruya sahip olan eski yüzlü binaları ilgi çeker. Sefaretin yazlık konutları: 1840 yılı yapımıdır. Geniş bir bahçe içindeki Rus Elçiliği yazlığının mimarı bilinmemektedir. 19 yüzyıl başlarına ait, Sultan II. Mahmut dönemi Bostancıbaşı Defterlerinde bu yalıdan “Kurbinde Rusya elçisinin kebir yalısı” diye söz edilmektedir.

Yalının iki yanında da Rus elçilik mensuplarına ait yapılar bulunmaktadır. İstanbul’da kaldığı 1784-1802 yılları arasında, birçok kere Boğaziçi’ni betimleyen Melling gravürlerinde, Rus elçiliği yazlık sarayı açıkça görülmektedir.

Bu gravürde: saray denize dik konumda, iki yan kanat ve bunları birleştiren bir orta bölümden oluşmaktadır. Bugünkü sarayın orta bölümü, gravürdeki halinden farklıdır ki, bu da orta bölümün sonradan yapıldığına işaret eder.

Ön yüzünde, ilginç aslan maskları vardır. Söylenenlere göre: Rus sefiri İgnatiev’in hayaleti, bu konakta dolaşırmış. O yüzden buraları pek bakımsız kalmıştır. Ama Boğaziçi’ndeki emsalsiz yeşil doku içinde, bu elçilik günümüze kadar ulaşmıştır. Günümüze kadar ulaşmış, en erken tarihli elçilik binalarından birisidir.

sariyer-orduevi-3
İstanbul Sarıyer Karakolhane Binası-Sarıyer Orduevi

 

Karakolhane Binası-Sarıyer Orduevi

Meserburnu caddesi üzerinde, vapur iskelesinin hemen yanındaki bu yapı: 20 yüzyıldan kalmadır. Sekiz satırlık kitabesi ve tuğrası: yapının 1911 yılında, Sultan Mehmet V. Reşat ve Sadrazam İbrahim Hakkı Paşa zamanında yapıldığını göstermektedir.

Yapı 2 katlıdır. 80 cm kalınlığındaki taş duvarları, iki küçük kulesi, kuleleri arasındaki terası ve üst mazgalları ile yapının asayişini korumak için inşa edildiği açıkça görülmektedir. Yapı: dıştan dışa 17 x 17 metre ebatlarındadır. Giriş ve yan pergolası ile ön saçağı, gazino yapıldığı dönemde yapıya sonradan eklenmiştir.

koc-universitesi-2
İstanbul Sarıyer Koç Üniversitesi

 

Koç Üniversitesi

Koç Üniversitesi, 2000 yılında İstinye’de bulunan geçici kampüsünden, Rumeli Fenerindeki daimi kampüsüne taşınmıştır. Koç üniversitesi öğrencileri, balık yemek veya hava almak istediklerinde yakınlardaki Rumeli Kavağını tercih ederler.

rumeli-kavagi-1
İstanbul Sarıyer Rumeli Kavağı

 

RUMELİ KAVAĞI

Boğaziçi’nin en kuzey ucunda, Anadolu Kavağının karşısındadır. Sarıyer’den buraya ulaşmak için araba ile yaklaşık 10 dakikalık bir yolculuk gerekir.

Burası, Bizans ve Osmanlı dönemlerinde, Boğaz’ın Karadeniz girişinde, önemli bir stratejik yer olarak değerlendirilmiş ve kalelerle tahkim edilmiştir. Daha fazla geriye, antik döneme gidilirse, yine burasıyla ilgili anlatılan bir söylenti vardır. Buna göre: “Antik Yunan mitolojisine göre, Argo gemisi lideri Jason ve Arganotlar, Karadeniz girişinde, dalgalı, fırtınalı ve akıntılı hırçın Karadeniz’in nasıl aşılacağını, buradaki bir balıkçı köyünde yaşayan yaşlı bir adama sormuşlar ve sonra yollarına devam etmişlerdir”

Yörenin Bizans dönemindeki ismi “Hieron Romelias” tır. Bu isim: kalenin bulunduğu yerdeki mabetten gelir. Bir söylentiye göre: yörenin isminin çarşı içinde bulunan ve anıt hüviyetindeki çınar ağaçlarından gelmektedir. Çünkü çınar ağacı, burada kavak ağacı olarak isimlendirilir.

Bu ağaçlardan biri: köy içinde, kalenin giriş kapısı yanındadır ve yaşının 750-800 civarında olduğu tahmin edilmektedir. Diğer iki anıt ağaç ise, yeni yapılan Ulu caminin önündedir ve bunların da yaşlarının 500-550 civarında olduğu tahmin edilmektedir.

Yörenin ilk yerli halkı, Rumlardan oluşmuştur. Ancak Osmanlı döneminde Rum nüfus azalır. Çünkü Osmanlı-Rus savaşı (93 Harbi) sırasında başlayan büyük göçte, Rumeli Kavağına birçok göçmen yerleştirilmiş ve burası büyük bir köy halini almıştır.

Günümüzde bölgenin büyük kısmı askeri bölge olarak kullanılmaktadır. Hatta 1960 yılına kadar, buraya yabancıların girmesine izin verilmemiştir. Askeri bölgeler dışındaki yerlerde ise, Altınkum ve Elmaskum isimli iki plaj bulunmaktadır.

Bu plajlar, İstanbul yakınlarında denizin temiz olduğu nadir yerler olarak önem kazanır. Bu yüzden yaz aylarında özellikle hafta sonlarında çok kalabalıktır. Ayrıca yine sahil boyunca ucuz balık (özellikle dil balığı) ve midye yenen lokantalar vardır. Buranın inciri de ünlüdür. Rumeli Kavağının girişinde, midye çarşısından midye satın alabilirsiniz.

telli-baba-turbesi-2
İstanbul Sarıyer Telli Baba Türbesi

 

Telli Baba Türbesi

Rumelikavağı girişindedir.

Buradaki mezar: yıllar önce Hacı Nimet Abla tarafından onarılarak türbe haline getirilmiştir. Hacı Nimet Abla: ünlü piyango bileti satıcısı olarak hatırlanır.

Aslında bu mezarda: bir Türk balıkçısı delikanlıya aşık olan Rum rahibe kıza ait olduğu söylenir. Rahibe kız: Rumelikavağı’nda bulunan manastırdan kaçarken, bindiği kayığın batması sonucu boğularak ölmüş, cesedi burada kıyıya vurmuş ve hemen üst taraftaki bu mezara gömülmüştür. Ardından mezarın üstüne de gelin teli konulmuştur.

Fakat, zamanla söylentiler değişmiş ve “Telli Gelin”: “Telli Baba” olmuştur. Yine bir başka söylentiye göre: Telli Tabya denen yerde balıkçılık yapan bir ermiş, ölünce buraya gömülmüş ve türbesi “Telli Baba” ismiyle ün kazanmıştır. Yine bir söylenti: Fatih zamanında ordu imamı olan ve savaş sırasında ölen İmam Abdullah Efendi: buraya gömülmüş, yıllar sonra hasta bir genç kız onun mezar yerini rüyasında görmüş ve bunun üzerine mezar yeri bulunmuştur.

Kız, o günden sonra iyileşmiştir. Yine bir söylentiye göre: burada yatan kişi, Osmanlı imparatorluğunun 18 yüzyılda yaşamış bir bomba imha uzmanıdır. Uzun yıllar bomba imha locasının piri olarak görev yapmıştır. Kendi düğününe yetişebilmek için, acele ettiği Rumeli Kavağındaki son görevinde yanlış teli kesince ölmüş ve gidemediği düğününün ziyaretçilerine kısmet olmasını dilemiştir.

Günümüzde: burası özellikle yeni evlenen çiftlerin uğrak yeridir. Uğur getirmesi amacıyla, düğün günü Telli Babayı ziyaret ederler ve gelinler: çiçeklerine takılı tellerinden birazını türbeye bırakırlar. Ayrıca, evlenmek zere olan genç kızlar da bu türbeyi ziyaret ederler, dileklerini diler ve orada bırakılan tellerden bir parça alıp saklarlar.

Ne kadar kısa tel kesip alırlarsa dileklerinin o kadar tez olacağı söylenir. Eğer dilekleri kabul edilirse, tekrar türbeye gelerek gelin teli bırakırlar. Yine inanışa göre, Telli Babayı ziyaret eden çiftlerin çocukları sağlıklı olmaktadır.

rumeli-feneri-4
İstanbul Sarıyer Rumeli Feneri

 

RUMELİ FENERİ

Anadolu ve Rumeli fenerlerini birleştiren çizgi: İstanbul limanının kuzey sınırını oluşturur.

Garipçe köyüne 5 dakika uzaklıktadır. Sarıyer ise 12 km uzaklıktadır. Özel aracınızla giderseniz, rampayı tırmanıp sağa ayrılan Garipçe Köyü-Rumeli Feneri istikametine devam etmeniz gerekir. Yol üzerinde, seyir tepesi benzeri bir burunla karşılaştığınızda, buradan ağaçları seyrederek aynı zamanda boğaza tepeden bakma fırsatı bulursunuz. Muhteşem panorama mutlaka ilginizi çekecektir.

Adından da anlaşılacağı üzere, burada bir fener vardır. Fenerin bulunduğu köyün adı: antik çağlarda “Panium” ve “Panyum Burnu” olarak bilinmektedir. Bizans döneminde ise “Fanaraki” ve “Fanariyan Burnu” yani “Avrupa Feneri” veya “Küçük Fener” olarak isimlendirilmiştir.

Fenerin ilginç bir öyküsü vardır. Köye ismini veren fener: Sarı Saltuk Hazretlerine ait olduğuna inanılan türbelerden birisi üstündedir. Gemiler, fener yapılmadan önce, türbeye dikilen mumların, içinde yakılan fenerlerin ışığından yararlanarak yollarını bulurmuş.

Balıkçılar denize açılmadan önce türbeyi ziyaret ederlermiş. Cami cemaati, sabah namazından sonra türbeye topluca giderek dua ederlermiş. Köydekiler: 1856 yılında Fransızlar tarafından yapılan fenerin inşası sırasında, kulenin birkaç kez yıkıldığını anlatırlar.

Burada bir yatır olduğu düşünülünce, Fransızlar önce türbe onarılmış ve fener inşaatının temelleri içine alınarak, 30 metre yükseklikteki fener kulesi inşa edilmiştir.  Eskiden: Moskova’dan İznik’e kadar birçok yerde adına türbe bulunan Sarı Saltuk’un kabrinin başındaki kandilin yağı tükendiğinde, fenerin de karanlıklara gömüldüğüne inanılırmış.

Köyde: mavi kayalar, ağlayan kayalar, koca taş ve kör taş adını alan dev kayalıklar hakkında da bir öykü anlatılır.

Buna göre: Altın postu arayan, Antik dönem Yunanlı Argonotlar: kıyıdan 100 metre kadar açıkta bulunan ve çarpışan kayalar diye bilinen “Simplegat” kayaları: aralarından geçen gemileri birbirlerine çarparak yutarlarmış.

Arganotlar, bu kayalardan geçmek için yanlarında getirdikleri şarap renkli güvercin kuşlarını, kayalara yaklaşınca serbest bırakırlar ve Tanrıça Athena’nın yönlendirdiği kuşların hareketinde çarpışan kayalar, bir daha açılarak birbirlerine vurmak üzere iken, bu kısa andan yararlanan Arganotlar gemilerini kayaların arasından geçirirler. Bu sırada ozan Orefus’un çaldığı lirden de etkilenirler.

Bu fikri onlara: Garipçe de oturan ve lanetlenmiş kral Phineas, Harpilere karşı kendisini savundukları için vermiştir.

Evet, bu kayalar, birbirlerinden ayrılmış, beş büyük kayadan oluşmaktadır. Bunlara Osmanlı döneminde “kanlı kayalar” ve sonrasında ise “kocataş, körtaş, mavi kayalar ve kızılkaya” isimleri verilmiştir.

Günümüzde bu kayalara “Öreke” ve “Roke” ismi veriliyor.

Bizans döneminde, kayaların en büyük ve yüksek olanının üstünde, gemilere yol göstermesi için dikilmiş bir sütun bulunuyormuş. Hatta kayaların en büyüğünün üstünde, bir de “Apollo Tapınağı” bulunduğu söyleniyor.

Bu kayalara o dönemde “Symplegades” deniyormuş ve hareket ettikleri, birbirlerine yakınlaştıklarına inanılıyormuş. Büyük olasılıkla bu inanış: gel-git sonucu oluşan göz yanılmasıdır.

Evet, günümüzde görülen fener Kırım savaşı sırasında, Fransız ve İngiliz gemilerinin boğazın ve Karadeniz’in girişini görebilmeleri için 15 Mayıs 1856 tarihinde: hemen karşı kıyıdaki fenerle birlikte Fransızlar tarafından yapılmıştır. Ancak, daha önce de burada bir fener olduğu bilinmektedir.

Osmanlı deniz haritalarının en eskilerinden biri olan 1567 tarihli Ali Macar Reis haritasında bu fenerin yeri işaretlidir. Rumeli fenerinin 1583 yılında onarıldığı eski kayıtlarda yazılıdır. 1616 yılında İstanbul’a gelen gezgin Wegner: fener hakkında söz ederken, fenerin yüksek haşmetli bir kule ve üstünde ve çepeçevre duvarlarında yüksek pencereleri büyük camlarla korunmuş, ortada büyük bir demir levha durduğundan söz eter. İçine fitiller ve levhanın içine de yağ konur ve geceleri tutuşturulurmuş, gemiciler bunu çok uzaktan görürmüş.”

Böylece bölgenin simgesi olmuştur. Fransızlara verilen 100 yıllık işletme hakkı, 1933 yılında iptal edilmiş ve tamamen Türklere geçmiştir.

Rumeli feneri: Boğazın karşı kıyısındaki Anadolu fenerinden 2 deniz mili uzaklıktadır. Deniz seviyesinden 58 metre rakımdaki fenerin, kule boyu 30 metredir. Işığı 18 deniz mili uzaklıktan görülebilmektedir.

Fener kulesi: üç kademelidir. Lambası, ilk yapıldığında, asetilen ile çalışıyordu. Günümüzde ise genelde elektrik enerjisi ve gerektiğinde bütan gazı kullanılmaktadır. Fenerin bulunduğu tepenin altında ise balıkçı barınağı vardır.

Rumeli fenerine geldiğinizde: burada sürekli ağlarını onaran balıkçılar göreceksiniz. Günümüzde, burada konaklama tesisi bulunmuyor. Özellikle: butik tarzı otel ve pansiyonlara büyük ihtiyaç duyulan köyde, en yakın konaklama tesisi Marmaracık koyundadır.

rumeli-fener-kalesi-0
İstanbul Sarıyer Rumeli Feneri Kalesi
rumeli-fener-kalesi-1
İstanbul Sarıyer Rumeli Feneri Kalesi

 

Rumeli Feneri Kalesi

Kale: Rumeli feneri köyünün üst kısmında, Garipçe-Fener yolunun alt tarafındadır. Kaleyi gezmek isterseniz, ki, buraya kadar gitmişken gezmenizi öneririm, özellikle Karadeniz’in soğuk rüzgarlarına karşı tedbirli olmanızı ve iyi giyinmenizi öneririm.

Kale; gümrük noktalarını kontrol altında tutmak için, 12 yüzyılda, Bizans imparatoru I. Manuel Kommenos tarafından yaptırıldığı söylenmektedir. Kalenin benzeri, 100 yıl kadar sonra, karşı kıyıda, Anadolu Kavağında yaptırılmıştır. Karşılıklı iki kalenin amacı: karşıdan karşıya zincir çekerek ticaret gemilerinin geçişini engellemek ve gümrük parası almaktır.

Kaleye: Polikhion kalesi, Asomaton kalesi ve İmros kalesi isimleri verilmektedir. Kale: 14 yüzyılda Cenevizliler ve daha sonra Osmanlılar tarafından ele geçirilmiştir. Osmanlı döneminde, kaleye “Ceneviz kalesi” ve “Eski kale” isimleri verilmiştir.

Bu kalenin hemen yanında, deniz kıyısında bulunan ve günümüzde de kullanılan kale ise: 1624 yılında Sultan IV. Murat tarafından yaptırılmış; 1783 yılında ise yine aynı yerde, Sultan I. Abdülhamit döneminde ise Fransız mimar Tuson’a iki yeni kule yaptırılmıştır.

1807-1808 yılları arasında, Sultan IV. Mustafa tarafından kale tamir ettirilmiş ve kale “Kavak Hisarı” ismiyle anılmıştır. Tarihi süreç içinde, buranın en önemli dönemi: Sultan III. Selim’in tahttan indirilmesine sebep olan Kabakçı Mustafa isyanının bu kaleden yani Kavak Hisarından başlamış olmasıdır.

Kabakçı Mustafa: Rumeli kavağında muhafız olarak görev yaparken, çevresine topladığı bir kısım yeniçeriyle birlikte, isyan bayrağı açar ve kaleden çıkarak “Çayırbaşı” denen büyük çayırlıkta ordugah kurar. Ardından burada toplanan yeniçerilerle birlikte, saraya yürür ve yaptıkları büyük baskılar sonucu yenilikçi Sultan III. Selim tahttan indirilir ve yerine Sultan IV Mustafa geçirilir.

Bu olayın ardından, Kabakçı Mustafa: “Turnacıbaşı” rütbesiyle Boğaz Nazırlığına atanır. Alemdar Mustafa Paşa: olayı öğrenince ordusuyla gelir ve Sultan III. Selim’i yeniden tahta çıkarmak ister, ancak Saraya girdiğinde Sultanın cesediyle karşılaşır. Bunun üzerine, ordusunun bir kısmını Rumeli feneri köyündeki köşkünde istirahat etmekte olan Kabakçı Mustafa’ya karşı gönderir ve Kabakçı Mustafa Rumeli Kavağı Boğaz Nazırlığı konağında idam edilerek öldürülür.

Yığma taşla inşa edilen kale, 55 x 70 metre boyutlarındadır. Kemer ve kubbesinde tuğla kullanılmıştır. Doğu ve batı duvarlarında, sekizgen planlı iki kule bulunur. Avlunun güneyinde bir sarnıç ve yine bazı temel kalıntıları vardır. Kaleye: kemerli bir kapıdan girilir.

Ancak bu kemer bir hayli hasar görmüştür. Zaten kaleyi çevreleyen sur duvarlarında da, aynı hasar görülmektedir. Yerlerinden düşen tuğlalar, kapı kemerinde ve sur duvarlarında boşluklar oluşmasına sebep olmuştur. İki kule olduğundan söz etmiştim. Batıdaki kule, özgün formunu korurken, doğudaki kulede büyük tahribatlar görülmekte, kuleye çıkan merdiven basamakları yok olmuştur. Hatta, kulede yabani bitki oluşumu fazla seviyededir.

Doğu kulesinin merdivenleri kısmen sağlam olsa da basamak kayıpları vardır ve orijinal formunu kaybetmiştir. Sonuç olarak, kalenin acilen restorasyonuna ihtiyaç vardır. Günümüzde “Kavak Hisarı” denilen kale: halen çok amaçlı olarak kullanılmaktadır. Kalenin bir yanına: sonradan askeri kullanım için betonarme bir bina yaptırılmıştır. Kalenin meydanında bulunduğu söylenen cami günümüzde yoktur.

En son aldığım bir habere göre: bu kale Bakanlık tarafından restorasyonu da yapılmak şartıyla 20 yıllığına özel sektöre kiralanacakmış.

garipce-koyu-3
İstanbul Sarıyer Garipçe Köyü
garipce-koyu-7
İstanbul Sarıyer Garipçe Köyü

 

GARİPÇE KÖYÜ

Sarıyer merkezinden 10 km uzaklıktadır. Bu küçük köy: Rumeli Kavağı ve Rumeli Feneri arasındadır. Köyün meydanında: bir cami ve semt pazarı bulunur. Bu semt pazarında, ev yapımı ürünler satılıyor. Köyün tek geçim kaynağı balıkçılıktır. Burayı ziyaret ettiğinizde, açık büfe köy kahvaltısı ve balık yemelisiniz.

Zaten köyün sahilinde: küçük bir meydan, balıkçı tekneleri ve iki restoran bulunuyor. Köyün girişinde de bir restoran vardır. Bu restoranlarda özellikle Karadeniz kültürü yemekler, başta mısır ekmeği ünlüdür.

garipce-kalesi-1
İstanbul Sarıyer Garipçe Kalesi

Garipçe Kalesi

Kalenin Cenevizlilerden kaldığı söyleniyor. Köy meydanının solunda, yaklaşık 5 dakika uzaklıktadır. Kalenin 550 yıllık olduğu söyleniyor. Mahzenlere giden basamaklar, tuğla duvarlar, tabya ve çöplüğe dönmüş, bakımsız bir tarihi eserler karşılaşılıyor. Başkaca bilgi yok. Zaten günümüzde çöplüğe dönmüş durumdadır. Sadece, tepeden boğaz manzarasını seyretmek için bu kaleyi ziyaret edebilirsiniz.

İstanbul günlük gezi planı hakkındaki yazım için.

 

İstanbul Şehremini

sehremini-genel-3
İstanbul Şehremini

Fatih ilçesine bağlıdır. Topkapı’dan Suriçi’ne girildikten sonra, Millet Caddesi boyunca Fındıkzade’ye kadar inen soldan Çapa Tıp Fakültesinden Vatan Caddesine uzanan semttir.

Semtin ismi “Şehir Emini” den gelmektedir. Bu görevliler: merkezi hükümete ait bina ve yapılardan sorumluydular. Sonradan sarayın vekilharçlık işlerini de üstlendiler. Tanzimat döneminde alınan kararla kurulan Şehremaneti kurumu: 1831 yılında kaldırıldı.

Kırım ve Rumeli toprakları kaybedildiğinde, oralardan ve Karadeniz’den gelenler bu yörede iskan edildiler. O zamanlar çayırlık olan bölgede, tek katlı ve kerpiç evler inşa edildi. 1950’lerden sonra ise, buranın dokusu bozularak yüksek katlı binalar yapılmaya başlandı. Yani, bölgenin Bizans’tan kalan bağlık ve bahçelik mesire yeri vasfı, 1950’lerden sonra hızla değişti.

saray-meydani-1
İstanbul Şehremini

sehremini-saray-meydani-1
İstanbul Şehremini

sehremini-neresi-1
İstanbul Şehremini

Daha sonra yapılan çalışmalarla: Şehremini meydanı açıldı. Meydanın hemen yanındaki Belediye Garajının bulunduğu yer de eskiden bostanlıktı.

VATAN CADDESİ

Cadde, çok eski dönemlerde tarihi yarımadanın tek akarsuyu olan Lykos deresi (Türkçe ismi Bayrampaşa) yatağı üstüne yapılmıştır. Bu derenin üstünde, o zamanlarda çeşitli köprüler bulunuyormuş.

DENİZ ABDAL MAHALLESİ

Deniz Abdal isimli kişi: Fatih Sultan Mehmet dönemi Anadolu velilerindendir. Fetih sırasında, orduya katılmış ve fethin ön saflarında savaşmıştır.

Deniz Abdal isimli şeyhin mezarı: mahalledeki Mimar İlyas Camisinin karşısındaymış. Bu caminin yanında, 1902 tarihli Uşşaki Tekkesi varmış. Çeşitli zamanlarda onarım gören cami ve tekke, 1956 yılında Millet caddesinin açılması nedeniyle, Deniz Abdal’ın mezarı ile birlikte ortadan kaybolmuştur. Cami: 1551 yılında Mimar İlyas Bey tarafından yapılmıştır. Mahallede bir de Deniz Abdal Çeşme Sokağında, Osmanlı döneminden kalma bir su terazisi görülür.

koruk-mahmut-aga-camisi-1
İstanbul Şehremini Koruk Mahmut Ağa Camii

Koruk Mahmut Ağa Cami

Fatih Sultan Mehmet’in korucu başısıdır. Kendi adıyla anılan camiyi yaptırmıştır. İnşaatın ilk harcını Fatih Vakfı vermiştir.

Cami: Sultan II. Abdülhamit döneminde tamir edilmiştir. 1970 yılında ise, bu cami, semt sakinleri tarafından biraz daha büyütülerek betonarme olarak yeniden yapılmıştır. Son cemaat yeri sonradan ilave edildiğinden, sağ tarafta yer alan minarenin kalındığının yarısı, iki bina arasında kalmıştır. Şerefenin betondan korkuluğu demirden, külahı ise kurşun kaplıdır. Minare giriş kapısı, yeni binadan açılmıştır. Mihrabın sağ ve solunda altlı üstlü birer pencere vardır.

Abdest alma mahallerinin (Kitabesine göre 1672 yılı yapımıdır) üstüne yapılan bina, kız kuran kursu olarak kullanılmaktadır.

kiz-ogretmen-okulu
İstanbul Şehremini Çapa Kız Öğretmen Okulu-Darülmuallimat

ÇAPA KIZ ÖĞRETMEN OKULU-DARÜLMUALLİMAT

Tanzimat ilanından sonra, öğretmen yetiştirmek için, Sultan Abdülmecit emriyle kurulmuştur. Darülmuallimat, 1870 yılında Maarif Nazırı Saffet Paşa tarafından açılmıştır. Bu tarihten itibaren, uzun yıllar kız iptidai ve rüştiyelerine muallim yetiştirmek için hizmet vermiştir. Bununla birlikte özellikle savaş zamanlarında az veya bazen hiç mezun vermediği yıllar da olmuştur. Bazı yıllarda müfredat değişikliklerine gidilse de genel itibarıyla verilen dersler aynı kalmıştır.

Bu şekilde Devlet-i Aliyye’de ilk defa muallime yetiştirmek üzere 1870 yılında bir de mektep kurulmuş ve 1924 yılında kapatılana kadar, bu mektepten mezun olan muallim kızlar: açılan iptidaiye ve rüştiyelerde eğitim vermişlerdir. 1869 yılı sonunda okulun açılış hazırlıklarına başlayan Maarif Nezareti, bina olarak Sultanahmet’te ahşap bir konak kiraladı. Biraz önce sözünü ettiğim mektep yani okul Ahmet Kemal Efendi tarafından öğretime açılmıştır.

İlk mezunlar, 1873 tarihinde verildi. Ancak okul, 93 Harbi ve bunun sonucunda Balkanlardan gelen göçmenler yüzünden iki yıl kapatıldı. 1881-1882 yılında okul yeniden açıldı.

Okul: 1890 yılında: İstanbul Darulmuallimin-i Aliye Okuluna dönüştürüldü. 1910-1911 ders yılında Fatih Çarşamba’daki Lelli Kız Sanayi Mektebinde ilk Dadülmuallimat açıldı. Ancak, Fatih’teki yangın nedeniyle, okul bir yıl sonra Çapa’daki Derviş Paşa Konağına taşındı. Böylece yatılı okul haline geldi.

Cumhuriyetin ilanından sonra, okul “Yüksek Muallim Mektebi” oldu. 1934 yılında ise İstanbul Yüksek Öğretmen Okuluna dönüştü. 1985 yılında yatılı öğretmen okulu yapıldı ve halen Çapa Anadolu Öğretmen Lisesi olarak hizmet vermektedir.

EREĞLİ MAHALLESİ

Konya-Ereğli bölgesinden gelenlerin iskan edildiği bir yer olduğu için, buraya Ereğli Mahallesi ismi verilmiştir. Günümüzde ise mahalle nüfusunun büyük bölümü Kırım Türklerinden oluşmaktadır. Sultan II. Mustafa’nın kızı Emine Sultanın bu yörede küçük bir sarayı varmış ve semtte ismini bu saraydan almış, uzun süre Saray Meydanı olarak anılmıştır.

mustafa-cavus-camii-1
İstanbul Şehremini Mustafa Çavuş Mescidi-Manastır Camii

Mustafa Çavuş Mescidi-Manastır Camii

Burada 13 yüzyıl yapımı bir Bizans kilisesi: Fatih Sultan Mehmet’in çavuşlarından Mustafa Çavuş tarafından camiye dönüştürülmüştür. Binanın eski ismi ve inşa tarihi bilinmemektedir. Ancak: Rus hacılar, Kudüs şehrine hacıya giderken İstanbul’a uğradıklarında, bu bölge olarak tarif edilen yerde Kira Marta Manastırını ziyaret ettiklerini belirtmişlerdir.

O kayıtlara dayanarak bu yapının, sözü edilen Kira Marta Kadınlar Manastırının bir parçası olduğu düşünülmektedir. Ancak, günümüze kalan bina gerçekten çok küçüktür, yani bunun bir manastır veya kiliseden ziyade, bir manastır veya kilisenin parçası olarak kaldığı düşünülmektedir.

Harap durumdaki manastırın küçük binasını, kendi adına mescide çevirmiştir. 18 yüzyılın ikinci yarısında, mescide tahtadan bir minare eklenmiştir. 1955 yılında Millet caddesi açılınca, cami cadde kenarına çıkar ve bu arada yanına İETT garajı yapılınca da garajın bir köşesinde kalır ve malzeme deposu olarak kullanılır. Daha sonrada garajda çalışanların ibadet yeri olarak düzenlenir.

Caddeden küçük bir avluya girilir. Avlunun solunda olan taş binanın önüne, alüminyum çerçevelerle bir odacık yapılmıştır. Burada hem abdest alma, hem de ayakkabılık imkanı yaratılmıştır. Buradan, yine sonradan eklenmiş küçük bir son cemaat yerine geçilir. Harim kapısından girildiğinde, iki yuvarlak sütun görülür. Bunlar: tonoz örtüsünü taşıyan sütunlardır.

Binanın uzunluğu 11 metre ve genişliği 6 metredir. Bina mescit olarak yapılmadığı için kıbleye dönük değildir. Kıble tarafındaki köşe doldurularak alçı bir mihrap yapılmıştır. Beton sıvalı mihrabın bir kısmı ahşapla kaplanmıştır. Duvarlar, yarım metre kadar lambri kaplanmıştır. Yapıda: Bizans ve Türk dönemlerine ait herhangi bir bezeme görülmez. Mescitte günümüzde minare yoktur.

Ereğli Cami-Şehremini Camii

Fatih Sultan Mehmet tarafından yaptırılmıştır. Ereğli cami denilmesinin sebebi, Ereğli bölgesinden gelen bir kişinin, bu caminin bakım ve onarımını üstlenmesidir. Çeşitli kereler tamir gören cami 1953 yılında yeniden yapılmış ve 1957 yılında Aksaray-Topkapı yolu yani Millet Caddesi yapılırken ortadan kaldırılmıştır. Cami avlusunda bulunan ve Şeyhülislam Ebusuud Efendinin yaptırdığı çeşme de kaybolmuştur.

Hacı Muhin Camii-İskenderağa Camii

Ereğli Mahallesinde, İskender Ağa Cami sokağındadır.

Eski yaya başılarından İskender Ağa tarafından 16 yüzyılda yaptırılmıştır. Vakfiye tarihi 1538 yılıdır. 17 yüzyıldaki yangında, cami yanmış ve 1963 yılında betonarme olarak yeniden yapılmıştır. Bu yeni yapıda: son cemaat mahalli ve kadınlar mahfili eklenmiş ve ibadete açılmıştır. Cami kubbesiz ve ahşap çatılıdır. Minaresi tek şerefeli ve betonarmedir. Caminin sağında bulunan minareye içeriden çıkılır. Mihrap alçı, kürsü ve minber ahşaptır. İskender Ağanın kabri, caminin haziresindedir.

caferaga-camisi-2
İstanbul Şehremini Cafer Ağa Camii ve İnadiye Hamamı

Cafer Ağa Cami ve İnadiye Hamamı

İbrahim Çavuş Mahallesinde Ayık Fırın Sokaktadır.

Caminin ilk banisi: Fatih Sultan Mehmet dönemi ileri gelenlerinden Yaya başı Yusuf Fakih Efendidir. Zamanla harap olan camiyi, Yeniçeri ocağı ağalarından, Yaya Başı Cafer Ağa 1516 yılında yeniden yaptırmıştır. Böylece caminin ilk banisi unutulmuş ve Cafer Ağa camisi olarak anılmaya başlanmıştır. Minber: 1679 yılında Halil Ağa tarafından koydurulmuştur.

Halil Ağa: Macuncu Çarşısı yanındaki hamamda kiracı iken, buradan çıkarılmış ve inat etmiş, Cafer Ağa camisinin hemen yanında arazi alıp hamam yaptırmıştır. Bu yüzden bu hamam “İnadiye Hamamı” diye bilinir. Yine Halil Ağa: İnadiye Hamamını vakfedip, Cafer Ağa Mescidinin minberini yaptırmıştır. Caminin hemen karşısında “İnadiye Baba” türbesi vardır. Haziresinde 4-5 mezar bulunmaktadır.

Mescidin hemen karşısında, meşhur Şeyhülislam Zenbilli Ali Efendinin evi varmış ama günümüze ulaşmamıştır. Cami: 1970 yılında yıkılmış ve tamamen betonarme olarak yeniden yapılmıştır. Sağında olan minaresi, beton olup girişi son cemaat yerindendir. Mihrabı: çini, minber ve kürsüsü ahşaptır. İç duvar etekleri: kahverengi seramik kaplıdır. Caminin kapısı üstündeki tamir kitabesindeki tarih 1899 yılıdır. Caminin haziresi: mihrap önündedir. Burada birkaç kabir bulunur.

civicizade-camisi-1
İstanbul Şehremini Çivicizade Kalburcu Mehmet Efendi Camii

civicizade-camisi-2
İstanbul Şehremini Çivicizade Kalburcu Mehmet Efendi Camii

Çivicizade Kalburcu Mehmet Efendi Camii

Beyyezidağa Mahallesi, Kalburcu Mehmet Efendi Sokağındadır.

Caminin ilk banisi: Sultan III. Murat  dönemi Şeyhülislamlarından Çivicizade Şeyh Mehmet Efendidir. Cami 1586 yılında Mimar Sinan tarafından yapılmıştır.

Kendisi 1587 yılında vefat emmiş ve Eyüp Sultan’da Boyacı Sokaktaki Hüsnü Paşa Türbesi yanına gömülmüştür. Caminin minberi, Osman Efendi tarafından konulmuştur.

Kısa bir süre sonra yıkılan caminin ikinci banisi: Kalburcu Mehmet Efendidir. Bu yüzden, cami “Kalburcu Mehmet Paşa Camisi” olarak da bilinir. Zamanla harap olarak ortadan kalkan mescitten günümüze: sadece kaidesi kesme taş ve gövdesi tuğladan olan yıkık bir minare ulaşmıştır.

Bu yüzden: cami üçüncü kere, 1990 yılında Kastamonulu Hacı Mehmet Ali Kaya tarafından betonarme olarak yeniden yaptırılmıştır. Üstü çatılı, son cemaat mahalli ve kadınlar mahfili düzenlenmiştir. Caminin mihrabı: çini, minber ve kürsüsü ise ahşaptır. Caminin hemen yanında: Çivicizade Kalburcu Mehmet adına bir bina bulunur.

behruz-aga-camisi-0
İstanbul Şehremini Odabaşı Behruz Ağa Camii-Has Odabaşı Camii

behruz-aga-camisi-1
İstanbul Şehremini Odabaşı Behruz Ağa Camii-Has Odabaşı Camii

Odabaşı Behruz Ağa Camii-Has Odabaşı Camii

İbrahim Çavuş mahallesindedir.

Banisi: Kanuni Sultan Süleyman dönemi Has odabaşısı (Genel Sekreteri) Behruz Ağa’dır. Caminin çevresindeki yerleşim de buna istinaden “Odabaşı” olarak isimlendirilir. Cami: 1562 yılında Mimar Sinan’a yaptırılmıştır. Cami: sıbyan mektebi ve hamamdan oluşan bir külliye olarak yaptırılmasına rağmen, hamam, günümüze ulaşmamıştır. Hamamın camiye yakın bir yerlerde inşa edildiği söylenmektedir. 1762 yılında caminin minaresi yıkılır.

1782 yılındaki Cibali yangınında ise yanarak harabeye döner. Bu şekilde uzun süre kalan cami, 1836 yılında Sultan II. Mahmut tarafından tamir ettirilerek yeniden ibadete açılır. Cami, avlusu ve sıbyan mektebi, taş duvarlarla kaplı olup çatısı ahşap olarak yapılmıştır. Geniş saçaklıklı çatı, kiremit örtülüdür. Tavanı ahşap çıtalarla karelere bölünmüştür. Dışarıdan ahşapla kaplanmıştır. Caminin içi, devrinin özelliklerini taşıyan, toz boyalı süslü çiçek motifleriyle, güzel ve mavi bir görünüm kazandırılmıştır.

Harimde duvarın tamamı çinilerle kaplanmıştır. Mihrap çimento sıvalı ve boyalı, minber ve kürsü ise ahşaptır. Minare caminin solundadır.

Cumhuriyetin ardından, 1948 yılında cami ve çevresi harap olmuş: cami bahçesinde sekiz tane ayrı parsel oluşturulmuş ve bunların üstüne küçük dükkan ve evler tapulandırılmış, hatta bir de ahır yaptırılmıştır. 1983 yılında ise bu işgaller kamulaştırılarak kaldırılmış ve cami ile sıbyan mektebi, aslına uygun olarak tekrar restore edilerek günümüzdeki görünüme kavuşturulmuştur.

Caminin banisi Behruz Ağanın kabri: işgal edilmiş olan parsellerden birinde yapılan kazı çalışmaları sonucu bulunmuş ve yeniden düzenlenmiştir. Ön avludadır.

aydin-kethuda-camisi-1
İstanbul Şehremini Aydın Kethüda Camii-Yayla Camii

Aydın Kethüda Cami-Yayla Camii

Yaylı Mescidi ve Kurşunlu Cami olarak da bilinmektedir. Çünkü bir zamanlar çatı örtüsü kurşunmuş. Caminin banisi: Sultan II. Beyazıt döneminin sadrazamlarından Davut Paşa’nın temsil görevlisi olan Kethüda Aydın Ağa’dır. İnşa tarihi kesin olarak bilinmemektedir.

Ancak 16 yüzyıl başlarında yapıldığı tahmin edilmektedir. Kubbesiz ve ahşap olarak yapılan mescitte: Çelebi Ulak lakabı ile tanınan Seyyid Mehmet Ağa tarafından minber koydurularak camiye çevrilmiştir.

Cami: 1965-1970 yılları arasında betonarme olarak yeniden yapılmıştır. Kapalı olan son cemaat yeri, sonradan ilave edilmiştir. Ahşap tavan yağlı beyaz boya ile boyanmıştır. Bütün duvarlar: yerden pencere altlarına kadar ahşap lambri ile kaplanmıştır. Minarenin şerefe korkuluğu  demir çubuklarla yapılmış olup, külahı kurşun kaplıdır.

Bu caminin imamlarından Ramazan Efendi, 400 Mushaf-ı Şerif yazmasıyla ünlü olmuştur.

selcuk-lisesi-1
İstanbul Şehremini Selçuk Kız Meslek Lisesi

Selçuk Kız Meslek Lisesi

1922 yılında Derviş Paşa Konağı yanınca, aynı yere bugün okul olarak kullanılmakta olan bina inşa edildi ve 1879 yılında “Kız Sanayi Mektebi” olarak Aksaray Sinekli Bakkal Sokağında açılan okul buraya taşındı. Okul: zaman içinde nitelikli kadın istihdamı yaratılmasında etkili olmuştur.

Sırasıyla ilk açıldığında “Selçuk Hatun Sultanisi” binasından dolayı adı “Selçuk Hatun Kız Sanayi Mektebi” olmuştur. Daha sonra “Selçuk Kız Sanat Okulu”, “Selçuk Kız Sanat Enstitüsü”, “Selçuk Kız Meslek Lisesi” ve son olarak “Selçuk Kız Teknik ve Meslek Lisesi” olmuştur. Okulun isminin başındaki Selçuk kelimesi: Sultan II. Beyazıd’ın kızı ve Yavuz Sultan Selim’in kız kardeşi “Selçuk Hatun” un binasında ilk olarak eğitime başlanmasından gelmektedir.

İBRAHİM ÇAVUŞ MAHALLESİ

Mahalle adını İbrahim Çavuş camisinden almıştır. İbrahim Çavuş, 16 yüzyılda sipahi ocağındandır. Ferdi sokaktaki caminin inşa tarihi bilinmemektedir. Mimar Sinan eseri olan cami: zaman içinde bakımsızlıktan yıkılmıştır ve haziresindeki İbrahim Çavuş’un mezarı kaybolmuştur. Arsasına ise gecekondular yapılmıştır.

MİMAR ACEM CAMİİ

Melek Hatun Mahallesindedir. Cami: 1523 yılında Acem Ali denen kişi tarafından inşa ettirilmiştir. Kırma çatılı yapının minaresi sağ bölümde ve yapıya bitişiktir. Saraymeydanı kapısından girilince sağda tuvalet ve şadırvan bulunur. Mihrap duvarıyla dış duvar arasında hazire bulunur.

1524 yılına tarihlenen haziresinde, güzel mezar taşları görülür. Hazirenin ortasında, Sultan II. Mustafa’nın kızı Emine Sultanın açık türbesi bulunur. Acem Ali, lahiti daha güneydedir. Burada ilginç bir durumdan söz etmek istiyorum. Şadırvanın sütunlarının alt ve üst bitimlerinde: kum saati bulunduğu söylenir.

Örümceksiz cami olarak da bilinir. Çünkü caminin hemen karşısında, kubbeli ve son derece yalın bir yapı olan “Örümceksiz Dede” türbesi vardır. Türbenin sivri kemerleri, kafesli tek pencere bulunan yüzleri çok yalın ve taş örgülüdür. Bir kısım söylentiye göre, burada “Esir Ali” yatmaktadır. Esir Ali Camisi de denen bu eseri: geniş bir onarıma tabi tutan kişi, Sultan V Mehmet Reşat’dır.

bezmi-alem-hastanesi-1
İstanbul Şehremini Vakıf Gureba Hastanesi

VAKIF GUREBA HASTANESİ

Vatan caddesinin kıyısındadır. Günümüzde kapladığı alan, Anadolu’da orta boy bir kasabanın kapladığı alan kadardır.

Vakıf olarak yapılan hastane: Sultan Abdülmecit’in hayır yapmayı çok seven annesi Bezm-i Alem Valide Sultan tarafından yaptırılmıştır. 1843 yılında İstanbul’da çok sayıda ölüme sebep olan çiçek hastalığı sonucu, sağlık kurumlarının yetersiz kaldığını gören Sultan I. Abdülmecit’in annesi Bezm-i Alem Valide Sultan bir hastane yaptırmak ister.

Mekan olarak: Çapa ile Vatan Caddesi arasında bulunan, o zamanki adıyla Yeni bahçe çayırı seçilir. Hastane yapılır ve 1845 yılında hizmete açılır. Hastane: yapıldıktan 2 yıl sonra: “Bezm-i Alem Gureba-ı Müslümin Hastanesi” olarak isimlendirilerek: elden ayaktan düşmüş, fakir ve kimsesiz Müslümanlara tahsis edildi. Her türlü muayene ve tedavi ücretsiz yapılıyordu. Çünkü Bezm-i Alem Valide Sultan: hastaneyi ve vakfı kurarken, ücretsiz muayene ve tedavi şartı koymuştu.

Hastane, ilk kuruluşunda 12 koğuş ve 210 yataklıydı. İlk başhekimi Kaymakam Ahmet Beydi. Veba ve buna benzer bulaşıcı hastalıklar koğuşu, diğerlerinden ayrılmıştı. Hastane 1894 yılındaki depremde büyük zarar gördü. Hastalar Ok meydanında yaptırılan yeni hastaneye taşındılar.

Tamirat 1 yılda bitirildi ve ardından 1920 yılına kadar birçok tamirat daha yapıldı ve yeni ilave servis hizmet birimleri açılarak, tam teşekküllü hizmet verecek duruma getirildi. Hastanenin günümüzde kullanılan 400 yataklı hastane binası, 1991 yılında bitirilerek hizmete alınmıştır. Eski bina ise tamire alınmıştır.

capa-tip-fakultesi-1
İstanbul Şehremini Çapa Tıp Fakültesi Hastanesi

ÇAPA TIP FAKÜLTESİ HASTANESİ

Çapa semti: 20 yüzyıl ortalarına kadar Şehremini olarak anılırdı. Ancak zamanla meydana gelen gelişmeler, bölgenin adının değişmesine sebep oldu.

1933 yılında Atatürk’ün direktifleriyle yapılan Üniversite reformu sonucunda: İstanbul Tıp Fakültesi: şehirdeki çeşitli hastanelere ve bu arada Çapa ve Vakıf Gureba Hastanelerine dağıtılmıştır. 1974 yılında Beyazıt’taki kliniksiz kürsülerin Çapa’ya nakledilmesiyle İstanbul Tıp Fakültesi bir bütün haline gelmiştir.

Vakıf Gureba Hastanesinin Kadın-Doğum ve Çocuk klinikleri açıldıktan sonra, Haseki’deki İstanbul Tıp Fakültesinin 2 Kadın-Doğum kliniği buraya taşındı. Böylece Şehremini’nin bir bölümü, Kadın Doğum konusunda bir merkeze dönüştü.

Gelelim “Çapa” isminin kaynağına: Vakıf Gureba: fakirler için bir çekim merkezi olunca, burası çok sayıda bebeğin dünyaya geldiği ve göbeğinin kesildiği bir yer oldu. O zamanlar, bu bölge ve yakın çevrede çok sayıda Rum yaşadığı için, onların bebekleri de bu doğum merkezinde dünyaya geliyordu. Göbek bağının Rumca karşılığı “Çıpa” olduğundan bu yeni doğum merkezine, Rumlar “Çıpa” demeye ve yerli halk ise bunu değiştirerek “Çapa” demeye başladı.

Ardından: fakülte, hastane ve semtin adı “Çapa” oldu. Yalnız yöreye Çapa isminin verilmesiyle ilgili birkaç varsayım daha bulunmaktadır. Bunlardan birine göre, burada çapa imal eden büyük bir işyeri bulunmasıdır. Diğer bir söylenti: Çapa isminin Latincede havalandırma ızgaralarıyla ilgili bir demir araç olan “Zappa” dan bozulmuş olarak günümüze “Çapa” olarak ulaştığıdır.

İstanbul günlük gezi planı hakkındaki yazım için. 

İstanbul Samatya ve Kocamustafapaşa

Samatya.genel.0
İstanbul Samatya ve Kocamustafapaşa

Kocamustafapaşa semti, ismini: 1489 yılında Bizans döneminden kalma Ayios Andreas Manastırını camiye çeviren ve 1512 yılında idam edilen Sadrazam Koca Mustafa Paşa’dan almıştır. Bizans döneminde önemli bir dini merkez olan semt: Osmanlı döneminde de Halvetiye şeyhi Sümbül Efendi tekkesinin burada olması nedeniyle önemini devam ettirmiştir.

samatya.genel.8
İstanbul Samatya

Samatya

Antik dönemde, Samatya, suçlular ve idam mahkumlarının gömüldüğü bir mezarlık bölgesi olarak biliniyor.

Bizans döneminde bu bölgenin ismi “Psamathion” yani “kumluk” olarak geçmektedir. Geçmişte semtte bol bulunan kumlu topraklar ve yine buradan kum çıkarılması nedeniyle bu ismin verildiği düşünülmektedir. Bu kelime, zaman içinde değişerek günümüze “Samatya” olarak gelmiştir. Yani, burası Bizans zamanından günümüze ulaşan ender semtlerden biridir.

Efsaneye göre: antik Bizantion şehrinin kurucusu Megaralı Byzas, körlerin şehri (Kadıköy) karşısına, kendi şehrini kurmak için buraya geldiğinde, Samatya’da bir köy vardır. Bizans döneminde, Konstantinopolis şehri batıya doğru büyürken, Psamatia, surların içinde kalmıştı ama yine nüfusu seyrek bir bölgeydi. Sadece bazı kiliseler ve manastırlar vardı. Bunlardan: Studios Manastırı, bölgenin en önemli dini merkeziydi.

5’nci yüzyılda

Samatya’da bir mezarlık olduğu biliniyor. Çeşitli kaynaklara göre: Bizans’ın ilk dönemlerinde, bölgede özellikle suçluların ve idam edilenlerin gömüldüğü bir mezarlık bulunmaktadır. Suçlular mezarlığı nedeniyle, bölgeye “yargılama, mahkeme” anlamına gelen “Krisis” adı verilmiştir.

Evet, burada Büyük Konstantin tarafından inşa edilmiş, Bizans’ın en büyük limanları olan Elefterios ve Teodosios bulunuyordu. Lykos (Bayram Paşa) deresinin getirdiği toprakla dolunca, Vlanga (Langa) adını alan bu bölgede: marul ve hıyar yetiştirilen bostanlar kuruldu. Bu bostanlar, 40-50 yıl öncesine kadar, İstanbul’un taze sebze ve salatalık ihtiyacını karşılıyordu. Yani, bölgenin liman özellikleri kaybolmuştu.

Gelelim Osmanlı dönemine

Fetihten sonra, Samatya uzun süre Hıristiyan kimliğini korumuştur. Ama: Studion Manastırından geriye kalan Ioannes Prodromos kilisesi, İmrahor İlyas Bey camisine çevrilmiştir. Bu cami, 1894 depreminde yıkıldıktan sonra bir daha onarılmadı. İstanbul’daki en eski kilise kalıntısı olarak ilgi çekmektedir.

Fetihten sonra, sur içindeki İstanbul iskan edilirken: bu bölgede de camiler, mescitler yapıldı ve çevresinde yeni mahalleler oluşmaya başladı. Böylece Hıristiyan ve Müslüman nüfus dengelendi.

Marmara denizine doğru inen eğimli tepelerin alt kısımlarında yani Samatya da daha çok Hıristiyanlar yaşarken, 17’nci yüzyıldan itibaren Kocamustafapaşa olarak anılan üst kısımlarda da çok sayıda Müslüman yaşıyordu.

Yine fetihten sonra: harap olan şehri onartmak için Fatih: Anadolu’nun çeşitli yerlerinden Ermeni ustaları, sanatkar ve işçileri İstanbul’a getirtti. Bu Ermeniler, önce Samatya da Ghastria Manastırı önündeki ormanlık arazide, çadırlarda kalmışlar, ancak daha sonraları kilisenin çevresinde yapılan evlere geçmişlerdir.

1461 yılında Bursa Episkoposu Hovagim’i İstanbul’a çağırdı ve ona Patrik unvanını verdi. Samatya da, Rumlara ait olan ve Perivleptos adıyla anılan Teotokos (Panayia) kilisesini Ermenilerin kullanımına verdi. Burası, Ermenilerin şehirdeki ilk Patriklik makamı oldu.

Cumhuriyet döneminde bile, Yozgatlı ve Kayserili Ermeniler buraya gelip yerleştiler. Semt, Kapalıçarşı esnafının, kuyumcunun, terzinin, bakkalın, nalburun yuvası oldu. Böylece, Ermeni cemaatin de Samatya da yerleştiği biliniyor. Zaman içinde: Türkler de semtin bazı sokaklarına yerleşirler.

Ancak zamanla, denize ulaşan derenin çekilip kurumasıyla, bu bölge bataklık olmuş ve denizden uzaklaşmıştır. Yani bir zamanlar deniz kıyısında olan Samatya, günümüzde daha içeri çekilmiştir.

Sahile paralel uzanan cadde boyunca ve surlara yakın sokaklarda Rumlardan kalma: taverna benzeri yemekli ve içkili eğlence mekanları, zaman içinde burayı İstanbul’un en gözde eğlence mekanı olarak geliştirmiştir.

Ancak 1940’lı yılların başında, Rumların burayı terk etmeleriyle birlikte, bu gözde mekanlar popülerliğini kaybetmiştir.

Günümüzde

Bu bölgenin resmi ismi “Kocamustafapaşa” semtidir. Ama insanların çoğunluğu, buraya “Samatya” demektedirler. Çünkü Cumhuriyet sonrasında, Bizans kökenli semt isimleri değiştirilmiştir.

Kiliseler semti olarak tanınır. Çünkü: Samatya’nın merkezindeki meydanın hemen arkasındaki sokaklarda ise, kapalı bulundurulan Rum Ortodoks kiliseleri “Hristos Analipsis” ve “Ayios Mikolaos” bulunur. Gençosman İlköğretim okulu ilerisinde ise, İtalyan kilisesi görülür. Kilise, günümüzde Süryaniler tarafından kullanılmaktadır. Çan kulesi değişik tarzdadır.

Samatya denilince, burada yıllarca üretim yapmış köklü ailelerden olan Zildjian (Zilciyan) ailesinden de söz etmek gerekir. Ailenin kökleri, Osmanlı’ya kadar dayanmaktadır. 1681 yılında Sultan I. Mustafa, Saray bandosuna zil yapması için Avedis Bey’e görev verir.

Sultan I. Mustafa yapılan zillerin seslerine hayran kalır. Böylece Avedis Bey, Zilciyan soy adını alır. Yaptıkları zillerde kullanılan malzemenin miktarını, bir sır gibi aile içinde kuşaktan kuşağa aktarırlar ve saklarlar.

400 yıldır faaliyet gösteren Zilciyan zillerinin kullanıcıları arasında: The Beatles, Pink Floyd, Deep Purple, Rolling Stones gibi ünlü isimler vardır.

surup kevork kilisesi.0
İstanbul Samatya ve Kocamustafapaşa Surp Kevork Kilisesi-Sulu Manastır

SURP KEVORK KİLİSESİ-SULU MANASTIR

Abdi Çelebi camisinin karşı köşesinde, Marmara caddesi üstünde okulla bitişiktir. Kilisenin ismindeki “Kevork” ise bilinen “Yorgo” yani “Yorgi” isminin Ermenilerdeki adıdır.

Kilisenin geçmişi: İmparator Büyük Konstantin’in annesi Azize Helena’ya kadar gider. Azize Helena: oğlu üzerindeki nüfusu sayesinde, hem Konstantin’in Hıristiyanlar üstündeki baskısını kaldırmasını sağlamış ve hem de oğlunun Hıristiyanlığı kabul etmesinde rol oynamıştır. Azize Helena: Kudüs’e kadar gitmiş, aralarında Hz. İsa’nın gerildiği çarmıhın da bulunduğu bazı kutsal kalıntılara ulaşmış ve bunları İstanbul’a getirmiştir.

Azize Helena: Kudüs dönüşü, İstanbul’a Samatya kapısından girer. Kudüs’de kutsal haçın gömülü bulunduğu toprakta yetişmiş çiçekleri: kastria denilen saksılar içinde Peribleptos manastırının arazisine diker. Bu yüzden, buradaki manastır “Kastria” manastırı diye de bilinir.

Buradaki ilk kiliseyi yaptıran III. Romanos’un kısa ve ilginç hayat hikayesiyle başlamak istiyorum. Makedonya hanedanının son imparatoru olan VIII. Konstantin: geride bir erkek çocuk yani veliaht bırakmadan ölmeden kısa süre önce, güvendiği komutanlarından 50 yaşını geçmiş Romanos Argos: kendi kızı: gayet bakımlı ve güzel olan Zoe ile evlendirmiş ve böylece komutan Romanos’da İmparatorluğa kadar yükselmiştir.

Ancak: İmparator Romanos: tahta geçtikten kısa süre sonra, karısı Zoe’yi aldatmaya başlar. Zoe ise, Saray hareminde görevli olan Hadım İoannes’in kardeşi Mikail ile yakınlaşır ve sonuçta, bu üçlü, birlikte düzenledikleri bir komplo sonucunda İmparator III. Romanos’u öldürerek ortadan kaldırırlar. Romanos, Saray hamamındaki havuza girdiğinde, Zoe tarafından elde edilmiş olan hizmetkarları, kendisini suya batırarak boğarlar.

Ertesi günü, Zoe’nin aşığı IV. Mikail olarak tahta çıkarken, İmparatorun cenazesi de kendi inşa ettirdiği Peribleptos Manastırına gömülür. Yani sonuç olarak: İmparator III. Romanos, manastır için harcadığı bunca para ve emeğe karşılık, sadece defnedildiği küçük bir yeri kendisine yaratmıştır.

Evet: İmparator Romanos, burada ilk kiliseyi yaptıran kişi olduğu için, hayat hikayesinden kısaca söz etmekte yarar var.

Bu arazide, ilk kilise 1031 yılında İmparator III. Romanos tarafından “Thetokos Perivleptos” yani “Her şeyi gören Meryem” adına: burada daha önce de bulunan eski dini yapıların yanına bir manastır yaptırılır.

Bu yapının, Ayasofya’dan sonra en büyük ve en güzel mabet olduğu söylenir. Çünkü: İmparator III. Romanos: Hz İbrahim tarafından yapılan Kudüs şehrindeki büyük mabet ve Justinyanus’un yaptırdığı Ayasofya’yı geçmek istemiştir.

Hatta, söylenenlere göre, imparator, inşaat alanının önünde bir çadır kurdurmuş ve tahtını da buraya taşıtmıştır. Çünkü: özel yaşamında dindar olmasa da toplum önünde dindar bir idareci profili yaratmaya çalışmıştır.

Manastıra 1034 yılında yukarıda belirttiğim gibi İmparator III. Romanos ve 1081 yılında İmparator III. Nikephoros gömülür.

İmparator Nikephoros’un da ilginç bir geçmişi vardır. İmparator III. Nikephoros: Komnenos ailesine mensup I. Aleksios tarafından tahtı terk etmeye zorlanınca, kendini bu manastıra kapatır, keşiş elbisesi giyer ve ömrünün geri kalan kısmını bir keşiş olarak geçirdikten sonra, öldüğünde buraya gömülmüştür. Keşişlik günlerinde hatırını soran bir yakınına “Sadece etten yoksun kalmak canımı sıkıyor, ötesini pek umursamıyorum” şeklinde ilginç bir cevap vermiştir.

Bu kilise, Konstantinopolis şehrinin en önemli Ortodoks kiliselerinden birisidir. Ancak 1204 yılındaki Haçlı-Latin işgali sırasında bu manastır yağmalanır ve harabeye döner.

Ardından son İznik İmparatoru VIII. Michael Palaeologos tarafından onarılır ve yeniden ibadete açılır.

1402 yılında, yıldırım düşmesi sonucu manastır tahrip olur ve ardından onarılarak inziva yerine dönüştürülür. İmparator III. Manuel buraya sığınıp inzivaya çekilmiştir.

1458 yılında ise, yani fetihten sonra: Manastır bölgeye yerleşen Ermenilere verilir.

1660 yılındaki yangın, kilisenin yarısını harap eder. 1772 yılında, Kudus Ermeni Patriği Kirkor ve İstanbul Patriği Hovhannes Golod zamanında, hassa mimarı Melidon Kalfa Araboğlu tarafından, yeniden inşa edilir.

1782 yılında yine yangın ve kilise yine yanar. Bu yangının en büyük hasarı: Bizans İmparatoru Mihael Paleologos zamanından kalma mozaiklerin de yok olmasıdır. (Kanuni’nin bu mozaikleri çok beğendiğini daha önce anlatmıştım)

1804 yılında Baybartlu Patrik Hovhannes XI döneminde restore edilir. 1832 yılında mimar Hagop Amira Güllabyan ve mimar Minas Kalfa tarafından yine restorasyon yapılır. 1866 yılındaki yangında kilise ve bitişiğindeki Nunyan okulu tamamen yanarak kül olur.

1885 yılında Mikayel ve Hovhannes Hagopyan kardeşlerin maddi desteği ve Bedros Nemtze’in mimarlığı ile, kilise bu kez günümüzde görüldüğü şekilde kagir olarak yeniden yapılır.

Kilisenin Rumlardan alınıp Ermenilere verilmesiyle ilgili çeşitli söylentiler bulunmaktadır.

Birinci söylenti

Geçmişte bu kilise Ortodokslarda yani Rumlarda iken, İstanbul’un fethi sonrasında, Fatih Sultan Mehmet ve selefleri tarafından Karaman, Bursa ve Nahcivan’dan getirilen Ermeniler Samatya’ya yerleştikten sonra, burada bulunan Bizans kiliselerinden Meryem Ana’ya ithaf edilmiş “Panayia Perivleptos” kilisesi: Ortodokslardan alınıp Ermenilere verilmiştir.

Böylece: Galata’daki “Kirkor Lusaroviç” kilisesinden sonra, burası, Ermeni cemaatinin İstanbul’daki en eski ikinci kilisesi olarak tarihe geçmiştir. Bu kilise: aynı zamanda 1641 yılında Samatya’dan Kumkapı’ya taşınan Ermeni Patrikhanesinin de ilk kilisesidir.

İkinci söylenti

Sultan Deli İbrahim, bir zamanlar “çok şişman kadın isterim” diye tutturduğunda, götürülen kadınlar arasında en çok 130 kiloluk bir Ermeni cariyeye vurulur ve kadına “şekerpare” ismini verir. İşte bu kadının çabalarıyla, burada bulunan kilise, Rumlardan alınıp Ermenilere verilir. Çünkü: fetihten sonra Bursa ve çevresinden İstanbul’a gelen Ermenilerin çoğunluğu, Samatya bölgesine yerleşmiştir. Yani, sonuç olarak bu manastırın, 1643 yılı öncesinde Rumlara ait olduğu sanılıyor.

Üçüncü söylenti

Bir Ermeni seyyah olan Polonyalı Simeon: 1608 yılında İstanbul’u ziyaret ettiğinde: bu kilisenin Ermenilerde olduğunu ve Ermeni Patrikhanesinin katedral kilisesi olarak kullanıldığını yazar.

Dördüncü söylenti

1630 yılında İstanbul’a gelen seyyah Stockhove: seyahatnamesinde “Kanuni Sultan Süleyman’ın, Surp Kevork kilisesine duyduğu ilgi ve sevgiden söz eder. “Şehirde, Ermenilere ait duvarlarla çevrili büyük bir mahal mevcuttur ki, patrikhaneleri oradadır. Kiliseleri küçük ve aleladedir, fakat geniş bir holü vardır ki, burada Hıristiyan imparatorlar zamanında bir konsil toplanmıştır.

Holün duvarlarında bu konsile iştirak eden ruhani reislerin resimleri bulunmakta, içlerinde çok garip kıyafetlere girmiş olanlar görülmektedir. Kapının üst tarafında, bir imparator ile imparatoriçenin ve diğer iki kadının mozaik resimleri vardır. Bu resimler, sanki henüz yapılmış gibi hiç bozulmamış bir halde kalmıştır.

Ermenilerin söylediklerine göre, Sultan Süleyman, bu  resimlere çok ilgi gösterir, onları sık sık görmeye gelir ve o kadar beğenirmiş ki, sarayına naklettirip yerleştirmeyi arzu edermiş. Fakat canlı mahluk resmi yapmayı men eden dinlerinden dolayı, bu arzusunu yerine getirememiş”

İspanya’dan Orta Asya’ya Timur’a elçi olarak gönderilen Ruy Gonzales de Clavijo tarafından 1402 yılında verilen bilgiye göre: kilisenin dışı, çeşitli resim ve tasvirlerle bezenmişti. Kilisenin bir köşesinde ise yapının banisi olan İmparator III. Romanos’un mezarı görülüyordu. Rahiplerin Clavijo’ya verdikleri bilgilere göre, mezarın olduğu alan, eskiden altınlarla kaplı ve değerli taşlarla bezeliydi. Ancak 1204 yılında şehre saldıran haçlılar bunları yağmaladılar.

Clavijo, kilise içinde bir imparator mezarı daha gördüğünü söyler ki bu da muhtemelen ömrünü burada bir keşiş olarak tamamlayan III. Nikephoros’a ait olsa gerektir. Yine, Clavijo: kilisede çeşitli kutsal emanetlerin bulunduğu yazar. Bunlar: Hz Yahya’nın baş parmağı eksik olan ve altın çubuklar içinde muhafaza edilen bir kolu, Aziz Gregor’un çok iyi muhafaza edilen cesedi vardır.

Kilisenin en değerli emanetlerinden birisi ise Hz. İsa’nın gerildiği çarmıhın ağacından yapıldığına inanılan bir haç idi. Bu haçın üzerinde Hz. İsa’nın çarmıha gerilişi işlenmişti. İnanışa göre, söz konusu haç, Büyük Konstantin’in annesi Azize Helena tarafından Kudüs’ten getirilen kutsal haçın bir parçasıydı. Clavijo, manastırın sınırları içinde, rahiplere ayrılmış çok sayıda konuttan bahseder ve bu kompleksi, çevresindeki bahçe ve bağlarla bir şehre benzetir.

Sonuç olarak

Hangi söylenti gerçek olursa olsun, uzun yıllar boyunca, kilisenin mülkiyeti konusunda Rumlar ve Ermeniler arasında büyük anlaşmazlıklar çıkmıştır. Hatta: İstanbul tarihini yazan Gugas İnciciyan’a göre: Perivlephos kilisesinin Ermenilere verilmesini kabullenmeyen Rumlar ve Ermeniler arasında çekişmeler ve tartışmalar zaman zaman uç noktalara vararak, kanlı olaylar cereyan etmiş ve hatta Surp Kevork kilisesi, halk arasında uzun süre “Kanlı Kilise” olarak anılmıştır.

Kilisenin demir kapısı üstündeki kanatlarda: Adem ve Havva ile Surp Kevork’un ejderhayı öldürüş sahneleri bulunmaktadır.

1641 yılında Ermeni Patrikhanesi, buradan çıkıp Kumkapı’ya taşınmasına rağmen, kilise Ermenilerde kalmıştır. Günümüzde, yortu günlerinde, bizzat Patrik gelerek burada ayin yönetmektedir, yani oldukça önemli bir kilisedir.

Ancak: yangınlar ve restorasyon çalışmaları sonucu orijinalliğini önemli ölçüde yitirmiştir.

Gelelim günümüzdeki kilisenin mimari özelliklerine: muntazam düzgün kesme taşlardan yapılmıştır. Narteksli, doğu-batı ekseninde, 2 katlı bir yapıdır. Cephelerindeki tezyinat, yapıya hareketlilik kazandırmıştır. Plan şeması, ilk yapıldığında bazilika tipinde olmasına rağmen, sonradan yapılan ilavelerle, Yunan haçı şekline dönüşmüştür.

Kilisenin yüksek bir çan kulesi vardır. Ana giriş kapısı üzerindeki çan kulesi, altındaki katlar ile tam bir uyum sağlar. Aşağıda kare, en üst bölümde ise yarı yuvarlak açıklıkları olan kule, sivri bir örtüyle sonlanır.

Bu kulenin iki tarafındaki, simetrik çan kulesi şeklindeki kuleler, sadece dekoratif olarak yapılmıştır. Eski yapıdan kalan en değerli parçalardan biri: demirden yapılmış, her kanadına kiliseye adını veren Aziz Kevork’un hayatından kesitler işlenmiş olan giriş kapısıdır.

1993 yılında, buraya, eski Ermeni Patriklik kilisesi olmasının hatırasına bir patriklik tahtı yerleştirilmiştir.

Özellikle: I. Dünya savaşı sırasında buradaki kilise ve yanındaki okula askeri amaçla el konuldu. 1917 yılında Sırp esirler buraya yerleştirildi, mütarekenin ardından ise kilise tekrar ibadete açıldı.

1918 yılından sonra kiliseye, Anadolu’daki katliamdan sağ kurtulanlar yerleştirildi, Gayan (kamp, durak) adı verilen bu göçmen konaklama merkezinde, yüzlerce insan yıllarca kaldı. Samatya da ki kamp, şehrin diğer yerlerindeki benzerlerinden farklı olarak, yaklaşık 20 yıl faal kaldı ve Anadolu’dan hala gelmekte olan Ermeni göçmenlerin pek çoğunun ilk durağı oldu.

En son olarak 1993 yılında restore edilmiştir.

Halk bu kiliseye: bahçesindeki Bizans döneminden kalma ayazma nedeniyle “Sulu Manastır” demektedir.

Günümüzde kiliseyi gezmeyi düşünürseniz, Pazar ayinine katılmak mümkündür. Özel günlerde cemaat tarafından kilise tamamen dolduruluyor. Sağ tarafta genellikle erkekler, solda ise kadınlar bulunuyor. Cemaatin çoğunluğunu ise, yaşlılar oluşturuyor. Kilisede bulunan gençler, sadece koroda yer alanlardır.

surup kevork kilisesi.okul.1
İstanbul Samatya ve Kocamustafapaşa Sahakyan-Nunyan Ermeni Okulu

SAHAKYAN-NUNYAN ERMENİ OKULU

Kilisenin hemen bitişiğinde, halen faaliyetini sürdüren büyük bir “Ermeni okulu” vardır. Okul: 1831 yılında kurulmuştur.

Ancak 1866 yılında çıkan yangında yanarak yok olmuştur. Yerine: gümüşçülük yapan Kaspar Ağa adında bir zat, günümüzde görülen kagir binayı yaptırmıştır. Okulun ilk adı “Sahakyan” iken, sonradan yeniden yapılan okulun adı ise “Nunyan” dır ve günümüzde ikisi de kullanılmaktadır. Nunyan: ikinci okulu yaptıran Kaspar Ağanın eşinin ismidir.

1869 yılında kız öğrencilerin de eğitim görmesi için Akabyan Yatılı Kız Okulu açılmıştır. 1915 yılında hükumet tarafından alınan karar gereği okul ve kiliseler kapatılmış ve karargah olarak kullanılmaya başlanmıştır. 1917 yılında okulda, Sırp esirler barındırılır. Savaştan sonra, Temmuz 1918 yılında okul ve kiliseler yeniden açılır. Anadolu’dan İstanbul’a gelen Ermeni göçmenleri de Nunyan ve Sahakyan okullarının binalarına yerleştirilir.

1966 yılında iki tarihi okul binası birleştirilir ve okul: Sahakyan Nunyan adını alır. Birinde: ana sınıfı ve ilkokul, diğerinde ise ortaokul ve lise derecesinde eğitim verilir. Akabyan yatılı kız okulu kapanmıştır. Okul: zengin bir kütüphaneye sahiptir ve Türkiye’deki Ermeni okulları arasında en iyi eğitim verendir.

balıklı ermeni kilisesi.1
İstanbul Samatya ve Kocamustafapaşa Balıklı Ermeni Mezarlığı ve Balıklı Surp Sarkis Ermeni Kilisesi

BALIKLI ERMENİ MEZARLIĞI VE BALIKLI SURP SARKİS ERMENİ KİLİSESİ

İstanbul’un en eski mezarlıklarından olan burası: 1554 yılında Ermeni toplumuna tahsis edilmiştir. 1903 yılında çevresi duvarlarla çevrilmiş, içinden yol geçirilmesiyle “Küçük Balıklı” ve “Büyük Balıklı” olarak ikiye ayrılmıştır. Mezarlığın içinde, Surp Sarkis Ermeni kilisesi bulunmaktadır.

Ayios Menas kilisesi.1
İstanbul Samatya ve Kocamustafapaşa Ayios Menas Kilisesi

AYİOS MENAS KİLİSESİ

Abdurrahman Nazif Gürkan caddesinde, yokuşun üstündedir. İstanbul’da Ayios Minas adına adanmış tek kilisedir. Burada daha önce Bizans döneminden kalma bir kilise olduğu biliniyor. 1200 yılında Rusya’dan gelen Novgoradlı Antoine: yazdığı notlarda burada bulunan bir kiliseden söz etmektedir. 1577 yılında Stefan Gerlach: İstanbul seyahatine ait bilgiler yayınladığında, buradaki kiliseyi ziyaret ettiğini ve kubbesinin 36 ayak olduğunu yazar.

Günümüzde görülen kilise: 1782 yılında yanan kilisenin yerine, 1833 yılında, mimar Konstantin Yolasigmasis tarafından bazilika olarak yapılmıştır. Binaya kuzey avludan girilir. Yapının narteksine de kuzeyden girilir. Yükseklik yaklaşık 8.7 metredir. İstimlaklar sırasında yapının apsisi yıkılmıştır. Yapı, köşelerde kesme taş ve yan duvarlarda ise moloz yontu taşla yapılmıştır.

Kilisenin altında, eski kilisenin temelleri bulunmaktadır. Çatı olarak, kuzey ve güney aksında kırma çatılıdır. Ama içeride, orta nef üstü tonozla geçilmiştir. Bu güzel kilise: 1955 yılında 6-7 Eylül olayları sırasında hasar görmüştür. Kilisenin altında: Anadolu’da Hıristiyanlara yapılan zulüm sırasında öldürülen İmparator Decian tarafından öldürülen Aziz Karpos ve Paylos’un mozoleleri vardır. Bu mozoleler, şehirdeki benzerleri arasında en eski olanlardır. Bu mozoleleri görmek için, kilisenin yanındaki kahvehanenin yanında, bir dehlize girmek gerekiyor.

analipsis kilisesi.1
İstanbul Samatya ve Kocamustafapaşa Hristos Analipsis Kilisesi

HRİSTOS ANALİPSİS KİLİSESİ

İstasyonun arkasında, Büyük kule Sokak ve Akıncı sokak arasındadır. İsa’ya adanmış kilisenin yapılış tarihi, 16’ncı yüzyıla kadar uzanır. Analipsis “İsa’nın göğe yükselişini” betimler. Kilise ile ilgili en eski kayıt, Gedeon’un tespitine göre 1566 yılına aittir. Kiliseyi 8 Mayıs 1578 tarihinde ziyaret eden ve buradaki dini törene katılan Gerlach: aldığı notlarda Analipsis adındaki ayazma ile şifalı suyundan söz eder.

Kilise: 1583 yılında İstanbul’a gelen Tryfon Karabeinikov’un çıkardığı listede 14 sıradadır. Günümüzde görülen kilise, son olarak 1782 yılındaki yangında yanarak yok olan kilisenin yerine 1832 yılı yapımıdır. Patrik I. Konstantinos döneminde yapılmıştır. Kilise, yüksek duvarlarla çevrili avlunun, güneybatısındadır. Bir de ayazma vardır. Çan kulesi, avlunun kuzeydoğusundaki zangoç evinin çatısındadır.

Yapı: doğu-batı doğrultusunda dikdörtgen planlıdır. Giriş mekanı, kiliseye sonradan eklenmiştir. Dıştan sıvalıdır ve kaba yontu taşla inşa edilmiştir. İkonostasiste bulunan tasvirlerden Analipsis İkonası: kabartma tekniğinde, gümüş kaplamadır. Galeri korkuluğunda, Tevrat konulu tasvirler dikkat çeker. Pencerelerde, renkli camlardan oluşturulmuş haç motifleri bulunur.

Ayrıca: ambon adıyla tanınan vaaz kürsüsü ve başpapaz koltuğu ilgi çekmektedir. Günümüzde kilise sadece yılda bir kere, Haziran ayında yapılan yortu gününde açılmaktadır.

Ayios nikolaos kilisesi.1
İstanbul Samatya ve Kocamustafapaşa Ayios Nikolaos Kilisesi

AYİOS NİKOLAOS KİLİSESİ

Analipsis kilisesinin az ilerisindedir. Tren istasyonunun arkasındaki Muallim Fevzi sokaktadır.

Ayios Nikolaos: denizciler, balıkçılar, fakirler ve yoksul çocukların koruyucusu olarak bilinir. Yani, tüm dünyanın bildiği ismiyle “Noel Baba” dır. Yıllar önce, Rum balıkçılar denize açılmadan önce, fırtınasız deniz ve bereketli balık avı için buraya gelir ve içeriye girip mum yakarlarmış.

Kilise: yüksek duvarlarla çevrili bir avlunun içindedir. Bu kilisenin: 1583 tarihli Trypon ve 1604 tarihli Paterakis listelerinde ismi geçer. 1652 yılında buraya gelen Antakya Patriği katibi Paulus, yazdığı raporunda, kilisenin içinde çok güzel süslemeler olduğundan söz eder.

1782 yılındaki yangın sonucu yanan kilise, yeniden inşa edilir ve 1830 tarihinde Patrik Konstantinos zamanında ibadete açılır. Kilise: kaba taş ve tuğla karışımı malzeme kullanılarak inşa edilmiştir. Avludaki çan kulesi, demir iskeletten yapılmıştır.

ağa hamamı.0
İstanbul Samatya ve Kocamustafapaşa Kapıağası Yakup Ağa Hamamı

 

ağa hamamı.2
İstanbul Samatya ve Kocamustafapaşa Kapıağası Yakup Ağa Hamamı

KAPIAĞASI YAKUP AĞA HAMAMI

Samatya’nın tepelik mahallelerine çıkarken görülür. Samatya caddesi ile Cambaziye sokak köşesindedir.

Yapı: 1547 yılında Osmanlı döneminde bir bürokrat olan ve Enderun’da görev yapan Kapıağası Yakub Ağa tarafından Mimar Sinan’a yaptırılmıştır. Yapılış amacı: Kadıköy’de bir deniz feneri ve Eyüp’te bir okul için gelir sağlamaktır. Özellikle: Thomas Allom’un ünlü gravürüne konu olmasıyla önem kazanmıştır.

1920 yıllarına kadar işlevini sürdürmüş, İstanbul’un en güzel hamamlarından biridir. Günümüzde; orijinal haline yakın şekilde yapılan restorasyonu ile yapının dışı mermerlerle kaplanmış ve yenilenmiştir. Lokanta, çarşı, Türk Hamamı, Sergi, Kültür ve Etkinlik Merkezi olarak kullanılacağı ve bunun için 1987 yılında burayı satın alan sahipleri tarafından satışa çıkarıldığı duyulmuştur.

9 tane dükkanı ve otoparkı bulunmaktadır. Tabii burada hemen akla gelen Mimar Sinan eserinin nasıl özel mülkiyet olabildiğidir. Bu mümkün olmakta, Mimar Sinan eserlerinden sadece hamamlar özel mülkiyet olabilmektedir.

ARPACI MEHMET EFENDİ ÇEŞMESİ

İstasyon çıkışında ve sırtını Bizans döneminden kalma surun dış yüzüne dayamış durumdadır. 1796 yılı yapımı bu taş çeşme, günümüzde kurudur ve hatta musluğu bile yoktur. Kitabesinden anlaşıldığına göre: Arpacı Mehmet Efendi isimli bir zat yaptırmıştır.

nazır halil efendi dergahı.0
İstanbul Samatya ve Kocamustafapaşa Nazır Mehmet Halil Efendi Dergahı

NAZIR MEHMET HALİL EFENDİ DERGAHI

Nafiz Gürman caddesi üstündedir. Yapı: Nazır Mehmet Halil Efendi tarafından, 1879 yılında Uşşaki Dergahı olarak yaptırılmıştır. Tekkelerin kapatılması ile başka amaçlarla kullanılan yapı: 1951-1952 yılları arasında, halkın yardımıyla tamir edilmiş ve ibadete açılmıştır.

Dikkat çeken bir mimari özelliği yoktur. Ama çevre duvarına gömülü ve kitabeli çeşme, tekkeden daha eskidir. 1562 yılında yaptırılmış olan bu çeşmenin kitabesi, 16’ncı yüzyılın en büyük hattatı ve Süleymaniye camisinin yazılarını da yazan, Ahmet Karahisari’dir. Mavi zemin üstüne, altın yaldızla yazılan kitabe: yapının yapım tarihi olarak 1562 yılını gösterir. Günümüzde üstü tel örgü ile kapatılmıştır.

ABDİ ÇELEBİ CAMİİ-SANKİ YEDİM CAMİİ

Marmara caddesi üstünde, Kırbacı sokakta, apartmanlar arasında kalmış, ilginç bir camidir. Çilingirler cami ve Sankiyedim cami olarak da bilinir.

Cami: Kanuni Sultan Süleyman döneminde; 1533 yılında Sarayın gelir ve giderlerini kaydeden (Ruznameci) Çelebi Abdullah Efendi tarafından Mimar Sinan’a yaptırılmıştır. Dolma bir suret üstüne, dört fil ayağı üzerine bir kubbe oturtularak yapılmıştır. Caminin minberi: 1756 yılında, Mahmut Efendi tarafından yenilenmiştir.

Sultan II. Abdülhamit döneminde, bu caminin yanına bir karakol inşa edilmiştir ve bu yapı günümüzde: Basılı kağıt ve Kıymetli Evrak Ambarı Şube Müdürlüğü tarafından kullanılmaktadır. Karakol inşaatı görmeye gelen Serasker Rıza Paşa: bakımsızlıktan harap durumda olan camiyi görünce, hazineden yardım alarak, camiyi Mimar Sinan’a yeniden inşa ettirmiştir. Yeni yapılan cami, orjinalinden farklı olarak: eklektik üslupla yapılmıştır.

Balkan ve I. Dünya savaşı sırasında caminin bakımı yapılamamış ve yine harap hale gelmiştir. 1933 yılında bir hayırsever öncülüğünde: camide geniş bir onarım ve ilaveten imam lojmanı yaptırılır. Ancak bu tamir sırasında, daha önce çökmüş olan kubbe yerine, ahşap tavan yapılır. 1991 yılında, halkın desteğiyle: avluya dernek binası, tuvalet ve abdest alma yeri yaptırılır. Gelelim caminin mimari özelliklerine: caminin ibadet alanına merdivenle çıkılır.

Kare planlı harim kısmına, son cemaat yerinden ahşap bir kapıyla girilir. Sağ tarafta: önü ahşap korkuluklu müezzin mahfili vardır. Mihrap çini, ahşaptan olan minber ve kürsü ise yağlı boya ile boyalıdır. İç mekandaki avizenin Naciye Sultan tarafından hediye edildiği söylenir. Şimdi de, caminin ismi yani “Sanki yedim-içtim” konusuna gelelim. Caminin ismi, sosyal bir mesaj vermektedir.

Fakir olan insanlar ya da birikmiş parası olmayanlar, cami yaptırmak istediklerinde, yemeden içmeden kısar “Sanki yedim içtim” der, parasını biriktirirlermiş. Örneğin: canı elma isteyen biri “Sanki yedim” deyip, elmanın parasını cami için ayırdığı paraya eklermiş, en sonunda caminin parası tamamlanır ve cami yaptırılırmış”

parmaksız camii.1
İstanbul Samatya ve Kocamustafapaşa Parmakkapı Camii-Kazasker Mehmet Efendi Camii

PARMAKKAPI CAMİİ-KAZASKER MEHMET EFENDİ CAMİİ

Kazasker Mehmet Efendi: buradaki Bizans dönemi kilisesinin yıkıntısı üstüne, kendi adına bir cami yaptırır. Caminin avlusundaki mermer plakada şunlar yazar “İstanbul fethine iştirak eden askerlerden Kadı Asker Ahmet Efendi, 1453 yılında bu semtte bir mahalle kurmuş ve bu yerde de mescit ve mektep yaptırmıştır.” Ancak bu mescit ve mektep: 1766 yılındaki depremde yıkılır.

Bunun üzerine Yeniçeri Ağası Mustafa Ağa: 1768 yılında bu camiyi yeniden inşa ettirir. 1917 yılında Cibali yangınında semt ile birlikte cami de yanar. Ardından burası yani caminin arsası gecekondular tarafından işgal edilir. Sonunda: 1960 yılında kurulan “Cami Yaptırma Derneği” Anıtlar Kurulunun da desteğiyle, 1980 yılında gecekondular yıktırılmış cami ve Kadı Asker Türbesini yeniden yaptırmıştır. Camiye girmek için, avludan mermer merdivenlerle son cemaat yerine varılır.

Burası: 3 metre genişliğinde, batı duvarı boyunca uzanmakta ve duvarları seramik kaplıdır. Kendi giriş kapısının hemen solunda bir kapı ile geçilen Kur’an kursu bölümü görülür. Mihrap çini, minber ve kürsü mermerden yapılmıştır. Duvarlar, yerden alt pencere hizasına kadar seramik kaplanmıştır. Tavanda büyük bir kubbe, çevresinde dört adet çeyrek kubbe bulunur. Ancak bu cami, 2012 yılında yapılan tespitlerde depreme dayanıklı olmadığının öğrenilmesi üzerine yıkıldı ve yeniden yapılmasına karar verildi.

ramazan efendi. 000
İstanbul Samatya ve Kocamustafapaşa Ramazan Efendi Camii-Hoca Hüsrev Camii

RAMAZAN EFENDİ CAMİİ-HOCA HÜSREV CAMİİ

Kocamustafapaşa caddesi kuzeyinde, Kocamustafapaşa meydanındadır.

Caminin resmi adı: Hoca Hüsrev Camidir. Çünkü cami: Hoca Hacı Hüsrev isimli bir zat tarafından, 1585 yılında Mimar Sinan’a yaptırılmıştır. Bu yüzden: Mimar Sinan camisi olarak da bilinmektedir. Ancak: tüm bunlara rağmen, cami “Ramazan Efendi camisi” olarak bilinir.

Çünkü: burada baştan beri, kurumun bir parçası olan derviş tekkesi vardır ve bunun ilk şeyhinin ismi Ramazan Efendi’dir. Ramazan Efendi: (1542-1616) 3 sultan döneminde yaşamış bir tarikat şeyhidir ve Halvetiye tarikatının Ramazanniye kolunun kurucusudur. 1585 yılında İstanbul’a gelmiştir. Birçok öğrenci yetiştirmiş, kerametleriyle tanınmıştır.

Özellikle: rüya tabirleri konusunda bilgiliydi. Cami: geniş bir bahçe içindedir. İlk inşa edildiğinde: tevhidhane, çilehane, şadırvan ve derviş hücrelerinden oluşan bir tekke olarak inşa edilmiştir.

Caminin uzun kitabesi: şair Mustafa tarafından yazılmıştır. Kitabede, caminin yapılış tarihi olarak 1586 yazılıdır. Yani: buna göre, Mimar Sinan’ın son eseridir. Ünlü Mimar, burayı tamamladığında 97 yaşındadır. Evet: cami son derece basit bir yapıdır. Ancak, İznik çinileriyle süslenerek güzelleştirilmiştir. Çatısı ve son cemaat yeri ahşaptır. Özgün yapının ahşap bir kubbesi ve dört mermer sütunla desteklenen, üç kubbeli bir son cemaat yeri vardır.

Avludaki küçük şadırvanın harika oymaları dikkat çeker. Ama caminin esas ünü: fayans panolar sayesinde gelişir. İç mekanın duvarları: mihrap yüksekliğine kadar, 16’ncı yüzyılın muhteşem güzel çinileriyle bezenmiştir. Bunlar: İznik çiniciliğinin üretiminin zirvesinden günümüze kadar gelebilmiş en güzel çinilerdir. Özellikle, bu çinilerde kullanılan “domates kırmızısı” çok beğenilir. Kesme taş minarenin külahının alt kenarında, mavi renkli çini plakalar vardır.

Türbe

Caminin sol yanındaki türbe: Ramazan Efendi’ye aittir. Türbe: Bezirgan Hacı Hüsrev tarafından yaptırılmıştır. 9 x 8.5 metre ölçülerindedir. Moloz taş ve tuğla duvarlıdır, üstünü ahşap bir çatı örter. Ramazan Efendinin sandukasının bulunduğu bölüm, kubbe altına rastlar. Sandukanın çevresi, demir parmaklıkla çevrilmiştir. Türbe içinde herhangi bir bezeme yoktur.

Türbenin giriş kısmındaki panoda: 74 yaşında ölen Şeyh Ramazan Efendinin kimliği vurgulanmıştır. Türbenin kaligrafik panelleri dikkat çekicidir. Ramazan Efendi, türbesinde kim oldukları bilinmeyen 6 müridiyle birlikte yatmaktadır. Türbe: ilginç ve uygun adı nedeniyle, özellikle “Ramazan” aylarında sıkça ziyaret edilmektedir.

Cami: 1782 yılındaki yangında büyük hasar görmüştür. 19’ncu yüzyıl başlarında Bestekar İsmail Dede Efendi tarafından onartılmıştır. Tekkelerin kapatılmasından sonra, cami olarak kullanılmaya başlanmıştır.

Son bir not: caminin en etkileyici özelliği, tüm içi mekanı kaplayan 16’ncı yüzyıl çinileridir. Bu özelliği nedeniyle, hırsızların da ilgisini çeken yapı, kamera sistemiyle korunmaktadır ve sadece vakit namazlarında ziyarete açıktır.

cambaziye camii.3
İstanbul Samatya ve Kocamustafapaşa Cambaziye Camii

CAMBAZİYE CAMİ

İlk mektep sokak ile Eski cami sokağın kavşağındadır.

Cami: Fatih Sultan Mehmet dönemi devlet adamlarından Cambaz Mustafa Ağa isimli birisi tarafından 1485 yılında yaptırılmıştır. Ancak yapılış tarihi net değildir. Mescit: İzmit gümrükçülerinden Kuru Ahmet Efendi tarafından minber koydurularak cami haline getirilmiştir. Minik ve hoş bir camidir.

Sokağa tek cepheli küçük bir avlusu vardır. Tuğla ile yapılmış avlu duvarının üstü, demir parmaklıklıdır. Ortada yine demir olan kapıdan avluya girilir. Solda abdest alma muslukları ve karşıda tuvaletler bulunur. Mihrap, minber ve kürsü mermerden, tavan düz betondur. Çatı kiremit örtülüdür. Arkada mihrap tarafında küçük bir bahçe vardır. Bu bahçede hazire bulunur.

Bahçenin sağında ise minare vardır. Tuğla minarenin, şerefelerinin altları kirpi saçak modelli mukarnaslarla süslüdür. Hazirenin sokağa bakan duvarına bitişik bir çeşme vardır. Çeşmenin mermer süsleme motifleri gayet güzeldir. Mermer yalağında geç devir özelliklerini yansıtan, silah kabartmaları, yan çerçevelerde ise bitki ve çiçek motifleri görülür.

Bu çeşmeyi: Keçecizade Kazım Bey yaptırmıştır. Kitabesi: hattat Vahdet tarafından yazılmıştır. 1940’larda kadro harici bırakılan cami, bakımsızlıktan harap olmuş, dört duvar halinde iken halkın yardımlarıyla yeniden inşa edilmiş ve 1977 yılında ibadete açılmıştır.

esekapı medresesi.1
İstanbul Samatya ve Kocamustafapaşa Esekapı İbrahim Paşa Medresesi-İsa Kapısı Mescidi

ESEKAPI İBRAHİM PAŞA MEDRESESİ-İSA KAPISI MESCİDİ

Davut Paşa Medresesinin güneyinde, Kocamustafa Paşa Caddesinin solundadır.

1924 yılında araştırmacı M.Alpatoff ve N.Brunof tarafından yapılan araştırmalara göre: burada, daha önce bir Bizans kilisesinin varlığı tespit edilmiştir. Tarihçi Paspatis tarafından, kilisenin 1159 yılında açık olan Lasites Manastırı olduğu belirtilmiştir. Hatta Hz İsa’nın göğe yükselirken üstüne bastığı taşın bu kilisede saklandığı iddia edilmiştir.

Kilisenin muhtemel uzunluğu 23 metre ve genişliği 9 metreydi. Ancak: muhtemelen 14’ncü yüzyıl başlarına tarihlenen kilisenin yapılış tarihi ve kime adandığı bilinmemektedir. Zaten, günümüze bu kiliseden sadece güney ve doğu duvarları kalmıştır. Güney taraftaki apsis bölümünde: son zamanlara kadar fresklerin izleri görülüyordu, ama günümüzde büyük çoğunluğu kaybolmuştur.

İbrahim Paşa: Kanuni Sultan Süleyman’ın kız kardeşi Fatma Sultan ile evlenerek Saraya damat olmuştur. 1563 yılında vefat etmiştir. Yapı 1560 yılında, dönemin Sadrazamı ve Tavaşi adıyla bilinen Hadım İbrahim Paşa tarafından mescide çevrilmiş ve ayrıca yine buraya Mimar Sinan tarafından tasarlanmış güzel bir medrese eklemiş ve küçük bir külliye meydana getirilmiştir.

Yani: Bizans ve Osmanlı mimarisinin kaynaştırılmasıdır. 1769 yılında Sabih Ali Efendi, minber koyarak mescidi cami haline getirmiştir. Yöre halkı tarafından: Bizans I. Konstantin surunun kapılarından biri olan İsa (Ese) kapı buraya yakındır ve bölgeye adını vermiştir. Ancak bu kapının ve kemerlerin 1509 yılındaki depremde yıkıldığı bilinmektedir.

Taş ve tuğladan inşa edilmiş medresenin kitabesi günümüze ulaşmamıştır. Kubbeli ve ocaklı, 11 oda ve mescidin karşısında: kare planlı, büyük ve kubbeli dershaneden oluşmaktadır. Avluda bir de su kuyusu bulunur. Ancak: 1894 yılındaki depremde, gerek mescide dönüştürülen kilise ve gerekse medrese yıkılmış ve ardından terk edilmiştir.

Uzun süre 1930-1960 yılları arasında evsizler tarafından kullanılan cami ve medrese yapıları tamamen harap olmuştur. Ancak son dönemde kötü bir restorasyon geçiren yapı: sadece Bizans döneminden kalma iki duvarı ve Mimar Sinan tarafından yapılan Medresenin iki duvarı ile ilgi çekmektedir. Son zamanlarda, Cerrahpaşa Tıp Fakültesinin Adli Tıp Bölümü: bu tarihi eseri duvarları içine almıştır.

sümbül efendi türbesi.1
İstanbul Samatya ve Kocamustafapaşa Kocamustafapaşa Sümbül Efendi Külliyesi-Ayios Andreas En Te Kristei Manastırı

KOCAMUSTAFAPAŞA SÜMBÜL EFENDİ KÜLLİYESİ-AYİOS ANDREAS EN TE KRİSTEİ MANASTIRI

Kocamustafapaşa caddesi sonunda, Kocamustafapaşa İlköğretim Okuluna ev sahipliği yapan, 19’ncu yüzyıl yapımı konağın yanındadır.

Külliyenin bulunduğu geniş arazi, Bizans döneminde önemli bir dini merkezdir ve burada: geniş bir manastır kompleksi bulunur. Bu kompleks içindeki bu eski kilise: ilk olarak 6 veya 7’nci yüzyılda yapılmış ve 1264 yılında, muhtemelen Prenses Theodora Raulina tarafından, Bizans’a Hıristiyanlığı kabul ettirdiğine inanılan Giritli Aziz Andresa’a adanmıştır.

Yani: muhtemelen daha erken tarihli bir kilise temelleri üzerine kurulmuştur. Ancak bu ilk yapılan kilisenin tarihi son derece karanlık ve tartışmalıdır. Ancak, üzerine yapılan kilise yapısında: 6’ncı yüzyıla ait malzemeler ve özellikle devşirme sütun başlıklarının kullanıldığı görülmüştür.

13’ncü yüzyıla gelindiğinde, İmparator VIII. Mikael, bu kiliseyi, yeniletmiştir.

1486 yılına gelindiğinde ise, yani İstanbul’un fethinden 36 yıl sonra: Sultan II. Beyazıt’ın Sadrazamı Koca Mustafa Paşa: kilise camiye çevrilmiştir. Burada ilginç bir hikayeden söz edilmektedir. Yavuz Sultan Selim ile Sadrazam Koca Mustafa Paşanın arası açılınca: Padişah öfkesinden, Paşanın yaptırdığı bu camiyi bile yıkmak ister. Ancak, araya Halveti Tarikatı Şeyhi Sümbül Efendi girer ve cami kurtulur. Bu yüzden camiye “Sümbül Efendi” camisi de denir.

Sümbül Efendi Camisi

Evet: bu tarihsel ve dini mekan, oldukça mistik bir hava taşır. Her taraf: türbeler, yeşillikler arasındaki mezarlıklar, ahşap tekke binaları, yüzyıllık ağaçlar ve diğer yapılarla doludur. Bu yüzden, her gün kalabalık kitleler tarafından ziyaret edilir. Camiye girildiği anda, eski bir kiliseden çevrildiği hemen anlaşılır. Çünkü, girişteki farklılıklar çok belirgindir.

Kilisenin apsis boşluğunu oluşturan yarım kubbeli mekan, doğuya bakar. Mihrap ve minberin: güney duvarındaki yarım kubbenin altında olabilmesi yani “Kabe” ye bakabilmesi için: kilise camiye çevrilirken, içerisi doksan derece kaydırılarak, yeniden düzenlenmiştir. Girişin bulunduğu kuzey duvarı önüne: son cemaat yeri eklenmiştir. Kilise girişi aksine: cami girişi, kuzey yönüne, altı kubbeli son cemaat yerine alınmıştır.

Külliyenin diğer yapıları olan medrese, tekke, mektep ve türbeler: kilisenin camiye çevrilmesinden sonraki döneme aittir. Günümüzde külliyede bulunan kütüphane, çay evi, medrese gibi yerler: Kuran Kursu olarak kullanılmaktadır. Hamam ise, camiyi çevreleyen duvarların dışında kalmıştır.

sümbül efendi türbeler.1
İstanbul Samatya ve Kocamustafapaşa Sümbül Efendi Türbesi

Sümbül Efendi Türbesi

Sümbül Efendi: 16’ncı yüzyılda kurulan, derviş tekkesinin ilk şeyhidir.

Türbe: bugünkü şeklini 1834 yılında, Sultan II. Mahmut zamanında yapılan onarım sonucunda almıştır. Türbe binası yuvarlak planlı ve kubbeli bir yapıdır. Bunun güney yönünde, yamuk planlı bir giriş bölümü eklenmiş, gerek Sümbül Efendi ve gerekse bitişik olan Serasker Rıza Para türbelerinin kapıları giriş bölümüne açılmıştır.

Enlemesine yerleştirilen tepe pencereleri, alçıdan mamül sümbül demetleri ile çevrelenmiştir. Türbeyi örten ahşap kubbe, dışarıdan kurşun kaplıdır. Kubbe eğitinden hareket eden kurşun kaplı saçak, türbenin ve giriş bölümünün cephelerinde dalgalanarak uzanır, türbe içi ise süsleme bakımından sadedir. Türbede Sümbül Efendi tek başına yatmaktadır.

Türbe girişinde, Serasker Rıza Paşa türbesi vardır. Rıza Paşa türbesi, torunları tarafından yaptırılmıştır. Sümbül Efendinin vefatından bu yana: insanlar sorunlarının çözümü için, mezarını ziyaret edip, ona yalvarmışlardır. Zaten, bu mezar sebebiyle, cami, İstanbul’daki en popüler dini ziyaret yerlerinden birisi olmuştur.

Edep Kapısı

Sümbül Efendi Türbesi ile Çifte Sultanlar Türbesinin arasındaki kapıdır. Sultan II. Mahmut, Çifte Sultanların türbesini yaptırdıktan sonra, araya bu kapıyı yaptırmıştır. Ramazanın 15’nden sonra, bayrama kadar açık olan bu kapıdan, ziyaretçiler ziyaretlerini tamamlar ve arka arka yürüyerek, bu iki büyük türbeye karşı saygılarını gösterirler.

Rahime Hatun Türbesi-Safiye Sultan Türbesi

Sümbül Efendi türbesinin yanındaki türbede: kızı Rahime gömülüdür. Türbenin kitabesi olmadığından ne zaman yapıldığı bilinmemektedir. Türbe, bazılarına göre Koca Mustafa Paşanın kızı Safiye Sultana, bazılarına göre ise Sümbül Efendinin eşi Safiye Sultana aittir.

Ayvansarayi’nin yazılarında, türbenin Safiye Sultana ait olduğu yazar. Halk arasındaki söylentiye göre ise, bu türbede Rahime Hatun isimli bir kişi gömülüdür. Türbe son derece sade olup, herhangi bir bezemesi bulunmamaktadır. İyi bir koca arayan yani evlenmek isteyen genç kızlar: bu türbeye dua etmeye gelirler. Türbenin üstünde yükselen, antik dönemden kalma çınar ağacının mucizevi güçleri olduğuna inanılmaktadır.

Diğer Türbeler

Girişte, fes şeklindeki mezar taşı olan türbe: “Serasker Rıza Paşa” ya aittir. Bir diğer türbede ise: Safiye Sultanın gömülü olduğu düşünülüyor. Açık türbede ise: Hz Hüseyin’in kızları Fatma ve Sakine’nin yattığına inanılıyor.

sümbül.sarı sıdıka türbesi.1
İstanbul Samatya ve Kocamustafapaşa Katerina Mezarı

Katerina mezarı

Caminin önündeki mütevazi mezar ise, Sıdıka Hatun ismini alarak İslam’ı seçen Bizans Prensesi Katerina’ya aittir. Rivayete göre, çok dindar bir Hıristiyan olan İmparator Konstantin’in kızı Prenses Katerina, İstanbul’un fethinden sonra eski bir manastırdan camiye çevrilen Sümbül Efendi camisinin de yer aldığı Bizans’dan kalma Andreas Manastırına rahibe adayı olarak katılır.

İmparator babası, kızın bu isteğine onay verir. Ancak: Bizanslıların eline esir düşen, Hz Peygamberin torunu Hz Hüseyin’in kızları Hz Fatma ve Hz Sakine bu manastıra gönderilerek Hıristiyan olmaları için zorlanırlar. Hıristiyan olmaları için iki kız kardeşe, bir ay süre verilir. Ancak, manastırda bulunan kızı Katerina, iki kız kardeşten çok etkilenir ve kendisi Müslüman olmaya karar verir.

Artık adı “Sarı Sıdıka” dır. Prenses Katerina’nın Müslüman olmasına, Konstantin çok kızar, iki kız kardeşi mahzene kapattırır. Bir süre sonra, bir gece bulundukları mahzenden nurlu bir ışık yayılır. Mahzenin kapısı açıldığında görülür ki, çifte sultanlar ölmüştür. Prenses Katerina yani Sarı Sıdıka da bir süre sonra ölür. Ölüm şekliyle ilgili birçok rivayet vardır.

Ama sonuç olarak, bu tarihi kişiler, ölümlerinin ardından manastırın bahçesine gömülürler. Aradan yüzyıllar geçer ve İstanbul’un fethinden sonra 529 yılında manastır, camiye çevrilirken, burası, Halveti tarikatının Sümbüliye kolunun kurucusu olan Sümbül Efendinin dergahının bulunduğu yer olur.

Gün gelir, Sümbül Efendi, mezarların yerini bulur ve mezarlar kabir olarak hazırlanır. Yıllar sonra ise, Sultan II. Mahmut, gördüğü bir rüya üzerine Çifte Sultanların çevresini ve üstünü zarif bir parmaklıkla çevirttirir.

sümbül efendi.zincirli ağaç.1
İstanbul Samatya ve Kocamustafapaşa Zincirli Servi Ağacı

Zincirli Servi Ağacı

Kocamustafapaşa camisinde bulunan çifte sultanlar türbesinde, zincirli bir servi ağacı vardır.

Bizans döneminden kaldığına inanılan bu ağacın: İstanbul’un anıtsal ağaçlarından biri olarak kabul edilir. Söylentiye göre: Sultan II. Mahmut, Hz Hüseyin’in iki kızını, Bizanslıların bu servi ağacı dibinde öldürüp gömdüklerini öğrenir. Oraya: açık bir türbe yaptırır. Ağacın ise: Hz Cabir tarafından dikildiği söylenir. Evliya Çelebi tarafından aktarılan bir diğer söylentiye göre ise: borcu olup ta saklayanlar buraya gelirlerse: zincirin alçalıp onlara değdiğine inanılır.

Bu yüzden: alacaklı olanlar, borçlularını, kadıya götürmek yerine, buraya getirir ve zincirin kararını beklermiş. Bizans zamanında: böyle borçlu ve yalancı yakalayan heykeller olduğu bilinmektedir. Bir diğer söylenti: Cami avlusunda bulunan bu yaşlı ağacın gövdesi, zamanla yarılmaya, kabukları dökülmeye başlar. Sümbül Efendi, ağacı zincirlerle sararak korumaya alır.

Ancak, zincirin bir ucunu yere doğru sarkık tutar ve der ki “Bu ağacın altında kim durur ve yalan söylerse, bu zincir yere doğru uzayacaktır” Ağaçla ilgili bir söylenti daha: Bu zincir koptuğunda kıyamet kopacağına inanılır. Bir diğer söylenti ise: ağaç kuruduğu için zincirle bağlandığıdır. Günümüzde ise, ağaç, beton payandalar yardımı ile ayakta durmaya çalışmaktadır.

Zincir ise, günümüzde İstanbul Belediye Müzesinde muhafaza edilmektedir.

istanbul hastanesi.1
İstanbul Samatya ve Kocamustafapaşa İstanbul Eğitim ve Araştırma Hastanesi

İSTANBUL EĞİTİM VE ARAŞTIRMA HASTANESİ

Hastane, 1960 yılında 560 yatak kapasiteli olarak “İşçi Sigortaları Kurumu Hastanesi” olarak yapılmıştır. O dönem için Balkanların en modern hastanesidir.

balık müzesi.1
İstanbul Samatya ve Kocamustafapaşa Balık Müzesi

balık müzesi.5
İstanbul Samatya ve Kocamustafapaşa Balık Müzesi

BALIK MÜZESİ

Türkiye sahillerinde yakalanmış 350 balık türünün sergilendiği bu müze, Samatya sahil yolunda, Kocamustafapaşa Balıkçı barınağındadır.

1991 yılında Balıkçılar Derneği kurucusu Haydar Deniz tarafından kurulmuştur. Müzede: balıklar yanında deniz kestanesinden kabuklulara, Türkiye sahillerinde rastlanan mercanlardan kaplumbağalara ve deniz yıldızlarına kadar her çeşit deniz canlısının örneği bulunmaktadır.

Balıklar önce kurutularak saklanırken, adli tıpta kadavraları korumada kullanılan özel sıvı tespit edilince, balıklar kavanozlarda bu özel sıvının içinde saklanmaya başlamıştır. Bu özel sıvı içindeki balıkların 500 sene kadar saklanabileceği söyleniyor.

Bu müzede göreceğiniz balıklardan yüzde 80 kadarı, artık Türk denizlerini, sularını terk etmiş balıklardır. Müzede bulunan bazı balıklar hakkında kısa bilgi vermek istiyorum. Peri balığı: 19 Mayıs 1969 günü, Çandarlı körfezinde tutulmuştur. Benekli kırlangıç balığı 20 Şubat 1973 günü Kefken de tutulmuştur. Kurbağakayası balığı 29 Temmuz 1972 günü Karadeniz’de yakalanmıştır.