Tahtakale ismi anıldığında çoğu kişi, buradaki “döviz fiyatlarının belirlendiği” borsayı hatırlamaktadır. Ancak: Tahtakale semtinin de, tarihi özellikleri vardır. Öncelikle, buranın isminden söz etmek istiyorum.
İlk anda her ne kadar bir tahtadan yapılmış kale akla gelse de, buranın isminin kaynağı: “Taht el Kale” kelimesinden gelmektedir ve anlamı: “Kalenin altı” dır. Yani, buralarda, eski bir Bizans burcu, kale gibi görülmüştür. Bu Bizans burcunun “Vasilin kulesi” olarak da isimlendirilmektedir. Bölgede bulunan hanlardan birinin: eski bir Bizans kulesi olabileceği düşünülüyor.
Rivayetlere göre: Osmanlı orduları şehre girdiklerinde, bu kulede bulunan ve Giritli gemicilerden oluşan askerler, bir süre daha direnmeyi sürdürmüşler ve Sultan, kahramanlıkları nedeniyle bu askerlerin canını bağışlamıştır.
Günümüzde, yokuş aşağı inerken görülen ve Tahtakale olarak isimlendirilen bu bölge de bu savunma yapılan kalenin anısına isimlendirilmiştir. Ancak, günümüzde bu çevre “Rüstempaşa Mahallesi” olarak resmen isimlendirilmiştir.
Tahtakale Hamamı
Rüstem Paşa camisinin yanındadır.
Şehrin en eski ve en geniş bu hamamı: 15 yüzyılda çevre esnafının yararlanması için yapılmıştır. Söylediğim gibi oldukça geniştir ve yaklaşık 5000 metre karelik alanı kaplar. Bu hamam: I. Dünya savaşından sonra satılmıştır. 1980’li yıllarda soğuk hava deposu olarak kullanılan hamam: 1988 yılında başlayan ve uzun yıllar sürdürülen restorasyon çalışmaları sonucunda tekrar faaliyete sokulmuştur.
Restorasyon çalışmalarında, yapıdan tonlarca moloz çıkarılmış ve geçmişin görkemli izleri, bu restorasyonla tamamen silinmiştir. Günümüzde, hamam kadın ve erkek bölümleri olarak iki bölüm halinde kullanılmaktadır.
Kuru Çeşme
Tahtakale hamamının karşısındaki sokakta bulunan bu çeşme: almaşık stilde ve dört yüzlüdür. Ancak günümüzde kuru değildir ve kullanılmaktadır.
Çelebioğlu Alaattin Cami
Buraya: Alaca mescit, Ketenciler mescidi ve Marpuçcular mescidi de denilmektedir. Çelebioğlu Alaattin: Fatih dönemi ulemalarından biridir. Hatta: Fatih Sultan Mehmet’e hocalık yaptığı söylenir. Camiye: Alaca mescit denmesinin sebebi: burada bir zamanlar, çifte hamam türünde bir yapı olan “Alaca hamamı” bulunuyormuş. Günümüzde görülen cami: orijinal değildir. Çünkü 1945 yılında tamamen yeniden yapılmıştır.
Kepenekçi Sinan Cami
Cami oldukça çukur bir yere yapılmıştır ve yapıya yaklaşıldığında, önce minaresi görülür. Bu yüzden, bir hayli gözden uzak kalmıştır. Kapısındaki kitabede, yapım tarihi olarak 1531 yılı yazılı olmasına rağmen, diğer bazı yazılı kaynaklarda yapım tarihi olarak 1546 yılı yazılmıştır. Kagir ve düz çatılı yapının minaresi tuğladandır.
Hoca Hamza Cami
Caminin duvarında, 1696 yılı yapımı ve “Develioğlu Çeşmesi” denen bir çeşme bulunmaktadır. Bu yüzden, camiye aynı zamanda “Develioğlu Camisi” de denir. Cami: 1561 yılında ölen Hoca Hamza tarafından yaptırılmıştır ve kendisi de caminin haziresinde gömülüdür. Caminin minberi: Lale devrinin ünlü sadrazamı Nevşehirli Damat İbrahim Paşa tarafından yaptırılmıştır.
Semt ismini: Rumca “Saray” anlamına gelen “Palation” kelimesinden almıştır. Çünkü yakınlarda “Blahernai Sarayı” bulunmaktadır. Fetihten hemen sonra, Bizans’ın Haliç kıyısındaki surlarında bulunan “Balat Kapı” da buradaymış ve Türkler tarafından buraya verilen “Balat Kapusu” isminin de bundan kaynaklandığı düşünülmektedir.
Ancak günümüzde bu kapıdan bir iz yoktur. Ancak kapı mevcut olmasa da yeri belirgindir. Çünkü: çevredeki sokakların tümü bu kapıya çıkacak şekilde düzenlenmiştir. Bu kapının: tarihi süreçte çok bilinen ama yeri kesin olarak bulunamayan: “Kynegos (Avcı) kapısı” veya “Prodomos (Vaftizci Yahya) kapısı” olabileceği de söylenmektedir.
Balat semtinin tarihi: gerek Bizans ve gerekse Osmanlı döneminde, şehirdeki başlıca Yahudi yerleşkesi olarak bilinir.
Çünkü: özellikle fetihten sonra, Osmanlı imparatorluğunun ilk dönemlerinde: tenha İstanbul nüfusunu arttırmak için her millet ve din mensuplarına, şehir açılmıştır. Çünkü: Osmanlı mantığına göre: gelen her gurubun kendine özgü bilgi ve becerilerinden yararlanılmak istenmiştir.
Balat bölgesinde ise: tarihi süreç içinde, yoğun olarak Yahudiler yerleşmiştir.
Yüzyıllardır dünyanın değişik yerlerinden İstanbul’a göç eden ve sürgün gelen Yahudiler: buraya yerleşerek kendi aralarında kaynaşmışlardır. Özellikle, fetihten sonra: Makedonya ve İspanya’dan göç eden Yahudiler bu semte yerleşmişlerdir.
Ama özellikle: iç Balat denen yere ve buradaki İstipol, Kasturiye, Ayistrati, Las Kazas de Perendeoğlu, Sigiri ve Dubek gibi mahalleleri yaratarak buralara yerleşmişlerdir.
Fatih Vakfiyesine göre: Balat’a ilk yerleştirilenler: Makedonya’nın Kastorio şehrinden gelen 100 kadar yoksul Yahudi ailesidir. Bu aileler: burada geldikleri semtin adını taşıyan “Kastorya Sinegogu” nu inşa edip çevresine yerleşmişlerdir.
Bunları takiben, 1492 yılında: Granada şehrinin düşmesiyle, İspanyol engizisyonu tarafından sürekli sıkıştırılan Yahudi cemaati İspanya’yı terk etmeye zorlanınca: dönemin Osmanlı sultanı ve sofuluğu ile bilinen Sultan II. Beyazıt tarafından, bunlar İstanbul’da davet edilmişler ve geldiklerinde Balat’a yerleştirilmişlerdir.
Bu yeni gelen Yahudiler: “Seferad” olarak isimlendirildi. Bu sözcük İbrani dilinde “İsyanyol” demektir. Bu İspanyol Yahudileri, geldikleri yerin “Kastilya” lehçesini konuşuyorlardı.
Ardından 1497 yılında Portekiz ve İtalya’dan ve 1599 yılında Rodos’tan gelen Yahudiler; yine buraya yerleşerek Balat semtinde Gerus, Neve Şalon, Messine ve Montias sinegoglarını kurmuşlardır.
Yani: bir anlamda, her topluluk, kendi geldikleri yörenin ismini taşıyan sinagog inşa edip onun çevresine yerleşmiştir. 17 yüzyılda, tarihçi Baudier’in yazdıklarına göre: İstanbul şehrinde 38 Musevi Sinegogu bulunuyordu.
Yahudiler sinegogların görev yapabilmeleri için bazı kurallar koymuşlardı. Örneğin: bir sinegogun on kişiden az cemaati olamazdı. Bu cemaatin, sinegogun bulunduğu yere, yürüme mesafesinde ikamet etmesi gerekiyordu. Balat’ta, neredeyse yan yana birçok sinagog bulunması da, çevrenin Yahudi yerleşiminin çekirdeğini oluşturduğunu kanıtlamaktadır.
1590 yılında, İstanbul şehrinde oldukça yüksek sayıda, yaklaşık 20 bin kadar Yahudi bulunduğu bilinmektedir.
1660 yılında, Eminönü civarını yok eden büyük yangın, burada Bahçekapı, Tahtakale ve Yemiş İskelesinde yerleşik Yahudilerin evlerini de kül eder. Sultan IV. Mehmet’in annesi Turhan Sultan: Yeni Cami Külliyesi ve Mısır çarşısını yaptırmak isteyince, Yahudiler Balat ve Hasköy taraflarına yerleştirilirler. Böylece: Sefahadlar, Aşkenazlar (Orta Avrupadan gelen Yahudiler) ve Roma’dan kalma Romanyotlar birbirlerine karışırlar.
17 yüzyıl sonlarında: bir Türk ile kavga eden Yahudi’nin Sultan Mehmet’e şikayet edilmesi üzerine: padişah köpürmüş ve cemaati cezalandırmak için Yahudilere “Çadır vergisi” adıyla yeni bir vergi yüklemiştir.
1853 yılında bu kere, Kırım Savaşı sonrasında bir gurup Yahudi buraya gelerek yerleşti.
İslam hukukuna göre: her dinsel topluluk bir millet olarak kabul edilirdi. Osmanlı devletindeki azınlıklar “Zımmi” yani “Devlet Himayesinde” kabul edilirdi. Bunlar: vergilerini öder, kendi mahkemelerini kurar ve iç işlerinde serbest kalırlardı. Her bölgenin kendi hahamı vardı ve aralarında toplanıp hahambaşını seçerlerdi. Hahambaşı: dini ve hukuki liderdi.
Ancak Yahudilerde hiçbir zaman Rumlarda olduğu gibi, Patrikhane sistemi ve hiyerarşisi yani merkeziyetçilik olmadı. Tüm bunlarla birlikte, Yahudilerin kendi geleneksel yaşamları içinde eğlencenin büyük yeri vardı.
Bunların yaptığı sirk gösterileri, Osmanlı eğlencelerinin vazgeçilmez unsuru olmuştu. Yahudi hokkabazlık gösterileri, İstanbul’un en heyecan verici seyirlerinden olmuştu. Ayrıca: şenliklerde kukla oynatırlardı.
Özellikle: “hareket eden ejderha” gösterileri çok beğenilirdi. Sultan II. Mahmut’un bir şenliğinde ve Sultan Abdülmecit’in sünnetinde de bu heyecanlı gösterileri yapmışlardır. Bunların yanında: İstanbul’daki ilk matbaa 1894 yılında Yahudiler tarafından kurulmuştur.
Tüm bunlara rağmen: semt, tarih boyunca sağlık yönünden tehlikeli bir yer olarak tanınmıştır. Özellikle 1942 yılında yürürlüğe giren “Varlık Vergisi” ve 1948 yılında İsrail Devletinin kurulmasıyla, Balat Yahudileri: 1950’lerde başlayarak kalabalık guruplar halinde İsrail’e göç ettiler. Bu göçe: ikinci askerlik hizmeti ve 6-7 Eylül olaylarının da etkili olduğu bilinmektedir.
Balat’dan göç eden Yahudiler, İsrail devletinin başkenti Tel Aviv şehrinin yanı başında yerleştikleri semtin ismi, buraya atfen “Batyam” olarak düzenlediler ve Türkiye dışında, yemekleri, müziği ve adetleriyle burayı bir Türk yerleşim yerine dönüştürmüşlerdir.
Şehri terk etmeyenler ise, Galata bölgesine göç etmişlerdir.
Yahudilerin Balat semtini terk etmelerindeki bir diğer etken de; tarihi süreç içinde: Balat, her zaman karanlık görünümlü, dar ve bakımsız bir çevre olarak tanınmasıdır. Çünkü: Fener’e göre burası daha yoksul bir semttir. Fener’de yerleşik Ermeniler, Osmanlı devlet yönetiminde etkin olduklarından zamanla zenginleşmiş, ancak Balat’ta oturan Yahudilerin böyle bir durumu söz konusu olmamıştır.
1923 yılında Yahudiler azınlık değil, tam vatandaşlık statüsü kazandılar.
Günümüzde ise: İstanbul’un ekonomik ve kültürel açıdan gelişmiş semtlerinden biridir. Bunda: mimari yapısı, kilise ve sinegogları, esnafı, hamamı ve çarşısı etkindir. Ara sokaklara girerseniz, tek tük Yahudi evi görebilirsiniz. Yine: ünlü geçen yüzyıldan kalma şarkılara konu olmuş “Agora Meyhanesi” buradadır.
Balat merkezinde iki sinagog vardır. Bunlar: Yanbol ve Ahrida (Ohrida) sinegoglarıdır.
YANBOL SİNEGOGU
Lapçacılar Sokağında, hareketli bir çarşı içindedir. Bulgaristan’dan gelen Yahudiler tarafından kurulmuştur. Giriş kapısında “5655” sayısı görülür. Bu sayı: Yahudi Takvimini belirlemektedir ve bunun karşılığı, normal takvime göre “1895” yılıdır.
Yani: Sinagog 1895 yılında yapılmıştır. Sinegogun apsisinde “Adalet kapısını aç bana” sözcüklerinin İbranicesi olan “Petah li şarei sedak” yazısı dikkati çeker. Ayrıca: yine yapıda bir takım Tevrat ruloları saklanmaktadır.
AHRİDA-OHRİDA SİNEGOGU
Kürkçü çeşme sokaktadır. Ahride sinegogu: 1427 yılında kurulmuştur. Ancak, sinagog binası, 18 yüzyılda Makedonya’nın Ohrid şehrinden gelen Yahudiler tarafından onarılarak kullanılmaya devam edilmiştir ve adını bunlardan almıştır.
1693 yılındaki yangında harap olan sinagog: 1694 yılındaki fermanla yeniden yaptırılmıştır. 1709, 1823 ve 1881 yıllarında onarım görmüştür. Sinagog: 500 kişilik kapasitesiyle şehrin en büyük sinegogudur.
Sinagog’un dua kürsüsü “Teva” bir gemi pruvasına benzer. Gemi pruvası, bir rivayete göre: İspanyol Yahudilerini Osmanlıya getiren kadırgalar ve bir başka rivayete göre ise Nuh’un gemisine benzetilmektedir. Sinegogun kutsal dolabında: Tevrat’ın “Tora kısmı” saklanmaktadır.
Dolap: Doğu yönüne yani Kudüs şehrine bakmaktadır. Buranın en özel tarafı: yani açık durması ve ayin yapılmasının sebebi: bazı Yahudilerin, aslında kendi dini kurallarına aykırı olmasına rağmen: başka yerlerden buraya geliyor olmalarıdır.
Çünkü daha önce sözünü ettiğim gibi: sinegogun açık durması için, cemaatin sinegoga yürüme mesafesinde yaşıyor olması gerekir.
Yine buraya ait bir özellik: 17 yüzyılın ünlü sahte mesihi diye bilinen Sebatay Zevi, bir dönem, burada cemaate hitap etmiştir. Sebatay Zevi: İzmir doğumludur. 1665 yılında Selanik şehrinde ortaya çıkmış, fikirleri ve söylemleriyle halkı etkileyerek Museviliği yaymaya çalışmış, yani Hz Musa’nın tahtına göz dikmiştir. Peşine büyük kitleleri takan Sebatay: zamanla Türklere karşı da bir ayaklanma hareketinin öncüsü olduğu zannıyla Osmanlı yönetimi tarafından aranmaya başlanmış, bir süre sonra yakalanmış ve hapsedilmiştir.
Bu kere, hapishanede İslamiyet’in etkisinde kalarak Kur-an okumaya başlamış ve Müslüman olmuştur. Ardından: İslam dinini savunmaya yönelik söylemleriyle dikkati çekmiş ve serbest kalmıştır. Ona inanan eski Yahudiler ise, aynı yolu izleyerek Müslüman olmuşlardır.
Bunların çoğu: İspanyolcayı bozuk Kastilya lehçesiyle konuşan Yahudilerdi. Bu olaydan sonra ilk kez “dönme” sözcüğü kullanılmaya başlanmıştır. Selanik’ten yayılan bu “dinden dönme” olaylarından sonra, oradaki Yahudiler de “Selanik dönmeleri” diye tanımlandılar.
Burada; 1877-1878 Osmanlı Rus savaşı sırasında, Osmanlının muzafferiyeti için, Sadrazam İbrahim Paşa ve cemaatin katıldığı bir dua töreni yapılmıştır.
Haliç kıyısındaki caddededir. Buradaki ilk yapı: 1858 yılında mimar Gabriel Tedeschi tarafından İpsilanti ailesinin ikametgahı olarak yapılmıştır. Ancak 1883 yılında burada sağlık hizmeti verilen “Or-Ahayim Derneği” kurulmuştur. Günümüzdeki görülen “Or-Hayim Hastanesi” ise: 1886-1898 yılları arasında yapılmıştır. Daha sonra hastane içine bir de sinagog eklenmiştir.
Yapı: kabartmalarla süslüdür. Dış görünümde: yüksek bir estetik düzenleme göze çarpar. Günümüzde hastane olarak kullanılan yapı: Türkiye’nin tek Yahudi hastanesidir. Hastane: I. Dünya savaşında yaralı askerlerin tedavisi için kullanılmıştır. Günümüzde ise bir vakıf tarafından yönetilmektedir.
FERRUH KETHÜDA CAMİİ-BALAT CAMİİ
Balat çarşısının içinde, Mahkemealtı caddesindedir. Osmanlı imparatorluğunun en şişman Sadrazamı olan Semiz Ali Paşanın kahyası (kethüdası) Ferruh Ağa tarafından, 1562 yılında mimar Sinan’a yaptırılmıştır. Bu durum, yani caminin yapım yılı: giriş kapısı üzerindeki Arapça uzun ve hoş kitabede belirtilmiştir.
Cami: tekke bölümü, mahkeme binası ve çeşmesiyle birlikte, küçük bir külliyenin çekirdeğini teşkil eder. Basit dikdörtgen planlı yapının, bir zamanlar büyük bir ihtimalle küçük bir kubbesi olan ahşap tavanı bulunuyordu.
Ama yakın geçmişte yani 1959 yılında yapılan restorasyonla, bunun yerine betonarme tavan yapılmıştır. Bu düz tavan: karelere bölünüp beyaza boyanmıştır. İç mekandaki çift kat pencereler, içeriye bolca gün ışığı girmesini sağlar.
Dışarıya doğru çıkıntılı mihrap duvarları: Tekfur sarayı dönemi çinileriyle süslenmiştir. Batı duvarı boyunca, tahta balkon uzanır. Caminin önündeki son cemaat yeri, derindir ve sekiz sütunla desteklenmiştir.
Restorasyonda burası da etkilenmiş ve yapıldığı dönemdeki etkileyiciliğini kaybetmiştir. Ayrıca, caminin giriş kısmı: camlı bir bölmeyle kapatılmıştır ki bu bölüm yapıyla uyum sağlamamaktadır. Arka duvarda: türünün son örneği olan bir güneş saati görülür.
Balat Mahkemesi: uzun süre, bu caminin avlusunda kurulmuştur. Camiyi yaptıran Ferruh Kethüda: caminin haziresinde gömülüdür.
Balat Camii yakınındadır. Kilisenin dışında kalan bina, bir zamanlar “Ermeni Okulu” olarak kullanılmıştır. 451 yılında: Khalkedon (Kadıköy) Konsülünde: İsa’nın tanrısal ve insani doğalarının aynı bedende birleştikleri kabul edilir.
Ancak, sadece ilahi doğanın varlığına inanan Ermeni Gregoryan Kilisesi: bu kararı kabul etmeyince aforoz edilir. Sonrasında: yüzyıllar boyunca Ortodoks ve Katolik kiliseleri, Ermenileri kendilerine bağlamak için yarışırlar.
901 yılına kadar: tüm Ermeni kiliseleri: Erivan Ecmiyadzin Patrikliğine bağlı kalır. Sonrasında ise, değişik yerlerde bağımsız Patrikhaneler kurulur. 1461 yılında: Fatih Sultan Mehmet: Bursa Ermeni Piskoposu Hovakim’i, İstanbul’a çağırır ve onu “Ermeni Patriği” ilan eder.
İstanbul Ermeni Patrikliği: başlangıçta diğer Patriklerden aşağı statüde olmasına rağmen, zamanla diğer bölgeler de Türkler tarafından ele geçirilince, önem kazanır. Ancak, hiçbir zaman, Ortodoks Patrikliğinin gücüne erişemez.
1628 yılında, Sultan IV. Murat döneminde: Karagümrük semtinde bulunan Surp Nikagos Kilisesi, Ermenilerden alınmış ve Kefeli Camiine çevrilmiştir. Karşılığında ise, Rumca adı “Ayios Eustrati” olan bu kilise: artan ihtiyaçları karşılamak için Ermenilere verilir. Ana mihrabın arkasındaki duvar kitabesine göre, aynı yıl yani 1628 yılında onarım görmüş ve Bursalı İsdeponos tarafından takdis edilmiştir.
İlk yapılan kilise, birkaç yangın sonucunda harap olmuş ve 1835 yılında günümüzde görülen kilise “Mikail ve Cebrail” yani “Baş meleklere” adanarak inşa edilmiştir. Kilisenin bodrum katında “ayazması” vardır. “Ayios Andonios” denen bu ayazma, kilisenin daha önce Ortodoks kilisesi olduğunu kanıtlamaktadır. Bodrum katında: ayrıca: Aziz Ardemios ve Azize Peprone’nin kemikleri saklanmaktadır.
Kilisenin içinde: ana mekandan, yandaki galeriye açılan bölümdeki bir ağır demir kapı ilgi çeker. Kapının bir tarafı “Latince” ve bir tarafı “Almanca” yazılıdır ve kabartmalarda “Ejderhayı öldüren St George ve tapınak hırsızlarını kovan Hz İsa” görülmektedir.
Söylentiye göre: Bu kapı: Sultan I. Mahmut döneminde; Topkapı sarayında yapılan bir kazıda bulunmuş ve “Babik” isimli ve Topkapı sarayında demircilik yapan bir Ermeni demircisi tarafından satın alınarak kilisede, bulunduğu yere takılmıştır. Bu kilisede, günümüzde, yılın belli günlerinde kurban olarak koyun ve horoz kesilir ve her dinden, yoksul insanlara dağıtılır.
BALAT İSKELE-YUSUF ŞÜCAATTİN CAMİİ
Balat kapı dışında, Karabaş Mahallesinde Vapur iskelesi sokağındadır. Bu yüzden: cami “Balat İskelesi” camisi olarak da bilinir. Kagir caminin ilk yapılışı: devrin ulemalarından Yusuf Şücaattin tarafından Fatih Sultan Mehmet döneminde yaptırılmıştır. Ancak 1892 yılındaki yangında yanarak harap olunca, yeniden yapılmış ve günümüze ulaşmıştır.
Deniz kenarındaki cami “fevkani” yani “yükseltilmiş” tir. Altında başka bir kat vardır. Camiye güney cephesinden girilir, sağ tarafta cami deposu ve sol tarafta ise, caminin hemen yanında, camiye bitişik 1828 yılı yapımı “Hafize Hatun Çeşmesi” bulunmaktadır.
TAHTAMİNARE CAMİİ
Vodina caddesi üzerindedir. 1458 yılında, Fatih Sultan Mehmet tarafından yaptırılmıştır. Cami, zamanla harap olunca, 1865 yılında; Tahtaminare Hamamcısı Sivaslı Halit Ağa tarafından tamir edilerek yenilenmiştir. 1957 yılına gelindiğinde, cami, cemaati tarafından onarıma tabi tutulmuştur. Cami: kare planlı, çatılı ve kagirdir. Son cemaat yerinin üstü, kadınlar mahfilidir.
Tavan içi ahşaptır. Mihrap: ayetli Kütahya çinileriyle döşenmiştir. Önceleri ahşap olan ve camiye ismini veren tek şerefeli minare: yenilenme döneminde betonla yapılmış, külahı ve alemi madendendir. Cami yanındaki çeşme: Kanuni Sultan Süleyman tarafından yaptırılmıştır. Mihrap duvarı önünde: Hüseyin Efendinin kabri bulunmaktadır.
BULGAR KİLİSESİ-SVETİ STEFAN-DEMİR KİLİSE
Haliç kıyısında: Fener’den Balat’a giderken sağ kolda, Mürsel Paşa Caddesiyle Balat Vapur İskelesi Caddesi arasındadır. Yapının yeşil renkli soğan kubbesi, denizden bakıldığında deniz ile arada kalan evler arasında hemen seçilir.
Bulgarca “Sveti” kelimesinin anlamı “Aziz” dir.
Kilisenin yapılış hikayesi şöyledir: O tarihlerde, İstanbul’da yaşayan Bulgarların sayısı fazladır. 1850 yılında milliyetçiliğin de etkisiyle, Bulgarlar dini ayinlerini Fener Rum Patrikliğine bağlı olarak ve Rumca yapmak istemediklerini söylerler.
Bağımsız ve milli, Bulgar Ortodoks kilisesi yapmak isterler. Çünkü başlangıçta Bulgar milliyetçiliği: Osmanlıdan çok Fener Patrikhanesine karşı oluşturulmuştur.
Ancak bu durum Osmanlının işine gelmez. Çünkü Fener Patrikhanesiyle karşılıklı anlaşma vardır. Ayrıca: Bulgar milliyetçiliğinin, zamanla Osmanlı otoritesine karşı yöneleceği de tahmin edilmektedir.
Bu yüzden, dönemin padişahı Bulgarların bir kilise yapmalarını istemez. Israr edildiğinde ise, işi zora sokmak için “Bir şartla izin veririm, kiliseyi bir ay içinde yapacaksınız, aksi halde izin vermem” der.
Evet, padişah tarafından verilen bu bir aylık yapım izninin ardından: Bulgarlar, kiliseyi demir döküm olarak yapmaya karar verirler. Çünkü: bu tarihlerde inşaatlarda kullanılan demir, dönemin yeni mimari modasıdır. Paris şehrindeki Eyfel kulesi, aynı dönemde yapılmıştır.
Yani: Padişahın öne sürdüğü şartı için en uygun çözüm, demir kullanılmasıdır. Bulgarlar hemen bir ihale açarlar ve bir Avusturya firması ihaleyi kazanır. Proje: İstanbullu bir Ermeni olan Hovşep Aznavur tarafından yapılır.
Ayrıca: Bulgarlar, bu kiliseyi yapmak için oldukça ilginç bir yer tercih ederler. Bu yer: Fener Patrikhanesinin sadece birkaç yüz metre yakınıdır.
İç ve dışı, yani tümü Viyana’da kurulu Wagner firmasının fabrikasında dökülen kilise: Viyana’da kurulur, denenir ve sonra mavnalarla: Tuna nehri ve Karadeniz yolu ile parça parça İstanbul şehrine ulaştırılmış ve burada monte edilmiştir.
Ancak: demir olduğu için ağır çeken kilisenin deniz kenarında kurulması öncesinde, temellerde ciddi mühendislik çalışmaları yapılır. Temeline 70’e yakın demir kazık çakılır.
Ayrıca: kilisenin nemden ve rüzgardan etkilenmesi, ciddi bakım ve onarım sorunları yaratır. Önce: taşıyıcı iskelet, çeşitli biçim ve boyutlardaki çelik profillerden oluşturulmuştur. Çünkü zeminin zayıf olması nedeniyle, betonarme yerine daha hafif olduğu için demir iskelet yöntemi tercih edilmiştir.
Ancak bununla yetinilmemiş, dış cephede bulunan elemanlar da demirden yapılmıştır. Bütün dış duvar kaplamaları, pencere doğramaları, kapı kanatları yani bütün yapı demirdendir.
İç mekana gelince: duvarlar, merdivenler, bütün kolonlar ve kolon başlıkları demirdendir. Ancak: daha görkemli bir görünüm için: girişte ve ana mekandaki duvarların ve kolonların üstleri: renkli mermer levhalarla kaplanmıştır. Yani: içerideki mermer görünümlü sütunlar da demirdendir.
Dünyanın ilk ve tek, dökme demirden yapılmış prefabrik kilisesidir. Mimari olarak: neogotik stil kullanılmıştır. Yeşilimsi, gri renkte boyanmıştır. Cephesi bezemelerle doludur. Yaklaşık 1.5 yıllık bir çalışmanın ardından: kilise 1898 yılında, bir aylık süreçte, günümüzde bulunduğu yere monte edilmiştir. Hemen girişte: kilisenin Viyana’da (R.Ph. Waagner, Vienne) yapıldığını belirten bir plaket görülür.
Kilisenin karşısında “Eksarhlık” binası vardır. Kilisenin bahçesindeki mezarlıkta bulunan heykeller: Bulgaristan’da Türk azınlığa baskı yapılan yıllarda, bilinmeyen kişiler tarafından kırılmıştır. Bu yüzden, bu heykeller kilise içine alınmıştır.
TUR-U SİNA MANASTIRI
Bulgar kilisesinin hizasındaki bu eski Ortodoks kilisesi, oldukça harap haldedir. Kilisenin önünde: küçük avludaki eğilmiş tahta çan kulesi ilgi çeker. Ama kiliseyi ana caddeden ayıran binalar daha da ilgi çekicidir. Bu kompleks yapılar: bir “Metohion” dur. Yani: Tur-ı Sina’daki “Aya Katerine Manastırı”nın, İstanbul şehrindeki bir koludur.
Metohion binası: İstanbul şehrindeki en eski konutlardan biridir ve yapılışı muhtemelen 17 yüzyıla uzanır. Ancak bu bina yakın zaman öncesine kadar çeşitli amaçlarla kullanılmış ve duvarlarındaki süsler yok olmuştur. Oysa, Miss Pardoe isimli yazarın İstanbul hakkındaki kitabında, bu evin bir odasının duvarlarındaki gravürler görülmektedir. Böylece buranın bir zamanlar ne kadar güzel bir yapı olduğu anlaşılmaktadır.
ESKİ GALATA KÖPRÜSÜ
Emektar Galata köprüsü: iki eski Yahudi semtini yani Balat ve Hasköy’ü birleştirmektedir. Yörenin insanları, iki kıyı arasında yürüyerek geçerler.
Gülhane Parkının bulunduğu yerde: 8’nci yüzyılda, Konstantinopolis Üniversitesi bulunuyordu. Osmanlı döneminde ise, Topkapı Sarayının has bahçelerinden biri olarak düzenlenmiştir. Park alanında özellikle burada bolca yetiştirilen güller nedeniyle, parkın ismi de “Gülhane Parkı” olmuştur. Gül: Topkapı Sarayı has bahçesine, ilk olarak Fatih Sultan Mehmet döneminde, 1460’lı yıllarda gelmiştir. Sonrasında, sarayın bu has bahçesi, güllerle süslenir.
Parkın tarihi geçmişindeki en önemli olay, 1839 yılında burada ilan edilen Tanzimat Fermanıdır. Osmanlı’da imparatorluğun yeniden yapılandırılmasını hedefleyen ve kısmen de başarılı olan bu ferman: Sultan Abdülmecit tarafından kabul ve ilan edilmiştir. Amaç: 19 yüzyılda zayıflamaya başlayan Osmanlı imparatorluğunu, çeşitli reformlar yaparak modern çağa taşımaktır. Tanzimat: 40 yılın ardından, 1876 yılında sona ermiştir.
Günümüzde: 100 bin metre karelik alanı kaplayan park, özellikle her yıl “Nisan” ayında düzenlenen “Lale Festivali” sırasında bambaşka bir güzelliğe bürünür. Parka genellikle Arkeoloji Müzesi ya da Soğukçeşme Sokağının sonundaki Soğukçeşme kapısından girilir. Ben size Gülhane Parkında daha önce bulunduğu söylenen ama günümüze herhangi bir kalıntısı kalmamış tarihi eserlerden ziyade, günümüze ulaşan eserler hakkında bilgi vereceğim. Örneğin: Gülhane Parkı alanında bulunan, iki metrelik mermer Meryem Ana ikonu, günümüzde Arkeoloji Müzesinde sergilenmektedir. Buna Gülhane Meryemi İkonu denilmektedir.
Bizans Sarnıcı
Çevresi ağaçlarla kaplı ve hemen yanında 1911 yılı yapımı bir Osmanlı çeşmesi bulunan sarnıcın: 5 yüzyılın ilk yarısına ait olduğu düşünülmektedir. Sarnıç, muhtemelen Bizans döneminde burada bulunan sarayın su ihtiyacını karşılamak için yapılmıştır. Ölçüleri gayet büyüktür ve dikdörtgen planlıdır. Sarnıç geçmişte uzun süre akvaryum olarak kullanılmıştır.
Gotlar Sütunu
Park alanı içinde, Sarayburnu’na hakim bir tepe üzerinde, 18 metre yükseklikte, bedenine “Gothos” kelimesi yazılmış bir sütun dikkati çeker. Sütun: Topkapı Sarayı müzesinin denize bakan yamacındadır.
Mermerden tek bir blok halde yapılmış sütunun özellikle, kartal arması yontulmuş bulunan, korint tarzı başlığı dikkat çekmektedir. Bizanslı tarihçi Necephorus’un yazdıklarına göre: sütunun üstünde, bir zamanlar Bizans’ın kurucusu olan Megaralı Byzas’ın heykeli varmış. Çünkü, sütunun bulunduğu yer, şehrin kurucularının ilk olarak karaya çıktıkları yerin çok yakınındadır.
Bir başka söylentiye göre, sütunun üstünde, bir zamanlar Yunan şans ve baht tanrıçası olan “Tike” heykeli varmış. Tike pagan tanrıçası olduğu için, Hıristiyanlığın kabulünün ardından, sütünün tepesinden indirildiği düşünülmektedir.
Sütunun üç basamaklı kaidesinde Latince“Gotların yenilgisiyle geri gelen Fortuna” şeklinde bir yazı vardır. Fortuna: Anadolu ve Yunan mitolojisinde, şans ve bereket tanrıçası Tike’nin Roma mitolojisindeki adıdır. Yani, sütunun Gotlara karşı kazanılan bir zafer için dikildiği anlaşılmaktadır. Bu değerlendirildiğinde, sütunun imparator II. Cladius Gothicus 269 yılında veya şehrin kurucu imparatoru Konstansin döneminde dikildiği tahmin edilmektedir.
Çünkü: her iki imparator da, yapılan savaşlarda Gotları yenmişlerdir. Ancak: imparator Cladius’un İstanbul ile ilgisinin bulunmuyor olması, sütunun hangi dönemde dikildiği sırrını koruyor. 17 yüzyıldır hiçbir depremde yıkılmadan kalarak günümüze ulaşan: sık ağaçlıklar arasında dikkat edilmezse görülmeyen bu abideyi görmenizi öneririm. Çünkü, 1700 yıldır burada bulunan sütun, belki de kaidesinde yazılı olduğu gibi, Tike tarafından korunarak günümüze kadar hiçbir değişikliğe uğramadan gelmeyi başarmıştır.
Gotlar sütununun hemen arkasında “Set üstü çay bahçesi” vardır. Buraya uğrayarak güzel manzara eşliğinde bir çay içerek mola verebilirsiniz.
Bizans Yetimhanesi
Gotlar sütununun hemen aşağısında: demir parmaklıklarla koruma altına alınan bir takım kalıntılar görülüyor. Bunlar üzerlerinde haç işaretleri bulunan, başlıklı birkaç sütun ve tuğla kemerlerdir.
Buranın: Bizans döneminde bir yetimhane olduğu ve 579 yılında Bizans imparatoru I. Justinianos ve karısı Sophia tarafından yaptırılmıştır. Bu yetimhane: hemen yakınındaki Aziz Menas ve Demetrius kiliselerinden sağlanan gelirle, uzun yıllar boyunca yetim çocukların barındığı, yemek yedikleri bir yer olarak kullanılmıştır.
İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi
Müze, Gülhane Parkı içinde, Saray sur duvarına bitişik, Has Ahırlar binasındadır. Osmanlı dönemine ait “Has Ahırlar” düzenlenerek müzeye dönüştürülmüştür. Has Ahır: Osmanlı döneminde, padişahın ve yakın hizmetinde bulunanların atlarının bulunduğu ahırlara verilen isimdir.
İslam Bilimi Tarihçisi Prof. Fuat Sezgin tarafından kurulan müze, 2008 yılında hizmete girmiştir. 3500 metre kareyi kaplayan sergi alanında: 580 adet cihaz kopyası, alet, maket ve model koleksiyonu bulunmaktadır. Bu koleksiyon ile, müze, dünya üzerinde Frankfurt’ta bulunan aynı özellikteki müzeden sonra ikincidir.
İki katlı müzede: Sergi alanlarının tamamında, İslam bilim adamlarının eserlerinin model ve maketleri sergilenir.
Üst katta: Astronomi, Sinevizyon salonu, Saat teknolojisi, denizcilik, savaş teknolojisi ve tıp bölümü vardır.
Alt katta: Fizik, matematik, madenler, geometri, şehircilik ve mimari, optik, coğrafya ve kimya ile ilgili bölümler bulunur.
Bahçe kısmında: Halife el-Mem’un tarafından 9 yüzyılda yapılan dünya haritasının kopyası bulunan yerküre ve İbni Sina Botanik bahçesi bulunmaktadır. Botanik Bahçesinde: İbni Sina’nın “Fit Tıbb” kitabının ikinci cildinde söz edilen bitkiler ilgi çekmektedir.
Sonuç olarak: müze, İslam dünyasının tarihteki başarılarını öğrenmek isteyenler için güzel örnekler sunmaktadır. Ancak konu ile ilgili birçok eser günümüzde, yabancı ülke müzelerinde bulunduğundan, sergilenen eserlerin birçoğu kopyadır. Bir kısım eserde, günümüze ulaşan tasvirleri dikkate alınarak aslına uygun yapılmıştır. Bunların yanında, müzede genel müzik enstrümanları bulunmaktadır. Bu arada: Nusret Çolpan tarafından yapılan tavan süslemelerini görmenizi öneririm.
Alay Köşkü
Gülhane parkının tam köşesinde, Topkapı surları üzerindedir ve Topkapı sarayının cadde ve sokaklara bakan tek yapısıdır.
Ünlü şair Keçecizade İzzet Molla’nın yazılarına göre: köşk binası, 1819 yılında Sultan II. Mahmut tarafından yaptırılmıştır. Ancak: günümüzdeki yapıdan önce de burada ahşaptan yapılmış bir “Alay Köşkü” bulunduğu söyleniyor.
Gülhane parkı içinde, girişte solda bulunan taş rampa: padişahların Saraydan çıkıp Alay Köşkünün kapısına kadar atla gelebilmeleri için yapılmıştır.
Osmanlı sultanları, burada kafesli pencerelerin ardında: Osmanlı imparatorluğunun zengin dönemlerinde, bu cadde üzerinde yapılan resmi geçitleri ve alayları izlemişler, halkı selamlamışlardır. Bu yüzden, yapının ismi “Alay Köşkü” ve bazı kaynaklara göre “Selam Köşkü” olmuştur.
Mimari yapı
Dış bölüm: yedi cepheli ve mermer kaplıdır. Çevresi saçaklı, çok güzel ve soğan biçimli kubbe: kısmen batı tipi mimari tarzı anımsatır.
İç bölüm: büyük bir salon ve arka taraftaki birkaç hizmet odasından oluşmaktadır. Salonun tavanları, kalem işleriyle süslenmiştir.
Osmanlı imparatorluğunun zengin dönemlerinde: bu cadde üzerinde, dönemin en renkli törenlerinden biri olan ve adeta bir tür karnavalı andıran “Esnaf Alayı” veya “Lonca Alayı” düzenlenirmiş. Bu esnaf alayına katılan tüccarlar, zanaatkarlar ve sanatçılar başta olmak üzere değişik meslek gurubundan kişiler: bu köşkün önünden büyük bir coşkuyla geçerlermiş.
Hatta bu kişilerin: 7 ayrı kıtaya ayrılarak ve 1100 sınıftan oluştuğu söylenir. Bunlar: köşkün önünden geçerken padişahı selamlar, padişah ta bunlara karşılık verirmiş.
En son düzenlenen esnaf alayı: 1769 yılında Sultan II. Mustafa döneminde yapılmıştır.
Evliya Çelebi: Seyahatnamesinde, 1638 yılında Sultan IV. Murat döneminde yapılan bir alay geçit törenini şöyle anlatır: “ İstanbul’un dört bir yanından gelen her lonca ve meslek oradaydı, alay şafak vakti başlayıp gün batımına kadar sürdü.
Bu alay için, İstanbul’da üç gün üç gece ticaret hayatı durmuştu. O günlerde, şehri bir gürültü patırdı aldı ki: kelimelerle tarifi mümkün değildir”
Devamında Evliya Çelebi şöyle anlatır “Alay 57 kısım halinde toplanmış, 1001 loncadan oluşmaktadır.
Bu loncaların her birinin temsilcileri, kendilerine özgü kıyafetleri ve üniformaları vardır. Hazırladıkları arabaların üzerinde mesleklerini ve mallarını tanıtırlar. İzleyenleri güldüren sözler söyleyip soytarılık yaparak halkı eğlendirirlerdi.
Bu teşhirlerin en ilginci ise: palamarlarla binlerce adamın çektiği, kızaklara konmuş kalyonlarla geçen “Akdeniz Kaplanları” idi. “
Bunlar: Alay köşkünün önüne vardıklarında: büyük bir cenk gösterisi sunarlar, kafir gemilerini ezip geçerlerdi. Alaydaki son lonca meyhanecilerdir. Bunların en sonunda ise “Yahudi meyhaneciler” geçerdi. Bunlar: halka ellerindeki testilerden, şarap yerine şeker şerbeti dağıtarak geçerlerdi.
Evet: bu loncalar ve esnaf alaylarının geçitleri dışında, sefere çıkan veya zaferden dönen Osmanlı ordusu neferleri de, mehter marşları eşliğinde burada resmi geçit töreni yaparlardı. Hatta: bazı siyasi suçluların idam cezaları da, halka ibret olsun diye bu köşkün önünde yapılmıştır.
Alay köşkünün tarihi geçmişindeki önemli olaylardan birisi de: “Vakai Vakvakiye” veya “Çınar” adı ile bilinen isyanda: henüz buluğ çağına yeni girmiş bir çocuk olarak tahta çıkan Sultan IV. Mehmet’in, isyancılar tarafından ayak divanına yani görüşmeye, buraya çağrılmış olmasıdır.
Alay köşkünün: Sadrazamın yaşadığı Bab-ı Ali’nin hemen karşısında yapılmış olması sebebinin: Sultan tarafından Bab-ı Ali ve sadrazamın gözlenmesi düşüncesinden kaynaklandığı da söylenir.
Hatta: Sultan Deli İbrahim: tatar yayı ile, gelip geçene ok atmak için burayı kullanmıştır.
Cumhuriyetin ilk yıllarında, burası bir dönem “Güzel Sanatlar Birliği” hizmetine verilmiş ve ardından “Eminönü Halk Evi” ne tahsis edilmiştir. 1940’lı yıllarda ise, “Eski Eserleri Tescil Bürosu” olarak kullanılmıştır.
Ardından, uzun yıllar kapalı kalan köşk, 2011 yılında “Ahmet Hamdi Tanpınar Edebiyat Müzesi” olarak düzenlenerek ziyarete açılmıştır.
Bab-ı Ali
Alay köşkünün karşısındadır.
İlk olarak: 1564 yılında Sokullu Mehmet Paşa: kendisine bir saray yaptırarak buraya taşındı. Ardından yabancılar tarafından “Sublime Porte” yani “Yüce Kapı” olarak isimlendirilen Bab-ı Ali: gerek sadrazamların çalışma mekanı ve gerekse yabancıları kabul ettikleri bir yer olarak kullanılmaya başlandı. Zaman içinde: imparatorluk problemlerinin birçoğu burada görüşüldü ve çözüldü.
Böylece “Bab-ı Ali” hükumete verilen bir isim oldu. Yabancı sefirler, Osmanlı padişahları değil Bab-i Ali’de sadrazamlar tarafından kabul edilerek göreve başlardı. Burada günümüze ulaşan ve tek ilgi çeken yapı: 1565 tarihli ve dönemin özelliklerini yansıtan bir dershane yani eski bir medrese dersliğidir.
Sadrazamlar: 1840 yılında, bugün İstanbul Valiliği olarak kullanılan binaya taşındılar. Ancak “Bab-ı Ali” ismi İmparatorluğu temsil etmeyi sürdürdü.
Zeynep Sultan Camii
Alay Köşkünün sağından, saray duvarını takip ederek Alemdar caddesinde yürüdüğünüzde, Gülhane parkının Soğuksu çeşme kapısının tam karşısında, bu cami görülür.
Zeynep Sultan: Lale devri Sultanı, III. Ahmet’in, elliye yakın çocuklarından birisidir. Bu çocukların birçoğu unutulmasına rağmen, Zeynep Sultan, bu yapı ile adını tarihe yazmıştır.
Zeynep Sultan camisi: 1769 yılında dönemin baş mimarı Tahir Ağa tarafından yaptırılmıştır. Mimari stil olarak: Türk barok tarzı görülür. Yani: hem batılılaşma hareketinin başladığı erken 18 yüzyıl mimarisinde belirginleşen unsurlar ve hem de Türk motifleriyle, yine eskiye dönüşü vurgulamakta ısrar eden bir anlayışla inşa edilmiştir. Yani: barok üslupla geleneksel ve özgün Türk mimari elemanları birleştirilmiş, ortaya bir sentez çıkarılmıştır.
Yüksek kubbe kasnağı: yapıyı bir Bizans kilisesine benzetmektedir. Kubbenin altındaki pencerelerin, kıvrımlı revakları da bu görüşü destekler.
İç mekanda: Sultan mahfili ve minber ahşaptan yapılmıştır. Kareye yakın mekanın üzerine örten ana kubbenin dört köşesinde küçük yarım kubbeler vardır.
Caminin duvarla çevrili mezarlık yani hazire kısmında: Sultan III. Selim olayının baş kahramanlarından Alemdar Mustafa Paşa yatmaktadır. Bu talihsiz paşanın cesedi: III. Selim olayından sonra, Yedikule taraflarında bir çöplüğe atılmıştır. Ceset, II. Meşrutiyet sonrasında gelişen “Tarih-i Osmani Encümeni” tarafından alınarak buradaki mezarlığa defnedilmiştir. Camiyi yaptıran Zeynep Sultanın mezarı da bodrumdadır.
Caminin hemen arkasında, köşede bulunan “Sıbyan Mektebi”: bir süre ilkokul olarak kullanılmış ve 1988 yılında Vakıflar İdaresi tarafından “Türkiye Anıtlar Derneği” ne tahsis edilmiştir.
Gülhane Parkı Çeşmesi-Hamidiye Çeşmesi
Gülhane parkı dış duvarında, Zeynep Sultan camisinin bahçesine açılan kapının dışındadır. Rokoko tarzı süslü bu sebil camiye ait değildir. Çünkü Zeynep Sultan tarafından değil, Sultan I. Abdülhamit tarafından, 1779 yılında yaptırılmış ve Bahçekapıda’ki Abdülhamit türbesinin bulunduğu cadde genişletilirken, yerinden sökülüp buraya taşınarak yerleştirilmiştir.
Bu sebile “Hamidiye Sebili” denir. Sebil: çifte sütunlarla dört bölüme ayrılmıştır. Üstü kubbeyle örtülmüştür. İki yandaki çeşmelerin üstünü, geniş saçaklık örter. Sebilin her bölümünün üstünde: kitabeler görülür.
Cafer Ağa Medresesi
Zeynep Sultan camisinin karşısındadır. Ancak, burada yoğun olarak bulunan hediyelik eşya satan dükkanlar arasında ilk anda görülmez.
İki siyahi kardeş olan Cafer ve Gazanfer ağalar: Kanuni Sultan Süleyman döneminde “Baş hadım ağası” olarak görevliydiler.
1554 yılında, Mimar Sinan, bu yapıyı yapmaya başladığında, aynı zamanda en büyük eserlerinden olan Süleymaniye Külliyesini de sürdürüyordu. Ancak, bu sırada medresenin sahibi Cafer Ağa ölür ve bunun üzerine kardeşi Gazanfer Ağa masrafları üstlenir, inşaat devam eder ve 1559 yılında tamamlanır.
Medrese avlusundaki küçük odaların içlerinde, bir zamanlar buraları ısıtmak için kullanılan ocaklar bulunmaktadır. Medresenin suyu ise Yerebatan Sarnıcından gelirdi. Yakın zaman öncesinde büyük bir restorasyondan geçirilen medresede, günümüzde, sivri kemerli revakların altındaki kubbeli odalarda el sanatları ürünleri yapan ve satanlar bulunmaktadır.
Lala Hayrettin Camii-St Mary Chalkoprateia Kilisesi
Zeynep Sultan camisinin arkasındadır.
Lala Hayrettin: Fatih Sultan Mehmet döneminde sarayın Arpa Emiri’dir.
Lala Hayrettin: buradaki camiyi, St Mary Chalkoprateia (burada o dönemde bakırcılar loncası bulunduğundan Bakır Pazarı Meryem’i kilisesi de denmektedir) isimli bir eski Bizans kilisesi üzerine; 1485 yılında, Sultan II. Beyazıt döneminde yapılmıştır. Bu küçük kilise, Bizanslılar tarafından çok önemseniyordu.
Bu kilise, daha önce yine burada bulunan bir sinagog üstüne, 450 yılında inşa edilmiştir. Ayasofya: 532 yılında Nika isyanında yerle bir olunca, bu kilise bir süre için onun yerini almış ve katedral olarak hizmet vermiştir. Bu kilisenin içinde, bir zamanlar kutsal emanet olarak “Meryem Ananın kuşağı” nın bulunduğu söyleniyor. Camiye dönüşümden bir süre sonra: acemi ağalardan biri olan Ahmet ağa tarafından cami onarttırılır. 18 yüzyılın sonlarında ise, bir yangın sonucu cami yanarak yok olur.