İstanbul Boğaziçi Anadolu Yakası

İstanbul Boğaziçi Anadolu Yakası

Bu güzel şehrimiz düşünüldüğünde, elbette ilk akla gelenlerden biri de: Boğaziçi. İstanbul’a gelen, İstanbul’u ziyaret eden, İstanbul’u gezdim, İstanbul’u gördüm diyen herkesin, mutlaka bir şekilde: Boğaziçi’nde gezmesi, buraları görmesi gerek. Anadolu yakası, boğazın bir kıyısı. Benim size önerim: zamanınız kısıtlı ise, vapurla gezin. Zamanınız varsa: vapurla gidin, dönüşü kısa turlar halinde, otobüs, minibüs veya taksilerle yapın. Yazıyı okuyunca, kendiniz için belli duraklar seçebilirsiniz.

Boğaziçi’nin Asya yakasından; vapurla gezdiğinizi düşünerek, geriye doğru gezmeyi sürdürelim. Aksi halde; yazının sonundan başlamanız gerekecek.

Evet; sırasıyla: Kabakoz, Anadolu Feneri, Poyrazköy ve Anadolu Kavağı görülecek.

İstanbul Boğaziçi Anadolu Yakası Kabakoz

KABAKOZ

Kabakoz: Beykoz Anadolu Fenerinde, en eski yerleşim yerlerinden birisidir. Şile’ye 10 kilometre ve İstanbul’a 40 dakika uzaklıktadır. Şile-Ağva sahil yolunda, Ağva’ya doğru gidildiğinde, ilk karşınıza çıkan köydür.

Yerleşik nüfus bakımından İstanbul’un en büyük köylerindendir. Köyün meydanında yaklaşık 650 yıllık olduğu tahmin edilen bir çınar ağacı vardır. Yani, buradaki yerleşimin muhtemelen 1350’li yıllara kadar uzandığı düşünülmektedir.

Son dönemlerde: köy merkezinin dışında, sahil tarafından, köyden bağımsız olarak geniş bir araziye, yazlık evler yapılmıştır. Hatta bu yazlık evlerin sayısı, köyün merkezindeki yerleşik hane sayısından daha fazladır. Yani bu bölgede “Kabakoz Tatil Köyü” adında, gayrı resmi olarak bağımsız bir olgu ortaya çıkmıştır. Ancak birçok ev yapılmış olmasına rağmen, turistik tesis yoktur ve bu yüzden, buraların ismi, turizmde pek duyulmamıştır. Turizmden öte, buraya, sadece kendi yazlığını yaptıran kişiler uğrar ve ayrıca yaz aylarında, bölge günü birlikçi ziyaretçilerin akınına şahit olur.

İstanbul Boğaziçi Anadolu Yakası Anadolu Feneri

ANADOLU FENERİ

Beykoz’dan Anadolu Fenerine, düzenli belediye otobüsleri vardır. Yol: pek kötü değil, Beykoz yaklaşık 15 km uzaklıktadır ve ulaşım 15 dakika sürer.

Anadolu Feneri: İstanbul’un Asya yakasında, İstanbul Boğazının Karadeniz’le birleştiği en kuzey uçta “Yon Burnu” üzerindedir.

Fener: ilk olarak 1834 yılında yapılmıştır. 1858 yılında ise, Fransızlar tarafından yenilerek kullanılmaya devam etmiştir. Kırım Savaşı sırasında, Fransız ve İngiliz gemilerinin, boğazın ve Karadeniz’in girişini görebilmeleri için yapılmıştır. 1933 yılına gelindiğinde ise, fenerin, Fransızlara verilen 100 yıllık işletme hakkı iptal edilmiş ve fenerin işletimi, Türklere geçmiştir.

Fener yapıldığı gibi orijinal olarak muhafaza edilmektedir. Sadece fenerin kristalini döndüren motor ve ampul sonradan eklenmiştir. İlk günkü gibi korunan fenerin ışığı: açık havalarda 16 deniz mili uzaklıktan görülebiliyor ve böylece İstanbul’un Karadeniz’e açılan kapılarından birinde, gemilere rehberlik yapılıyor.

Karşıdaki Rumeli Fenerinden 2 deniz mili uzaklıktadır. Denizden 75 metre yükseklikteki fenerin kendi yüksekliği 20 metredir. Beyaz taştan yapılmıştır. Sadece: Beykoz’a dönük yüzünün dar kısmı karanlıkta kalır. Fener: sabit silindir kristalinin içindeki 1000 vatlık ampul: kristalin çevresinde, elektrik motoruyla dönen bir paravan sayesinde yanıp sönüyor. 18 saniye bekler, 1 saniye ışık verir ve yine 18 saniye bekler. Elektrik kesintilerinde ise, aydınlanma için bütan gaz desteği kullanılıyor.

Fenerin bulunduğu köy de, aynı isimle anılıyor. Fener’e giderken, sahile inen yokuşu kullanmayıp, düz devam ederek fenere ulaşırsanız, fenere komşu olan caminin balkonundan, çevrenin güzel manzarasını izleme şansınız olur. Bu seyir terasından: Boğaz, İstanbul ve gökdelenlerin silüetlerini görebilirsiniz.

İstanbul Boğaziçi Anadolu Yakası Poyrazköy
İstanbul Boğaziçi Anadolu Yakası Poyrazköy

 

POYRAZKÖY

Anadolu yakasında, boğazın sonlarındaki bir köydür. Buraya iki yoldan gitmek mümkündür. Birinci yol: deniz yoludur ve sadece yaz aylarında mümkündür. İkinci yol ise: otobüs veya kendi aracınızla kara yolundan gitmektir. Beykoz’u geçtikten sonra: 14 km daha gitmek gerekir ve Poyrazköye varılır. Sonuç olarak, Poyrazköy İstanbul içi olmasına rağmen, ulaşımı biraz zahmetlidir. Yani, burayı ziyaret etmek isteyenler, yolculuk zorluklarına katlanmayı göze almalıdır.

Poyrazköy’ün tarihi 600 yıl öncesine kadar dayanmaktadır. Buraya ilk yerleşenler: Cenevizlilerdir, ardından Bizanslılar gelmiştir. Sonradan: Karadeniz’den gelen göçmenler, buraya yerleşmiştir.

Poyraz kale: Garipçe kalesiyle karşı karşıyadır ve aynı dönemde inşa edilmiştir. Kale: Cezayirli Derya Hasan Paşa tarafından, 1760 yılında Fransız mimar “De Totto” ya yaptırılmıştır. Kara kısmında, çok az bir bölümü görülen kale: askeri amaçlar için kullanılıyordu.

Evet: güzel bir manzaraya sahip Poyrazköy’de: temiz bir deniz, plajlar ve balıkçı lokantaları bulunmaktadır. Ayrıca, buranın limanında, İstanbul’da pek görülmeyen büyük balıkçı tekneleri görülür. Yani: burası tam bir balıkçı kasabası havasındadır. Renkli takalar, iskelenin üzerine yığılı ağlar, sakinlik ve sessizlik. Kıyıda ise: iki tane plaj vardır. Bunlar: köye girmeden sola ayrılan yoldadır. Plaj: fazla büyük olmayan bir kumsal ve çevresinde irili ufaklı tesislerden oluşmaktadır.

İstanbul Boğaziçi Anadolu Yakası

ANADOLU KAVAĞI

İstanbul’dan buraya özel aracınız ile ulaşımı düşünürseniz: ormanın içinden, askeri bölgenin yanından kıvrıla kıvrıla buraya ulaşırsınız.

Burası: bakir bir köşe, tam bir balıkçı cennetidir. Burada birçok balıkçı lokantası vardır ve fiyatları da uygundur. Özellikle: buraya yolu düşenlerin midye tava ve dondurma tatmalarını öneririm.

Tepede: Cenevizliler tarafından inşa edilmiş “Yoros Kalesi” bulunmaktadır. 14 yüzyılda Osmanlılar tarafından gözetleme kulesi olarak kullanılan bu kale: 1980’lerde halkın ziyaretine açılmıştır.

İstanbul Boğaziçi Anadolu Yakası Yoros Kalesi
İstanbul Boğaziçi Anadolu Yakası Yoros Kalesi

 

YOROS KALESİ

İstanbul boğazının Karadeniz’e açıldığı yerde, Asya yakasının en görkemli tepelerinden birisinin üstündedir. Bazı tarihçilere göre: kale ismini; Yunancada “tepe, dağ” anlamına gelen “Oros” kelimesinden almıştır. Bazı tarihçelere göre ise: kalenin ismi “Kutsal Yer” anlamına gelen “Hieron” kelimesinden gelmektedir. Bu varsayıma göre: Boğazın Karadeniz’e açılan bu bölgesinde: kalenin bulunduğu yerde daha öncesinde 12 tanrı adına yapılmış bir mabet olabilir. Çünkü burada bulunan bazı antik mimari parçaların, sözü edilen bu mabede ait olduğu düşünülüyor.

Kale: Bizanslılar tarafından, boğaz trafiğinin denetiminin sağlanması için yapılmıştır. Bazı kaynaklara göre ise, kale Cenevizliler tarafından yapılmıştır. Ancak: kulelerden birinde görülen, tuğladan harflerle yazılmış “Grekçe” kitabe: buranın Bizans yapısı olduğunu kanıtlamaktadır.

1305 yılında kale, Türklerin eline geçmiştir. Bir zamanların muhteşem Bizans imparatorluğu: son 200 yılda ekonomik ve iç sorunların artması nedeniyle doğudan gelen Türklere karşı topraklarını kaybetmeye başlamış, fetih öncesinde Osmanlı askerleri tarafından, Anadolu’daki bu burçlar da ele geçirilmiş ve Bizans’a kuzeyden gelebilecek yardımların önü kesilmiştir. Yani Yoros Kalesinin Osmanlılar tarafından ele geçirilmesi, Bizanslılara vurulan en yıkıcı darbelerden biridir.

Evliya Çelebi: Yoros hakkındaki yazılarında, kaleyi “Yormaz” olarak isimlendirmiş ve Osmanlının son dönemlerine kadar, burada cami, hamam ve evler bulunan küçük bir köy yerleşiminden söz etmiştir. Ancak Yoros geçen yüzyıllar içinde, Boğaziçi’nde daha kullanışlı tabyaların yapılmasıyla birlikte önemini kaybetmiş ve 19 yüzyılda terk edilmiştir.

Burayı ziyarete gittiğinizde: duvarlarda ve kulelerde çeşitli armaları göreceksiniz.

Geç bir dönemde: örülerek kapatılan ana girişin iki yanındaki, haşmetli kulelerin yani çifte burcun cephelerinde: kapıya dönen yüzlerinde: mermere işlenmiş bir haçı çevreleyen dairenin içinde; “İesos Hristos Zafer” anlamındaki kelimelerin kısaltma harfleri görülür.

Örülü esas kapının iç tarafında yani girişin dışa bakan tarafındaki kapı üzerinde; yukarıda bulunan bir mermer levhada: iki küçük sütun kabartmasında, kemer biçiminde bir çerçevenin içinde bir “haç” görülür. Bu haçın çevresinde “Hz İsa” adı yazılıdır. Bu; Yoros kalesini koruması için yapılmıştır.

İçe bakan tarafta ise: bir mermer üzerinde: yine kısaltma olduğu düşünülen “dört harf” vardır. Kaleyi inceleyen gezginler: harflerin Bizans devletinin klasik formülü olan “dört B” yi teşhis ettiklerini sanmışlardır. Buradaki “dört harf”: “Ey sahip, despot Mihael Palaeologos’a kurtarıcı ol” anlamına gelen, dört kelimenin baş harfleri olarak okunmaktadır.

Böylece: kalenin şehri 1204 yılında işgal eden Latinlerden 1261 yılında İmparator VIII. Mihael Palaeologos (1261-1282) tarafından geri alındığı anlaşılmaktadır.

Karadeniz’e paralel olarak araziye yerleştirilen kalenin uzunluğu, doğudan batıya doğru 500 metredir. Genişlik ise yer yer 60-130 metre arasında değişir. Kalenin boğaz tarafında olan bölümü: daha alçak iki tepe üstündedir. Kalenin en güçlü kısmı: yüksek tepenin, doğuya yani Anadolu’ya bakan tarafındadır. Bu da: kalenin Boğaz girişini kontrol etmek kadar, kara tarafından gelebilecek bir tehlikeyi karşılamak üzere de yapıldığını göstermektedir.

Yükseklikleri 20 metre olan, yuvarlak iki burç arasından açılan, tuğla kemerli giriş kapısı: sonradan örülmüştür. Günümüzde kalenin girişi: doğu tarafında, 120 metre kadar yükseklikte, tepenin üstündeki en hakim noktadadır.

Girişteki çift kulelerin içlerinde: dört kollu haç biçiminde mekanlar vardır. Bu mekanların üstlerindeki duvar tekniği değişiktir. Buna bakılarak: bunların geç bir dönemde yükseltildiği ve kule içlerine birer kat eklendiği anlaşılmaktadır.

Güney duvarının sonunda: günümüzde, bir kapı açıklığı gibi görülen parça da aslında bir burçtur. Kalıntılardan anlaşıldığı gibi: büyük kulelerin benzeri olarak, içinde haç biçiminde dört kemerli ve kubbeli tonozla örtülü, yüksek bir mekan kalıntıları görülmektedir. Ancak bu burç, bilinmeyen bir dönemde yarısına kadar yıkılmıştır.

Kalenin kıyıya kadar indiği ve burada en azından bir iskelesi ve bu iskeleyi koruyan bir burcu daha olduğu düşünülmektedir. Hatta: tarihi süreç içindeki gravürlerde: burada hangi döneme ait olduğu anlaşılamayan bir de fener bulunduğu görülmektedir.

Burayı ziyaret ederseniz: hala ayakta kalmış olan iki büyük kulesi ve yeşillikler içinde Boğazı seyredebilirsiniz.

İstanbul Boğaziçi Anadolu Yakası Beykoz

BEYKOZ

Beykoz tanıtımı ve gezilecek yerlerle ilgili yazım için. 

ÇUBUKLU

Çubuklu tanıtımı ve gezilecek yerlerle ilgili yazım için. 

İstanbul Boğaziçi Anadolu Yakası Paşabahçe
İstanbul Boğaziçi Anadolu Yakası Paşabahçe    

PAŞABAHÇE

Paşabahçe tanıtımı ve gezilecek yerlerle ilgili yazım için. 

İstanbul Boğaziçi Anadolu Yakası Kanlıca
İstanbul Boğaziçi Anadolu Yakası Kanlıca    

KANLICA

Kanlıca da ineklerin sütü, yediği özel bir ottan dolayı, pembe olurmuş. Yoğurdun ünü de buradan gelirmiş. Kanlıca da İskele yanındaki çay bahçelerinde yoğurt yemek, bugün de fena değil. Mutlaka tadına bakın. Bu arada, yalılardan kalan boşluklar da olta balıkçılarının mekanı olmuş. Olta takımınız yoksa, kiralayıp balık tutmayı deneyebilirsiniz. Kanlıca içindeki sokaklardan birine girip, Kanlıca sırtlarına çıkıldığında, Boğaziçi’nin belki de en şirin noktalarından birine, Mihrabad Korusuna çıkabilirsiniz. Bu koru, adını: Nevşehirli Damat İbrahim Paşanın sadrazamlığı sırasında, Sultan III. Ahmet için yaptırdığı ama sonradan yıkılan Mihrabad Kasrı’ndan almış. 25 hektarlık koru, Boğazın hakim bitki örtüsünü, en çok da erguvan ağaçlarıyla, fıstık çamlarını barındırıyor. Koru: Orman İşletmesinin idaresinde.

Kıyıda: Asaf Paşa , Şefik Bey, Hacı Ahmet Bey, Ethem Pertev, Ferruh Efendi, Prenses Rukiye, Hekimbaşı Salih Efendi, Marki Necip yalıları; Kanlıca’nın önemli yapıları. Buradaki en ilginç yapı: 1699 tarihi yapımı olan, en eski ahşap Osmanlı evi sıfatını taşıyan; Amcazade Yalısı’ndan geriye kalan divanhanesi. Ne yazık ki; o da, 2003 yılındaki yağmurlardan sonra; yıkılmak üzere.

İstanbul Boğaziçi Anadolu Yakası Hekimbaşı Yalısı

Hekimbaşı Yalısı

Hekimbaşı Salih Efendi (1817-1905); 1843 yılında, Türkiye’nin ilk Tıp Okulundan mezun olmuştur. Üç değişik Sultanın doktorluğunu yapmış ve kentteki bütün tıbbi kuruluşları denetlemiştir. Botanik meraklısı olduğundan, bir güle, onun adı verilmiştir. Soyundan gelenler, hala, yalıda yaşamaktadırlar.

Evet, gezimize devam ediyoruz. Yolumuz üzerinde; Anadoluhisarı var.

İstanbul Boğaziçi Anadolu Yakası Anadolu Hisarı
İstanbul Boğaziçi Anadolu Yakası Anadolu Hisarı

ANADOLU HİSARI


14’ncü yüzyılda, Sultan I. Beyazıt (Yıldırım) ın, Boğazın en dar yerine yaptırdığı kalenin adlandırıldığı yer. Göksu deresi ile deniz arasında, kireç ve şist katmanlarından meydana gelen tepenin üzerindedir. Eski kaynaklarda: “Güzelhisar, Güzelcehisar, Yenihisar, Yenicehisar, Akhisar” isimleriyle de anılır.

Doğu-Batı çapı:65 m. ve Kuzey-Güney çapı ise 80 m. Dış surların kalındığı: 2 ile 5 m. arasında olup bu dış surların üzerinde, topların yerleştirildiği menfezler bulunur. Hisarın surlarını korumak için, surun üzerine, silindir şeklinde, 3 kule yapılmıştır.

Asıl kalesinde ve iç surlarında, araları harçla doldurulmuş blok taşlar kullanılmıştır. Anadolu Hisarının, Osmanlı tarihinde önemli bir yeri vardır. Yıldırım Beyazıt, Ankara Savaşında yenilince, oğlu Süleyman Çelebi, bir süre burada saklanmıştır. Sultan II. Murat devrinde, Haçlı ve Macar ordusunu durdurmak üzere yola çıkan ordunun Rumeli’ye geçmesinde, bu hisardan yararlanılmıştır. Sultan II. Murat, Yalova yolu ile buraya gelmiş, Çandarlı Halil Paşa’da, karşı kıyıdan top ateşiyle padişahı korumuş, Papalık ve Venedik donanmasına rağmen, rahatlıkla karşı kıyıya geçilmişti.

İstanbul’un fethinden sonra askeri önemini yitirmiş, çevresi zamanla bir yerleşim bölgesi durumuna gelmiştir. Hisar civarında, önce askerler yerleştirilmiş, daha sonra sivil halk da iskan edilmeye başlanmıştır. Bugün bazı bölümleri yıkık olan Anadolu Hisarının ortasından yol geçmektedir.

Küçüksu’nun en ünlü yapısı: Küçüksu Çeşmesi ve Küçüksu Kasrı’dır.

İstanbul Boğaziçi Anadolu Yakası Küçüksu

KÜÇÜKSU


Küçüksu: geçen yüzyıl sonunda: kasrı, çayırı ve hemen yanı başındaki Göksu deresi ile anılırdı. Bir zamanlar; mehtap seyrederek kayıkla dolaşılan, kaçamak göz süzüşlerle delikanlıların yüreklerini hoplatan güzellere şarkılar yazılan Göksu’ya şimdi bakıp “Bütün bunlar burada mı yaşanmış?” diye şaşırmamak elde değil. O zamandan bugüne, Küçüksu Kasrı ve yanındaki çeşme ulaşmış. Ama, onunla birlikte anılan Küçüksu Çayırından eser kalmamış. Çayır; 2’nci boğaz köprüsü sırasında şantiye olarak kullanılmış ve bütün özelliğini yitirmiş.

İstanbul Boğaziçi Anadolu Yakası Küçüksu Kasrı

Küçüksu Kasrı


19’ncu yüzyılda; Sultan Abdülmecit, Küçüksu’da, daha önce inşa edilmiş olan eski ve ahşap yapıyı yıktırarak yerine bugünkü kasrı yaptırır. Döneminde: av ve dinlenme amaçlı kullanılıyordu. Bodrumu ile birlikte, 3 katlı olan kasır; geleneksel Türk evi plan tipini yansıtıyor. Oda ve salonları, değerli eserlerle döşenmiş olan eşsiz bir sanat müzesi niteliğindeki kasır; Cumhuriyet döneminde de bir süre, devlet konuk evi olarak kullanılmış. Günümüzde ise; bir müze-saray işlevini kazanmış.

Küçüksu’dan sonra yükselen arazide, güzel bir koru var. Tepe; bir aşk hikayesinden dolayı “Sevda Tepesi” olarak biliniyor.

İstanbul Boğaziçi Anadolu Yakası Sevda Tepesi

Sevda Tepesi


Kandilliden Küçüksu’ya gelirken, yukarılarda, evlenmesine izin verilmeyen iki gencin intihar etmesinden adını alan ve birçok Türk filminde görülen Sevda Tepesini görebilirsiniz. Yakın geçmişte, bu tepenin Araplara satılma durumu vardı, belki duymuşsunuzdur.

Gezimize devam ediyoruz. Çok seçkin kişilerin yaşadığı: Kandillideki sahil saraylarının, köşklerin, yalıların ne yazık ki çoğu, yangınlar sonucu yanıp kül olmuş gitmiş. Geriye kalanlar arasında: Kıbrıslı, Abud Efendi, Kont Ostrorog, Hadi Semi, Edip Efendi yalıları sayılabilir.

İstanbul Boğaziçi Anadolu Yakası Kıbrıslı Yalısı

Kıbrıslı Yalısı


64 metrelik bir sahile sahiptir. 18’nci yüzyılda yapılmıştır. Doğu salonu zemini taşlardan yapılmış ve ortasında mermer bir fıskiye vardır. Kıbrıslı Mehmet Emin Paşa; dürüst ve yetenekli bir devlet adamıdır. 3 değişik Sultana Sadrazamlık ve Rusya Büyükelçiliği yapmıştır. Yalıyı; 1840 yılında satın almış ve o zamandan beri aynı ailede kalmaktadır. Boğazın en eski ve sürekli oturulan yalısıdır. Bu yalı; Piyer Loti ve Yahya Kemal gibi yazarların, çok sevdiği bir toplantı yeriydi ve Iraklı kral Faysal ve Fransız Prensesi Eugenie gibi ünlüleri ağırlamıştır.

İstanbul Boğaziçi Anadolu Yakası Kont Ostrorog Yalısı

Kont Ostrorog Yalısı


Polonya doğumlu, şeriat hukukunun batılı uzmanı, Osmanlının Hukuk Danışmanı Leon Ostrorog; burayı, 1904 yılında satın almıştır. Karısı, önde gelen Levanten ailelerden birinin kızıydı. Ostrorog’ un kişisel eşyaları ve kitapları, hala burada sergilenmektedir.

Kandilli de, ayrıca: Kandilli Camii, Surp Yergodasan Arekelotz Ermeni Kilisesi, Hristos Metamophosis Rum Ortodoks Kilisesi, Fransız Katolik Kilisesi gibi dini yapılar da dikkat çeker.

İstanbul Boğaziçi Anadolu Yakası Adile Sultan Sarayı

Adile Sultan Sarayı


Sarayın ilk sahibi olan Adile Sultan; Osmanlı tarihinin en ilgi çeken kadınlarından biridir. II. Mahmut’un kızı olan Sultan, çok iyi eğitim almış ve hanedana mensup divan sahibi tek kadın şair olarak biliniyor. Saray; 1899 yılında, bizzat Adile Sultan tarafından bir kız okulu yapılması dileğiyle Milli Eğitim Bakanlığına bağışlanmıştır. Kandilli Kız Lisesi olarak eğitim verdiği dönemde; 1986 yılında çıkan büyük yangın sonrasında, büyük hasar gören yapı; Sakıp Sabancı tarafından yapılan bağışla restore edilmiştir.

Milli Eğitim Bakanlığı, İstanbul Valiliği, Sakıp Sabancı, Hacı Ömer Sabancı Vakfı, Kandilli Kız Lisesi Eğitim ve Kültür Vakfının destekleriyle, yeniden hayata geçirilen merkez; saygın organizasyonlara ev sahipliği yapmak üzere, 2006 yılında açılmış.
Saray boğaz manzarasına hakim bir konumda olup, altın varak işlemeli, yüksek tavanlı salonlara sahiptir. Sarayda: ziyaret ve toplantı amaçlı 500 kişi kapasiteli Oval Salon, 200 kişi kapasiteli 2 toplantı salonu var.

Vaniköy’e geldiğinizde: Kadıefendi, Fazıl Bey, Nazif Paşa, Koç-Kıraç, Mahmut Nedim yalılarının yanı sıra, Kuleli Askeri Lisesi görülebilir.

İstanbul Boğaziçi Anadolu Yakası Kuleli Askeri Lisesi
İstanbul Boğaziçi Anadolu Yakası Kuleli Askeri Lisesi
İstanbul Boğaziçi Anadolu Yakası Kuleli Askeri Lisesi

 

Kuleli Askeri Lisesi

Evet, uzunca bir tarihte yer almış Kuleli Askeri Lisesi, günümüzde her ne kadar kapatılmış olsa da, bu şanlı okulun tarihi, o tarihi bina orada durdukça mutlaka ilginizi çekecektir. .

Fatih Sultan Mehmet; İstanbul’u aldığı zaman, Kulelinin şimdi bulunduğu yerde, bir koru ve içerisinde de bir manastır ve bir kule bulunuyordu. Yavuz Sultan Selim devrinde (1512-1520) bu manastır; yeniçerilere kışla olarak verilmişti. Hatta, bu kışla mevki, Bostancıbaşı Odaları diye anılırken, zamanla güzel ve süslü bir bahçe haline gelişinden olacak, Kuleli Bahçesi diye tanınmıştı.

Kanuni Sultan Süleyman (1520-1577) padişah olunca, bahçede, yüksek bir kulesi bulunan, 9 katlı ve her katı fıskiyeli havuzlarla süslenen büyük bir kasır yaptırmıştı. Sultan III. Ahmet (1703-1730) devrinde, kule bahçesi ve etrafı; has olarak kendisine verilmişti. Bizans devrinden kalan kule yıktırıldı. Sadrazam Nevşehirli İbrahim Paşa’nın damadı Kaymak Mustafa Paşa tarafından sahilde bir mescit yaptırıldı. (1744)

Sultan II. Mahmut döneminde (1808-1839); Bostancıbaşı Odaları mevki; yani okulun şimdi bulunduğu yerdeki bu kışla, Kuleli Askeri Lisesinin ilk yapısını oluşturmuştur. Abdülmecit devrinde (1839-1861) kışla yanınca, yerine, yarı kagir olarak yenisi inşa edilir. (1843). İki tarafına da kuleler yapıldığı için, kışlaya bu tarihten itibaren Kuleli Kışla denilmeye başlanır. 1847 yılında, su yolları tamamlanarak kışlanın su işi de halledilir.

Kırım Savaşına katılmak üzere, İstanbul’a gelen Fransız ve İngiliz askerlerinin bir kısmı: Fransa’nın İstanbul Maslahatgüzarının isteğine uyularak, bu kışlaya yerleştirilirler. (1854) Burası: müttefik askerlerinin: kışla ve hastanesi haline getirilir. Harpte yaralanan ve tedavileri sırasında ölen müttefik askerleri; kışlanın kuzeyindeki mezarlığa gömüldüğü için, yakın zamana kadar, bu mezarlığa İngiliz Mezarlığı deniliyordu.

Kışla: 1856 yılında, İngilizler tarafından boşaltılırken, çıkarılan kasıtlı bir yangınla: tamamen harap olmuştur. Sultan Abdülaziz döneminde (1861-1876) kışla ana duvarları kagir, iç bölmeleri, tavan ve tabanları ahşap olarak, iki kat halinde inşa edilir ve böylece bugünkü kışla ortaya çıkar. (1871)

Kuleli Askeri Lisesi; “Mekteb-i Fünun-ı İdadiye” adı altında, 21 Eylül 1845 tarihinde, bugün İstanbul Teknik Üniversitesi olarak kullanılan; Maçka Kışlasında kurulmuştur. 1872 yılında ise; Kuleli Kışlasına taşınmıştır. Bu tarihten sonra okul “Kuleli İdadisi” adıyla anılmaya başlanır.

Okul; tarihi süreç içinde; 1925 yılında, bugünkü adını almış, Kuleli Askeri Lisesi olarak anılmaya başlanmıştır.

Bu yapılar; Çengelköy’e doğru Boğaz’ın ahşap camilerinden: Kaynak Mustafa Paşa Camii, Koru Restoran, yeni yalılar, Ayios Yeoryios Kilisesi, Çengelköy Meydanı, Karakol, Lahana Çeşmesi, Hamdullah Paşa Camii, Abdullah Ağa, Serezli Faik Bey, Sadullah Paşa yalıları izliyor.

İstanbul Boğaziçi Anadolu Yakası  Sadullah Paşa Yalısı

Sadullah Paşa Yalısı

Çengelköy’de vapur iskelesine gelmeden önce görülür. Boğazın en eski ve içi dışı en güzel klasik ahşap yalılarından biridir. Yaklaşık 200 yıllık. Ortadaki oval salondan, sekiz küçük odaya geçilen, geleneksel Osmanlı yalı mimarisinde yapılmıştır.

Yalı; Sadullah Paşanın uzak bir akrabası olan Emel Esin’e aittir. Eşi Necibe Hanımın Viyana’da ölen kocasını; yalının penceresinde, 25 yıl beklemesi, hala anlatılan bir öyküdür. Önünde bir de çeşme var.

Çengelköy; koca çınarları, salatalığı, armudu, bademi, Ortadoks’ ların geleneksel denize haç atma ve çıkarma töreni ile, tarihi dokusunu kısmen koruyan şirin bir köydür.

Devam ettiğimizde: Beylerbeyi. Beylerbeyi semtinin en renkli yeri. İskele çevresi. Semtin ana binası da: Beylerbeyi Sarayı.

İstanbul Boğaziçi Anadolu Yakası Beylerbeyi

BEYLERBEYİ


Beylerbeyi Sarayını geçip, İskeleye çıkan dar sokaklara girildiğinde, turistik eşya satan dükkanları, rıhtıma ve yola atılmış masalarıyla midyecileri, balıkçı lokantaları, çayhaneleri, küçük balıkçı barınağı üzerinde hiç eksik olmayan midye ayıklayıcıları göreceksiniz. Gerçekten; çok renkli ve çekici bir dünya. İskeleye bitişik Hamidievvel Cami, Boğaziçi’nin en güzel camilerindendir. 1788 yılında, Sultan I. Abdülhamit zamanında yaptırılmıştır. Mimari ise Tahir Ağa.

İstanbul Boğaziçi Anadolu Yakası Beylerbeyi Sarayı
İstanbul Boğaziçi Anadolu Yakası Beylerbeyi Sarayı
İstanbul Boğaziçi Anadolu Yakası Beylerbeyi Sarayı

Beylerbeyi Sarayı


Beylerbeyi ve çevresinin yerleşim alanı olarak kullanılması, tarihte oldukça eskilere, Bizans dönemine kadar gider. Şöyle ki; 18’nci yüzyılda yaşamış ünlü bir gezgine göre: İmparator Büyük Konstantinus’un diktirdiği bir haçtan dolayı, Bizans döneminde “İstavroz Bahçeleri” adıyla anılan yöre, Osmanlılar döneminde, padişahların “Has Bahçelerinden” biri olarak kullanılmıştır. Buraya; Beylerbeyi adının verilme sebebi ise: 16’ncı yüzyılda, Beylerbeyi Mehmet Paşanın burada bulunan köşkünden kaynaklanmaktadır.

1829 yılında; Sultan II. Mahmut’un yaptırdığı ahşap Sahil Sarayı ile, bölge hareketlilik kazanır. Takip eden dönemde ise; Sultan Abdülaziz tarafından, Sultan II. Mahmut’un ahşap sahil sarayı yıktırılarak; 1861-1865 yılları arasında yaptırılmıştır. Mimar Sarkis Balyan. Yapımı: 4 yıl sürmüş ve inşaatında, 5000 kişi çalışmıştır. Çalışan işçilere moral ve şevk vermek amacıyla, müzisyenler sürekli müzik çalmışlardır. Denize düşkünlüğü ile bilinen Sultan Abdülaziz; ayrıca tavanları bol miktarda deniz ve gemi tabloları ile döşetmiştir.

Saray genellikle, yaz aylarında: özellikle de yabancı devlet başkanlarının ağırlanmasında kullanılır. Tahttan indirilince Selanik’e gönderilen II. Abdülhamit; Balkan Savaşı çıkınca; 1918 yılında Beylerbeyi Sarayına getirilmiş ve ömrünün son altı yılını burada geçirir ve bu sarayda ölmüştür.

Çeşitli batı ve doğu üsluplarının kaynaştığı sarayı iç mimarisi; geleneksel Türk evi planına benzerlikler gösterir. Bu sarayda: Fransa kralı III. Napoleon’ın karısı İmparatoriçe Eugeine, Avusturya İmparatoru Franz Joseph, İran Şahı Nasreddin, İngiltere kralı VIII. Edward ve Madam Simpson kalmış.

Harem ve Selamlık olarak iki ana bölümden oluşan sarayda; Selamlık, donatım ve süsleme açısından Harem’den daha zengin tutulmuş. Yazlık bir saray olarak kullanıldığından, ısıtma tertibatı yoktur. Serinlik vermesi açısından ve yapılan görüşmelerin duyulmaması için, sarayın içine havuz yaptırılmıştır. Sahilde: iki küçük seyir köşkü bulunmaktadır.

3 giriş, 6 banyo, 6 salon ve 24 oda içeren sarayda: Set bahçeleri, bu bahçelerde bulunan köşkler ve büyük bir havuz bulunuyor. Üst set bahçesinde bulunan havuzun çevresinde yer alan: Sarı Köşk, Ahır Köşk ve Mermer Köşk; Osmanlı Saray mimarisinin günümüze gelen önemli yapılarını oluşturuyor.

Rutubete ve sıcağı karşı; döşemeleri, orjinalleri Mısır’dan getirilen hasırlarla kaplanmıştır. Çoğunluğu “Hereke” yapımı, büyük boyutlu halı ve kilimleri, Bohemya kristal avizeleri, Fransız saatleri, Çin, Japon, Fransız Yıldız vazoları, görülmeye değer sanat yapılarının yalnızca bir bölümüdür.

Batı ile ilişkilerin güçlendiği bir dönemde yapılan Beylerbeyi Sarayının en ilginç yanı; Set Bahçelerinin altından geçen tarihsel tüneldir. Tünelin ortasında yer alan çeşmenin yazıtında, Sultan II. Mahmut’un adı geçmekte ve yapının tarihlendirilmesinde önemli bir ip ucu oluşturmaktadır. Tünel girişinde, ayrıca Osmanlı tulumbacılarından kalan aletler vardır.

Üst set bahçesindeki büyük havuz ve Mermer Köşk gibi II. Mahmut döneminden kalan bu tünel, kıyı yolunun işlevini sürdürmesini sağlarken, aynı zamanda yüksek duvarların ötesiyle, bahçelerin bağlantısını da kurmaktadır.

Bahçeleri, kafeteryası, satış reyonuyla; müze-saray olarak hizmet vermekle birlikte, sarayda önceden belirlenen ve alınan izinlere bağlı olarak: ulusal ve uluslar arası nitelikte resepsiyonlar da düzenleniyor. Bugüne kadar, yalnız Harem ve Selamlık bölümleri gezilebilmekteydi. Yapılan son çalışmalarla, Anadolu yakasının önemli doğal güzelliklerini içeren “Set Bahçeleri” ve sarayın değerli bir bölümünü teşkil eden “Sarı köşk”, “Mermer köşk” ve “Ahır köşk” de; tümüyle ele alınarak restore edilmiş ve ziyarete açılmıştır.

Beylerbeyi-Paşalimanı arasında kalan; Kuzguncuk, belki de Boğaziçi’nin en kozmopolit yeri olmuştur. Musevilerin bir ara çok önem verdikleri bu semtte de: Aşağı Sinagog (Kal de Aboşo/Beth Yaakov-1878), Yukarı Sinagog (Virane/Kal de Aria-1840’lı yıllar) , Ayios Panteleymon, Ayios Yeoryios, Surp Krikor Lusavoriç Kiliseleri, Üryanizade Mescidi, Yeni Cami semtin dini yapılarıdır.

Kuzguncuk’daki Fethi Ahmet Paşa Yalısı ise, ünlü mimar Le Corbusier’ye ilham kaynağı olmuş.

İstanbul Boğaziçi Anadolu Yakası Paşalimanı
İstanbul Boğaziçi Anadolu Yakası Paşalimanı

PAŞALİMANI

Kuzguncuk’un güneyine doğru ilerlerken, Üsküdar yolu üzerinde bulunan Paşalimanı: ismini “Amiral Piyale Paşa” nın, burada kendisine bir saray yaptırması nedeniyle almıştır. Ancak bu saray günümüzde bulunmamaktadır. Günümüzde burada: 1923 yılında mimar Vedat Tek tarafından yapılan ve bir zaman Nemlizade Tütün Deposu olarak kullanılan bir yapı vardır ve yapı, günümüzde Ciner Holding Merkezi olarak kullanılmaktadır. Tam karşı çaprazda bulunan eski tütün deposu ise, İstanbul Devlet Opera ve Balesi tarafından kullanılmaktadır. İçinde, gösterilerin yapıldığı tiyatro salonu bulunuyor.

KUZGUNCUK

Farklı inanıştaki insanların, iyi komşuluk ilişkileri içinde yaşadıkları Kuzguncuk’ta, cami ile kilisenin komşu olması, hoşgörünün ifadesi gibidir. Kuzguncuk, buraya yerleşen aydınları, yerli halkı ile geçmiş kültürü yaşatmaya çalışıyor. Bir hayli de başarılı oluyor.

Kuzguncuk; Yahudiler tarafından “Kutsal Topraklara Gitmeden Önceki son durak” olarak kabul edilmiştir. Bu yüzden de, kutsal topraklara gidemeyenler, burada yaşamak ve hiç değilse buraya gömülmek istemişlerdir. İlk olarak 15’nci yüzyılda İspanya’daki zulümden kaçan Yahudilerin yerleştiği semt, 17’nci yüzyıla gelindiğinde bir Yahudi köyü halini almıştır.

Bu yüzden “Küçük Kudüs” olarak isimlendirilmiştir. 18’nci yüzyılda Rumların ve Ermenilerin gelmesi, bu sahil kasabasına ayrı bir kültürel zenginlik katmıştır. Türkler nedense pek rağbet etmemişlerdir. Kuzguncuk’a ve Paşalimanı çevresine yerleşmeyi tercih etmişlerdir. Günümüzde, gayrimüslim nüfusun çok azaldığı semtte, İstanbul’da yaşayan yabancılar rağbet etmektedir.

Semtin ilk adı olan “Hrisokeramos” un “Altın Kiremit” anlamına geldiği ve kiremitleri altın yaldızlı bir kiliseden kaynaklandığı düşünülmektedir. Bizans döneminin Kosinitsa’sı Evliya Çelebiye göre adını 15’nci yüzyılda burada yaşayan evliya “Kuzgun Baba” dan almıştır. Kosinitsa’nın Türkçeleştirilip Kuzguncuk olma ihtimali ise daha yüksektir.  

Kuzguncuk’taki Camiler

Deniz kıyısındaki Üryanizade Cami 1860 yılında, II. Abdülhamid’in şeyhülislamlarından Üryanizade Ömer Efendi tarafından yaptırılmıştır. Hem tarzının en güzel örnekleri arasında sayılan saçaklı ahşap minaresiyle hem de şirin bir yalıya benzeyen görüntüsüyle dikkati çeker.

Kuzguncuk Camii’ne, 1952 yılında yapıldığı için Yeni Cami denmektedir. Ermeni kilisesi Surp Kirkor Lusavoriç’le yan yana olan ve zarif işçiliğiyle göz dolduran caminin yapımına Ermeni cemaati hem para hem de iş gücü desteği vermiştir. Camiyle kilisenin kubbesi aynı şekilde yükselmektedir.

Kuzguncuk’taki Kiliseler

Ana caddedeki Ermeni kilisesi Surp Krikor Lusavoriç, 1831 yılında yapılmıştır. 1860 yılında yeniden yapılmıştır. İcadiye Caddesindeki Ayios Panteleimon Rum Ortodoks Kilisesi, tarihi 550 senesine kadar uzanan eski bir kilisenin yerine 1821 yılında yapılmıştır. 1911 yılından kalma görkemli çan kulesi aynı zamanda giriş kapısı gibi kullanılmaktadır. Ayios Yeorgios’a adanan küçük kilise ise Beth Ya’akov Sinagogu’nun yanındadır.

Kuzguncuk’taki Sinagoglar

İcadiye caddesinde Beth Ya’kov Sinagoğu, 1878 yılında yapılmış ve yaz aylarında kullanılmıştır. Arınma töreni içinse hemen yanındaki hamam tercih edilmiştir. Kışın Yahudi cemaati, ibadetleri için Yakup Sokak’ta bulunan ve 1840 yılında yapılan Kal de Ariva Sinagoguna giderlermiş. Bu adı vermelerinin sebebi, Bath Ya’kov Sinagogunun aynı zamanda Kal de Abaşo diye geçmesidir.

Fethi Ahmet Paşa Yalısı

Kuzguncuk’ta görülecek en muhteşem yapı “Fethi Ahmet Paşa Yalısı” dır. Buranın diğer ismi ise “Pembe Yalı” dır. Yapı, 18’nci yüzyılda geleneksel mimari üslupla yapılmıştır. Fethi Ahmet Paşa: Sultan Abdülmecid’in ablası Atiye Sultan ile evliymiş ve sarayların dekorasyonundan sorumluymuş. 1911 ve 1948 yıllarında İstanbul’u ziyaret eden İsviçreli mimar Le Corbusier, yalıya hayran kaldığını belirtmiştir.

Besteci Franz Liszts burada misafir edilmiştir. Ancak günümüze yalının sadece selamlık kısmı ulaşmıştır. Harem bölümü, 1927 yılında çıkan yangında kül olmuştur. Yalının arka tarafındaki koru da aynı adı taşır ve Fethi Paşa Korusu olarak halka açık, içinde belediyenin güzel manzaralı bir işletmesi vardır.

Cemil Molla Köşkü

Kuzguncuk’tan kuzeye, Beylerbeyi’ne doğru ilerlendiğinde; Sahildeki Deniz Kuvvetlerine ait okul nedeniyle, yol içeriye doğru döner. Yolun hemen döndüğü yerde, sağ tarafta görülen: kuleli, ahşap köşk, 1884 yılında II. Abdülhamid’in Adalet Bakanı Mahmut Cemil Efendi için İtalyan mimar Alberti tarafından yapılmıştır. Doğu ve Batı üsluplarının birleştiği varaklarla bezendiği, pencerelerinin vitraylarla süslendiği köşk gerçekten muhteşemdir.

Hatta bazı kişiler tarafından, dünyanın sekizinci harikası olarak nitelendirilecek kadar güzel mermer hamamında, sıcaklığını her zaman koruyabilmesi için: zemin kalorifer sistemiyle döşenmiştir. II. Abdülhamit döneminde bir kültür merkezi görevi üstlenen Cemil Molla Köşkünde sık sık şiir ve musiki geceleri düzenlenirmiş. Sadece sanata değil aynı zamanda yeniliklere olan düşkünlüğü ile tanınan Cemil Molla, köşke jeneratör koydurmuştur.

O yıllarda elektrikle aydınlatılan tek bina Yıldız Sarayı olmasına rağmen Padişahın tahta çıkmasının yıl dönümü kutlamalarında binayı ışıklandırarak sultanın öfkesini çekme riskini de göze almıştır. Böylesine önemli bir günü kutlamanın tek yolunun her tarafı elektrikle ışıklandırmak olduğunu söyleyerek hem kendini kurtarmış hem de şehrin geri kalanının ışıklandırılması yolunda ilk adımı atmıştır. Köşkte ayrıca imparatorluğun ilk telefonlarından biri, özel sinema salonu ve fotoğraf stüdyosu da varmış. Geçmişi sanat ve bilimle dolu köşkün şu anda atıl bırakılmıştır.

Nakkaştepe

Kuzey taraftaki Nakkaştepe’nin yamaçlarında bulunan, çevresi duvarlarla çevrili Kuzguncuk Yahudi Mezarlığına girildiğinde mezar taşlarının üzerinde İbranice, Ladino (Sefarad Yahudilerinin konuştuğu Ortaçağ İspanyolcası), Osmanlıca ve Türkçe dillerinde yazıların bulunduğu dikkati çeker. Koç Holding merkezinin de bulunduğu Nakkaştepe’de manzara muhteşemdir. Hatta bazen Çamlıca Tepesi diye, yabancı konuklar buradaki kafelere getirilmektedirler.

Abdülmecit Efendi Köşkü

Yahudi mezarlığının tam karşısında, Gümüşyolu Caddesi’nde çok güzel ve renkli bir köşk vardır. Şehzade ve Son Halife Abdülmecid Efendi, 200 dönümlük bir bahçenin içindeki bu köşkte 29 yıl yaşamıştır. Ona bu köşkü veren kuzeni Sultan II. Abdülhamid, Abdülmecid Efendinin şehre gelmesine izin vermemiştir.

O yüzden Abdülmecid Efendi Pierre Loti’ye burayı mezar gibi gördüğünü söylemiştir. Zaman geçirmek için partiler vermiş, tablolar yapmıştır. Bina 1870’lerde Hidiv İsmail Paşa için av köşkü olarak inşa edilmiştir. Günümüze sadece selamlık bölümü ulaşmıştır. Neo-Türk üslubuna karşı mimarının Alexander Vallaury olduğu düşünülüyor. Şu anda Yapı Kredi Bankasına ait olan köşkte geçtiğimiz yıllarda bu son halifenin eserlerinden oluşan bir sergi açılmıştır.

Aslında: köşkün önemini anlamak için biraz da Abdülmecid Efendi’den söz etmek istiyorum. Sultan Abdülaziz’in oğlu olan Abdülmecit Efendi, 1868 yılında doğmuştur. Sultan olma şansını bir kaç yıl geç doğduğu için kaybetmiştir. 1922 yılında saltanatın kaldırılması üzerine halifeliğe getirilmiştir. 1924 yılında halifeliğin kaldırılmasıyla sürgüne gönderilmiş, 1944 yılında Paris’te ölmüştür.

Türk devletinden izin çıkmayınca yıllarca Paris Camii morgunda bekletilen naaşı Mekke’ye götürülmüştür. Çok başarılı bir ressam olan Abdülmecit Efendinin eserlerini Dolmabahçe Sarayı, Aşiyan ve İstanbul Modern’de görmek mümkündür.

Evet, Boğaziçi’nin Anadolu yakasında da; yapacağımız gezi burada bitiyor.

İstanbul günlük gezi planı hakkındaki yazım için. 

 

 

İstanbul Kumkapı

İstanbul Kumkapı

 

Evet, İstanbul’da bulunduğunuz yerden, herhangi bir vasıta ile; Galata Köprüsünün ayağının hemen dibindeki, Eminönü Meydanı’na bir şekilde gelmeniz gerekli. Gezimize buradan başlayacağız.

Gezimizdeki ilk durak. Eminönü Meydanı. Meydan çok hareketli. Meydanın bir yanında; Yenicami, tüm ihtişamı ile duruyor. Öbür yanında ise; çiçek pazarı, tüm canlılığını koruyor. Bu görüntüleri tamamlayan, güvercinler de eksik değil. Çiçek pazarı: mevsim çiçeklerine meraklı tüm insanların ve hatta turistlerin, bir şey almasalar bile, önemli bir uğrak yeri.

Bu pazarın ilginç köşelerinden biri de; canlı hayvan satıcılarının bulunduğu yer. Papağanlar, muhabbet kuşları, balıklar, keklikler, paçalı tavuklar, tavşanlar, yavru köpekler, evet hepsi, yeni sahiplerini bekliyor.

Çiçek pazarının diğer renkli simalarının arasında; niyet tavşanlarını da saymadan olmaz. Tavşanın ağzı ile seçtiği niyeti okuduğunuzda, belki, gerçekten geleceğiniz ile ilgili önemli ipuçları yakalayabilirsiniz.

Evet, tüm bunları yani meydanı bir süre gezin. Ortamı teneffüs edin. Sonra, sıra da: Yenicami.

İstanbul Kumkapı Yenicami

Günümüzde: Eminönü’nün tartışmasız en güzel yapısı. Ayrıca; deniz kıyılarındaki sultan camilerinin en görkemlisi olarak, İstanbul silüetini tamamlar.

YENİCAMİ

İstanbul Kumkapı;  girmeden önce; Eminönü Meydanının vazgeçilmezleri olan güvercinleri görmelisiniz. Her tarafta, her yerde, gökte, pencerede, elektrik kablolarında, minarelerde, kubbelerde; aklınıza gelebilecek her yerde tünemiş durumdalar. Kuşlara yem atarak hem kuşları, hem de yemden gelir elde eden görme özürlü vatandaşlarımızı sevindirin.

Evet; meydanda tüm ihtişamı ile duran bu cami: Yenicami veya Valide Sultan cami olarak isimlendirilmiş. Caminin bulunduğu yer; eski İstanbul’un “Yahudhane” evlerinin bulunduğu yer. Bu evler yıkılarak cami inşa edilmiş. Ancak; Safiye Sultan, buradan çıkartılan ve geneli Balat semtine gönderilen hiçbir Yahudi vatandaşı mağdur etmemiş ve istimlak bedelleri eksiksiz ve hatta fazlası ile kendilerine ödenmiş. Bu arada, caminin temeli de ilginçtir.

Yarı bataklık ve yumuşak bir zeminde inşa edilen caminin temelleri için: uçlarına demir başlıklar geçirilmiş, sert tahta kazıklar kullanılmış. Zemini; deniz seviyesinden biraz daha yukarıda tutarak, bileşik kaplar prensibinin gazabına uğramasının önüne geçilmeye çalışılmış.
Evet, inşaat: 1597 yılında başlamış. Mimar: Davut Ağa. İnşaatı yaptıran ise; Sultan 3. Murat’ın eşi Safiye Sultan. Cami; Bizans döneminden kalma ilk İstanbul surlarının kalıntılarından birine dayanır. Daha doğrusu; caminin yanındaki “Hünkar Kasrı”; adı geçen sur parçasına yaslanır.

İnşaat sürerken; bir süre sonra 3.Murat vefat eder ve 1.Ahmet tahta geçerek, yeni Sultan olur. Eski Osmanlı Saray gelenekleri gereğince, bir önceki padişahın validesi ve eşi, Beyazıt’taki eski saraya gönderilir. Bu arada, caminin inşaatı sekteye uğrar. Kubbeyi taşıyacak olan kemerlere kadar yükselmiş olan inşaat, böylece, virane ve yarım bir halde beklemeye başlar.

Yeni Sultan 1.Ahmet; bu camiyi devam ettirmek yerine, Ayasofya’nın karşısına yeni bir cami yaptırmaya başlar. Halk arasında; yarım kalan caminin adı “Zulmiye”ye çıkar yani “cami kalıntısı”. Derken, takip eden dönemde Sultan olan, 4.Mehmet’in validesi Turhan Hatice Sultan tarafından, bizzat parası kendi tarafından karşılanarak, 1661 yılında, yarım kalmış caminin inşaatına yeniden başlanır. Bu kez mimar: Mustafa Ağa’dır.

Kubbe; bu camiye özgü bir özellikle, piramidi andırır şekilde yükselmekte. Sağda ve solda, üçer şerefeli, iki minare var. Kare planlı olarak yapılmış. Merdivenlerle, üç kapıdan giriliyor. Merkezi kubbe: çinilerle süslü, dört fil ayağına ve dört kemere oturuyor. Bu merkezi kubbeyi, dört yarım kubbe destekliyor. Köşelerdeki dört kubbe ile birlikte, toplam 66 kubbe bulunmakta. Mihrabı ve minberi: beyaz mermerden. Mihrabın solunda; değerli taşlarla süslü, mozaik bir tablo var.

Sonuçta: 1663 yılında, bir cuma namazı ile birlikte caminin açılışı yapılır. İsmi ise; külleri üzerinden yeniden doğan bir yapıya atfen verilmiş.
Yani; bu nefis yapı: yapımı boyunca, 3 mimar ve birkaç padişah görmüş. Yapımı en uzun süren cami rekorunu elinde bulunduruyor. Bir İstanbul caminin inşaatı, normal şartlarda 2-7 yıl sürerken, Yenicami’nin inşaatı tam 66 yıl sürmüş.

Evet, Yenicami’nin hemen arkasında; camiye gelir sağlamak için inşa edilen bir çarşı var. Mısır çarşısı.

İstanbul Kumkapı Mısır Çarşısı

MISIR ÇARŞISI

İstanbul Kumkapı; İstanbul’un ikinci büyük Kapalıçarşısı.

17’nci yüzyıldan bu yana varlığını sürdürmekte. Şehrin; en tanınan ve en büyük baharat çarşısı. Bu çarşı yapılmadan önce, burada, Bizans döneminde; bir kapalı çarşı bulunuyormuş ve semtte Yahudiler yaşıyormuş. Çarşının yapılması için; buradaki Yahudiler, istimlak bedeli ödenerek Balat semtine gönderilmişler.

Sultan 4.Mehmet’in annesi Hatice Turhan Sultan tarafından, Yenicami’ye gelir getirmesi için yaptırılmış. 1597 yılında başlanan inşaat, 1660 yılında tamamlanmış. Mimar: Mustafa Ağa.

İlk zamanlarda; Valide Çarşısı veya “Yeni çarşı” olarak da isimlendirilmiş. Ancak: Mısır’dan getirilen malların satıldığı bir yer olması nedeniyle, 18’nci yüzyılın ortalarından itibaren , “Mısır Çarşısı ” olarak isimlendirilmeye başlanmış.

Çarşının yaşadığı tarihi süreçte; en önemli olaylar: yangınlar. 1691 yılı yangını; 24 saat sürmüş ve tek bir eşya bile kurtarılamamış. 1940 yılında da, büyük bir yangın söz konusu. Önemli hasar görmüş ve eski görünümü tamamen kaybolmuş.
Bunun üzerine, 1940 ve 1943 yıllarında restorasyon çalışmaları görülür. Bu restorasyon çalışmaları sonucu, tarihsel görüntüsünü kaybeden çarşı bugünkü şeklini alır.

Çarşının kubbesi; Kapalıçarşı’ya oranla daha yüksek. Yapılış planı “L” biçimli. Yapımında. kesme taş, tuğla ve moloz taş kullanılmış. Bugün; bazıları kullanılmayan, 6 kapısı var. Bugün kullanılan girişler ise karşılıklı. Tıpkı Kapalıçarşı’da olduğu gibi, Mısır çarşısında da, 2 ana giriş kapısı var. Bu kapılar; Eminönü ve Sultanhamam arasında bağlantı kuruyorlar. Yan kapılar ise; Yenicami, Tahtakale, Yemiş iskelesi ve Süpürgecilere çıkış veriyor.

Hücreler; simetrik ve düzgün, üstü kapalı sokağa bakıyor. Uzun kolda; karşılıklı olarak 23 erden, 46 ve kısa kolda ise; 18 erden, 36 tane; eyvan ve dükkan var. Toplam dükkan sayısı: 88. Dışarıda ise, 17 dükkan daha var. Hepsinin toplamı: 105 dükkan.
Mısır çarşısında bulunan; baharatçı ve aktarların yanı sıra; meze, kuru yemiş, baharat, çiçek tohumları, nadir bitki kökleri ve kabukları, zeytin ve peynir, şifalı ot, bitki, kurutulmuş meyve, pestil, el sanatları ve giyim eşyası satan esnaf bulmakta mümkün.

Burada, son yıllarda çarşı içinde kuyumcu dükkanları da açılmış. Bu yeni dükkanlar; aslında çarşının tarihi dokusuna ve temel özelliğine pek uygun değil. Ama sonuçta; daha önce de söylediğim gibi, tarih boyunca her derde deva olmuş; kurutulmuş bitkilerin, çeşit çeşit otların ve yüzerce tür baharatın buluştuğu dev bir pazar burası.

Buradan ne satın alınır? Evde değirmende çekip, kokusu kaçmadan kullanmak isteyenler için tane karabiber, yemeklere lezzet veren safran bitkisi ve damla sakızı. Bu damla sakızlarını, buzdolabının soğuk bölümünde bekletebilir ve gerektiğinde döverek kullanabilirsiniz.

Özellikle; muhallebilere karıştırabilirsiniz. Suya atıp bekletirseniz, içme suyunuzun, mis gibi sakız aromalı olduğunu görürsünüz. Yine de, buradan alışveriş düşünüyorsanız, bir şeyi hatırlatmakta yarar var, gezi sırasında yanınızda ağırlık olmaması sanırım lehinize olur.

Evet, İki kolun birleşme bölümünün orta kısmı ise; çarşının dua meydanı. Burada; asma bir ezan yeri yapılmış.

Mısır çarşısının o güzel atmosferini içinize çekerek ve baharat kokularını hissederek yürüyün, vitrinlere bakın, zaman ayırın bir kahve için, gül lokumu deneyin. Özellikle; yabancı turistler buraya uğramadan edemiyorlar, siz de mutlaka zaman ayırın. Dikkat, burası pazar günleri kapalı.

Evet, Mısır çarşısını gezdik ve çıktık. Külliyenin hemen yanında, avlunun doğu ucunda bir türbe var.

 

HATİCE TURHAN SULTAN TÜRBESİ


İstanbul Kumkapı: Bu türbenin bir özelliği var. İçinde; beş padişah gömülü. Çok sayıda hanedan mensubu ile Osmanlı sülalesinin en büyük kabristanı. Türbenin kubbesinin çapı; 15 metreden fazla. Yapım yılı; Yenicami ile aynı dönem.

İstanbul Kumkapı Hidayet Camii

Türbenin önünden, Bankalar Caddesine doğru yürüyün. Köşede; Yenicami külliyesinden kalan “Sebil” karşınıza çıkacak. Aynı hizada, aynı köşede: Hidayet Camini göreceksiniz.

HİDAYET CAMİİ

Eminönü’n de iki büyük bina arasında sıkışmış, arada kalmış bir yapı.
Arapça da “hidayet” sözcüğü; Türkçe de “Yol gösterme, doğru yolu arama, doğru yola girme ” gibi anlamların karşılığı. Osmanlı döneminde; burada balıkçılar yaşarmış. Sultan 2.Mahmut bizzat gelip burayı gördüğünde, balıkçıların barınaklarını yıktırıp, yerine, ahşap bir cami yaptırır. Sanırım; balıkçıların yaşam şeklini beğenmez ve doğru yolu bulmaları adına, bu camiyi yaptırır.

Caminin ismini de “hidayet” koyar. Büyük ihtimalle; balıkçıların, doğru yoldan çıktıklarını düşünmüş olsa gerek. Aslında; Padişahın, sarayından çıkıp, balıkçı barınaklarını gezmesi, durumu yerinde incelemesi ve ondan sonra, “buraya bir cami yapıla” demesi, gerçekten ilginç bir durum. Zamanın; yönetim anlayışının ifadesi açısından ilginç.

Sonuçta; 1813 yılında, Padişah 2.Mahmut döneminde, buraya ahşap bir cami yaptırılır. Ancak, bu ilk yapılan ahşap caminin günümüze kadar gelen tek unsuru; avluya giriş kapısı.

Ahşap caminin yerine; 1887 yılında, Sultan Abdülhamit tarafından, bugünkü cami yaptırılır. 19’ncu yüzyılın, oryantalist üslüplu bir yapısı. Mimarı: Alexandre Vallaury. Mimar: Vallaury; İstanbul’da doğmuş, Fransız asıllı. İstanbul’da pek çok eser yapmış ve Osman Hamdi Bey tarafından ” Mimar-i Şehir” olarak tanımlanmış bir sanatçı.

Cami; yoldan yani avludan 3 m. yukarıda. Merdivenle çıkılıyor. Basamaklar, kısacık minarenin yanından kıvrılıyor. Giriş sahanlığı, sonradan, camekanla kapatılmış. Son cemaat yeri: ahşap ağırlıklı, küçük ve düz tavanlı. Buradan; ana mekana geçiliyor. Ana mekan: kare planlı. Yüksek bir tavan var.

Tepede; bir tek kubbe. Osmanlı camilerinde alışılmadık tarzda; sivri bir kubbe var. Kubbenin alt kenarlarında ise, pencereler dizili. Ama; asıl iki büyük pencere, karşılıklı iki duvarda. Vitraylarla süslenmiş pencerelerin üste doğru kıvrılarak sivrilen şekilleri ilginizi çekecektir.

Caminin iç süslemeleri; kalem işi. Çini kullanılmamış. Çiniler; alt kattaki camide. Aslında; bunu derken, bir gerçek ortaya çıkıyor. Hidayet cami; bir bakıma iki cami gibi. Cami; zeminden yüksekte inşa edildiği için, zaman içinde, alttaki boşluk, iş yerlerine dönüşmüş. Bir bankanın deposu olmuş, nakliyeciler büro açmışlar. Ancak; 1992 yılında, alt kat boşaltılmış ve camiye çevrilmiş.

Gerekçe: tarihi camide, cuma namazlarında yer kalmaması. Ancak, bugün cuma namazı dışında, bütün namazlar, alt kattaki cami de kılınıyor, tarihi cami ise, yalnızca cuma dan cumaya açılıyormuş. Belki de iyi oluyor çünkü kullanım halinde onarım gerekecek. 1999 depreminden sonra çatlayan duvarları görmek mümkün.

Buradan; Ankara Caddesine çıkın. Karşınıza: Sirkeci Garı çıkıyor.

İstanbul Kumkapı Sirkeci Garı

     

İstanbul Kumkapı Sirkeci Garı


SİRKECİ GARI


İstanbul’u demir yolu ile Avrupa’ya bağlayan yer olması nedeniyle önem taşır. Ayrıca: ünlü Orient-Expres’in son durağıdır.

Evet, şimdi, buranın yapılışını inceleyelim. Sirkeci Garının temeli, 1888 yılında atılır. 1890 yılında ise, inşaatı bitirilerek hizmete açılır. Mimarı: Alman A. Jasmund. Jasmund; Padişah 2.Abdülhamit’in güvenini kazanarak, Sarayın baş mimarı olur. Gar ile ilgili projeyi hazırlarken: İstanbul’un konumunu değerlendirir. Yani: batı ile doğunun birleşme noktası. Bu nedenle; binanın, oryantalist üslupla yapılmasını düşünür.

Aynı yapıda; gerek bölgesel ve gerekse ulusal biçimsel kalıplara yer verilmesi gerektiğini düşünür. Bu düşüncelerini yansıtmak için: cephede, tuğla bantlar kullanır. Pencereler sivri kemerli olur. Ortada ise, Selçuklu dönemi taş kapılarını anımsatan, geniş bir giriş kapısı yapar. Vitraylar, bu üslubu tamamlar.

Binanın kaidesi granitten, cephesi ise mermerden ve İtalya-Marsilya’dan getirilen taşlarla yapılır. Bekleme salonuna; Avusturya’dan getirilmiş büyük çini sobalar konur. Binanın aydınlatması için; çeşitli yerlere, 300 hava gazı feneri yerleştirilir. Orta girişin, iki yanında; iki saat kulesi yapılır. Bu iki kule arasında: orta salon, bekleme salonları ve yönetim odaları bulunur.


Buranın bir başka özelliği ise şu: Yedikule’de yapımına başlanan demir yolu, Yenikapı’ya geldiği zaman, hattın, Sarayburnu’na kadar uzanan Topkapı Sarayı bahçesinden geçirilmesi konusu, uzun tartışmalara neden olur. Ancak, Padişah Abdülaziz’in izniyle, hat Sirkeci’ye ulaştırılır.

Sirkeci’ye ulaşan demir yollarının yapımında, istimlak amacıyla, tarihi değerine paha biçilemeyen Bizans ve Osmanlı Saray ve Köşkleri yıkılır, sahil özelliğini tamamen yitirir. Yapıldığı zamanlar denize çok yakın olan Sirkeci Garı zamanla denizden uzaklaşır.

Ne zaman tarihi geçmişimize, tarihi eserlere sahip çıktık ki? Tarihi eserler, birçok insanımız tarafından, çoğu zaman, yalnızca birer taş parçası olmaktan öteye gidemedi.


Evet, biz yine binaya gelelim. Binanın saat kulesi cephesinde ise; büyük bir lokanta bulunur. Lokantaya; uzun mermer merdivenlerle çıkılır. Adını Orient-Expres’den alan tarihi lokantasında yemek yiyebilir, kafesinde oturup bir şeyler içebilirsiniz.

Buranın projesi: Orta Avrupa’daki birçok tren istasyonuna esin kaynağı olur.
Bu arada; Sirkeci Gar’ı içinde, bir müze var. İstanbul Demir yolları Müzesi. 145 metre karelik bir alanda hizmet veriyor.

2005 yılında açılan bu müzede; demir yolu tarihimiz ile ilgili objeler var ve giriş ücretsiz. Toplam: 300 adet eser sergileniyor. Evet; Sirkeci Garının karşısına geçip, binayı inceleyin. Zaman ayırabilirseniz; içine girin, tarihi lokantayı ve demir yolu müzesini gezin.

Devam ediyoruz. Buradan; Mimar Kemal Caddesine ilerleyin. Hemen karşısına tarihi Sansaryan Han çıkacak.

SANSARYAN HAN


Doğubank olarak bilinen elektronikçilerin bulunduğu sıradaki han. 1895 yılında yapılmış. Sütunlu pencereleriyle hemen dikkati çeken bir yapı. Mimarı: Bulgar kilisesini de projelendiren Ermeni Mimar Hovsep Aznavor. Mükemmele yakın, eski tarz bir asansörü var.

Bina; 1944 yılından, 1980’lere kadar, Gayrettepe’deki yeni bina yapılmadan önce, İstanbul Emniyet Müdürlüğü tarafından kullanılmış. Bir süre de, pasaport şubesi olarak kullanılmış. O yıllarda; bir kısım insanımızın burada yaşanan kötü anıları, hatıraları olduğu sıkça gündeme getirilen bir gerçek. Bugün, bu bina; Eminönü Adliyesi, hukuk-iş mahkemelerinin bulunduğu bir yer olarak kullanılıyor.

Yola devam ediyoruz. Buradan; daha önce gördüğümüz, Yenicami külliyesinden kalma Sebilden başlayan; Hamidiye caddesine geliyoruz. Karşı köşede: Padişah 1. Abdülhamit’e ait külliyeden kalan Abdülhamit Türbesi ve Medresesini göreceksiniz. Türbenin karşısındaki büyük yapı: Vakıf Han.

İstanbul Kumkapı Abdülhamit Türbesi

    

İstanbul Kumkapı Abdülhamit Türbesi


ABDÜLHAMİT TÜRBESİ


Abdülhamit külliyesinin bir parçası da bu türbe. Külliye; 1776-1777 yıllarında, Padişah 1.Abdülhamit tarafından yaptırılmış. Külliyeden günümüze ise, yalnızca bu türbe kalmış. Külliyenin Sebili ise; günümüzde, Gülhane Parkı karşısına taşınmış.

Türbe; mermer işçiliği yönünden son derece muntazam ve barok üslupta yapılmış. Köşeleri: yuvarlatılmış kare planlı. Tümü ile mermerden yapılmış. Önünde, avlusu var. Dış avlu kapısı üzerinde: sülüs yazı ile ayetler işlenmiş. Bu avludan: üç gözlü bir revak ile türbeye giriliyor.

Türbenin giriş kapısı üzerinde de; yine ayetler yazılı. Dıştan; iki katlı görünümdeki bu türbenin katları; birbirinden düz kornişli bir silme ile ayrılmış. Türbe; 26 pencere ile aydınlatılmış. İçerisi, kalem işleri ile süslenmiş.

Türbe içinde; 1918 yılında, 77 yaşında hastalanarak vefat eden, Padişah Abdülhamit gömülmüş. Ayrıca: şehzadeler ve Sultan yakınları da gömülü.
Buranın en büyük özelliği: kuzey duvarının ortasında, Peygamberimizin ayak izlerini kapsayan mermer bir pano bulunması.

İstanbul Kumkapı Vakıf Han
İstanbul Kumkapı Vakıf Han    

 

VAKIF HAN

Binanın, kesin yapım tarihini saptamak mümkün olmamış. Çünkü, üzerinde tarih yazıtı bulunamamış. Muhtemelen, 1918 yılında bitirildiği düşünülüyor. Milli mimarlık akımı temsilcilerinden, mimar Kemalettin Bey’in eseri.

Bodrumla birlikte 7 katlı. Duvarları kesme taştan, döşemeleri çelik kirişleme sistemiyle yapılmış. Üzeri : kiremit kaplı ve ahşap bir çatı ile örtülmüş. Kare planlı. Zemin katı; tek bir kiralık mekan olarak düzenlenmiş.

Üst katlarda ise; merdiven kovasını çevreleyen koridorun üzerine dizili; 10 adet büro ve koridor uçlarına yerleştirilen birer tuvalet yapılmış. Yapının cephesi; klasik Osmanlı mimarlığından esinlenen ögelerle bezenmiş.

İşgal yıllarında; Fransız askerleri tarafından karargah binası olarak kullanılmış. Daha sonraki yıllarda ise; İstanbul Menkul Kıymetler Borsası olarak kullanılırken, yeni binaya geçilince, Adliye’ye devredilmiş. Sonraki süreçte; Adliye tarafından da boşaltılan bina, uzun yıllar; bölgede yaşayan tinerci ve madde bağımlılarının mekanı olmuş.

2006 yılında restore edilerek, beş yıldızlı otel haline getirilmiş.

Evet, yürümeye devam ediyoruz. Türbenin yanındaki Vedat Bey Sokağından ilerliyoruz. Karşımıza: Büyük Postane çıkıyor. İstanbullu veya İstanbul’da yaşayanların, burada mutlaka anıları vardır. Bir zamanlar; yaşamımızın küçük bir bölümünde dahi olsa, mutlaka buraya uğramışızdır.

İstanbul Kumkapı Büyük Postane Binası

BÜYÜK POSTANE BİNASI

Türkiye’nin en büyük postane binası. Yapımına, 1905 yılında başlanır ve 1909 yılında tamamlanır. Mimarı: Vedat Tek. 4 katlı olan binanın girişi, basamaklarla yükseltilmiş. Ön cephesinin her iki köşesi de öne çıkarılmış, yükseltilmiş ve üzeri kubbe ile kapatılmış.

Binanın içinde; 3 kat boyunca yükselen, dikdörtgen bir orta mekan var. Bunu; odalar çevrelemiş. Burada; 1927-1936 yılları arasında, İstanbul radyosu da hizmet vermiş.

Günümüzde; İstanbul PTT Başmüdürlüğü olarak hizmet vermekte. Giriş katında; tam teşekküllü bir postane şubesi bulunuyor. Ayrıca: bina içinde, bir de “Pul Müzesi” var. Bugüne kadar, ülkemizde çıkarılan pulları, burada görmek mümkün. Filatelistlerin ilgi odağı olan bir pul müzesi.

Büyük postanenin hemen önündeki caddeden, kuzeye doğru yürüdüğünüzde, Ankara caddesi var. Buraya varınca, sağa doğru ilerleyin, bir süre sonra: İstanbul Vilayet Binasını göreceksiniz. Yola devam edin, sağda; İran Başkonsolosluğu binası var.

İRAN BAŞKONSOLOSLUĞU BİNASI

Güzel bir yapı. Bu binanın en önemli özelliği: tarihi yarımadadaki, tek konsolosluk binası olması. Çünkü; Osmanlılar, Müslüman olmayan ülkelerin, tarihi yarımada da, elçilik açmalarına izin vermiyorlardı.

Gayrimüslim ülkelerin bütün konsoloslukları, Beyoğlu’nda idi.

Evet, bu bina; 1980’lu yıllarda İstanbul’a gelen ve İstanbul mimarisini değiştiren İsviçreli-İtalyan Fossetti kardeşler tarafından yapılmış. İçeriye ayakkabı ile girilemeyen ve kadınların başörtüsü ile girmesi gereken tek konsolosluk.

Özellikle; çeşitli günlerde (aşure günü gibi) içeride, herhangi bir yerde, namaz kılan insanlar görmek mümkün. Bina; İslam devriminden önce yapıldığı için, bariz olarak fars etkisi görülmekte. Güzel aslan heykelleriyle süslü.

Buradan; Türkocağı Caddesine girin. Karşınıza; İstanbul Erkek Lisesi çıkacak.

İstanbul Kumkapı İstanbul Erkek Lisesi

İSTANBUL ERKEK LİSESİ

İstanbul Erkek Lisesi; 1884 yılında kurulmuş bir devlet okulu. Geçmişte, Osmanlı devletinin Batılı tarzdaki ilk eğitim kurumu. 1933 yılından sonra ise, eğitim, bugün bulunulan bu binada sürdürülüyor.

Ama, bugünkü bina; daha önceleri, bir süre “Duyun-u Umumiye” (Osmanlı Devleti Genel Borçlar Kurumu) Binası olarak da kullanılmış. Bina; saçaklı balkonlu girişiyle dikkati çekiyor. Konumu itibarı ile; eşsiz boğaz ve haliç manzarasına sahip.

Evet, yürümeye devam ediyoruz. Az ileride, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin bir dönem genel merkezi olarak kullanılmış ve günümüzde Cumhuriyet Gazetesi Arşivi olarak kullanılan bina görünecek.

Tekrar geri dönüyoruz. Kazım İsmail Gürkan caddesine giriyoruz. Burada karşımıza; Cağaloğlu Hamamı çıkıyor. Cağaloğlu’nda, Yerebatan caddesinin sağ yanında.

İstanbul Kumkapı Cağaloğlu Hamanı

CAĞALOĞLU HAMAMI


Ayasofya camine gelir sağlamak amacı ile, Padişah 1.Mahmut tarafından, 1741 yılında yaptırılmış. Mimarı ise bilinmiyor. Yapının içinde; barok üslup kullanılmış.

Ayrıca; klasik Osmanlı hamam mimarisinde bulunmayan, yenilikler de var. Ayrıca; Padişah 3.Mustafa tarafından, şehirde baş gösteren su ve odun sıkıntısı üzerine, büyük hamam yapımı yasaklanmadan önce yapılan son hamam olması da özellik.

Kadınlar ve erkekleri için, ayrı kısımları olan çifte bir hamam.

Erkek bölümünde; büyük bir kubbe ile örtülü soyunmalıktan, küçük bir kubbe ve yedi tonozla örtülü soğukluğa geçiliyor. Sıcaklık da, sekiz mermer sütunu bağlayan kemerlere oturan, büyük bir kubbe ile örtülü. Ortada, büyük bir göbek taşı var. Köşelerde, kubbeli halvet hücreleri bulunmakta.

Üç asırlık tarihi hamam, günümüzde faaliyetini sürdürmekte. Hamamın ortasındaki mermerli havuz çevresinde; kafe-bar olarak hizmet veren bir mekan mevcut. Gruplar için, açık büfeli organizasyonlar düzenleniyor. Zamanınız var mı bilmiyorum?

Ama söylenen şu ki; “Buraya girip te yıkanmayan insanlar, yıkandıklarını sanmasınlar ” şeklinde bir söz söylenmekte.

Gezimize devam ediyoruz. Soldaki: Alay Köşkü caddesinde: Beşir Ağa Camini göreceksiniz. Eski İstanbul Emniyet Müdürlüğü binasının hemen karşısında. Arkasında ise, Ayasofya var. Köşede sebili var.

BEŞİR AĞA CAMİ

Beşir Ağa; 1707 yılında, Osmanlı Sarayında, saray hazinedarı olarak görev yapar. Takip eden dönemlerde ise, Osmanlı saraylarında, 30 yıl boyunca: Darüssaade Ağasıdır. Bu sırada; İstanbul’un birçok yerinde: çeşmeler ve hayratlar yaptırır.

Babıali yakınlarında yaptırdığı cami yanındaki kütüphanede 1368 ve Eyüp semtindeki kütüphanesinde ise 219 cilt kitap bulunmaktadır. Bu kitaplar, bugün ayrılan bir bölümde muhafaza edilmektedir. 

Beşir Ağanın ilk kurulan matbaada da önemli bir rolü olduğu görülür. Şöyle ki, ilk kağıt fabrikası, Yalova’da, Beşir Ağa’nın çiftliği arazisine kurulur. Çiftliğin, bu iş için tahsisinden sonra, fabrika kurulur ve 1746 yılında, Beşir Ağa vefat eder. Eyüp Sultan’daki Türbesine gömülür.

Evet; Beşir Ağa bu. Camiye gelince. Cami, ilginç bir kubbeye sahip. Bizans tarzı gibi görünen bir kubbe. Kubbe gövdesinde, pencereler var. Bu da yabancı bir üsluptan söz etmemize neden oluyor. Burada, 12 hücreden oluşan bir tekke yapısı var.

Bu hücrelerde; önceki dönemlerde kapatılan siyasi partilerin eşyaları depolanmış. Uzun yıllardan beri ise; burada, Batı Trakya Türkleri Derneği olarak hizmet yürütülüyor. Medrese ise, Milli Eğitim İl Müdürlüğünün deposu olarak kullanılıyor. Caminin altında, 11 dükkan var.

İstanbul Kumkapı Alay Köşkü

ALAY KÖŞKÜ

Topkapı Sarayının dış suru üzerinde, padişahların geçit yapan asker alaylarını ve İstanbul halkını seyretmek için yaptırdıkları bir köşk. Askerlerin ve halkın, padişahı selamlama fırsatı bulmalarından dolayı, köşke “Selam Köşkü” de denilmekte. Burası; sarayın şehirle doğrudan doğruya temas eden tek parçası. En hareketli cadde üzerinde bulunuyor.

Bazı tarihi olaylara da sahne olmuş bir mekan. En önemli olay ise: Vaka-ı Vakvakiye’dir. Çınar ağacı vakası olarak da bilinen bu olay: hazine buhranından sonra, sikkelerin bakır miktarının arttırılması ve buna isyan eden isyancılar ile, Padişah 4.Mehmet’in, Alay Köşkünde karşılıklı görüşmeleri idi.

Evet, bugün köşkün bulunduğu yerde; 16’ncı yüzyılda, ahşap bir köşk bulunuyordu. Köşkün bugünkü binası, Padişah 2.Mahmut tarafından yaptırılmış. Yapım yılı olarak; 1819-1820 yılları arası tahmin ediliyor. Mimarının ise, kesin olmamakla birlikte; Kirkor Amira Balyan olduğu sanılıyor.

Gülhane Parkının içinden, geniş bir rampa ile çıkılan köşk; yuvarlak bir hünkar salonu ve buna ilaveten hizmet binalarından oluşuyor. Ahşap olarak inşa edilmiş. Üstü; tamamen kurşunla örtülmüş. Köşkün; üzeri kabartma süslü 7 cephesi var. Dış cephesi mermer kaplı.

Üstü; üst üste 12 dilimli bir külah ve onun altında bir kubbe ile örtülü. Bu örtü; geniş ve dışarı çıkıntılı saçakları ile yapıya bitişiyor. Padişaha ait yuvarlak esas salon; burcun tam üstüne oturtulmuş. Bir dizi taş konsolla, dışarıya doğru çıkıntı oluşturulmuş. Köşkün; en üst kısmında, sağda dört, solda iki oda var. Taht odasının sağında; biri surlara açılan, iki oda daha var.

Ayrıca; taht odasının önünde; Gülhane Parkına bir rampa ile ulaşılan, genişçe bir sofa ile antre var. İkinci katta ise: iki oda bulunuyor. En alt kat ise, bodrum. Burasının; Gülhane Parkına bakan, 14 penceresi ve kanatlı 2 kapısı bulunuyor.

Pencerelerin kemerleri; hattat İzzet Mollanın yazıları ile süslü. Pencereler, aynı zamanda demir parmaklıklarla süslenmiş. Bir zamanlar, bu demir parmaklıkların altın yaldızlı olduğu söyleniyor.


Dolmabahçe sarayı yapılıp ta, padişahlar burada ikamet etmeye başlayınca, bu köşk işlevini yitirir. Çünkü; aynı olay, Dolmabahçe sarayının yol kıyısında bulunan “Pembe Köşk” ünde sürdürülür. Bu köşk; yakınlarına yaptırılan “Telgrafhane” emrine tahsis edilir.

Daha sonra, Telgrafhanenin de buradan taşınması üzerine, uzun yıllar boş kalır. Cumhuriyetten sonra, çeşitli maksatlar için kullanılır. 1938 yılında, Topkapı Sarayı Müdürlüğüne bağlanan köşk, daha sonra önemli bir onarımdan geçirilmiş.

1960 yılında yapılan tamirat sonucunda, bazı bölümleri kaldırılır.
Sarayın en dış sınırında, bir zamanlar bulunan birçok köşk ve kasırdan, günümüze kalan son eser olması nedeniyle önem taşıyor. Burada günümüzde, Topkapı Müzesine bağışlanan, Kenan Özbel halk sanatları koleksiyonu sergileniyor.

Gezimize devam ediyoruz. Gülhane Parkının girişinin hemen karşısında: Hamidiye Sebili ve arkasında ise Zeynep Sultan Cami var. Gülhane Parkının karşısındaki Çocuk Muhakemelerinin bitişiğindeki cami. Caddenin kenarında büfe olarak kullanılan sebilin hemen yanında, bir bahçe giriş kapısı var. Buradan giriliyor. Arka taraftaki giriş ise, binaların içinden geçilerek sağlanıyor.

İstanbul Kumkapı Zeynep Sultan Camii

ZEYNEP SULTAN CAMİ

1769 yılında, Lale Devri Padişahlarından 3.Ahmet’in kızı, Zeynep Asime Sultan tarafından, mimar Mehmet Tahir Ağa’ya yaptırılmış. İlk bakışta, bir Bizans yapısı izlenimi veriyor. Çünkü: barok tarzda yapılmış ve yapıda kullanılan malzemeler ilginç. Kubbesi değişik, özellikle kubbeye bakın.


Tek şerefeli minaresi var. Bu minarenin taş basamak kenarları açıkta bırakılmış ve farklı bir renk ve desen yaratılmış. Şerefesinde; barok tarzı, bitki bezemeli demir korkuluklar var. Gövde: tuğladan yapılmış. İki yerde; hazire (çevresi çevrili mezarlık) var. Bu hazirelerde; kaderleri farklı biçimlerde gelişen, iki insanın naaşları var.

Bunlardan biri; Alemdar Mustafa Paşa. 1808 yılında ölen Alemdar Mustafa Paşa; Ruscuk’un tanınmış Beylerbeyidir. Padişah 3.Selim’in yenilikçi ve reformcu yönünü beğenir ve onu izler. Padişah 3.Selim; halası Zeynep Asime Sultan’ın kocası Melek Mehmet Paşa’nın kendisine sadrazamlık yaptığı sırada: Nizam-ı Cedit yani yeni orduyu kurar.

Fakat; 4.Mustafa, 1807 yılında, amca oğlunu, 3.Selim’i tahttan indirir ve saraya hapseder. Alemdar, Nizam-ı Cedid askerlerinden oluşan büyük bir ordu ile, İstanbul’a girer. 3.Selim’i yeniden tahta çıkarmak ister, ancak 4.Mustafa, Alemdar’ın İstanbul’a gelmekte olduğunu öğrenince, sarayda bulunan 3.Selim’i öldürtür.

Kardeşi 2. Mahmut’un da, Alemdar’ın tahta çıkarmasından korktuğundan öldürülmesini ister. Ancak, saray mensuplarından bir kısmı, sarayın damına çıkartarak, 2. Mahmut’u gizlerler.

Alemdar, saraya gelip 2. Mahmut’u tahta çıkarır ve kendisi de sadrazam olur. Aslında, bunlar tarihi size tarihi hikaye gibi gelmekte ama, gerçekten ilginizi çekebileceğini düşündüğüm olaylar, özellikle son bağlantı ilginç.

Evet; reformlar devam ettirilir. Bu defa; Sekban-ı Cedid ordusu kurulur. Bu arada; bozulan devlet düzeninin geri sağlanması için; Padişah ile tebaası arasında, Sened-i İttifak isimli antlaşma imzalanır.

Fakat, bu uygulama kısa sürer. Tarihte ilk defa, bir Padişah, yönettikleriyle sözleşme imzalamış ve bu durum Padişah 2.Mahmut’un hiç hoşuna gitmemiştir. O sıralarda, yeniçeriler de kendi gelecekleri açısından rahatsızdırlar. Derken, Alemdar’ın sadrazamlığının dördüncü ayında, yeniçeriler tekrar ayaklanır, Alemdar Mustafa Paşa’nın evini kuşatırlar.

Hatta, konağın çatısına çıkıp, yıkmaya başlarlar. Kurtuluş ümidi olmadığını fark eden Alemdar, konağın barut deposuna iner ve daha fazla yeniçerinin, barut fıçılarının etkinlik alanına girmesini bekledikten sonra, tabancası ile barut fıçılarını ateşler ve kendisiyle birlikte 100 yeniçerinin de ölmesine sebep olur.

Hatta, bu sayıyı 500 ila 800 arasında söyleyen tarihçiler bile bulunmaktadır. Zaten kızgın olan yeniçeriler, büsbütün sinirlenirler. İki gün sonra, yıkıntılar arasında, Alemdar’ın cesedini çıkarırlar. Sürükleyerek Aksaray’daki bir ağaca asarlar. İki gün sonra da, hırslarını alamayıp, Yedikule’de bir kuyuya atarlar.

Bu kargaşa sırasında; Padişah 2.Mahmut da, 4. Mustafa’yı öldürtür ve ilk fırsatta Sened-i İttifak sözleşmesi yok edilir. Yeniçeriler ve Sekbanlar arasındaki bu çatışma sırasında, İstanbul, adeta bir kan gölüne döner. Sokaklar, cesetlerden geçilmez olur. Çıkan yangınlarda, büyük mahalleler, evler, eşyalar kül olur.


1908 yılında, 2’nci Meşrutiyetten sonra, ceset kuyudan çıkarılır. Alemdar’ın adının verildiği cadde üzerinde bulunan Zeynep Asime Sultan caminin haziresine gömülür.

Ölümünün üzerinden tam 100 yıl geçtikten sonra, bu caminin haziresine gömülmüş ve bir kahraman olarak ilan edilmiştir. 4 ay sadrazamlık yapan Alemdar Mustafa Paşa’nın şansı mı, yoksa Zeynep Asime Sultan’ın şansızlığımı bilinmez? Cami haziresi, her iki kabre de, biraz garip ev sahipliği yapıyordu. Birisi; gömülü olduğu yerden çıkarılıp, tekrar toprakla buluşmak için tam 38 yıl bir bodrum katında bekler. Diğeri ise, tam 100 yıl, yani bir asır boyunca atıldığı bir kuyudan çıkarılıp, buraya getirilir.


Aynı gariplik; camiye ait çeşme ve sebilde de var. Atlı tramvay yolu için; ikisi de yıkılmış. Ama; bugün, orada bir çeşme ve sebil var. Evet var. Bunlar, Zeynep Asime Sultan camine ait orijinaller değil.

Onlar; Sirkeci’deki 1.Abdülhamit külliyesine ait çeşme ve sebil. 4.Vakıf Han’ın yapılması sırasında; kabir yıkılıp yeni yerine taşınınca, çeşmesi ve sebili de bu camiye taşınmış ve daha önce burada yapılan vahşi yıkımın sıkıntısı bir nebze de olsa onarılmaya çalışılmış. Ne kadar başarılı olduğunu, gördüğünüzde siz takdir edin? Hikayesi bu.

Caminin bodrumu ise, 1963 yılında restore edilerek, ibadete açılır. Eskiden sebil olarak kullanılan kısım ise; günümüzde Vakıflar tarafından kiraya verilmiş ve büfe olarak işletilmekte.

Evet, yokuştan yukarı doğru yürüyün. Karşınıza; Cafer Ağa Medresesi gelecek. Medrese; Ayasofya Müzesinin arkasındaki Soğukkuyu sokağa bağlı, soğukkuyu çıkmazında bulunuyor. Burada; basık kemerli bir kapıdan giriliyor.

İstanbul Kumkapı Cafer Ağa Medresesi

CAFER AĞA MEDRESESİ

16’ncı yüzyılda, sanatçıları korumasıyla tanınan, devlet adamı Cafer Ağa tarafından, 1559 yılında, Mimar Sinan’a yaptırılır. Mekan; dikdörtgen planlı bir avlu ve onu çevreleyen 16 odadan oluşuyor. O dönemdeki öğrenciler için; bir ders mekanı olarak kullanılır. Yapının dış cephesinde, göze çarpan en önemli özellik ise: bacalar. Zaman içinde değişikliğe uğrayan medresenin bacaları; günümüze kadar gelmeyi başarmış. Kurşunla örtülü olan baca biçimleri, dönemin diğer bacalarından farklı. Bu durum, Osmanlı mimarlık tarihi açısından önem taşıyor.

Cumhuriyet dönemiyle birlikte, medresenin işlevleri sona erer. 1989 yılında, Dışişleri Bakanlığının öncülüğünde, Türk Kültürüne Hizmet Vakfının koruma altına alması ile, bina yeniden onarılır. Restorasyon çalışmalarının ardından, bir sanat merkezi olarak hizmete açılır. Vakfın asıl amacı: Türk kültürünü yaşatmak. Unutulmaya yüz tutmuş, geleneksel Türk el sanatları, yıllardır yeni nesillere öğretilerek yaşatılmaya çalışılıyor.

Bugün; Türk el sanatlarının; tanıtılması ve geliştirilmesi amacıyla, her yaştan insana hizmet verilmekte. Ebru, hat, Osmanlıca, tezhip, minyatür, kuyumculuk, ahşap dekoratif süsleme, ev içi dekoratif süsleme, porselen süsleme, resim, vitray, takı, ud, ney, gitar, bağlama şeklinde oldukça geniş bir yelpazede kurslar ve eğitimler sunulmakta.

Medresede yer alan odacıklardan birinde ise; Vakfın çıkardığı kitapların bulunduğu kitaplık var. Diğer odacıkların bir kısmı atölye çalışmaları için ayrılmış, bazılarında ise hediyelik eşya sergisi ve satışları yapılmakta. İstanbul’da yaşayan veya turist olarak gelen yabancılar; bu tarihi mekanda, uygulamalı olarak, geleneksel Türk el sanatlarını tanıma fırsatı buluyorlar. Kafe olarak işletilen avlusu ise, özellikle yaz aylarında, bu tarihi havayı koklamak ve sanatla iç içe olarak vakit geçirmek isteyenler ile dolup taşıyor. Zamanınız varsa, buraya, bu kafeye uğramayı sakın ihmal etmeyin.

Daha yukarı yürüyoruz. Yerebatan caddesinin başında, karşıda: Yerebatan Sarnıcı var.

İstanbul Kumkapı Yerebatın Sarnıcı

YEREBATAN SARNICI

Buraya. Ayasofya meydanı batısındaki, küçük binadan giriliyor. 52 basamaklı bir merdivenle iniliyor.
Sarnıcın bugün bulunduğu yerde; daha önceleri, muhtemelen 3 yada 4 ncü yüzyılda yapılmış büyük bir Basilika bulunmakta imiş. Burada: ticaret ve hukuk işleriyle bilim ve sanat faaliyetleri yürütülürmüş. Ancak; 476 yılındaki büyük yangında, bu Basilika tamamen yanar, daha sonra ise imparator İlius tarafından yeniden yaptırılır.

Yeni yapı; yeni bir yangın felaketinden ve 532 yılında şehri kasıp kavuran Nike ayaklanmasından etkilenir. Söylentiye göre: bu bazilikanın çevresi; sütunlarla çevrili ve üstü açık avlusunda, Ayasofya’ya dönük, eli çenesinde, Hz. Süleyman’ın heykeli bulunmaktadır. Bu heykelin bulunmasının sebebi ise; Hz. Süleyman’ın, Kudüs’te yaptırdığı mabetten daha muhteşem olan Ayasofya’dan etkilenmesi imiş. Çünkü: İsrail hükümdarı I. Basilius (867-886) tarafından, Hz. Süleyman’a Kudüs’te yaptırılan mabet, yeryüzünde, Ayasofya yapılıncaya kadar ki en muhteşem mabet imiş.

Neyse, Bizans İmparatoru Justinianus, yangında yok olan büyük bazilikanın yerine; 532 yılında, rivayete göre 7000 kölenin çalıştığı bu sarnıcı yaptırır. Amaç; çevredeki saraylara, su sağlamak. Çünkü: İstanbul’da tarihler boyunca su sıkıntısı yaşanmış. Yeni yaptırılan sarnıç; ismini, yakındaki İlius Bazilikasından alır. Bazilika sarnıcının suyu; imparator Valens tarafından, 368 yılında yaptırılan 971 m. uzunluğundaki Valens (Bozdoğan) kemeri ve imparator Justinianus tarafından yaptırılan, 115 m. uzunluğundaki Mağlova Kemeri yardımıyla, şehre 19 km. uzaklıktaki Belgrad Ormanlarındaki Eğrikapı su taksim merkezinden getirilmiştir. Yaptırılan sarnıca; aynı dönemde, “Basilica Cistern” ismi verilir.

Şehirdeki, en büyük ve en muhteşem sarnıç. Tarihi yarımadanın tam ortasında bulunuyor.

İçeri girdiğinizde; sütun ormanı gibi görünümlü bir mekanla karşılaşıyorsunuz. Suyun içinde yükselen sütunlar; uçsuz bucaksız bir ormanı hatırlatmakta ve sarnıca girer girmez ziyaretçiyi etkilemekte. Bunun sonucu olarak da; sarnıca “Yerebatan” sarnıcı ismi verilmiştir.

Belirli aralıklarla dikilen bu sütunlar; her sırada 28 tane olmak üzere, 12 sıralı. Yani; 28 x 12 sıralı sütunların toplamı: 336 adet. Sütunların başlıkları da yer yer farklı özellikler taşır. Bunlardan 98 tanesi korint üslubu ile süslenmiştir. Diğer bir kısmında ise, Dor üslubu görülür. Sütunların uzunluğu: 9 m. Bu sütunların çoğunluğu; daha eski yapılardan toplanmış. Diğerleri ise; mermer ve granitten yontularak yapılmış.

Büyük kısmı tek parçadan, bir kısmı ise, üst üste iki parçadan oluşmuştur. Büyük bölümü; silindir biçiminde. Bir kısmı ise; köşeli veya yivli biçimde. Bir söylentiye göre; sütunlar üzerindeki şekillerin, göz yaşına benzemesi; büyük bazilikanın yapımında ölen yüzlerce köleyi anlatır.

Yapı: 145 m. uzunluğunda ve 65 m. genişliğinde. 9800 metre karelik bir alanı kapsıyor. 100 bin ton su depolama kapasitesine sahip.

Tavan tuğla örülü ve çapraz tonuzludur. Tavan ağırlığı; haç biçiminde tonozlar ve yuvarlak kemerlerle sütunlara aktarılmış. Duvarlar: 4.80 m. kalınlığında ve tuğladan örülmüş. Zemin ise, tuğla döşeli ve horasan harcından kalın bir tabaka ile sıvanarak, su geçirmez hale getirilmiş. İçerideki su seviyesi, mevsimlere göre değişiyor. Su seviyelerinin bıraktığı izler, sütunlarda görülebiliyor. Doğu duvarındaki borulardan, dışarıya su veriliyor.

Fetihten sonra, sarnıç bir süre kullanılır ve padişahların oturduğu Topkapı Sarayının bahçelerine buradan su verilir. Ancak, durgun su yerine, çeşme suyunu yani akan suyu tercih eden Osmanlılar, şehirde, kendi su tesislerini kurduktan sonra, burayı kullanmamışlar. Kullanımdan kalkınca, bu dönemde, yaklaşık 100 yıl süresince, sarnıcın varlığı unutulmuş.

Ancak; bodrumlarda su biriktiren ve deliklerden sepetle balık tutan insanların varlığının anlaşılmasıyla, sarnıç keşfedilmiş. Bu keşfin yapılmasında; 1544-1550 yılları arasında, Bizans kalıntılarını araştırmak için, İstanbul’a gelen Hollandalı gezgin P. Gyllius’ un da büyük etkisi olur. Daha sonraki Osmanlı döneminde, iki kez restore edilmiştir. İlk onarım; Padişah 3.Ahmet döneminde, 1723 yılında, mimar Kayserili Mehmet Ağa tarafından yapılır. İkinci onarım ise; Padişah 2.Abdülhamit döneminde, 1876 yılında yaptırılır.

Cumhuriyet döneminde; 1940 yılında, sarnıcın giriş kısmındaki evler, Belediye tarafından istimlak edilerek, giriş için düzenli bir bina yaptırılır. Daha sonra ise, 1987 yılında, sarnıçta büyük bir temizlik faaliyeti görülür. Bu faaliyette, zemin temizlenir. Yaklaşık; 1 metreden fazla çamur temizlendiğinde; orijinal tuğla taban ve iki sütun altında “Medusa” kafası, mermer bloklar ortaya çıkarılmış. Bir gezi platformu yapılarak, sarnıç içinde dolaşmak mümkün hale getirilmiş.

Özellikle; sarnıcın kuzeybatı köşesindeki iki sütun altında, kaide olarak kullanılan, bu Medusa başları; Roma çağı heykeltıraşlık sanatının birer şaheseri olarak örnekleniyor. Bunların; antik bir yapıdan sökülerek buraya getirildikleri tahmin edilse de, hangi yapıdan alınarak buraya getirildikleri bilinmiyor. Ancak, o kadar güzel yerleştirilmişler ki; ışığın yansıma pozisyonlarına göre, Medusa başlarını; normal, ters ve yan olmak üzere üç ayrı pozisyonda görmek mümkün.

Medusa ile ilgili mitolojiye dayandırılan birçok efsane, bu sarnıcı daha da gizemli hale getiriyor. Şöyle ki: bir söylentiye göre: Medusa, yeraltı dünyasının dişi canavarı olarak bilinen üç gorgoman’dan biridir. Bu üç kız kardeş, yalnızca, yılan başlı Medusa: olumlu ve kendisine bakanları taşa çevirme gücüne sahiptir. O dönemde, büyük yapıların ve özel yerlerin, kötülerden korunması amacıyla; Medusa kafasının buraya yerleştirildiği sanılmaktadır. Sarnıcı ziyarete gelenler, hayretler içinde, bu Medusa başlarını izlerler.

İçi kuru olmasına rağmen, son restorasyonda su gelmiş ve halen içinde 1-2 m. arasında su bulunmaktadır.

Günümüzde, halen burası Müze haline getirilmiş ve İstanbul Büyükşehir Belediyesinin çeşitli; ulusal ve uluslararası kültür etkinlikleri gerçekleştirilmekte. Bu etkinliklerden; Müzik Konserleri ve Mevlevi Sanat gösterileri, Yerebatan Şiir Akşamları ve Sergiler sayılabilir. 800 metre karelik etkinlik alanı ve 500 kişi kapasiteli kokteyl mekanı çeşitli organizasyonlar için kullanılmakta. Buraya, bugüne kadar birçok insan konuk oldu. Mutlaka gidin, mutlaka görün diyorum.

Evet, yeniden Sultanahmet Meydanına dönüyoruz. Divanyolu caddesi üzerinde Firuzağa cami var. Caminin hemen karşısında ise; Padişah 2. Mahmut’a karşı yapılan bir saldırıyı önleyen, saray halayıklarından Cevriye Kalfa için yaptırılan ilkokulu görmek mümkün. İstanbul’da yalnız hanımların değil, gündelikçi kalfaların da ilkokul yaptırdıklarını görmek açısından ilginç.

Burası; bugün “Türk Edebiyatı Kütüphanesi” olarak kullanılıyor. Firuz Ağa caminin hemen arkasındaki parkta ise; eski kalıntılar var. Bu kalıntılar; eksiden: Antiohos ve Lausos adlı, iki zengin kişinin sarayına ait kalıntılar.

İstanbul Kumkapı Firuz Ağa Camii

FİRUZ AĞA CAMİ

Divanyolu caddesi üzerinde. Sultanahmet At meydanında. Padişah 2. Beyazıt’ın Hazinedarbaşı Firuz Ağa tarafından, 1491 yılında yaptırılmış. Fetihten, yalnızca 38 yıl sonra yapılmış olması nedeniyle, klasik Osmanlı camilerinden önceki dönemi yansıtan, önemli bir yapı. Düşünün, bu cami yapıldığında, daha Sultanahmet caminin yapılmasına 120 yıl vardı.

Cami; kubbesi 8 köşeli kasnağa oturtulmuş olup Bursa üslubunda. Kare planlı. Beyaz kesme taşlardan örülü. Tek kubbede: 4 sütun ve 3 kemer var. Kubbenin boyutları ise; dıştan dışa yaklaşık 13.5 x 13.5 m. ebatlarında. Son cemaat yeri; merdivenli. Dış avluya giriş kapısı; tramvay yolu üzerinde parmaklıklı bir duvar. Kapı: camiyi küçük göstermemek ve soğuk havalarda içeriyi soğutmamak için küçük fakat çok uyumlu ölçülerde yapılmış.

Caminin minaresi; tek şerefeli. Yapılırken, diğer tek minareli camilerin aksine, kıbleye göre sola inşa edilmiş olması ilginçtir. Diğer bir özelliği ise; minaresinin ters olması. Caminin minaresi: arkada ve solda. Neden? Bu cami, İstanbul’un fethinden sonra yapılan ilk camilerden. O tarihte, İstanbul’un yaklaşık yüzde 80 i Rum imiş. Cami; şehrin merkezi yerinde. Etrafında, büyük ihtimalle Rum yerleşim yerleri vardı. Söylenenlere göre: oraya cami yapılmasına karar verildiğinde, caminin hemen sağında ve oldukça yakınında oturan Rum vatandaşların, ezan sesinden rahatsız olmamaları düşünülmüş olabilir.

Bir de, Ege bölgesinde Rumlardan geriye kalan evlerde de dikkat çektiği üzere, bir binanın, diğer bir binanın güneş ışığını kesmemesi konusunda, Rumların büyük hassasiyetleri vardı. Bu da etkili olabilir. Sonuçta; Osmanlının, yönetim anlayışındaki hoşgörü gerçekten görülmeye değer. Yoksa; Rum vatandaşların ricası ile, cami minaresinin yerinin değiştirilmesi? Düşünebiliyor musunuz?

1512 yılında ölen Firuz Ağa’nın mezarı da caminin bahçesinde. Bahçedeki beyaz mermerden yontulmuş bu tek lahdin dört yüzünde, gül demetleri var.
Camiye ait diğer bir özellik ise: Uzun yıllardır, ikindi ezanlarının; Sultanahmet cami ile karşılıklı olarak okunmasıdır.

Önce, Sultanahmet caminin müezzini ezana başlar, ardından Firuzağa caminin müezzini buna karşılık verir şekilde ezanın aynı bölümünü tekrarlar. Her iki cami arasında, karşılıklı olarak başından sonuna kadar, ezan, yankılı olarak okunur. Her iki caminin müezzini de, seçme ve güzel sesli olduklarından, 5 dakikalık bu süreçte, iç titreten bir ahenk yaşanır. Alman çeşmesi ile at meydanı; bu iki ibadethanenin tam ortasında kaldığından, ezan sesleri, en iyi bu bölgelerden dinlenebilir. Ayasofya’nın cami olduğu dönemlerde, bu karşılıklı okuma faslı, Sultanahmet ile Ayasofya müezzinleri arasında yapılırmış.

Tekrar, Divanyolu caddesine dönüp, Klot Farer Sokaktan içeri girin. Solda, parkın altında, ikinci büyük bir kapalı su sarnıcı var. Binbirdirek Sarnıcı. Klot Farer Sokaktan aşağıya doğru yürüyün. Karşınıza; Keçecizade Fuat Paşa Camii ve Türbesi çıkacak. Buradan, biraz daha aşağıya yürüdüğünüzde ise, sağdan Su Terazisi Sokağa girin ve sağa dönün. Karşınızda: Sokullu Mehmet Paşa Cami.

İstanbul Kumkapı Binbirdirek Sarnıcı

BİNBİRDİREK SARNICI

Sultanahmet semtinde, Adliye sarayının üst tarafında, küçük bir meydanda bulunuyor. Hipodromun batısında. Yerebatan sarnıcından sonra, İstanbul’un ikinci büyük su haznesi.

Eski Bizans kaynaklarına göre, MS. 4’ncü yüzyılda, imparator Büyük Konstantinus devrinden kalma. Yaptıranın ise; Filoksenis olduğu sanılıyor. İmparator I. Konstantinus; şehri yeniden kurduğunda, Roma’daki bazı senato üyelerini buraya gelip yerleşmeye zorlar. Bunlardan; Filoksenus; sarayını, hipodromun komşusu olarak buraya yaptırır ve sarayın su ihtiyacını karşılamak üzere de, bu sarnıcı inşa ettirir.

Yapının boyutları: 64 x 56 x 40 m. ebatlarında. Etrafı: kalın duvarlarla çevrilidir. 3584 metre kare büyüklüğündedir.
Sarnıçta, adıyla çelişircesine, 224 sütun var. Bunlardan, 212 tanesi günümüze kadar ayakta kalarak gelmiş. Sütunların başlıkları işlemesizdir. Piramit biçiminde başlıklar vardır. Böylece; sütun ve başlıklar, devşirme malzeme olmayıp, yalnızca burası için yapılmıştır.

Sütunlar, birbirinden 3.75 m. aralıkla sıralanır. Bunlar; birbirine kemerlerle bağlanır ve çapraz tonozlar taşırlar. Sütunlar; üst üste bindirilmiş iki gövdeden meydana gelir. Bunların arasına, dışa taşkın birer bilezik yapılmıştır. Sütunlar; alttan 5 m. kadar toprağa gömülmüştür. Aslında, bunların yüksekliği tam olarak; 12.5 m. bulmaktadır. Sütun gövdelerinde, çok sayıda, Grekçe harfin işlenmiş olması dikkat çeker. Bunların; sarnıcın yapımında çalışan ve sütunları işleyen taşçıların işaretleri olabileceği düşünülmektedir.

Türk dönemi başladığında, bu sarnıçta su bulunmadığı sanılıyor. Sarnıcın Türk dönemindeki adı: ” çokluk ” anlamındaki bin bir teriminden gelmiş olabileceği gibi, bazı yazarların ifade ettikleri gibi, sütun gövdelerinin üst üste bindirilmiş oluşundan dolayı da, “bin bir” isminin kullanıldığı düşünülebilir.
16’ncı yüzyılda, İstanbul’a gelen, Alman gezgin R.Lubenau; bu sarnıçta, ipek ipliği işleyen tezgahların bulunduğunu yazar. Halbuki; 18’nci yüzyılda, burada su bulunduğunu yazanlar da var.

Osmanlı döneminde; su haznesinin üstüne, bazı büyük konaklar inşa edilir. Yalnız; yangınlar sonucu, daha sonraki dönemde, su haznesinin üstü uzun süre, boş arsa olarak kalır. Sarnıç, üstündeki meydanda kurulan sem pazarının deposu olarak kullanılır. Osmanlı döneminde, burada yaşandığı iddia edilen bir hikaye var. Şöyle ki: ” Padişah 4.Murat döneminde, Fazlı Paşa’nın kızı Gevherli hanım; güzel ve genç cariyesi aracılığı ile, saraya çektiği varlıklı kişileri, sarayın altındaki bu mahzende hapseder, servetlerini ele geçirir ve öldürür” imiş. Ne derece doğrudur bilinmez? Efsane, hikaye.

Yakın zamanda temizlenerek, bir galeriyle, yanından geçen yola bağlanmış. Kolay gezilen, enteresan ve güzel bir ziyaret yeri. Küçük satış reyonları ve sergi alanları ve sarnıcın ortasında bulunan, sütunların orijinal boyunun görülebildiği çukur bölüm, tadilat sırasında yapılmış. Bugün sarnıçta: 1500 kişilik oturma düzeniyle yemek verilebilmektedir. Ayrıca: 4500 kişilik kokteyl düzeni ve 6000 kişilik parti kapasitesine sahiptir. Sarnıç, bu kapasiteler ile, İstanbul’un turizm ve eğlence hayatında, önemli bir yer tutmaktadır.

İstanbul Kumkapı Sokullu Mehmet Paşa Camii

SOKULLU MEHMET PAŞA CAMİİ

Sultanahmet cami ve Küçük Ayasofya cami arasında: Kadırga-Şehit Mehmet Paşa yokuşunda. Dik yokuşlardan oluşan sokaklarda kurulmuş bir külliye. Çevresi: 2 metrelik duvarla çevrilerek kapatılmış.

3 Osmanlı Padişahına sadrazamlık yapan, Sırp asıllı Sokullu Mehmet Paşa adına; 1571 yılında, karısı Padişah 2.Selim’in kızı Esma Sultan tarafından yaptırılmış. Bu sadrazamın boyu 2.m. yi aşmakta imiş ve zamanın en uzun boylu sadrazamı imiş.
Avluda; mermer bir şadırvan var. Çevresinde ise, medrese bölümleri sıralı. Sultanahmet tarafındaki avlu kapısından ve hemen karşısında kapıdan ve kıble’ye bakan merdivenli kapıdan girildiğinde; avluya girilir.

İlk iki kapı girişlerinde; mezarlıklar var. Camide; İznik çinileri ve orijinal kalem işleri görülmeye değer. Zaten ününü; göz alıcı bu İznik Çinileriyle berraklaşan, dengeli ve aydınlık iç mekanına borçlu. Tek minareli, tek kubbeli. Kuzeyde; şerefe kısmından üstü yıkılmış, eski bir tuğla minare daha var. Mihrap çevresinde; insan boyundan büyük, iki mum ve mihrap üzerinde hat sanatlı çini süslemeler var. Caminin; ses ve aydınlatma sistemi, her Sinan caminde olduğu gibi mükemmel.

Mimar Sinan’ın en güzel eserlerinden biri. Bu camiye has bir özellik var. Şöyle: bu camide “Hacerülesved” taşı parçaları gömülü. Hacerülesved taşının, Kabe’den getirilmiş küçük parçalarından dördü, inşaat sırasında burada: mihrap, minber ve kubbe duvarları içine gömülmüş.

Gezimize devam ediyoruz. Caminin diğer kapısından çıkınca, karşımızda: Özbekler Tekkesi.

İstanbul Kumkapı Özbekler Tekkesi

ÖZBEKLER TEKKESİ

Diğer adı: Buhara Tekkesi mescidi. İstanbul Defterdarı İsmail Bey tarafından, 1692 yılında yaptırılmış. Yıllar içinde harap olan tekkenin; 1887 yılında; Padişah 2.Abdülhamit tarafından onarımı yaptırılır ve günümüze kadar ulaşmış bir yapı.

Tekke: Asya’dan İstanbul’a gelen, Müslüman dervişlerin, seyyahların ve misafirlerin konakladığı bir yer olarak kullanılmış. Özellikle: Buhara’dan gelen şeyhler burada kalmış. Özbek ve Buharalı Türklerin, İstanbul’daki ikametgahları. Ayrıca; burada gömülü ünlü kişilerin bulunması, burayı daha ilginç hale getirmekte.

Restorasyon çalışmaları 2008 yılında tamamlanır ve tekke eski ihtişamlı yapısına kavuşur. Günümüzde: Eminönü Belediyesi tarafından, uluslararası tasarım merkezi olarak hizmet vermektedir.

Evet, Özbekler Tekkesini de gördük. Şimdi; Şehit Mehmet Paşa Sokakta, tam karşıda; Çardaklı Hamam var. Hamamın hemen sağına dönünce, Küçük Ayasofya Camisi’ni göreceksiniz.

İstanbul Kumkapı Küçük Ayasofya Camii
İstanbul Kumkapı Küçük Ayasofya Camii

 

KÜÇÜK AYASOFYA CAMİİ

Cankurtaran ile Kadırga arasında, Küçük Ayasofya caddesinin sonunda. Evet; burası, günümüzde, İstanbul’un kullanılabilir en eski tarihli yapısı olma özelliğini taşıyor. Kiliseden çevrilme camilerden. Önceki adı, yani kilise iken adı: “Sergius ve Bacchus Kilisesi ” imiş.

İmparator Anastasus döneminde; I. Justinianus ve amcası I. Justinus; imparator aleyhine bir ayaklanmaya karışırlar. Yakalanırlar ve idama mahkum edilirler. Hüküm yerine getirilmeden bir gece önce; çifte azizler St. Sergius ve St.Bacchus; imparator Anastasus’un rüyasına girer ve idam hükümlülerinin suçsuz olduklarını söylerler.

Bu olaydan etkilenen imparator; idam mahkumlarını afeder. Daha sonraki dönemde; I. Justinianus imparator olur ve tahta çıkar. Çifte azizlere karşı, şükran borcunu ödemek için, adak kilisesi olarak, burayı yaptırır. Evet, kilisenin yapım tarihi, 527 ve yaptıran ise imparator I. Justinianus. Zaten, bugünde görülebilen alt sütunlar üzerindeki kitabede: tapınağın I. Justinyen’in St.Sergiyos ve St.Bacchus adlı azizler adına, bu kiliseyi yaptırdığı yazılı. Yapı: yaklaşık 1000 yıla yakın süre, kilise olarak hizmet verir.

Birinci dönem Bizans kiliselerinin, tipik bir örneğidir.
Kilisenin, yapıldığı dönemlerde içi duvarlarının mozaiklerle süslü olduğu sanılmaktadır. Ancak, günümüzde bir şey kalmamış. Yapının iç yüzeyi, tamamen sıvalı. Yapıda; Bizans dönemine ait tek süsleme: orta mekanın çevresinde, galeri katı seviyesinde, çok ince işçiliğe sahip: üzüm salkımı ve yaprağı motiflerinden oluşan bölüm. Buna göre; yapının putperestlik döneminde, şarap tanrısı Bakus adına yapılmış olan bir tapınağın üzerine inşa edildiği ve ardından Bacchus’un da buraya geldiği rivayet ediliyor.

İstanbul’un fethinden sonra; 1504 yılında, Padişah 2. Beyazıt döneminde; mimar Hüseyin Ağa tarafından, kilise, bir minare eklenerek camiye dönüştürülmüş. Güneybatı köşeye inşa edilen minare, esas yapıdan bağımsız olarak yapılmış. Ama, bugün bu minarenin nasıl olduğu hakkında bilgi ve belge yok. Bugün kullanılan tek şerefeli minare; 1955 yılında inşa edilmiş.

Evet, kilisenin camiye dönüştürülmesi sırasında; yapının iç süslemeleri değiştirilmiş ve iç kısmında; güneydoğuya minber, kuzeybatıya müezzin yeri, dış kısmında da; batı duvarı önüne son cemaat yeri olmak üzere, camiye özgü bazı bölümler eklenmiş. Cephelerinde: Osmanlı mimari özelliklerine bağlı olarak farklı boyutlarda pek çok pencere açılmış. Mevcut pencerelerin bir kısmı ise kapatılmış. 1870-1870 yılları arasında; yapı ile deniz surları arasında kalan bölgede, yapıya yaklaşık 5 m. mesafeden geçecek şekilde demir yolu döşenir.

Zemin seviyesinden 1 m. yükseklikte bulunan demir yolu, 50 yıl, tek hat olarak burada hizmet verir. Ancak, her tren geçişinde, yapının güney duvarlarındaki taşlar sarsılır ve zamanla dökülmeye başlar. Tedbir olarak: 1877 yılında, Osmanlı örgü üslubuyla, buraya bir duvar örülür. 20’nci yüzyılın başlarında ise; demir yolu zemin seviyesinden 3 m. yükseltilir ve çift hatlı hale getirilerek, tren trafiği nispeten azaltılır.

Yapı: tuğladan; dört köşe olarak inşa edilmiş. Kubbesi: 19 m. yüksekliğinde ve sekiz ayaklı kemerlere oturtulmuş. Yeşil ve kırmızı renkte; 16 altta ve 18 üstte olmak üzere, 34 mermer sütun var. Önündeki; 5 kubbeli ve 6 sütunlu son cemaat yeri; sonradan yapılmış. Orta mekan üzerinde; köşelerindeki sekiz büyük ayak ile taşınan, 16 dilimli bir kubbe bulunur. Bahçede; Hüseyin Ağa’nın türbesi var.
Evet, cami; Balkan Savaşı sırasında; savaştan kaçan göçmenler tarafından, barınma mekanı olarak kullanılır.

1937 ve 1955 yıllarında, iki büyük onarımı geçirir. Evet; günümüzde halen cami olarak kullanılan bu yapı, yazının başında belirttiğim gibi, İstanbul’da halen kullanılmakta olan en eski yapı özelliğini taşımaktadır. Ancak; özellikle kuzeydoğu ve güneydoğu bölümlerindeki duvarlarda, yoğun çatlaklar görülmektedir. Bu çatlakların derhal onarılmasının gerektiğini düşünmemek elde değil, yoksa gerek yazının başında ve gerekse sonunda belirttiğim özellik, yani en eski kullanılabilir yapı özelliği ortadan kalkmak üzere.

Evet, Küçük Ayasofya Camiini de gördükten sonra; buradan denize doğru yürüyün. Sola dönünce; Bizans döneminde; Porta Leonis (Arslan Kapı) olarak adlandırılan, Çatladıkapı’ya ulaşacaksınız.

İstanbul Kumkapı Çatladı Kapı
İstanbul Kumkapı Çatladı Kapı

 

ÇATLADI KAPI

Burası: Bizans imparatorluğu zamanında; Pora Leonis (Arslan Kapı) olarak isimlendirilmiş. Ancak; 1532 yılındaki bir depremde; burada bulunan kapı çatlamış olduğu için, bu isimle anılıyor.

Bu kapının hemen yanındaki kale bedeni üstünde; İmparator Justinyen’in Kukaleon sarayının harabeleri var. Bu harabeler, yetkililerin ilgisizlikleri sonucu, tamamen virane halde. Özellikle; 2010 yılında, İstanbul UNESCO tarafından Kültür Başkent’i olarak seçilmesi sonucu, belki de milyonlarca insan buralara gelecek ve zamanında büyük bir imparatora saraylık yapmış bu yapının, bu harap durumunu görecekler. Ayrıca; açılan Bizans sergisine Türkiye olarak çağırılmadığımız zaman feveran ediyoruz.

Acaba, ülkemizdeki Bizans eserlerine gerekli titizlik ve hassasiyeti gösteriyor muyuz da, bu feveranı kendimize hak görüyoruz. Sanmıyorum? Gidin bakın, bu sarayın bugünkü haline. İngiltere’de bir müzeye gittiğinizde (çok özeller hariç), 100 yıl önce kullandıkları ütüyü bile, antika niyetine müzeye koymuşlar. Biz ise; binlerce yıllık tarihi, sırf kökeni veya dini açısından kabullenmeme gibi bir gaflet içine girmişiz.

Evet, neyse, sonuçta biz gezimize devam edelim. Zamanınız varsa, Sarayburnu’na doğru ilerlediğinizde Bukaleon sarayı kalıntılarını uzaktan görebilirsiniz. Sonra: tekrar geri dönün ve bir zamanlar liman olan Kadırga Limanı meydanına gelin. Denize yakın kısımda ise, Cinci Meydanı var. Buralar; 60-70 yıl öncesine kadar, İstanbul’un bayram yerleri imiş.

KADIRGA LİMANI MEYDANI

Eskiden; kadırgaların barındığı büyük bir limanı olan ve Kadırga Meydanını da içinde bulunduran semt. Bizans döneminin, en eski limanı burası. Tarih boyunca: Pontus Novuz (Yeni Liman) Limanı, İustinus Limanı ve Sophia Limanı olarak isimlendirilmiş. Limanı; imparator İustinus yaptırmış. Çünkü: Marmara kıyılarındaki irili-ufaklı tüm girintiler liman haline getiriliyormuş.

Ayasofya ve At Meydanından, denize inen yolun üzerinde ve imparator sarayının (Bukeleon) da yakınında bulunduğundan; Bizans’ın en önemli merkezlerinden biri imiş. Burada; muhtelif heykeller ve abideler ve tüccarlar için Sigma denilen toplantı alanı varmış. Ancak; daha sonraki yıllarda, gemicilikteki teknolojik gelişmeler sonucu; kürekle çekilen küçük teknelerin yerini yelkenli büyük tekneler alınca; bu küçük limanlar da pratik olmaktan çıkmış. Yine de, burası, yani Kadırga Limanı, Bizans imparatorluğunun sonuna kadar kullanılmış.

Osmanlıların, şehri fetih etmesinden sonra ise; küçük çaplı gemilere iskele olarak kullanılmış. Ama; zamanla liman bölgesi dolmuş ve bugünkü haline gelmiş.

Kadırga Meydanı; günümüzde, civar halkın mesire yeri ve mahalle çocuklarının bir oyun yeri olarak kullanılıyor. Caddeden batıya doğru yürüdüğünüzde, solda, bir taraçayı andıran, dört köşe küçük bir bina göreceksiniz. Burası; Padişah 3. Ahmet’in kızı Esma Sultan tarafından yaptırılan namazgah. Yani, bir açık hava ibadethanesi. Burada, birde çeşme var.

Çeşmenin iki cephesinde bulunan kitabede; inşa tarihi olarak: 1779 yılı yazılı. Merdivenle çıkılan üst kısmında ise; namazgah var. Kadırga ve Cinci Meydanları; 1950’lere kadar İstanbul’un başlıca bayram yerleri olarak kullanılmış. Karagözcüler, tuluatçılar, cambazhaneler buraya gelirlermiş. Meydanın doğu ucunda, karşılıklı iki küçük kahvehane var. Bunlar, eskiden, Küçük Ayasofya’da tulumbalarını gördüğümüz tulumbacıların devam ettikleri kahvehanelermiş.

Günümüzde ise; bu meydan, asırlık ağaçların bulunduğu sakin bir yer.

Meydanın güneybatı ucundan, denize doğru inilen dar sokaklara girdiğinizde, Marmara Surlarının bir bölümünü daha göreceksiniz. Bu surların, şimdiki deniz kıyısından bayağı içeride olması, deniz kıyısında kurulan küçük limanlardan bir başkasının kıyısında olduğumuzun en büyük kanıtı. Bugün; Kumkapı olarak bilinen semt, o zamanlar, “Kontoskalion ” adıyla anılan bir liman imiş. Bu surların kemerleri içinde, şimdi küçük ve mütevazi evler var.

Yeniden Kadırga caddesine çıkıyoruz. Yolun sağında; oldukça büyük bir Rum Ortodoks Kilisesi göreceksiniz. Atia Kiryaki. Kilise vakfının dükkanları, caddede sıralanıyor. Onların üstündeki yükseltide ise, kilise var. Osmanlılar İstanbul’u fethettikten sonra; kubbeyi, camilere özgü bir mimari öge saymışlar.

Gayrimüslimlerin yaptıkları ibadethanelerinde, kubbe yapmalarını istememişler. Bu nedenle, ancak 19’ncu yüzyıl sonlarında, Tanzimat Fermanı ve onu izleyen hukuki düzenlemeler sonucunda, Hıristiyanlar da yeniden kubbe yapmaya başlarlar. Aya Kiryaki, bu dönemin erken örneklerinden biridir.

Mimari ise: Tiadis. Evet, Aya Kiryaki’den biraz ileride, onunla aynı zamanda yapılmış bir başka Ortodoks kilisesi, Panayia Elpida var. Geçen yüzyıl sonunda, Kumkapı-Gedikpaşa arasında oturan ve deniz tarafındakileri daha zengin olan Rumlar tarafından, aynı zamanda yaptırılmış iki kilise. Yapı olarak, güzel yapılar. Ermenilerin Surp Harutyun Kilisesi de, Aya Kiryaki’nin karşısına düşen sokaklar içinde bulunuyor. İşte, böyle. Bu istikametteki gezimizin sonuna geldik.

İstanbul günlük gezi planı hakkındaki yazım için.

 

İstanbul Fener

fener-genel-en-basa-koyalimyokus-2
İstanbul Fener

Fener semti: tarihi yarımadada “İlk İstanbul” veya “Suriçi İstanbul” olarak bilinen bölgede, Fatih ilçesinin kuzeydoğusunda ve Haliç’e bakan bir semttir. Doğusunda “Cibali” ve kuzeybatısında “Balat” semtleri vardır.

Bu semtler: İstanbul’un ilk kuruluşundan günümüze kadar ayakta kalmayı başarmıştır. Fener semtinin tarihinin, İstanbul’un ilk kuruluş yıllarında başladığı söylenir.

Ermeni yazar Farbl Lazar’ın yazdıklarına göre: İmparator Konstantinus: Bizanstion adını taşıyan bu küçük yerleşim yerine geldiğinde: buranın çok güzel olduğunu ve yerleşmeye çok elverişli olduğunu gördü. Çünkü buranın batı tarafındaki ufak bir kara kısmı yanında, diğer üç bölüm denizle çevriliydi. Bu yüzden, İmparator derhal faaliyete başladı ve yarımadanın iç kısmında bulunan tepeleri düzelttirdi ve surların inşa planını hazırladı.

Roma döneminde yerleşilen bu bölgeye, Bizans döneminde “Petrin” yani “Kaya” isminin verildiği biliniyor. Bu bölge: İstanbul’un yedi tepesinden birinin zirvesine çıkan, oldukça dik bir yokuşun çevresinde kuruluydu. Hatta: burada sadece surlar değil, aynı zamanda şehir merkezinden ayrı bir iç kale vardı.

Bu kalenin surlarındaki kapıya ise “Porta Phanari, Porte del Pharo” yani “Fener kapı” deniliyordu. 1351 tarihli bir belgede ise, bu kapının yanındaki mahalleye, Bizans döneminde “Fanari” ismi verilmişti. Çünkü, bu mahalle yani kapının bulunduğu yerde, limana yakın bölümde bir zamanlar bir deniz feneri vardı. Ancak bu sözü edilen deniz feneri, günümüze ulaşmamıştır. Büyük ihtimalle: İstanbul’un uğradığı büyük depremler, kuşatmalar ve saldırılar sırasında yok olduğu kesindir.

Zaten: sadece fener değil, gerek surlar ve gerekse bir zamanlar burada bulunduğu söylenen kapıdan da herhangi bir kalıntı, günümüze ulaşmamıştır. Ancak kapının yeri tahmin edilmektedir. Çünkü bütün sokaklar, kapının bulunduğu tahmin edilen yere açılmaktadır.

Evet: surlarla çevrili bu iç kale bölgesinin ismi, Bizans döneminde “Petrion” olarak bilinmektedir. Şehir merkezinden ayrı, bağımsız bir bölüm gibi olan Petrion’un ilginç bir tarihi geçmişi vardır.

1204 yılındaki işgalde, Latinler yani Haçlılar: ilk önce Petrion bölümünü ele geçirmişler ve ardından şehre girmeyi başarmışlardır. Çünkü: başlangıçta Haçlı donanması düşman gibi görülmemiş ve Haliç girişindeki ünlü zincir açılarak, donanmanın Haliç’e girmesine izin verilmiştir. Ardından, Haçlılar, Haliç kıyısında bulunan ve diğerlerine göre daha zayıf surlara saldırmışlar ve Petrion’u ele geçirmişlerdir.

Ama Türklerin şehri kuşatmasında bunun tam tersi olmuş, şehrin birçok bölümü ele geçirilmesine rağmen, Petrion’da bulunanlar, burayı uzun süre savunmuşlardır. Buna istinaden, Fatih Sultan Mehmet, buranın yağmalanmasını yasaklamış ve hatta sonradan buraya bazı ayrıcalıklar vermiştir. Bu yüzden: tarihi süreçte, İstanbul’da yaşayan Rumlar ve özellikle “Feneriyot” olarak isimlendirilen varlıklı aileler: bu bölgede toplandılar. Semtin iç bölümlerinde Rumlar, sahilde ise Yahudiler karışık olarak yaşıyorlardı.

Evliya Çelebi yazlarında: şehrin alınmasından sonra Fatih Sultan Mehmet’in Mora Rumlarını, Fenerkapıya yerleştirdiğini yazar. Ayrıca: yine o dönemlerde Fener semtinde; meyhaneleri ve balıkçılarının ünlü olduğunu belirtir.

Ermeni tarihçi Sarraf Hovannesyan tarafından yazılarında: Cibali Ayakapı’dan Fener’e kadar uzanan yerde, Rum zenginlerinin ve Eflak-Boğdan Beylerinin sıra sıra evlerinin bulunduğundan söz eder. Çünkü: bir zamanlar Osmanlı yönetiminde olup günümüzde Romanya’nın parçaları olan Eflak-Boğdan voyvodaları, geleneksel olarak Fener Rumları arasından seçilirdi. Ayrıca: Osmanlı Hariciyesinde tercümanlık görevleri de hep Fenerli Rumlar tarafından yürütülürdü.

fener-genel-1
İstanbul Fener

Sonuçta: Rumlar ellerine geçen yüksek paralarla, Fener semtinde muhteşem evler ve saraylar yaptırdılar. Ancak, bu saraylar günümüze ulaşmamıştır, evlerin ise bir kısmı kalmıştır.

Günümüzde burada sanki zaman durmuş gibidir. Ayrıca: tam bir kültür mozaiği vardır. Cadde ve sokaklarda gezinirken karşınıza bir anda bir Ermeni kilisesi, sonra bir Yahudi havrası, ardından bir cami ve hatta bir Rum kilisesi çıkar.

Biraz önce sözünü ettiğim, gibi, semtin güzel dönemlerinden günümüze saraylar kalmamış olmasına rağmen, bazıları çok güzel onarılmış ve bazıları ne yazık ki metruk evler görülmektedir.

fener-patrikhane-1
İstanbul Fener Patrikhane

fener-patrikhane-7
İstanbul Fener Patrikhane

PATRİKHANE

Sadrazam Ali Paşa caddesi üzerinde bulunan Patrikhane: 1601 yılında buraya taşınmıştır. Patrikhanenin: 450 milyonluk Ortodoks dünyasının merkezi olduğu iddia edilmektedir. Ancak: pek çok kişi tarafından bilinen bu durumun aksine: Patrikhane, tüm dünyadaki Ortodoksların değil, sadece 125 bin kişilik bir cemaatin dini liderliğini yapmaktadır. Yunanistan Kralı Konstantin’in vaftiz töreni burada yapılmıştır. Patrikhane Kütüphanesi: dünyanın en önemli arşivlerinden birisi olarak kabul edilir. Buradaki: el yazması eserler, Padişah fermanları, minyatür, resim, gravür, fotoğraf gibi dokümanlar özenle korunmaktadır.

Patrikhane bölgesine üçlü bir kapıdan girilir. Basamaklardan yukarı doğru çıkıldığında: karşıya ana kapı gelir. Bu ana kapının solundaki kapıdan kilise tarafına, sağındaki kapıdan ise 1941 yılındaki yangından sonra yapılan ve 1980’den sonra yenilenen Patrikhane binasına girilir.

Ana Kapı

Patrikhanenin ana kapısının tatsız bir hikayesi vardır. 1821 yılında, Yunanistan’ın bağımsızlık hareketleri başlayınca, Patrik V. Grigorios, Osmanlı devleti tarafından, bu bağımsızlık hareketlerini ve özellikle Mora İsyanını körükleyenler arasında sayılmış ve bu hareketleri durdurmak için yeterince çaba göstermediği gerekçesiyle üç metropolitle birlikte idam edilmiştir.

Patrik Gregorios; idam edildikten kısa süre sonra, Türklerin, Yunanlı kurbanlarından biri olarak kabul edilmiş ve aziz ilan edilmiştir.

Bu idam olayından sonra: Patrikhanenin ana kapısı kapatılmış ve bir daha açılmamıştır. Kapının üstündeki idam çengeli hala durmaktadır. Çünkü, söylentilere göre: onlar “burada bir Türk büyüğü asılmadan bu kapıyı açmayacağız” diye diretmektedirler. Yani: bu din kapısı, bir kin kapısı haline sokulmuştur. Halbuki: asılan Patrik: o zamanlar, gerçekten Yunanistan’ın bağımsızlığı ile sonuçlanan Mora isyanının baş tetikleyicisidir.

Yine bu konu ile ilgili bir kanıtlanmış olaydan söz etmek istiyorum. İdam edilen Patrik: Rus Çarına bir mektup göndermiş ve Türklerin nasıl yenileceği konusunda bazı önerilerde bulunmuştur. (Bu mektup hakkında ayrıntılı bilgi edinmek isteyenler: www.tarihinizinde.com sitesinden mektubu ve hikayesini öğrenebilirler) Osmanlı yönetimi, bu mektuptan haberdar olunca, Patrik’in idam kararı kesinleşmiştir.

Soldaki Kapı-Aya Yorgi Kilisesi Kapısı

Ana kapının solundaki kapıdan girildiğinde: Patrikhane kilisesi “Aya Yorgi” (Ayios Yeoryios) ye geçilir. Patrikhanenin tarihi ibadet yeri olan mevcut binanın ilk yapısı “Burç Kilisesi” diye anılan “Kadınlar Manastırı” dır.

Kilise: Patrik II. Timoteos zamanında: 12 havariyi temsilen 12 sütun (bu sütunların üstünde havarilerin tasvirleri görülür) üzerine 1614 yılında inşa edilen yapı: Ortodoks Rum Patrikhane Kilisesi olarak kullanılmaya başlanmıştır.

Yapı: bazilika tipinde inşa edilmiştir. Osmanlı döneminde, Tanzimat dönemine kadar, kiliselerin kubbeli olmasına izin verilmiyordu. Bu kilisenin kubbesi de: bir söylentiye göre 1701 yılında Sultan Mustafa ve bir başka söylentiye göre ise 1704 yılında Sultan III. Ahmet döneminde baş vezir emriyle yıkılmıştır. Yapı: 1798 yılında yapılan onarımın ardından, 1930’larda yine onarım görmüştür.

Günümüzde görülen yapı: mimari bakımdan, oldukça mütevazidir ve bir zenginlik göstermez.

Ancak: bu kilisenin esas önemi, mimari yapısından öte Rum Ortodoks cemaatinin elinde kalmış değerli dini eşyaların birçoğu burada muhafaza edilmesiyle bağlantılıdır.

Bunlar arasında bulunanlar: Patrik tahtı ve üzerine İncil konulan iki masadır.

Bu tahtın: İstanbul’da fetih sırasında Patrik ve Aziz olan İoannes Hrisostomos’tan kaldığı varsayılmaktadır. Taht: sedef kakmalıdır. Ancak; Bizans süsleme sanatında sedefe pek rastlanılmaz, sedef süsleme, genellikle Selçuklu dönemine tarihlenir. Bu yüzden: bu tahtın, söylendiği kadar eski olması mümkün değildir.

Yine burada: sedef işlemeli bir sehpa, altın yaldızlı ve taşınabilir “Meryem Ana Tablosu” ve birçok güzel ikon bulunmaktadır. Taşınabilir Meryem Ana Tablosu: mozaik bir ikondur ve bu tür ikonların, dünya üzerinde sadece on-onbeş tane kaldığı söylenmektedir.

Kilisenin ikonostasionunun tahta oymacılığı gerçekten muhteşem güzeldir. Söylenenlere göre: iki usta, bunun yapımında kırk yıl çalışmıştır.

Sağ köşede: bir sütun vardır. Bu sütunun demir kaplamasının üzerinde bir delik görülür. Bunun: İsa’nın gerildiği çarmıh olduğuna inanılıyor. Yine sağ tarafta: üç azizenin biri gümüş tabutları görülüyor. Gümüş olan tabut, Rusya’dan hediye edilmiştir. Bu üç azize: Eufemia, Teofano ve Omonia’dır.

Sağdaki Kapı-Patrikhane Kapısı

Patrikhane: İstanbul’un fethinden kısa süre sonra Çarşamba semtindeki “Pammakariston Kilisesi” (Günümüzde Fethiye Cami) ne yerleşmiştir.

1586 yılından sonra, Patrikhane, Fener semtindeki çeşitli kiliseleri dolaşmış ve 1601 yılında günümüzdeki yerine taşınmıştır.

Ancak: burada bulunan ahşap Patrikhane binası: 1941 yılında yanmış ve ardından günümüzdeki kompleksin sağ bölümünde bulunan kagir Patrikhane binası yapılmıştır.

Patrikhane: uzun yıllar bu kagir binada bulunmuştur. 1980’lerde ise Türk-Yunan ilişkileri yumuşayınca, mevcut kagir bina beton bina şeklinde yenilenmiş, ancak bölgenin ikinci derece Sit alanı olması nedeniyle, mevzuata uygun olarak ahşapla kaplanmıştır. Yani: dış görünüm korunmuştur.

Günümüzde, bölgedeki Fener Lisesinden sonra, Patrikhane binası oldukça sade görünümlüdür.

fener-dimitri-cantemir-3
İstanbul Fener Dimitri Cantemir Evi

fener-dimitri-cantemir-1
İstanbul Fener Dimitri Cantemir Evi

DİMİTRİ CANTEMİR EVİ

Maria kilisesinden aşağıya doğru, kıyıya doğru yüründüğünde, Yuvakimion Kız Lisesi yanındaki dar yolda, bir bina görülür. 1700’lü yıllardan kalma bu bina: eskiden adı gene Yuvakimion olan Erkek Lisesinin Jimnastik Salonuydu. Sonradan kızlara verildi. Kapısında: bir tarihle birlikte güzel servi ağaçları ve tavus kuşları kabartmaları görülür.

Bu büyük binanın hemen solunda: yan yana iki güzel Rum evi vardır. Bunlardan biri: zamanında Ksantopulos isimli birine aitmiş ve tavan süslemeleri güzeldir. Günümüzde burası “Kur-an Kursu” olarak kullanılıyor. Her iki evin bahçesinde: Yunancada “koine” denen: siyah ve beyaz taşlardan mozaikler görülür.

Buradan sonra: dar yoldan aşağıya doğru inilince; solda bir kapı görülür. Burada, duvara çakılı mermer kitabede : Rumca ve Türkçe olarak “Burada Dimitir Kantemir” in yaşadığını anlatan satırlar görülür.

1673-1723 yılları arasında yaşayan Dimitri Kantemir: Boğdan voyvodolarından biriydi. Kültürlü, yedi sekiz yabancı  dil bilen ve zengin bir kişidir. Siyasetçiliği yanında, Klasik Türk Müziğine yaptığı katkılarla hatırlanır. Osmanlı tarihi ve klasik Türk müziği üstüne, ilk sistematik ve bilimsel kitabı yazmıştır. Yaklaşık 300’den fazla şarkıyı: notalarıyla birlikte kağıda geçirerek günümüze dek gelmelerini sağlamıştır.

1710 yılında ise, Rus Çarı Petro ile ittifak içinde bir komplo hazırladığı öğrenilen Kantemir, yakalanmadan önce Rusya’ya kaçar. Boğdan voyvodalığını, üç kuşak boyunca yapan Kantemirler: Boğdan bölgesini günümüzde toprakları içinde barındıran Romanya ülkesinde de tanınır ve sayılırlar.

Ancak, Kantemirlerin ihanetinin ardından: Eflak-Boğdan voyvodalığının: yerli halktan seçilmesi geleneğine son verildi ve bu iş Fener semtinde oturan Rumlara kaldı.

Günümüzde: Kantemir Evinin bulunduğu bahçe: Fener semtinin en büyük ailelerinden Kantakuzenoslar’a aittir. Bu aile: eski Doğu Roma İmparator sülalelerinden birisidir. Bu gayet büyük bahçenin içinde, bir de Aya Yorgi kilisesi vardır. Ortodoksların bir geleneği olarak: bu kilise, Kudüs Patrikliği kendi Metohion’u yani bir çeşit şubesi olarak yaptırmıştır. Yani: bu kilise, idari olarak günümüzde de Fener Rum Patrikliğinin yetkisi dışındadır. Bazilika tipindeki bu kilise: büyük mimari özelliği olmamasına rağmen, yapımında bolca mermer kullanılmasıyla önem kazanmaktadır.

fener-mogollarin-meryemi-1
İstanbul Fener Meryem Ana Kilisesi-Kanlı Kilise-Moğolların Meryemi

fener-mogollarin-meryemi-3
İstanbul Fener Meryem Ana Kilisesi-Kanlı Kilise-Moğolların Meryemi

MERYEM ANA KİLİSESİ-KANLI KİLİSE-MOĞOLLARIN MERYEMİ

Fener Lisesinin öbür yanından yokuş aşağı inerken solda kalan kilisedir. Genellikle “Kanlı Kilise” veya “Muhliotissa, Moğolların Azize Meryem Kilisesi” olarak bilinir.

Günümüzde kullanılan, Bizans döneminden kalan tek kilise olarak önem kazanmaktadır. İstanbul’un fethinden sonra camiye çevrilmeyerek ayin yapılan bir kilise olarak bırakılmıştır. Yani: fetihten sonra Rumların elinde kalan tek Bizans kilisesidir.

Önemi

Kilise: “Theotokos Panayotissa” yani “Tanrı’nın Kutsal Annesine” adanmıştır.

1282 yılında Bizans imparatoru VIII. Mihail Paleologos’un gayrimeşru kızı Prenses Maria Paleologina tarafından yaptırılmıştır. VIII. Mihail, İstanbul’u Latinlerin işgalinden kurtararak geri alan imparator olarak bilinir.

Başka bir kayda göre: Kilise, 1261 yılında İmparator VIII. Mihail’in dayısı İsaakios Dukas tarafından yapılmış, Moğolların kraliçesi Maria: bu yapıya sonradan bir takım eklentiler ve süslemeler ilave ettirmiştir. Hatta bazı tarihi kaynaklara göre: burada çok daha önceleri bir kilise bulunduğu belirtilmektedir. Yine gerçekliği kanıtlanmamış söylentilere göre: 7 yüzyıl başlarında burada Bizans imparatoru Maurikios’un kızı Prenses Sopatra ve arkadaşı Eustolia tarafından bir manastır inşa ettirilmiştir. Ancak bu manastır, 1204 yılındaki Haçlı Latin işgali sırasında yıkılmıştır.

fener-mogollarin-kralicesi-meryem-1
İstanbul Fener Meryem Ana Kilisesi-Kanlı Kilise-Moğolların Meryemi Azize Meryem-Maria

Azize Meryem-Maria

Öncelikle: kiliseyi yaptıran veya hikayeye konu olan kişinin yani Prenses’in ismi “Meryem” değil “Maria” dır.

Uzakdoğu’da tanıştıkları Nasruti Hıristiyanlarının etkisiyle, çevrelerindeki Müslümanlara karşı, Hıristiyanları daha yakın müttefik görürler. 13 yüzyıl başlarında: Moğollar Hülagü Han önderliğinde, İran’a kadar gelerek Bizans’a komşu olurlar.

1261 yılında İstanbul şehrini, işgalci Haçlı Latinlerden geri alan Bizanslılar: Moğol akınlarını önlemek için zamanın alışkanlıkları gereği, evlilik yolu ile Moğol Hanı Hülagu’nun saraya akraba olmasını isterler.

Bunun üzerine, 1265 yılında Prenses Maria, çeşitli hediyelerle birlikte, babası imparator tarafından Moğol Hanı Hülagu’ya gelin olarak gönderilir. Ancak yolculuğun uzun sürmesi ve Hülagu’nun iyice yaşlanması sebebiyle, Prenses Maria, Moğol sarayına ulaşmadan Hülagu ölür. Prenses Maria Moğol sarayına vardığında ise, ölen Hülagunun oğlu ve halefi Abaka Han ile evlenir.

Maria: İran’daki Moğol sarayında yaklaşık 15 yıl kadar yaşar. Bu dönemde, onun etkisiyle: Han ve saray halkının birçoğu Hıristiyanlığı seçer.

1281 yılında ise: Abaka Han, kardeşi Ahmet tarafından öldürülür: Maria bir başka Moğol hanı olan Karabanda’ya gelin olarak sunulur ancak Maria bunu kabul etmez ve Konstantinopolis’e dönmek zorunda kalır.

Bu sırada: günümüzde görülen kilise ve beraberinde bir kadınlar manastırı kurar. Manastırı “Panaghia Muhliotissa” ya yani “Moğolların kraliçesi” ne yani bir anlamda “kendine” adar. Çünkü: kendisi bilindiği adıyla “Panaghia Muhliotissa” yani “Moğolların kraliçesi” dir.

Sonuç olarak: Moğolların kraliçesi Muhliotissa yani Maria: rahibe olur ve son yıllarını bu manastırda inzivaya çekilerek geçirir. Günümüzde, Moğolların Meryem’i olarak anılan Maria Palailogos’un tek tasviri, Kariye Kilisesinde “Deisis” mozaiğinde görülür. Burada: İsa’nın ayaklarının dibinde resmedilmiştir.

Fetihten Sonra

Fetih sırasında: İstanbul Müslümanlar tarafından ele geçirildiğinde, daha önce sözünü ettiğim gibi “Petrion” denen Fener bölgesinde çok şiddetli çatışmalar yaşanmış ve bu kilisenin hemen yanında, İstanbul şehrinin en dik yokuşu kabul edilen yokuştan aşağıya oluk oluk Ortodoks kanı akarak Haliç’e karışmıştır. Bu yüzden: kilisenin bir adı da “Kanlı Kilise” dir.

Fetihten sonra, Fatih Sultan Mehmet, Fatih Camiini inşa eden Rum mimarı Hristodulos’un ricası üzerine bu kiliseyi onun annesine bağışlamıştır. Ayrıca: cami olmaktan muaf tutulacağına dair bir ferman yayınlar.

Böylece, kilisenin mülkiyeti Rumlardadır. Bu durum: Fatih Sultan Mehmet’in, Petrion yani bu bölgeye verdiği imtiyazlarla da ilgilidir. Çünkü: hatırlanacağı üzere, bu bölge yani Petrion, kuşatmada uzun süre dayanarak şehir merkezinden sonra ele geçirilmiştir ve Fatih, buranın yağmalanmasını engellemiş, buraya bazı imtiyazlar vermiştir.

Fatih Sultan Mehmet’in bu konudaki fermanları ve Yunanca çevirileri: hala kilisenin duvarında asılıdır. Çünkü: ardından zaman zaman Osmanlı gelenekleri devreye girmiş ve kilise camiye çevrilmek istenmişse de, Fatih Sultan Mehmet’in fermanı buna engel olmuştur.

Mimari

Yapının duvarları: kırmızı aşı boyalı yani gül pembesi rengindedir.

Kilisenin özgün planı: içten dört ve dıştan üç yapraklı yonca şeklindedir. Yani, İstanbul şehrindeki yonca tipli mevcut iki kiliseden biridir. Diğer yonca tipi kilise, Heybeli ada dadır. Dışarıdan bakılınca: yoncanın üç yaprağı görülür. Dördüncü yaprak ise nef kısmıdır. Kubbe kasnağı biraz deforme olmasına rağmen alışılmadık ölçüde yüksektir.

Modern zamanlarda: kilisenin tüm güneyi yıkılarak yerine tarihi hatlarıyla uyumsuz olan karemsi narteks bölümü konulmuş ve binanın uyumu bozulmuştur. Zaten geçirilen onarımlar sonucu bu yonca planı da hayli bozulmuştur. Özellikle, içine girildiğinde bu bozulmayı yaratan simetrisizlik hemen göze çarpar. İçeride: içbükey ikonlar bulunuyor.

Günümüzde: kilise, hala Bizans döneminin bir sanat hazinesine sahiptir. Theotokos Pammakaristos tarafından yapılan “Tanrı’nın Esen Annesi” ne ait portatif yani taşınabilir güzel mozaik ilgi çeker. Bu mozaik: Aya Nikola ve Aya Yorgi Patrikhane Kiliselerindeki mozaiklerle benzerlik taşımaktadır. Yani: bunların hepsinin 11 yüzyılda aynı dönemde yapıldığı düşünülmektedir. Ancak, bu mozaikler, şehirde günümüze kadar ulaşmış, üç mozaik olarak bilinir ve dünya üzerinde bunlardan sadece on tane kaldığı tahmin edilmektedir.

Kilisenin bahçesinde: duvardaki nişte, Uzakdoğulu yüz hatları olan bir kadın heykelciği vardır. Bu da “Moğolların Meryem’inin heykeli” olarak kabul edilir. Bu heykelcik, yakın zaman önce, Patrikhane’ye korumaya alınmıştır.

Kilisede: günümüzde ayin yapılmıyor. Sadece her yıl 15 Ağustos günü: Meryem’in göğe yükselmesi onuruna ibadet yapılıyor.

fener-patrikhane-0
İstanbul Fener Fener Rum Erkek Lisesi-Megali Scholio

fener-rum-erkek-lisesi-2
İstanbul Fener Fener Rum Erkek Lisesi-Megali Scholio

FENER RUM ERKEK LİSESİ-MEGALİ SCHOLİO

Moğolların Meryem’i kilisesinin hemen yanında, sağ bölümdedir.

Haliç kıyısında konumlu yapı: olağanüstü ve masalsı bir şatoya benzemektedir. Şehrin bu bölgedeki panoramasını belirler. Günümüzde görülen bina: 1881 yılında, mimar Dimadis tarafından; Zarifis, Evyenidis ve Zafiropulos gibi zengin Rumların bağışlarıyla yapılmıştır. Mimari özellikler: Endülüs ve Bizans stilleri karışık Bizantino-Marok özellikler göstermektedir. Arkadaki kulelerden birinde, yapılış tarihi olarak 1881 yılı ve mimarın ismi olarak “Dimadis”yazılıdır. Binanın özgün yapısı: sonraki onarımlar sonucu yok olmuştur. Rumların dini eğitimi zamanla Heybeliada’ya kaydırılınca: din dışı eğitim burada kurumsallaştırılmıştır. Yani: okul, ilk laik okul olma özelliği göstermektedir. Günümüzde okul açık olmasına rağmen, öğrenci sayısı yok denecek kadar azdır.

fener-mesnevihane-tekkesi-1
İstanbul Fener Darul Mesnevi (Mesnevihane Şeyh Murat) Camii-Mesnevihane Tekkesi

DARUL MESNEVİ (MESNEVİHANE ŞEYH MURAT) CAMİ-MESNEVİHANE TEKKESİ

Fener semtinde Mesnevi sokakta ve Rum Lisesinin hemen arkasındadır. Camiye “Darul Mesnevi” yani “Mesnevihane” denmesinin sebebi: yapının Mesnevi okumak ve anlamak, tasavvuf bilimi ve Farsçayı öğrenmek için yapılmış olmasından kaynaklanmaktadır. Yapı: Mehmet Murat Efendi tarafından; 1844 yılında yaptırılmıştır. Kendisi; dönemin önde gelen Mesnevi sarihlerinden ve Mesnevihanlarından biridir. Bu tekkeyi: özellikle Mesnevi eğitimi vermek amacıyla yaptırmıştır. Mehmet Murat Efendi 1848 yılında ölünce, buraya türbesi de inşa edilmiştir.

Yapı: moloz taş ve tuğladan, dikdörtgen planlı ve çatılı olarak inşa edilmiştir. Minberi ahşaptır. Öndeki avluda: beton kubbeli ve süslü, altı köşeli mermer hazneli şadırvan vardır. Avludaki büyük sarnıç ise: 1852 yılında Sultan II. Mahmut’un baş kadını Nevfidan Hatun tarafından yaptırılmıştır. Yapının ilk talebelerine icazet verilirken: devrin padişahı Sultan Abdülmecit de bu törene katılarak icazet alanlara hediyeler vermiştir. Çünkü: Mesnevi okumayı teşvik etmek softalar arasında ilim öğrenmenin önemini göstermek istemiştir.

1925 yılına kadar Nakşibendi tarikatının denetiminde kalan yapıdaki tesisler: 1925 yılında Tekkelerin kapatılmasının ardından: buradaki yapılar özgün kullanımlarını yitirmiş ve harap olmaya başlamıştır. 1868 yılında: onarım gören mescit-dersane bölümü: günümüzde cami olarak kullanılmaktadır. Mescitten geriye kalan orijinal kısımlar ve avludaki büyük sarnıç, 2000 yılında yapılan yeni inşa yıkım faaliyetlerinde ortadan kaldırılmıştır.

AYA YORGİ METOHİON KİLİSESİ-AYİS YEORYİOS KİLİSESİ

Vodina caddesi üzerindedir.

Yüksek duvarlarla çevrili bu alan, ilk Feneriyot bürokratlarından Mihail Kantakuzenos’a aittir. Kendisi: Türkler tarafından “Şeytanın oğlu” olarak tanınır. Yüksek duvarlarla çevrili arazisi içinde gerek kendi sarayı ve gerekse bu kilise bulunmaktadır. Kilise 1132 yılında yapılmıştır.

Kilise: 1640 yılında yanmış ve Kürkçüler Loncası tarafından onarılmış ve Kudüs Patriği Khrisanthos döneminde, 1708 yılında Pavlos tarafından yeniden yapılmıştır. Yine aynı dönemde, kilise, Kantakuzenos tarafından: Kudüs Patrikliğine bağışlamış ve Kudüs Patrikhanesi Metohionu yani Kudüs Patrikliğinin bir şubesi olmuştur. Kilise: 1728 yılında yeniden yanmış ve 1730 yılında yeniden yapılmıştır. Kaba yontu taşla ve çatılı olarak inşa edilmiştir. Bazilika planındadır. Gümüş ikonalar ve yağlı boya tasvirlerle bezenmiştir. 18 yüzyılın sonunda, Kudüs Patriği, burada yaşamıştır. Kudüs’ten gelen kilise mensupları da burada misafir edilmiştir.

Kilisenin içinde bir kütüphane bulunmaktadır. Kantakuzenos: servetini kullanarak şehirdeki antik el yazmalarının birçoğunu toplamış ve bunlarla geniş bir kütüphane kurmuştur. Bu kütüphanenin koleksiyonundaki en önemli eser: Archimedes’in 10 yüzyılda yazılmış “Mekanik Problemlere Çözüm Yöntemleri” adlı eserinin tam ve mükemmel durumdaki parşömen kopyasıdır. Bu eser; antik çağın en büyük fizik ve matematikçisinin; tek nüshasıdır ve antik dönem bilimine ait bilgilere büyük katkıda bulunmuştur.

PANAVİA PARAMİTYAS-AVUTAN MERYEM ANA KİLİSESİ

Bahçe duvarının sonundan sola dönüp yürüdüğünüzde, gene aynı bahçenin içinde yıkık bir kilise kalıntısı görülür. Patrikhanenin “Pammakaristos”tan taşınmasının ardından: 1586-1596 yılları arasında, burası Patrikhane Kilisesi olarak hizmet vermiştir. Kilisenin girişindeki mermer taşta “çift kartal” oyması ilgi çekmektedir. Bu amblem;  hem Paleologos hanedanının hem de Rum Ortodoks Patrikhanesinin sembolüdür. Kilise: eskiden Eflak-Boğdan voyvodaları olan Kantakuzenos ailesinin yaşadığı sarayın hemen bitişiğinde olması nedeniyle: “Eflak Sarayı” olarak da anılır. Ancak, bu kilise: 1976 yılında çıkan yangın sonucu tahrip olmuş ve geriye sadece yanmış kalıntılar kalmıştır.

fener-abdi-subasi-camii-1
İstanbul Fener Abdi Subaşı (Mahmut Ağa Kubur Beli) Camii

ABDİ SUBAŞI (MAHMUT AĞA KUBUR BELİ) CAMİİ

Fener Patrikhanesi arkasında, Abdi Subaşı sokaktadır.

Cami: Fatih Sultan Mehmet döneminde, Abdi Subaşı tarafından yaptırılmıştır. Abdi Subaşı isimli çelebi: Mevlana soyundandır, Emir Buhari ile “pirdas” tır ve mescit civarında gömülüdür. Ancak: yapı zamanla yıpranmış ve vakıf tükendiğinden: Kanuni Sultan Süleyman döneminde, Mahmut Ağa tarafından mimar Sinan’a tekrar yaptırılmıştır. Cami: 1941 yılında yanmış, 1989 yılında hayırseverler tarafından yeniden yaptırılarak 1996 yılında ibadete açılmıştır. Minare: ana yapıdan ayrı olup sol bölümdedir. Minareye çıkan müezzinlerin, eskiden seslerini Haliç’in karşı kıyısına ulaştırmaları gelenekselleşmişti.

SEMTİN HALİÇ KIYISI

Fener semtinin Haliç kıyısında: üç eski bina göze çarpar. Bunlar: PTT Binası, Kadın Eserleri Kütüphanesi ve Bulgar St Stephan Kilisesidir.

fener-kadin-eserleri-kutuphanesi-1
İstanbul Fener Kadın Eserleri Kütüphanesi

Kadın Eserleri Kütüphanesi

Fener meydanında, Fener vapur iskelesinin karşısındadır. Binanın yapılış tarihi ve mimarı hakkında bilgi yoktur. Ancak: Bizans dönemi eseri olduğu tahmin edilmektedir. Bu kütüphane binası harap halde iken: İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından 1989 yılında restore edilmiş ve 1990 yılında kütüphane olarak hizmete açılmıştır. Kütüphanenin en önemli özelliği: sadece kadınlara ait eserlerin bulunmasıdır. Osmanlı döneminden günümüze kadar olan süreçte: kadınlar hakkında yayınlanmış her türlü kaynak burada bulunmaktadır.

fener-vapur-iskelesi-1
İstanbul Fener Vapur İskelesi

Fener Vapur İskelesi

Bu küçük vapur iskelesi: hemen yanındaki komşusu iki katlı tarihi ve ahşap binada bulunan “Fener Polis Karakolu” ile birlikte tarihe meydan okumaktadır. Sadece iki vapuru bulunan iskeleden, bu vapurlarla birlikte: Üsküdar, Eyüp, Kasımpaşa, Balat, Sütlüce ve Ayvansaray’a gidilebilir.

Süzgeççi Yusuf Camii

Haliç kıyısındadır. Fatih Sultan Mehmet döneminde “Surlarda görevli askerlerin namaz kılması için” yaptırılmıştır. Kendisinin de burada namaz kıldığı bilinmektedir. Ancak, cami: bir yangında yanarak harap olduktan sonra: Süzgeçti Yusuf tarafından 1891-1892 yılları arasında yaptırılmıştır. Mimar: Hacı Reşit’dir. Yapı; kagir ve çatılıdır. Altında dükkanlar vardır. Kadınlar mahfili, iç tavan ve minber ahşaptır. Tuğla ve kurşun kaplı minarenin girişi, içeridendir.

Fener semtindeki sur kapıları

Fener Kapısı: Haliç’te: Balat ve Petrion arasında bir sur kapısıdır. Burada bir dönem deniz feneri bulunuyormuş ve bu fener nedeniyle kapıya “Farikapı” denilmiştir.

Petrikapı (Petro/Demir): Haliç’te; Petrion ve Aya kapı arasında bir sur kapısıdır. Kapı, günümüzde yoktur. Abdülezzel Paşa ve Mürsel Paşa caddelerinin birleştiği yerdedir. Latin işgalinde ve Fetih’te bazı askerler bu kapıdan şehre girmiştir. Kapı: günümüzde mevcut değildir.

Theodosia (Eski Aya) Kapısı: Haliç’te: Petrion ile Aya kapı arasında bir sur kapısıdır. Gül Camiinin (Aya Thedosia Kilisesi) giriş kapısıdır. Fetih’te, Aya Dede burada şehit düştüğü için, bu isimle anıldığı rivayet edilir.

İstanbul günlük gezi planı hakkındaki yazım için.