İlk çağlarda tepedeki kireç ocakları nedeniyle adı “Hestai” olarak anılmıştır. Burada tarihte çok fazla adı geçmeyen antik bir yerleşim varlığı tespit edilmiştir.
Bu bağlamda Arnavutköy sınırları içinde en eski yerleşim yeri: Sazlıbostan-Kayabaşı yolunun doğusunda Filimoz Çiftliği olarak adlandırılan antik “Filiboz” şehridir.
Romalılar döneminde ise 4 yüzyılda Konsül Promotos’un buraya yerleşmesi nedeniyle önce “Promotu” ve ardından “Anaplous” olarak anılmıştır. Yöre, Hıristiyanlığı kabul ettikten sonra Ayios Mikhailaion Kilisesi kurulmuş, yörenin ismi de “Mikhailaion” olarak değiştirilmiştir.
Sonraki yıllarda “Melekler Köyü” anlamına gelen “Horasmoto” denilmiştir.
Günümüzdeki adını ise, 14’ncü yüzyılda Sultan Abdülmecid tarafından; Osmanlıların kaldırımlarını döşemek için Arnavutluk’tan buraya getirilen kaldırımcı ustalarından almıştır. Kaldırım sözcüğünün kökeni “kalos-dramos” dur.
Yamuk yumuk Arnavut kaldırımları deyimi de buradan kalmış, Arnavut kaldırımı tanımlaması, Türkçeye bu yüzden yerleşmiştir.
Öte yandan, fetihten sonra; 1468 yılında Arnavutluk’un alınmasından sonra; Fatih Sultan Mehmet’in, bu şirin kıyı köyüne, bu insanları getirtip yerleştirmesinin de buranın Arnavutköy olarak anılmasında etkili olduğu kesindir.
Arnavutköy ismiyle ilgili bir diğer söylentide şudur: Arnavutköy (Arnautköi) ismi: eski dönemlerde buraya yaşayan bir Arnavut köylüden geldiği düşünülmektedir. Şöyle ki, bölge en eski dönemlerinden bu yana Edirne’ye ve dolayısı ile Avrupa’ya gidiş güzergahı üstündedir.
Yol üzerinde oluşu ve burada bir Arnavut’un yaşamasından dolayı, bu güzergahtan geçenler, zamanla buraya Arnavut’un köyü ismini takmışlardır. Bu isim zaman içinde önce “Arnavutköyü” daha sonra ise “Arnavutköy” e dönüşmüştür.
Yine bir başka varsayım: Semt ismini, 1453 yılında Fatih tarafından İstanbul şehri alınınca, semti korumak için görevlendirilen Arnavut asıllı bir yeniçeriden almıştır.
Osmanlı döneminde, İmparatorluğun Eflak-Boğdan beylerinin konakları, yüksek düzey memurlar ve Ermeni sarraflar evleri ve konakları buradaydı. Kalabalık Rum ve Yahudi nüfusu yaşayan semtte günümüzde az sayıda Rum yaşamaktadır.
Yahudiler ise yoktur. Semtteki Rum İlkokulu, 1902 yılında bu yana açıktır ama öğrenci sayısı gün geçtikçe azalmaktadır. (günümüzde 6 öğrencisi bulunmaktadır)
Arnavutköy semtinin kıyıları, Boğaziçi’nin en güzel kıyılarındandır. Çünkü kıyıyı birçok güzel yalı ve ahşap binalar süslemektedir. Bu yüzden, tekne ile Boğaziçi gezilerinde bu kıyılar mutlaka dikkat çeker. Ancak, önünden geçirilen kazıklı yol nedeniyle, kıyı bir anlamda tüm güzelliğini kaybetmiştir.
Deniz kıyısından ayrılıp iç sokaklara girdiğinizde daha ilginç evler görebilirsiniz. 20’nci yüzyıl başlarına ait, bir kısmı da Art Neue üslubuyla yapılmıştır. Çirkin yapılaşmaya alışanlar için, bu özel ve güzel yapılar mutlaka ilgi çekecektir.
Bu evlerin çoğunun standart olarak yapıldığı, Art Nouveau unsurlarının ise binalara inşaat bittikten sonra eklendiği ve böylelikle şık bir görüntü yaratıldığı anlaşılmaktadır. Osmanlı evlerinde Türkler parlak renkler, Ermeni ve Rumlar kırmızı veya kurşuni tonlar, Yahudiler ise kara renkler kullanırdı.
Bunların içinde Dulkadiroğulları Sokak No.3’teki ev bir istisnadır. Bu ev standart kalıpların bir araya getirilmesiyle değil Art Nouveau tarzında özel planlanarak yapılmıştır.
Ahşap evlerle donatılan Arnavutköy’de yaşanan son büyük yangın 1908 yılında, yüzden fazla evin yanarak yok olduğu yangındır. Semtin merkezinin dokusu ve düzeni, büyük oranda bu yangından sonraki döneme aittir.
Giriş kısmı için bir not: Arnavutköy’ün geçmişinden gelen en büyük özelliklerinden birisi de 1960’lı yıllara kadar yetişebilen ünlü çileğidir. Arnavutköy’ün bütün İstanbul’da sevilen bu hoş kokulu çileği, ilk olarak 19 yüzyılda İpsilanti ailesi tarafından üretilmiştir.
Zamanla, burada bağlar kalkmış ve onların yerini çilek tarlaları almıştır. Osmanlı çileği adı da verilen çileğin özelliği: küçük, açık pembe renkli ve kokulu olmasıymış. Çilek zamanı gelince, tarlalardan toplanan çilekler küçük sepetlere konur ve Arnavutköy meydanında toplanırmış. Tarlalardan ve meydandan, bütün Arnavutköy’e çilek kokuları yayılırmış. Günümüzde bu çilek artık üretilmiyor.
TAKSİARHİS KİLİSESİ
Ana caddenin hemen arkasındaki sokak içindedir.
Tarihi geçmişi Bizans dönemine kadar giden kilisenin günümüzdeki binasını Muzurus Paşa inşa ettirmiştir. Bizans döneminde kiliseyle ilgili bilgiler olmasına rağmen kilise üzerinde o dönemi anlatan kitabe yoktur.
Kilisenin burada ilk olarak Roma döneminde Hıristiyanlığın kabulünün ardından yapıldığı söylenmektedir. Bu Rum Ortodoks kilisenin en büyük özelliği, İstanbul’da çok ender görülen kubbeli kilise olmasıdır.
Kilise: daha önce burada bulunan kilisenin 1894 yılındaki depremde yıkılmasından sonra 1899 yılında Konstantinos Muzuros Paşa tarafından yapılmıştır. Rum asıllı Arnavutköy’lü bu devlet adamı, Osmanlı imparatorluğunda Paşa, Vezir ve Büyükelçi olarak hizmet etmiştir.
Yapının güneyinde Muzuros Paşa’ya ait bir aile mezarlığı bulunmaktadır. O yıllarda, yani Sultan Abdülhamit döneminde, kubbeli kiliselerin yapılmasına izin veriliyordu. Kilise; camiye benzer ana kubbesi ve girişteki çan kulesiyle baş meleklere adandığı için “Taksiarhis” adını almıştır.
Çan kulesinde Hz İsa’nın ağzından “Bana gel” yazısı dikkat çeker. Geniş ve bakımlı bir bahçenin içindeki yapı, merkezi haç planındadır.
İç dekorasyonunda bol renklilik ve çeşitli sayıda ikona görülür. Söylenenlere göre 50’den fazla ikona vardır. Hem dinsel hem de mitolojik konuların işlendiği ikonalar arasında bulunan Meryem Ana, İsa Peygamber, Aya Nikola, Aya Varvara ikonaları görülmeye değerdir. Ancak “Mavromolitisa” ikonasının ilginç bir hikayesi vardır. Bu ikona, Karadeniz’den gelmiş balıkçılar tarafından bulunmuştur.
Dolayısıyla ikona her yıl gider, ayinden sonra geri gelirmiş. Bu ikonaların bazıları üzerindeki kurşun delikleri dikkat çekmektedir. Bu kurşun delikleri, 6-7 Eylül olaylarında gayrimüslimlere yapılan saldırının izleridir. Kilisenin orta nefi üstünde yükselen geniş kubbeyi, dört kalın fil ayağı tutmaktadır. Girişteki üst galeri parmaklıklarını süsleyen ikonalar: dünyanın yaratılışından Hz İsa’ya kadar, çeşitli dinsel ve mitolojik efsaneleri anlatır.
Kilise mahzeninde yani kriptasında: bazı önemli kişilerin mezarları vardır. Kripta-mahzen bölümü üstündeki kapak, kilisenin kalabalık olduğu zamanlarda kapatılıyor, sakin zamanlarında ise açılarak merdivenlerle içeride bulunan mezarlara ulaşılıyordu. Bahçesinde İstanbul Patriklerine ait mezar dikkati çeker. Bahçede bir köşede bulunan mermerden lahit dikkat çeker.
Bu lahit, 1857 yılında ölen bir Rum tulumbacıya aittir. Bu kişi: Osmanlı itfaiye teşkilatındandır. Zaten Osmanlıda gerçek bir itfaiye teşkilatı, o yıllarda oluşturulmaya başlanmıştır. Lahtin, bir tulumba şeklinde betimlenmesi, o dönemin estetiksel zevkinin ne boyutta olduğunun kanıtıdır.
Ayios Paraskevi Ayazması
Kilisenin güneyinde avluda bir ayazma var. Dört duvar üzerinde, kiremit örtülü bir yapıdan ibaret olup 9 metre genişliğinde bir girişten, 6 taş basamak merdiven inilerek girilir. 1939 yılında konan iki musluklu mermer tekneye, bir tonoz örtülü sarnıçtan el tulumbası ile çekilir.
Sarnıçtaki su: karşılığı ile aynı adı taşıyan diğer bir ayazmadan gelir. Ayia Pareskevi ayazmasının “göz hastalıklarına” iyi geldiğine inanılmaktadır. İnsanlar ayazmaya göz şeklinde metal tabakalar getirerek dertlerine deva arıyorlar. Ayazma her sene 26 Temmuz tarihinde açılıyor. Aziz Paraskevi’nin göz doktoru olduğu biliniyor.
Deniz kıyısında, eskiden kayıkhane olarak kullanıldığı düşünülen, günümüzde ise Vakıflar Müdürlüğü tarafından kiraya verilmiş ve kafe olarak işletilen dükkanların üstünde yükselen Arnavutköy Cami, 1832 yılında Sultan II. Mahmut tarafından oğlu Şehzade Tevfik adına yaptırılmıştır.
Mimarı bilinmemektedir. Bir adı da “Tevfikiye Cami” olan yapının, henüz Müslümanların Arnavutköy’e yerleşmeden önce kışladaki askerler ibadetleri için yapıldığı sanılıyor.
Adeta bir balkon havasında geniş bir avlusu vardır. Bu avluya çıktığınızda, bir süre, denizi ve muhteşem manzarayı izlemenizi öneririm. Bu avluya, caminin deniz tarafında bulunan iki kapısının ardında yükselen mermer merdivenlerle çıkılır. Bu kapılardan biri cümle kapısı, diğeri ise hünkar kasrının özel kapısıdır.
Kapıların üstünde: Hattat Yaserizade Mustafa İzzet Efendiye ait, iki mısralık kitabeler vardır. Her iki kitabede de Sultan II. Mahmut’un tuğrası görülür. Avluya geçerek ulaşılan camide, ahşap kaplamalı camekanlı bir son cemaat yeri vardır. Bu bölümün, kuzey duvarında açılan kapının her iki yanında, ikişerden dört pencere görülür. Bu bölümden ahşap iki kanatlı bir kapıdan geçerek camiye girilir.
Tek şerefeli minaresi, kesme taştan yapılmıştır. Alışık olunan Osmanlı mimarisinden farklı olarak, caminin kubbesi ve işlemeli dış duvarları yoktur. İç bölümde, klasik çini motifleri yoktur. Beyaz duvarlar üzerinde çok sayıda pencere görülür. Tavan, yüksek ve düzdür. Sonuç olarak, bir Osmanlı camisi olarak oldukça sadedir.
Caminin batısında görülen ahşap ve iki katlı yapı: Hünkar Kasrıdır ve camiye kıble tarafındaki giriş kapısıyla bağlanır. Kasrın giriş katında: iki penceresi bulunan bir salon ve solunda beş pencere bulunan bir oda vardır. İkinci katta bulunan odadan üç pencereli olan ve farklı dekorasyonuyla dikkat çeken oda hünkar odasıdır. Kasrın alt ve üst katlarında birer mutfak vardır.
Eskiden burada bulunan ve 1791 yılı yapımı çeşmenin yeri değiştirilmiştir. Bugün görülen çeşme: Sultan III. Selim’in kız kardeşi Beyhan Sultan tarafından 1804 yılında yaptırılmıştır. Kitabesinde “ay-yıldız” bulunurmuş. Karadeniz’e açılan gemiler, burada durur ve teknelerine su stoklarlarmış. 1950’lerdeki yol çalışmalarında bu çeşme sökülerek parçalara ayrılmış ve caminin avlusunda bir yerde kaderine terk edilmiştir.
ARNAVUTKÖY KARAKOLU
Caminin hemen yanında görülen Süslü Karakol ise, 1843 yılında kagir olarak inşa edilmiştir. Bina iki katlıdır. Yapı: bir merkez bölüm ve iki yan kanattan oluşan “U” biçimli bir plan şemasına ve kitleye sahiptir. Merkez bölüm, yan kanatlardan yaklaşık 2 metre geridedir. Simetrik bir kurgusu olan binanın mermer giriş kapısı, orta eksen üzerindedir.
Kapının üstünde: sekiz mısralık kitabe panosu ve yatay pozisyonda bir oval madalyon içinde de kısmen kazınmış olarak Abdülmecid’in tuğrası vardır. Tuğra madalyonu, alçı üzerine altın yaldızlı şemse motifi ile çevrelenmiştir. Karakolun arka bahçesi içinde, ne olduğu saptanamamış tuğla hatıllı moloz taş duvarlı bir kalıntı vardır.
ARNAVUTKÖY İSKELESİ
20 yüzyıl başlarında Şirket-i Hayriye tarafından yaptırılan iskele: Arnavutköy-Bebek caddesi üzerindedir. 1986 yılında, kıyıdan kazıklı yol geçirilince, eski iskele kullanılmaz hale gelmiştir.
Yolun kenarına yeni iskele yapılmıştır. 1988 yılında hizmete giren yeni iskele, eski Boğaziçi iskelesi tarzındadır. Tek katlı, dikdörtgen planlı, betonarme yapının dış yüzeyi ahşap kaplıdır. Tek hacimli yapıda bekleme salonu, iskele ve çımacı odaları ile gişe bulunur. İskelenin rıhtım uzunluğu 13 metredir.
AYİOS ONOFRİOS AYAZMASI
Dulkadiroğulları sokağı ile Arnavutköy Çeşmesi Sokağı köşesindedir. Girişin üstü, dört kaba taş duvardan yapılmış, üzeri çimentolu bir yapıdır. Sekiz kaba taş basamaklı merdivenle inilir. Aşağı kısmı: 1.80 metre genişlikte ve 3 metre uzunluktadır.
Üstü tonoz, zemini taş döşelidir. Merdivenden inilince, karşıda, ortada ağzı dört köşe, yekpare adi taştan oyulmuş bir kuyu bulunur. Merdivenin üstünde, sol tarafta korkuluklu bir ahşap set ilave olunmuştur. Setin üstünde: çerçeve içinde Ayios Onofrios’un çıplak, sakalı ayaklarının ucuna kadar uzanmış halde, yağlı boya bir tasviri vardır.
KIRMIZI YALI
Arkeolog Halet Çambel’e ait kıyıdaki bu en eski yalı 1820 yılı yapımıdır. Yalı, kendisi tarafından Boğaziçi Üniversitesine bağışlanmıştır. Yalı, üniversite tarafından “Halet Çambel ve Nail Çakırhan Arkeoloji ve Geleneksel Mimarlık Araştırmaları Merkezi” ne dönüştürülecektir.
Yalı: 1830’lu yıllara, Sultan II. Mahmut dönemine tarihlenmektedir. Yalı Sultan II. Mahmut’un Ermeni asıllı bahçıvanı tarafından yaptırılmıştır. 1836 yılında Osmanlı ordusunun modernleştirilmesi için ülkeye gelen Alman general Helmut von Moltke, bu yalıda yaşamıştır. 1930 yılında Ermeni Bahçıvan, Fransa’ya göçerken yalıyı Berlin Büyükelçimiz İsmail Hakkı Paşa’ya satar.
Miras yolu ile Halet Çambel’e kalır. Halet Çambel, 1936 Olimpiyatlarına katılmış ilk bayan sporcumuzdur. Daha sonra Arkeoloji Profesörü olmuştur. Yalı aşı boyası rengindedir. Osmanlı döneminde yalıların rengi önceden belirlenirdi. Aşı rengi denen kırmızı renkli yalılar devlet mensuplarına aitti. Yalıların rengi kurallara uymayanların yalılarına el konuluyor ve kendileri de sürgüne gönderiliyordu. Arnavutköy yalıları arasında, bahçesi olan tek yalıdır.
Yalı: bahçesindeki sakız ve defne ağaçlarının da bulunduğu 335 ağaçtan oluşan 8 dönümlük bahçe alanıyla dikkat çekiyor. Yalı hem mimari özellikleri hem de bahçe tasarımı açısından son derece nadir ve iyi korunmuş bir mekandır. Yani: Geç Osmanlı yerleşim düzeni, mimari kültürü, peyzaj yani bahçe anlayışı ve kentsel yaşam tarzını yansıtması açısından benzersiz bir örnektir.
1930 yılından bu yana, Çambel ailesi tarafından kullanılmaktadır. Çambel: Ağahan Mimarlık Ödülü sahibi eşi Nail Çakırhan ile birlikte, uzun süre bu yalıda yaşamış ve 2004 yılında Boğaziçi Üniversitesine bağışlamışlardır.
Münzevi Yaşam Tarzı
Melekler Köyü olarak bilinen semtin isminin Anaplous olduğu Bizans döneminde: burada inzivaya çekilen ve münzevi denilen iki kişi yaşamıştır.
433-493 yılları arasında: Boğaz’a bakan bir sütuna çıkarak inzivaya çekilen Münzevi Simon’a: MS. 460-493 yılları arasında Münzevi Daniel katılır.
İmparator I. Leo bu durumdan etkilenir ve Münzevi Daniel’e yardımcı olmak ister. Daniel’in oturduğu sütunun hemen gerisine bir sütun yaptırır. Daniel’in ayaklarını uzatmasını sağlamak için, iki sütunu da kalasla birleştirir.
Daha sonra, imparator hava şartlarından rüzgar ve yağmurdan korunsun diye, sundurma şeklinde bir gölgelik yaptırır. Her iki münzevi de halkın ilgisini çekmiş ve kabalıklar onları izlemek için buraya akın etmiştir.
AKINTI BURNU
Arnavutköy burnu, Boğaziçi’nin en akıntılı yeridir. Karşı kıyıdaki Kandilli gibidir. Bu buruna eskiden “Büyük Akıntı” yani “Mega revma” denirmiş. Boğaz boyunca denizin derinliği ortalama 50 metre iken burada 100 metreye kadar ulaşır yani en derin yerdir.
Karadeniz’e açılmak isteyen gemiler, burada yol alamadıklarında, karadan atılan bir halatla çekilerek akıntı bölgesinden uzaklaştırılırmış. Bu akıntı konusu yengeçlere de zor geliyormuş ve burada karaya çıkıp yollarına yürüyerek karadan devam ediyorlarmış. Bu durum, tarihçiler arasında “yengeçlerin uzun geçidinde taşların aşındığını gözlerimle gördüm” şeklinde ifade edilmiştir. 15 yüzyıl tarihçi yazarı Petris, bunu yazmıştır.
ROBERT KOLLEJ BİNALARI
Arnavutköy semtinde, patikalardan geçip tepelere tırmanıldığında: tepede 1871 yılında Amerikan kız okulu olarak kurulmuş Robert Koleji binaları görülür. Amerikan Kız Koleji: Türkiye’de bu tür ilk modern kız lisesidir. Ülkenin tarihinde öncülük etmiş pek çok kadın, buradan yetişmiştir.
Bunların arasında en ünlüleri Halide Edip Adıvar’dır. 1971 yılında, yüzüncü kuruluş yıl dönümünde, Boğazın biraz ilerisindeki Robert Kolejin erkek lisesiyle birleşmiş ve Arnavutköy’deki yerinde Robert Kolej olarak hizmet vermeye başlamıştır.
TEM Otoyolundan Edirne’ye doğru, Arnavutköy-Habibler sapağından çıkarak, 62 km. gittikten sonra göle ulaşılır. Diğer alternatif bir yol ise: TEM gişelerinden geçip, Avcılardan sonra Hadımköy sapağını izlemek ve yoldaki Durusu, Terkos tabelalarını takip etmektir.
Özel araçlar dışında, Yenibosna dan kalkan otobüslerle Çatalca merkeze kadar gidilebilir. Gölün uzak tarafı, askeri bölge olduğundan, buraya giriş yasak. Balaban Köyünden, aşağı göle inmek en iyi yol. Çatalca’yı geçtikten sonra Nakkaş, İzzettin, Yassıören tabelalarından sonra, Balabana ulaşılır. Gölün en hareketli bölümü de burasıdır.
TARİHİ
Yaklaşık olarak 2500 yıllık bir tarihe sahip olan Çatalca bölgesinin ilk yerleşimi, MÖ. 450 yıllarında, önce Romalılar zamanında, şimdiki İnceğiz köyünün bulunduğu yerde olmuş. Fakat bir süre sonra, aslen Tatar ırkına mensup olan kafilelerin Balkanlar’a akınları sırasında yakılıp-yıkılmış ve bilahare havuzlar mevkiinde, akıncılar tarafından ikinci kez inşa edilmiştir.
Büyük İskender’in Asya seferi sırasında Çatalca’nın bu ikinci yerinde de yanmak suretiyle felakete uğradığı ifade edilmektedir. Bu ikinci yanış felaketidir. Bir süre sonra, bu günkü yerinde üçüncü kez olarak inşa edilir. Bu döneme ait, herhangi bir mimari eser, günümüze kadar gelememiştir.
Bölge: Bizans imparatorluğu döneminde, önemli bir yerleşim yeridir. Hatta İstanbul’un kapısıdır. Bizans imparatorluğu döneminde, birçok savaşlara sahne olmuştur. 375 yılında Macaristan’dan gelen Hunlar, Balamir idaresinde devlet kurmuşlar, Muncuk’un ölümünden sonra Atilla iktidarı tek başına ele alınca, I. Balkan ve II. Balkan seferlerine çıkmış ve bu seferlerinde Çatalca’dan geçerek, Büyük Çekmece Gölü önlerine gelmiş ve Bizans’ı vergiye bağlamışlardır.
Avrupa Hunlarının bu hareketi üzerine: Bizans imparatoru Anastasius :507-511 yılları arasında, Çatalca’nın Karadeniz kıyısındaki Evcik İskelesinden Silivri İlçesinin batısındaki Karıncaburnu’na kadar uzanan surları yaptırmak zorunda kalmıştır. Bu surlar: Çin Setinden sonra, Hunları durdurmak için yapılan, dünyanın 2’nci büyük surudur. Ormanlık alandaki bölümü halen ayaktadır.
Bizanslılar döneminde, yöre bol ağaçlık ve ormanlarla kaplı olması sebebiyle, hem bir av merkezi hem de İstanbul’un yakacak odun ihtiyacının karşılandığı yerdir. Bizans döneminde, İstanbul’un su ihtiyacını karşılamak için Gümüşpınar köyü yakınlarında, halen ayakta bulunan su kemerleriyle, İstanbul’a su taşınmıştır.
Hunlardan sonra, başka Türk kavimleri de, Çatalca’dan geçerek İstanbul’u kuşatmışlar ve tehdit etmişlerdir. Avar Türklerinin 616 yılında, Bulgar Türklerinin 813 yılında Çatalca’dan geçerek Bizans’ı kuşatmışlardır.
1090 yılında ise Peçenek Türkleri, Çatalca üzerinden Büyük Çekmeceye kadar gelmişlerdir. İstanbul’a yürüyen Sırp ve Bulgarlar tarafından da, Çatalca’nın harap edildiği bilinmektedir. Bizans elinden çıkıp, Osmanlılara geçmesi ise, birkaç kez olup ilk defa, I. Murad döneminde olmuştur.
Daha sonra, son kez ise, Fatih döneminde bölge, Osmanlılara geçmiştir. Çatalca “Avcı” lakabı ile tanınan IV. Mehmet’in avlanmak üzere sık sık geldiği bir yer olarak öne çıkar. Bu olay, Çatalca’nın gelişmesinde önemli bir etken olmuştur.
Bu yüzden Çatalca’da, Hünkar Sarayı ve bahçesi olduğu, Evliya Çelebinin Seyahatnamesinden öğrenilmektedir. Bunun yanı sıra, birçok saray olduğu da iddia edilmektedir.
Avcı Mehmet’in uzun süre kaldığı dönemlerde de, İstanbul’dan sonra devletin merkezi olarak burası kullanılmıştır. Kalfaköy’de padişahların av köşkü bulunduğu söylense de, günümüze ulaşmamıştır. Bunun yanında, Kalfaköy gibi bir köy yerleşiminde hamam kalıntıları olması, burasının çeşitli Osmanlı padişahları tarafından avlak olarak kullanıldığını göstermektedir.
GENEL ÖZELLİKLERİ
Şehre yaklaşık bir saatlik uzaklıktaki Terkos Gölü, diğer adıyla Durusu, yeşillikler içinde ve göl kenarındaki konumu ile, piknik yapmak, balık tutmak, kanoyla gezmek gibi aktiviteleriyle dikkati çekiyor.
25 kilometre kare olan göl, İstanbul’un su ihtiyacını karşılıyor. Gölün fazla suları: Yalancıboğaz’dan Karadeniz’e akıyor. Karabatak, beyaz ve gri balıkçıl, kaşıkçıl, pelikan, sülün, arı kuşu, kartal ve yaban ördeği gibi pek çok kuş türünün gözlenebildiği bölgede, kışın, avlanmak da mümkün. Ancak, göçmen kuşların avlanması yasak.
Göl kenarı, serin ve Karadeniz rüzgarı alıyor. Piknik yapmanın yanı sıra, balık tutmak, avcılık, kano gibi su sporu aktiviteleri için Durusu’ya günübirlik turlar düzenleyen, turizm acentaları var. Göl çevresinde, 200 kişilik oturma kapasiteli yemek alanında bu acentalardan biri hizmet veriyor.
GEZİLECEK YERLER
İNCEĞİZ MAĞARALARI
Bulunduğu köye adını veren bu mağaraların, 9’ncu yüzyılda Cenevizlilerden kaldığı bilinmektedir. Barınma amacı ile yapılan bu mağaralar, daha sonra ise kilise olarak kullanılmıştır. Bu amaçla kullanıldığı: tavandaki haç işaretlerinden anlaşılmaktadır. Bu yerleşim yeri: 4 katlı. İkinci katında, tavanına haç oyulmuş küçük bir kilise var.
Kayalara oyulmuş merdivenlerle katlar arasında bağlantı sağlanmış. Kayalığın çevresindeki patikalar sayesinde bütün katlarına çıkılabiliyor.
İnceğiz Mağaralarına, bölge halkı: Kemal Sunal mağaraları da diyor. Bazı Kemal Sunal filmlerinin burada çekildiği söyleniyor. Mağaranın önünden Karasu Deresi akıyor. Derenin kıyısında, ücretli bir piknik alanı var. Özellikle, hafta sonları burası dolup taşmakta.
ANASTASİOS DUVARLARI
Karacaköy’den Evcik Plajına giden yol üzerinde, ormanların içine gizlenmiş bir tarih. Sormadan bilmeden bulmanız mümkün değil. Çünkü, herhangi bir tabelası yok. Oysa, bu kaderine terk edilmiş tarihi yapı; daha önce de söylediğim gibi Çin Seddinden sonra, Hunları durdurmak için yapılmış dünyanın ikinci büyük suru.
Bizans imparatoru Anastasios tarafından 507-511 yılları arasında, Hun saldırılarını engellemek ve İstanbul surlarının dışında kalan saray, kilise, manastır gibi yapıları korumak amacıyla yaptırılan Uzun Duvar, İstanbul’a yaklaşık 65 km. uzaklıkta. Silivri’nin yaklaşık 3 km. batısındaki Karınca Burnundan başlayıp, Karadeniz kıyısındaki Evcik İskelesine kadar, 56 km. boyunca uzanıyor.
Karacaköy-Yalıköy arasındaki Evcik Plajına giden asfalt yol boyunca görülen duvar: yaklaşık 2.5 km. sonra yoldan ayrılıp, ormanın içine doğru yöneliyor ve bir süre sonra gözden kayboluyor. Meşe ormanları arasındaki duvar, bu yörede oldukça iyi durumda. Uzun duvarın en yüksek yeri: 5 metre ve kalınlığı ise 3-3.5 m. arasında. Şimdi yüksekliği ancak 3 metreyi buluyor.
Geçtiğimiz yüzyıla kadar büyük bölümü ayakta imiş. Korumaya çalışan olmamış ama taşlarıyla ilgilenmişler. Örneğin: Karamandere Camisi, Uzun Duvarın taşlarıyla inşa edilmiş.
EVCİK İSKELESİ
Evet, bu kumsal, bölgenin en bakir yerlerinden birisi. Birkaç derme-çatma baraka dışında, hiçbir yapılaşma yok. Güzel bir çeşmesi ve çay ocağı var ama yiyecek doğru dürüst bir şey bulamazsınız.
ORMANLI PLAJI
Karacaköy’e gelmeden ayrılan bir başka yol: Ormanlı Plajına gidiyor. Ormanlı Plajı: sürekli esen rüzgarı ve kum duvarları nedeniyle, yamaç paraşütü için son derece uygun bir yer.
YALIKÖY
Karacaköy’ün içinden geçen yol Yalıköy’e kadar ulaşıyor. Yalıköy: Karaburun ile birlikte, Çatalca’nın Karadeniz kıyısındaki iki sahil köyünden birisi. Eski bir Rum balıkçı köyü. Rumlar buraya çizme anlamına gelen “Podima” diyorlarmış. Köy: bir zamanlar korsan yatağı imiş.
Köyde Rumlardan kalan pek bir şey yok, köyün merkezindeki ahşap evlerin alt katları, eskiden şarap imalathanesi ya da dükkan olarak kullanılıyormuş. Yalıköy’ü çepeçevre saran orman en büyük geçim kapısı, kimi odunculuk yapıyor, kimi odun kömürü yapıp satıyor.
Çatalca’ya bağlı Yalıköy’ün tarihi 250 yıl öncesine kadar gidiyor. 10-15 yıldır turistleri çekmeye başlayan köyün, suyu da çok meşhur. Sezon kısa olması nedeniyle, turizm çok fazla gelişmemiş. Öyle ki, Yalıköy’den geçenler, bidonlarını doldurmadan köyden ayrılmıyorlar.
Bunun yanında, köyün diğer özelliği: uzun sahilinin bulunması. Öyle ki, yer yer 100 metreyi bulan 12 km. uzunluğunda kumsalı var. Dağların etekleri denize doğru indiğinden kayalaşma oluşmuş, zamanla bu kayalar denizin etkisiyle içlere doğru oyulduğundan, geniş mağaralar meydana gelmiş.
Sahilin arka tarafı orman olup, muhteşem bir görüntüye sahip. Sahilde, balıkçı lokantası ve otel dışında, turistik tesis yok, bu yüzden tenha bir yer.
KOCAKUYU MAĞARASI
Pınarca köyünden Gümüşpınar’a giden yolun yaklaşık 3 km. de yolun sol tarafında geniş bir düzlüğün kenarındaki çalılık içinde, elektrik direğinin yakınında bulunuyor. Mağaranın rakımı: 204 metre. Derinliği 34 metre. Uzunluğu: 1010 metre. Mağaranın ağzı yaklaşık 3-5 m. genişliğinde. Giriş, dik bir inişle başlıyor.
Ağızdan itibaren zemin, çöküntü kayalardan oluşarak, 25-30 m. bir eğimle, ilk galerinin dibine varıyor. Tavanda harika oluşumlar ve bir süre sonra tıkanan bacalar var.
İçindeki sarkıt ve dikitlerin bulunduğu mağaranın içerisine doğru ilerledikçe genişlemek görülür. Genişlemenin bittiği yerde göl var. Yeryüzünde olmayan birçok balık türünün bu gölde bulunduğu söyleniyor.
ÇİLİNGOZ
Yalıköy’den Kıyıköy’e doğru giden 13 km. lik yol, yapılaşmanın olmadığı bir cennet olan Çilingoz’e varıyor. Binkılıç Beldesinde, 17 km. mesafedeki Karadeniz’e sahili olan bu koy, inanılmaz bir doğa harikasıdır. Deniz, akarsu ve ormanın buluştuğu Çilingoz, son zamanlarda turistlerce yoğun ilgi görmekte olup, çadır yerleri sayesinde konaklama ihtiyacına da cevap vermektedir.
Ücret ödeyerek girilen Milli Parklara bağlı “Ormaniçi” dinlenme yerinde günübirlik piknik ya da çadırda kamp yapılabiliyor. Deniz kıyısındaki mağaralar, adeta bir sanat eseri gibi, dere, orman ve deniz. Yani, doğa ile baş başa kalmak için güzel bir seçenek.
TERKOS GÖLÜ
Durusu Beldesi sınırları içinde bulunan gölün diğer adı: Durusu Gölüdür. İstanbul’un 45 km. kuzey batısındadır. Gölün eski adı: Delkosdur. Göle ulaşan akarsuların en büyüğü: Istranca Deresidir.
Göl, karmaşık bir vadinin deniz suları altında kalması ile oluşan, girintili-çıkıntılı koyun, daha sonra alçak bir eşikle, Karadeniz’den ayrılması ile oluşmuştur. İstanbul’un içme suyu ihtiyacını karşılayan gölün, bu işlevini 1 metre çapındaki borularla, İSKİ yürütmektedir. Gölde: yabani kuş ve balık olduğundan, avcılıkta yapılmaktadır. Ayrıca, sıcak havalarda yüzmeye de olanak sağlıyor.
KUZULUK DERE BARAJI
Yalıköy Köyü sınırlarındaki bu barajda da balıkçılık yapılmaktadır. Gezi ve piknik yerleri tam bir oksijen deposu olan Çatalca Belde ve Köyleri, bu yönde oldukça zengindir.
DURUSU PARKI
Parkın olduğu yer, Bizanslılar zamanında at çiftliği olarak kullanılmıştır. Osmanlılara geçtikten sonra devletin ileri gelenleri: dinlenme yeri, av partileri ve at biniciliği için kullanılmıştır. Cumhuriyetten sonra, burayı satın alan Deli Yunus adlı şahıs, parkın olduğu yeri tekrar at çiftliği olarak kullanmıştır. Buranın yöre halkı, bu kişiden dolayı, buraya Deli Yunus Parkı adını vermiştir.
Bu park içinde: at çiftliği, hayvan müzesi ve Bizanslılar döneminden kalma bir kilise bulunmaktadır. Bu kilise, halen ayakta olup, çevresi oyun alanı haline getirilmiştir. Bahçesinde tenis alanı var. Kilisede papazların kaçmak için yaptığı ve kullandığı tünel, tüm gizemiyle turistlerin ilgisini çekiyor. Hayvan müzesinde ise, Afrika ve Kuzeyde yer alan av hayvanlarının doldurulmuş mumyaları ilgi çekiyor.
HAVUZ VE PİKNİK ALANI
Çatalca’nın merkezinde bulunan yer, eskiden askeri bölge olup, günümüzde hem piknik alanı hem de tesisleriyle birlikte havuz olarak hizmet vermektedir.
Fatih ilçesine bağlıdır. Şehzadebaşı semtinin yanındaki Saraçhane: Bizans ve Osmanlı dönemlerinde, İstanbul şehrinin merkezi konumundadır. İstanbul’un fethinden sonra şehirde kurulan ilk semttir.
Bizans döneminde, bu yöreye “Mesomphalos” denirdi. Bu ismin kelime anlamı “şehrin ortası” demektir. O zamanlarda, bu bölgede, ihtişamlı “Dört imparator heykeli” vardı. Ancak bu güzel heykel, 1204 yılındaki Latin Haçlı istilasında çalınarak götürülmüş ve günümüzde Venedik şehrinde San Marco Bazilikası yanında bulunmaktadır.
Bizans döneminde: şehrin ortasından geçen ve Beyazıt’tan sonra Yedikule ve Edirnekapı yönlerine ayrılan Mese yolunun Edirnekapı’ya giden kolu, günümüzde Saraçhane semtinden geçmekteydi. Ayrıca: buradaki önemli su kaynak ve aktarım ana merkezi yani savak da buranın merkez kabul edilmesinin başlıca sebebidir.
Yöre: şehrin fethini izleyen yıllarda ve kısa sürede Bizans kimliğinden sıyrılmıştır. Müslüman yaşamın gerekli kıldığı dini ve sivil yapılarla dolmuştur. Sokaklar Osmanlı konutlarıyla yeniden şekillenmiştir.
Saraçhane, sınırları itibarı ile gayet büyük bir alana yapılmaktadır. Yeniçeri ocağının kaldırılışına kadar, bu sınırlar içinde bir askeri alanın bulunması dikkat çekicidir.
Saraçhane ismi nereden gelmektedir: Saraçhane ismi: deri işleri, at araba koşumları ve meşinden çeşitli gereçler üreten saraçlardan gelir. Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’un fethedilmesinin ardından: birçok meslek gurubu için çeşitli kararnameler çıkararak, bunları bir disiplin altına almaya çalışmıştır.
Saraçlar için de: günümüzde parkın bulunduğu yerde, içinde pek çok dükkan bulunan bir “Saraçhane” yaptırmıştır. Ayrıca, bu tür işlerin başka bir yerde yapılmaması için de ferman çıkarmıştır.
Bu tür, meslek guruplarının bir çatı altında toplanması geleneği: Anadolu’da 13 yüzyıldan itibaren vardır. Osmanlı da bu geleneği yaşatmıştır. Ama burada sadece saraçlar değil, kırbaççılar ve saraçlara malzeme satan dükkanlar da bulunuyormuş.
1475 yılında yapılan Saraçhane binası, İstanbul yangınlarında hasar görmüş ve son olarak 1673 yılındaki yangın sonucunda yanarak yok olmuştur. İçindeki esnaf ise, Sultanahmet, Beyazıt ve yakın çevrede başka yerlere yerleştirilmiştir.
Daha sonra, ileri gelen esnaf, mahkemeye başvurarak yanan saraçhaneyi kendi paralarıyla kagir olarak yeniden yapmaları karşılığında, saraç esnafının tekrar Saraçhaneye nakledilmelerini istedi. Bir yıl sonra, dükkanların büyük bir kısmı tamamlandı. Üç kapılı olan saraçhanenin dükkanları kemerli olup kepenklerle kapatılıyordu. Ayrıca tam ortada Saraçhane Camii ve lonca yeri bulunuyordu. Buranın içinde bir de Sıbyan mektebi vardı.
Bu mektepte, Saraç esnafının çocukları ve çırakları okuma yazma öğreniyorlardı. Sıbyan mektebinin hocası, Saraçlar tarafından tespit edilip hükumet tarafından atanıyordu. Hocanın ücreti ise saraçhane vakfı tarafından karşılanıyordu. Burada yanmadan önce 320 dükkan bulunuyordu. Her esnaf dükkanının tamirini kendi parasıyla yaptırıyordu. Büyük saraçhane çarşısı, 1908 yılında çıkan Fatih yangınında tamamen yandı.
Bölge Osmanlı döneminin sonlarında da önemli toplum hareketlerine sahne olmuştur. 19 Mayıs 1919 tarihinde Fatih’te, İzmir’in Yunanlılar tarafından işgalini protesto için Saraçhanede yapılan iki büyük mitingde, 50 bin kişi toplanmıştır. Özellikle, Halide Edip Adıvar: karalar giymiş bir Türk kadını olarak, bu büyük kalabalığın karşısına çıkarak onları coşturan konuşmalar yapmıştır.
31 Aralık 1961 günü ise, Saraçhane’de yine büyük bir miting düzenlenir. İşçi kesimi tarafından düzenlenen bu miting, Türkiye genelinde ve İstanbul’da gerçekleştirilen ilk ve en büyük miting olarak tarihe geçmiştir.
BOZDOĞAN SU KEMERİ
Öncelikle bu yapının UNESCO tarafından Dünya Kültür Mirası Listesine dahil edilerek koruma altına alındığına belirtmek isterim. Bu mimari harika su kemerleri: Saraçhane bölgesindeki en önemli yapıdır.
İstanbul şehrinde; çevresi denizlerle çevrili olmasına rağmen hep su sıkıntısı çekilmiştir. Böylece içme suyu sıkıntısı, şehirde büyük mimari ve mühendislik harikalarının yaratılmasına sebep olmuştur. İlk olarak İmparator Hadrian döneminde (117-139) su: kanallarla Trakya’dan getirilerek şehre dağıtılmıştır.
371 yılında ise, İmparator Valens (364-379) bu ünlü su kemerlerini; yaklaşık 250 kilometrelik bir su taşıma sisteminin parçası olarak yaptırmıştır.
Ancak: Oxford Dictionary of Byzantium da: kemerin Hadrianus tarafından yaptırıldığı ve Valens tarafından restore edildiği iddia edilmektedir.
Kemerleri ismi
İmparator Valens döneminde yapıldığı düşünülerek kemere Valens kemeri denilmektedir. Günümüzde ise Bozdoğan ismi kullanılmaktadır.
Bozdoğan adının kaynağına gelince: bazı tarihçilere göre “Bozulgan Kemer” tabirinin zamanla değişerek Bozdoğan olduğudur. Bu kelime “Buzlugan” olarak da söylenir ve kelime anlamı “Kül renginde, harap olmuş kemerler” demektir. Yeniçerilerin kullandıkları ucu topuzlu sopalara da “bozdoğan” denilmekteydi. Yeniçeri ocakları, erken dönemde Saraçhane’de Belediye Binasının bulunduğu yerdeydi ve o askerlere ait bu silahın üretimi de burada yapılıyordu.
Bir bir başka söylentiye göre ise: “doğan” av partilerinde kullanılan, yırtıcı bir kuş olarak çok değerli kabul edilir ve özenle yetiştirilirdi. Bu kuşun, boz türünü Saraçhane yöresinde yetiştirenler vardı ve adının buradan geldiği de düşünülmektedir. Ancak Fatih vakfiyelerinde, buradan sadece “Kemer” diye söz edilmektedir. Sonuç olarak: su kemerlerinin adının, bu söylentilerden hangisine göre verildiği meçhuldür.
Kemerin yapılma sebebi
Buna bağlı olarak, su, yer altına döşenen borularla önce Edirnekapı’ya getirilmiş ve 4, 5 ve 6’ncı tepelere dağıtılmıştır. Sonrasında ise Bozdoğan Kemerleriyle 3 ve 4’ncü tepeler arasındaki vadiyi geçerek Beyazıt Meydanı yakınlarındaki Nymphaeum Maximum yani Büyük Çeşme denen havuzda toplanmıştır.
Ayrıca eski dönem İstanbul sarayları, Ahileus Hamamı ve Yerebatan Sarnıcının da su ihtiyacını karşılıyordu. 1403 yılında İstanbul’a uğrayan İspanyol sefiri Ruy Gonzales yazılarında Bozdoğan kemeri hakkında şunları yazar “Çevrede bağ ve bahçelerin sulanmasına da yardımcı olmuştur. “
Kemerin mimari yapısı hakkında
Temelleri günümüzde: yer seviyesinden 5-6 metre aşağıdadır.
Kesme taş ve tuğla kullanılmıştır. Taşların: Kadıköy’ü kuşatan surların sökülmesiyle elde edildiği söylenir. Yine bir söylentiye göre: 365 yılında İmparator Valens’e karşı yapılan ayaklanma sonucunda yıkılan Kadıköy (Kalkedon) surlarından alınan taşlar kullanılarak yapılmıştır. Ancak bu sur taşlarından birinde bir yazı vardır ve o yazıda “bu taş sökülüp, suyla ilgili başka bir yerde kullanıldığında, Roma’yı yabancı güçlerin istila edeceği” nin yazılı olduğu rivayet edilmektedir.
Çünkü: Btinyalılar ve çevre halkının (İznik ve çevresi) İstanbul’daki Roma imparatoru Valens’e, böyle bir şey yapmaması yani Kadıköy surlarını yıktırmaması için çok yalvardıkları anlatılır. Ama imparator, onları dinlemeyip Kadıköy’ün sur taşlarını söktürür ve bu suyolunu kurar.
Hemen akabinde, İtalya’daki Roma: kuzeyden gelen Avrupa kavimleri tarafından istila edilir ve Roma, tarihten silinip gider. Burada yine bir kehanetten söz etmek istiyorum.
İlgi çekecektir. Sokrates’in aktardığı kehanete göre: “Sevinçli genç kızlar, şehirde su halkalarını dalgalandıracak dans ettiklerinde, çiçeklerle süslü yollar boyunca, duvar, hamama uğursuz kale olacak.
O zaman çeşitli insanların sayısız halkaları, yabanıl, kızgın, silahlar kuşanmış çok sayıda insan, suları güzel akan Tuna’yı geçtiklerinde, mızraklarıyla, umutla çıldırmış çok sayıda insan Trakya’yı geçtiği zaman, ömrün sonu gelecek”
Aslında dümdüz uzanan kemerin orijinal yapısı, Fatih camisinin inşaatı sırasında bilinmeyen sebeplerden dolayı bükülmüştür.
Kemerlerin uzunluğu 921 metre iken günümüze sadece 875 metrelik kısmı ulaşmıştır. Kemerlerin genişliği: 7.5-8.30 metredir. Sütunlarının kalınlığı: 3.70 metre ve kavislerde ise 4 metredir.
Deniz seviyesinden 60 metre yüksektedir. Yerden yükseklik en yüksek yerde 29 metredir. Büyük bölümü ise, çift katlı ve yerden 18.5 metre yüksekliktedir.
Kemerin en ihtişamlı ve yüksek bölümü, Saraçhane yöresindedir. Kemerin Atatürk Bulvarını kestiği yaklaşık 40 metrelik bölümde ortalama 3 metre derinlikte, kemer ayağına bağlı pervazlar vardır.
Takip eden dönemde kemerin durumu
Fetih sonrasında: şehirdeki su sıkıntısını gören Fatih Sultan Mehmet: bu surları onarttırmış ve kullanmaya devam etmiştir. Su kemerleri: Mimar Sinan tarafından yapılan onarım, takviyeler ve yenilenmeler sonucu uzun süre kullanılmıştır.
Sultan II Mustafa döneminde yapılan onarıma ilişkin kitabe, hemen kemerin yanında bulunan tiyatrosu önünden görülür. 1894 yılındaki depremde ise büyük tahribe uğramıştır. Bozdoğan kemeri son olarak: 1988-1990 yılları arasında onarılmıştır.
Son bir not: eğer Bozdoğan kemerine çıkıp ta gezinmek isterseniz, kemerin en alçak olduğu yer Vefa bozacısının bulunduğu yerdeki otoparktır. Buradan kemere çıkmak mümkündür.
GAZANFER AĞA MEDRESESİ
Medrese Atatürk Bulvarında, Bozdoğan kemerinin dibindedir. 17 yüzyıldan itibaren yaygınlaşmaya başlayan, bir camiye bağlı olmaksızın yapılan başlı başına medreseden ibaret küçük külliyelerin ilk örneğidir.
Medrese: 1596 (bu tarih kesin değildir) yılında Mimar Sinan’ın kalfalarından mimar Davut Ağa tarafından yaptırılmıştır. Davut Ağa: ustasından sonra mimarbaşı olmuştur.
Banisi: Sultan III. Mehmet’in kapı ağalarından ve Has Odabaşısı Macar asıllı Gazanfer Ağa’dır. Gazanfer Ağa ve kardeşi Cafer Ağa: Macaristan seferinde esir alındıktan sonra Müslüman olup Şehzade Selim’in hizmetine girerler. Şehzade Selim, 1566 yılında tahta çıkmadan önce, iki kardeşi hadım olmaları şartıyla saraya davet eder.
Cafer ameliyat sırasında ölür. Gazanfer ise, 30 yıl süresince: Sultan II. Selim, Sultan III. Murat ve Sultan III. Mehmet’e hizmet eder. 19 kardeşini öldürten Sultan III. Mehmet döneminde, Akağalar Başı olur.
Burada: yapının özellikleri yanında, Gazanfer Ağanın öne çıkan bir özelliğinden söz etmek istiyorum. Gazanfer Ağa: göğüs saatlerine aşırı düşkündür ve bu saatleri boynuna asarak gezerdi. Bu boyun saatli Gazanfer Ağa: Hoca Saadettin Efendiyle anlaşıp Ceğalzade Sinan Paşanın sadrazam olmasını sağladı. Adı çeşitli entrikalara karışan ve Güzelce Mehmet Paşanın kışkırtmaları sonucu 1608 yılında idam edilen Gazanfer Ağanın boynunda, yine boyun saati vardı ve ölümünden sonra saat Tırnakçı Hasan isimli birine satıldı.
Ancak bir süre sonra o da idam edildi ve boynundaki saat Kasım Ağa’ya geçti. Ancak bu korkunç yazgıdan kaçıp kurtulmak mümkün olmadı ve uğursuz saat, Kasım Ağanın da boynunun vurulmasına sebep oldu.
Halk arasında yayılan bu olayın ardından, tek kurtuluş yolu olarak: akıllara saati kaldırıp denize atmak geldi. Sonunda öyle yapıldı ve saat denize atılarak boyunların vurulmasından kurtuldular. Evet, Gazanfer Ağa: Saraydaki haremdeki güç, zenci harem ağalarına geçmeden öncesi son beyaz harem ağasıdır.
Gelelim yine, külliyeden söz etmeye: külliye şeklinde yapılan yapıda: medrese, türbe ve sebil varken zamanla küçük bir hazire eklenmiştir. Medresenin kapasitesi 25-30 öğrencidir.
Girişte, ön avlunun karşısında medrese hücreleri, kuzeydoğu köşesinde Gazanfer Ağanın türbesi, güneydoğu köşesinde sebil vardır. Gazanfer Ağa 1603 yılında vefat edince bu türbeye gömülmüştür. Türbe: kesme taş kaplı, on iki gen planlı ve kubbelidir. İçi iki sıra pencereyle aydınlatılmıştır. Alt sırada ayrıca pencere arasında dolaplar bulunur. İçinde pencerelerin üstlerinde, kalem işi nakışların kalıntıları görülür. Burada Gazanfer Ağa’dan başka, iki de kadın sandukası bulunmaktadır.
Avlu duvarıyla türbenin arasında ise hazire bulunur. Bunlardan en eskisi 1616 tarihlidir.
Sebil ise: külliyenin dış avlu duvarının kuzeydoğu köşesindedir. Sekiz köşelidir ve bunların beş köşesi dışa taşar. 1943 yılında tamir edilene kadar gayet harap durumdaki sebil üzerine, geniş bir saçak yapılmıştır. Şebekelerin aralarında, çift renkli taşlardan işlenmiş, sivri kemerleri taşıyan, mukarnas başlıklı mermer sütunlar vardır. Kemer içinde, taştan oyma kafesler bulunur. Altlardaki şebekeler ise tunç dökümdür. Sebilin içinde bir de kuyu ağzı vardır. Kubbesinde ise süslemeler görülür.
Medrese: 1782 yılında yangında tahrip olur. Muhtelif zamanlarda yapılan onarımlar sonucunda günümüze iyi bir şekilde ulaşmıştır. Medrese 1908 tarihinde yine bir yangında hasar görmüştür.
1943-1944 yılları arasında Ekrem Hakkı Ayverdi tarafından onarılan medrese, “Belediye/Şehir Müzesi” olarak kullanılmıştır. Daha sonra bu müzedeki eserler Yıldız Sarayı’na taşınmış ve Medrese, 1989 yılında ise Belediye tarafından Karikatürcüler Derneğine kiralanmıştır.
Bir süre “Karikatür ve Mizah Müzesi” olarak kullanılmış, dünya karikatür sanatının ünlü isimleri kişisel ya da karma sergiler açmışlardır. Müzede özellikle 1871 yılında basılan ilk karikatürlerin örnekleri ilgi çekiyordu. Sergilenen eserler arasında: sarığı ve eşeğe ters binişiyle ünlü Nasreddin Hoca karikatürleri çoğunluktaydı. Ayrıca: Mizah kitaplığı, Arşiv uzmanları tarafından baskı tekniklerinin öğretildiği atölye bölümleri de vardı.
Son olarak İstanbul’un Avrupa Kültür Başkenti olduğunda, 2009-2010 yılları arasında kapsamlı bir onarım geçirir. 2013 yılında ise bir vakfa tahsis edilerek eğitim ve kültür merkezi olarak kullanılmaya başlanır.
Evet, sonuç olarak İstanbul’un klasik Osmanlı medreselerinden en güzeli olan bu mekan, yer seçimi bakımından talihsiz bir yapı olmuştur. Çünkü öğleden sonra güneşini engelleyen Bozdoğan kemeri yüzünden, rutubet yüksektir.
KADINLAR PAZARI
Gazanfer Ağa Medresesinin hemen yanında, Bozdoğan kemerinin hemen arkasında, İMÇ’nin tam karşısındaki bu bölüm, halk arasında “Küçük Siirt” olarak bilinmektedir. Çünkü burada çalışanların çoğunluğu: Güneydoğu bölgesi şehirlerinden gelmiştir. Burası: kasaplar, doğudan gelen peynir çeşitleri ve tandır ekmeği satan bakkallar ve özellikle Büryan kebabı servis eden restoranlarla ünlüdür. Belediye kafe ve restoranların dışarıya masa-sandalye çıkarmasını teşvik ederek bir anlamda Ortaköy havası yaratmış ama Güneydoğu Ortaköyü.
Bir zamanlar: kadınlar burada evde yaptıkları yoğurt ve diğer gıdalar ve el örgüsü kazak ve benzeri ürünleri satarlarmış. Zaten pazarın ismi, bu yüzden “Kadınlar Pazarı” konulmuştur. Ancak buranın tarihi, Haseki civarında kurulan kadınlar pazarı kadar eskiye gitmez. Bu yüzyılın başında kurulmuştur. Hatta 1908 yılında oluşmaya başladığı söylenmektedir.
Çünkü Balkan Savaşları sonunda, İstanbul’a göç eden Müslümanlar: cami avlularında, medreselerde ve Sıbyan mektepleri gibi yerlerde geçici iskan edildiler. Fatih Külliyesi, Zeyrek ve çevresindeki cami ve tekke binaları, bu göçmenlerin geçici barınmalarına tahsis edilmişti. Buralarda geçici iskan edilen göçmenler, bir şekilde mağduriyetlerini gidermek için, özellikle kadınlar ürettikleri el işlerini satarak bir gelir oluşturmak amacıyla Fatih içindeki küçük kavşak noktası kadınlara mahsus bir Pazar yeri olarak belirlenmiştir.
İlk zamanlar Perşembe ve Cuma günleri kurulan Pazar, zamanla sürekli hale gelmiştir. Cumhuriyet döneminde: satıcılar ve alıcıların cinsiyetleri değişse de pazarın ismi aynı kalmıştır. 1950’li yıllarda: Saraçhane semtinin düzenlenmesi sırasında, burası da düzenlenerek küçük tezgahlar yerleştirilmiş ve düzenli pazara dönüştürülmüştür. 1980’li yılların başına gelindiğinde ise, hem satıcılar hem de satılan ürünlerde büyük değişimler yaşanır. İstanbul’un genelinde yaşanan yoğun göç nedeniyle, buranın atmosferi ve insanın da değişmiştir.
Kebapçıların ağırlıkta olduğu, doğu ve güneydoğu usulü yemekler ve kasap dükkanlarının bulunduğu bir yer haline gelmiştir. Yani bir diğer ismiyle yani “Siirtliler Pazarı” olarak anılmaya başlanmıştır. Siirt, Ağrı, Diyarbakır, Van ve Bitlis gibi illerin küçük birer temsilcisi olan dükkanlar ve kahvehaneler günümüze kadar gelmiştir.
Günümüzde: bu çarşıda her türlü yiyecek satılmaktadır. Ama özellikle Siirt yöresinden gelmiş ürünler satılır. Bunlar arasında: Siirt’in Pervari karakovan balı, Van’ın otlu peyniri, sumak, menengiç, Hatay’ın bıttım sabunu, keledoş yemeği, pancar otu, heliz otu, kavun, kapuz çekirdeği ve Seylan çayı yani kaçak çay sayılabilir.
Özellikle burayı ziyaret edenler, bir süre görev nedeniyle yaşadığım Siirt şehrinin meşhur Büryan Kebabını tadabilirler. Bünyan kebabı aslında kuyu kebabıdır. Kuyunun içinde, geceden yakılan ve sabaha kadar közlenen ateşe, kuzu sarkıtılarak yapılır. Siirtliler bunu sabah kahvaltısında yerler. Ancak öğle yemeğinde yenilmesi uygundur, çünkü sabahın ilk saatlerinde taze taze çıkar.
ATATÜRK BULVARI
Burası, İstanbul şehrinin en hareketli yerlerinden birisidir. Tarihi yarımadayı, Beyoğlu yakasına bağlar.
Bulvar: II. Dünya savaşı sırasında, şehrin planını yapan Fransız Henri Prost tarafından tasarlanmıştır. Aslında o dönemde, şehre birçok plancı davet edilmesine rağmen, sadece Henri Prost’un çalışmaları dikkate alınmıştır. Prost için: İstanbul tarihi bir Avrupa şehridir. Porst’un İstanbul için hazırladığı plan, yeni meydan, bulvar ve caddelerin açılmasına yönelik olmuştur. Planında, şehri fonksiyonlarına ayırarak, ulaşım akslarını şehirsel gelişimin merkezine koymuştur, böylece etkili bir ulaşım sistemi çevresinde, ticaret, endüstri, konut ve rekreasyon alanları planlamıştır.
Hiçbir zaman şehrin bütününe yönelik, stratejik bir plan hazırlamamıştır. İstanbul ulaşımının günümüzde çok önemli bir noktasını teşkil eden Unkapanı-Aksaray arasında bulunan Atatürk Bulvarı aksı, 1941 yılında Henry Prostun Nazım Planı çerçevesinde yapılmaya başlanmıştır.
Tarihi yarımadanın içinde bulunması ve Bizans ve Osmanlıdan izler taşımasıyla, kilit bir konumda olan bu alan, İstanbul modern planlamasıyla, farklı bir işlevselliğe bürünmüştür.
Mevcut dokusundan koparılarak yeni İstanbul pratiğinde, işlev değiştirerek kendine yer edinmiştir. Atatürk Bulvarı açılmadan önce, bulvarın geçeceği alan, Bizans ve Osmanlı mimarisinden örnekler ile şehirde kimlikli bir alan olarak yer almaktaydı.
Bu alan, bulunduğu konum olarak da çok önemliydi. Bizans döneminde sosyokültürel anlamda, şehrin kalbinin attığı Hipodroma yakınlığı, bir taraftan da şehrin ticari kalbi Yenikapı limanlarına yakınlığıyla canlı bir yerleşim yeriydi.
Çevre semtlerinden Zeyrek ve Vefa’da, iki tepenin eteğinde bulunan Zeyrek Pantakrator Manastırı ve Vefa Aiyos Theodoros kilisesi ise, Hıristiyanlığın simge yapıları idi. Fetihten sonra, şehrin İslamlaştırılmasında Fatih, Süleymaniye ve Sultanahmet çevresinde, külliye merkezli gelişimler izlenmişti.
Tüm bunların yanında, bulvarın açılması, İstanbul’un modernleşme deneyimi açısından önemliydi.
Çünkü bir taraftan tarihi yarımadayı, İstanbul’un modern kapısı Beyoğlu’na bağlarken bir yandan ise Vefa ve Zeyrek semtlerinin organik yapısını bozarak, semtleri, birbirinden keskin bir çizgiyle ayırmıştı. Bulvarın her iki tarafında bulunan bu semtler, bulvarın ulaşım ve ticari fonksiyonu sebebiyle etkilenmişlerdir.
Bulvarın her iki yanında açılan dükkan ve iş merkezleri, bu semtlerde aile yerleşimini azaltmış, bekar odalarında artış gözlenmiştir. Ayrıca binlerce göç alarak çöküntü mahallelerle donatılmıştır. Ama en önemli sonuç, plan neticesinde bulvar üzerinde yer alan birçok kimlikli yapının yıktırılmasıdır.
Yıktırılan eserler yerine yapılar yaptırılmış, bu yapılar önceki mevcut işlevinden farklı olarak kullanılmaya başlanmıştır. Mevcut dokular terk edilerek yapı stokları arttırılmıştır. Meydanlar yitirilmiştir.
Bulvarın yapımı sırasında: Su kemerlerinin zarar görmemesine özen gösterilmiş, ama aynı zamanda şehirdeki birçok Osmanlı eseri de yok edilmiştir. Kırkçeşme ve benzeri birçok eser bu çalışmalar sırasında yıkılır.
Molozlar Yenikapı’ya dökülür. Hatta, yol için ihtiyaç duyulan alandan daha geniş alanda yıkımlar sürdürülür. Böylece kamu kurumlarının yapımı için ihtiyaç duyulan arsalar da temin edilmiş olur. Hatta İMÇ Blokları arsası da bu yıkım sırasında elde edilir.
Atatürk Bulvarı, tıpkı bir viyadük gibi su kemerini taşıyan ayakların arasından geçerek devam eder. Sonuç olarak: Atatürk Bulvarı: şehrin doğal gelişmesine müdahalenin ve var olan şehir dokusunun zedelenmesinin bir örneğidir. Çünkü: zamanın belediye anlayışı, sadece “yol açmak” olarak düşünülmüştür.
Şimdi, Atatürk Bulvarı üzerindeki yapıların bazılarına bakalım:
İMÇ BLOKLARI-ÇARŞISI
Atatürk Bulvarının hemen yanında, Bozdoğan Su kemerini geçince görülür.
1954 yılında Sınırlı Sorumlu İstanbul Manifatura ve Kumaşçılar Çarşısı Yapı Kooperatifi kurulmuştur. Kuruluşun ardından mali güce erişen kooperatif, ihtiyaç duyulan çarşıyı inşa etmek için arsa teminine yönelmiş, ilk olarak Haydarpaşa ele alınmıştır.
Ancak zamanın valisi, İstanbul’un geri kalmış semti olan Bozdoğan su kemeri ile Unkapanı arasında, Atatürk Bulvarının bir yanını, baştan başa kaplayan sahayı, çarşı için uygun görerek buranın imarında kooperatiften yararlanmayı düşünmüştür. 4.5 yıllık çalışmanın ardından, bugün çarşının bulunduğu alan istimlak edilerek kooperatife satılmıştır. Arsa: Atatürk bulvarı boyunca ve bulvara dik olarak 800 metre uzunluğunda dar bir şerittedir.
Çarşının yapımı için, 1960 yılında proje yarışması düzenlenir. Kazanan proje belirlendikten sonra çalışmalar başlamış, 1967 yılında birinci kısım ve 1968 yılında ikinci kısım inşaatı tamamlanmıştır. Çarşıda 1120 dükkan, sosyal birimler, restoranlar ve diğer bazı hizmet birimleri bulunmaktadır. Yaklaşık 10 bin kişi çalışmaktadır. Burası İstanbul şehrinin ilk alışveriş merkezi örneklerinden birisidir.
3’ncü blok önünde bir hazire vardır. Bu hazirede: İstanbul’un ilk kadısı ve belediye başkanı Hızır Bey Çelebi, Allame Katip Çelebi ve Şair Necati yatmaktadır.
ZEYREK SSK-SGK TESİSLERİ
Günümüzde kemerden aşağıya doğru geçildiğinde: sol tarafta “Sosyal Sigortalar Binası” görülür. Bina: 1963 yılında Mimar Sedat Hakkı Elden tarafından, çevredeki binaların eski malzemeleri kullanılarak yapılmıştır. Sedat Hakkı Eldem: Devlet Sanatçısı ödülünü kazanan ilk mimarımızdır. Binanın en özel yanı: 1986 yılında “Ağa Han Mimarlık Ödülü” nü almış olmasıdır.
Zeyrek yokuşunun eğimine uydurulan ve arkasındaki binaları perdelemeyen özellik taşır. Geleneksel Türk mimarlığının yatay çatı çizgisi, geniş saçaklar, sıraya dizilmiş pencereler ve çıkmalar gibi ögeleri kullanılmıştır. Yani: Osmanlı mimarisinin niteliklerini çağdaş bir üsluba taşımıştır. Ödülü almasındaki en büyük etken: eski dokuya dokunmamış olmasıdır. Binanın hemen yanında ise, yer üstündeki tek sarnıç olan “Zeyrek Sarnıcı” bulunur. Zeyrek sarnıcı, turistik bir eser olarak mekanda yer almaktadır.
Belediye Sarayı 1953 yılında açılan bir yarışma sonucu kazanan projenin uygulanmasıyla yapılmıştır. Yapılırken: hemen karşısında bulunan Şehzade Külliyesine görü boyutlandırılmıştır. Yani tarihi çevre ile doğrudan ilişki kurmasa da, onu geriye itmeyen bir modernist uygulamadır.
Temeli 17 Aralık 1953 tarihinde atılmış ve Mart 1960 tarihinde tamamlanmıştır. Bina 26 Mayıs 1960 tarihinde hizmete girmiş, o gün, NATO Bakanlar toplantısı burada yapılmış ve ertesi günü 27 Mayıs 1960 günü ihtilal olmuştur. Yani, o günkü Belediye Başkanı, makamında sadece yarım gün oturabilmiştir.
Yapı iki ana kitleden oluşmaktadır. 11 katlı olan yüksek ve dikdörtgen prizması biçiminde büro kitlesi ve yatık bir dikdörtgen prizma olan 3 katlı başkanlık ve toplantı salonlarının bulunduğu kitledir. Büro kısmının üstünde, çatıda, çalışanların yemek ve sosyal aktivitesi için ayrılmış mekanlar vardır. Toplamda 418 oda ve 9 salon vardır. Başkanlık bölümünün girişinde: yeşil tonların ağırlıklı olduğu figüratif duvar panoları bulunur.
Binanın altında 200 araçlık otopark bulunur. Önünde ise 25×60 metre ebatlarında fıskiyeli bir havuz vardır.
Gelelim en önemli bölüme, yani bu binanın yapılması sırasında temel kazılarında ortaya çıkanlara: Belediye Sarayı inşaat alanında, temel kazıları sırasında Roma ve Bizans dönemlerine ait mozaikler ve Bizans döneminden kalma duvar kalıntıları ortaya çıkmıştır.
Mozaikler: beyaz mermer parçacıklarıyla açık ve koyu yeşil, koyu mavi, pembe, kırmızı, bordo ve sarı renkli taş parçacıklarından oluşmaktadır. Genellikle beyaz zemin üzerine geometrik motifler işlenmiştir. Bunlarda: yaban domuzu avı, oyun oynayan çocuklar, dans edenler, kuzu ve tavuk taşıyan köylüler dikkati çeker. Tüm bu mozaikler İstanbul Arkeoloji Müzesine taşınmıştır. (Gerisi maalesef meçhul) Bu güzel mozaiklerden anladığım kadarı ile burada bir saray veya büyükçe bir yapı kalıntısı olmalıdır.
REŞAT NURİ GÜNTEKİN SAHNESİ
Şehir Tiyatrolarına bağlı olarak bulunan bu mekan: Saraçhane Karakolu yerine yapılmıştır.
ATLAMA TAŞI CAMİ
İMÇ yakınında: 6’ncı blok arkasındadır. Yavuz Sinan Mahallesindedir.
Cami: 1616 yılında Sultan I. Ahmet döneminde yapılmıştır. Camiyi: Halil Attar isimli kişi yaptırmıştır ve onun ismiyle anılır. Tarihte Hoca Halil Attar Mescidi ve Arabacılar Mescidi gibi isimlerle anılmıştır.
Günümüzde, cami özgün yapı karakterini kaybetmiştir. Çünkü 1908 yılında köklü bir tamirden geçmiş, 1939 ve 1969 yıllarında kısmen onarılmıştır.
MERYEM ANA KİLİSESİ VE VEFA AYAZMASI-AYIN BİRİ KİLİSESİ
İMÇ arkasındadır. Atatürk Bulvarının doğu tarafında, İMÇ Çarşısının 3’ncü blokunun arkasındadır.
Meryem Ana kilisesi, küçük bir kilisedir. Kilisenin bahçesinde: Bizans döneminden kalan sütun parçaları bulunur. Buna rağmen, kilisenin tarihi hakkında kesin ve net bilgiler yoktur. Bunlar eski bir kilisenin parçaları mı yoksa başka bir kiliseden mi buraya getirilmiştir, meçhuldür. Ancak 18 yüzyıl başlarında yapıldığı düşünülmektedir.
Hz Meryem’in ölümüne yani Panagia Koimmesis tes Thotoku’ya ithaf edilmiştir. Avlu içinde: kare planlı bir yapıdır. Ana girişin iki yanında: yuvarlak kemerli iki pencere vardır. Yanda da görevli girişi bulunur. Pencere yapısı: o cephede de aynıdır, bodrumda Vefa ayazması vardır.
Ayazma
Ayazma: haçlar oyulmuş mermer muhafaza içindeki bir kuyudur. Rivayete göre, kilisenin altındaki ayazma: 1080 yılından beri varlığını muhafaza etmektedir. Ancak, Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u aldıktan sonra kilise ve ayazma yok oluyor. Ancak: 1750 yılında bir Arnavut asıllı Ortodoks Rum bu araziyi satın alır.
Rum’un kızı Maria, rüyasında Meryem Anayı görür ve Meryem Ana, bahçenin altında bir ayazma olduğunu söyler ve babasını, o ayazmayı bulmaya ikna eder. Ayazma 1755 yılında bulunur. Akan suyun kutsal olduğuna, her derde deva olacağına inandıkları için de buraya kendi paralarıyla kilise yaparlar. Sonra da bu kiliseyi İstanbullu Rumlara bırakırlar.
Dilekler
Bu kiliseye: her ayın birinci günü, her dinden dilekleri olanlar gelir ve dua ederler. Kilisenin içinde küçük anahtarlar satılır ve ziyaretçiler anahtar satın alırlar ve dilekleri gerçekleşince bu anahtarı geri getirip iade ederler. Dışarıda ise her dilek için nazarlıklar bulunur. Ziyaretçiler dua ederken, nazarlıkları çeşitli ikonların üzerine iğnelerler.
Konuyu daha da ayrıntılı yazmak gerekirse, dilek konusu şöyledir: Kilisenin girişinden anahtarlık ve mum satın alınır, bir alt kattaki kilisenin ayazmasından ücretli küçük bir şişe su satın alınır, bir sıraya girilir ve uzunca bir beklemenin ardından: o sırada görevli olan kilise papazı suyu okur, ellerdeki anahtarlarla duvarlarda asılı olan ikonaların kutularının kilitleri açılmaya çalışılır ve sonuçta, eğer dilek gerçekleşirse, alınan anahtar, ayın birinde, kiliseye geri getirilir. Dileği gerçekleşenler: herkese çikolata ve şeker dağıtır.
ZEYREK YOKUŞU
ŞEBSEFA HATUN CAMİ
İMÇ Çarşısının bloklarının arasında, köşede kalmaktadır. Zeyrek camii olarak da anılmaktadır. Küçük bir ibadet makamı olmasına rağmen, mimarisi ve iç dekorasyonuyla göz kamaştırır.
Fatma Şebsefa Hatun: Sultan I. Abdülhamit’in haremindeki önemli kadınlardan biridir. “Şebsefa” kelime anlamı “Gece Sefası” demektir. Kadınlar Pazarı, buraya çok yakın olduğundan, Kadınlar pazarı isminin buradan da geldiği düşünülmektedir. Şebsefa Hatun bu camiyi 1787 yılında yaptırmıştır. Sıbyan mektebi ve yol çalışmaları sırasında, eski yerinden kaldırılmış olan çeşmesiyle düşünüldüğünde, bir külliye olarak tasarlanmıştır. Yüksek bir set üzerine oturtulan cami, yol çalışmaları sonrasında cadde kotunun altında kalmıştır.
Yapı: almaşık yapısının tuğla renginden dolayı kırmızımsı durur. Yapı barok stille yapılmıştır. Merdivenlerle çıkılan yükseltilmiş girişler, barok stili hemen caminin girişinde yansıtır. Ana mekan üzerinde: altıgen kasnağa oturan bir kubbe vardır. Küp şeklindeki yapı kütlesinin köşelerinde ise kulecikler görülür. Minaresi kesme taştan ve tek şerefelidir. Büyük kubbenin eteğinde 16 pencere vardır. Büyük kubbeyi, köşelerde 4 küçük kubbecik destekler.
Söylenenlere göre: Şebsefa Hatun külliyesinin bir de mektebi varmış. Kesme taş ve iki sıra tuğla örgülü, tek katlı, dikdörtgen planlıdır. Mektep binası: Şebsefa Hatun’un ölen oğlu Şehzade Mehmet’in hatırası için 1787 yılında camiye bitişik olarak yaptırılmıştır. Taş kemerli bir kapıdan girilen yapıda, girişin solunda bir dershane bulunur. Tonoz örtülü dershane, üç cepheye açılmış pencerelerle aydınlatılmıştır. 1805 tarihli vakfiyesine göre, kız ve erkek çocukların ders gördüğü bir okuldur.
Uzun yıllar boş kalmış olan bina, günümüzde Şebsefa Hatun Camisi Koruma ve Güzelleştirme Derneği tarafından konut olarak kullanılmaktadır. Şebsefa Hatun’un mezarı, caminin haziresindedir. Üzücü bir rastlantı olarak, caminin yapılış yılı ve Şebsefa Hatun’un ölüm yılı aynıdır.
ZEMBİLLİ ALİ CEMALİ EFENDİ MEKTEBİ
Zeyrek Camisinin ve Atatürk Bulvarının çok yakınındadır.
Yapı: Sultan II. Beyazıt, Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman dönemlerinde 24 yıl boyunca Şeyhülislamlık yapmış ve sevilen bir Osmanlı aydını olan Zembilli Ali Efendidir. Zembilli Ali Efendi: evinin penceresinden sarkıttığı zembille, kendisinden fetva istemek için gelen halkın dileklerini ve şikayetlerini toplamasıyla tanınmıştır.
Ayrıca bir olay daha vardır. Kendisi Yavuz Sultan Selim zamanında, Padişahın görüşlerine karşı verdiği bazı fetvalarla tarihe geçmiştir. Rumların özgürlük için Avrupa’dan destek aradıklarına inanan Yavuz Sultan Selim: Rumların Müslüman olmaları ya da Osmanlı topraklarını terk etmelerini ister. Bunun üzerine vezirler durumu Zembilli Ali Efendiye sorarlar.
Bu arada: Fatih Sultan Mehmet’in Patrikhaneye ayrıcalık tanıdığı fermanın aslı, bir yangın sonucu yok olmuştur. Fermanın yenisi: 1520 yılında: iki yeniçerinin tanıklığı ve kulaktan dolma bilgilerle yeniden yazılır. Zembilli Ali Efendi: bu fermana dayanarak, kararını Padişah aleyhine vermekten çekinmez. Yenilenmiş fermanda: “Ekümenik” sözü geçmemesine rağmen, Zembilli Ali Efendi: Fatih Sultan Mehmet’in çok iyi bildiği evrensel dünya görüşüne inanarak, bu fetvayı verdiğini düşünmektedir.
Çünkü, o yüzyılda, ortalama yaş durumu dikkate alınırsa, Fatih Sultan Mehmet ile savaşmış iki yeniçerinin Yavuz Sultan Selim devrine kadar hayatta kalmış olmaları mümkün değildir. Şimdi gelelim yapıyla ilgili bilgilere: yapı duvarlarla çevrilidir. 1525 yılında Şeyhülislam Ali Cemali Efendi tarafından yaptırılmıştır. Yapı yakın zamanda restore edilmiş olup günümüzde çocuk kütüphanesi olarak kullanılmaktadır. Yapının bahçesindeki mezarda: Ali Cemali Efendi gömülüdür.
HÜSAMBEY TEZGAHÇILAR CAMİİ
Cami: Zeyrek mahallesinde, İtfaiye caddesi ve Kovacılar sokağının kesiştiği noktadadır. Mescit, kadınlar pazarına cepheli olarak yapılmıştır.
Cami: 1612 yılında Şeyhülislam Sunullah Efendi tarafından yaptırılmıştır. Ancak yangında harap olmuştur. Ardından Kaptan-ı Derya Ali Paşanın babası Hüsam Bey tarafından cami onarılmış ve minberi konulmuştur ve böylece onun adını almıştır. Giriş kapısının üstündeki kitabeye göre: cami bir yangında hasar görmüş ve 1911 yılında Halil Efendi tarafından yeniden yaptırılmıştır. Cami: emine dikdörtgen planlı, kagir ve düz tavanlıdır.
Çatısı kiremitle örtülüdür. Kapının sol altı çini kaplıdır. Zamanında mihrap alçı, minber ve kürsü ahşap iken bunların hepsi daha sonraki onarımlarda çini ile kaplanmıştır. Tavan ahşap kaplamadır. Caminin hemen yanında, sekiz köşeli bir plan üzerine oturtulmuş mektep bulunur ve bu yapı, cami ihtiyaçları için kullanılmaktadır.
Caminin sol yanındaki taş minarenin şerefesi ve külahı yıkıktır. Minare çıkışı cami içindendir. Bahçede: Sunullah Efendinin orijinal türbesi bulunur. Sunullah Efendinin babası Cafer Çelebi’de caminin haziresinde gömülüdür.
ÇİNİLİ HAMAM
İtfaiye caddesi üzerindedir. Kaptan paşa Hamamı, Zeyrek Çinili Hamamı ve Hayrettin Paşa Hamamı olarak anılır. Buranın en büyük özelliği: yerli ve yabancı birçok filme sahne olmasıdır. Özellikle: 1997 yılında çekilen “Hamam” filmi burada çekilmiştir.
Hamam: Barbaros Hayrettin Paşa Beşiktaş’ta bulunan (günümüzde mevcut değildir) medresesine ve türbesine akar olarak yaptırılmıştır. 16 yüzyılın ikinci yarısında, muhtemelen 1540-1546 yılları arasında Mimar Sinan tarafından yapılmıştır. Hamam: Mimar Sinan tarafından yaptırılan ilk ve en büyük hamamlardan biridir. Suyu sağlayan kuyu ve ahırlar, günümüzde yoktur. Ama hamamı sıcak tutmak için Külhanbey ve ekibin sürekli odun attığı kazan dairesi halen ayaktadır. Günümüzdeki ismini İznik çinilerinden almıştır.
Ancak bu çinilerin sadece erkekler kısmı sıcaklık bölümünde bulunanlar günümüze kadar ulaşmıştır. Halvet kapılarının her iyi yanındaki nişlerin üzerinde, toplam 8 adet dikdörtgen levha ve her kapının üstünde de altıgen, üçgen ve ince şerit halindeki levhaların birleşmesiyle meydana gelen, büyük birer altıgen çini pano bulunur.
Aynı biçimde bir pano da, girişin karşısındaki eyvanda duvarın ortasına yerleştirilmiştir. Çinilerin hepsi, şeffaf-renksiz sır altına beyaz hamurlu olup, mavi ve firuze boyalarla boyanmış, koyu maviyle bezenmiş süslemelere sahiptir. Bunların tamamı, 16 yüzyılın ilk yarısına ait mavi-beyaz İznik çinilerinin firuze eklenerek zenginleştirilmiş en zarif örnekleridir.
Kapıların yanlarındaki dikdörtgen levhaların bitkisel zemin süslemelerinin üzerinde, beyaz renkte çok itinalı bir talik yazı ile yazılmış Farsça “Hammamiyle” mısraları yer alır. Geleneksel Osmanlı mimarisiyle çelişmeyen, çifte hamamın camekanı büyük bir kubbeyle örtülmüştür. Erkekler ve kadınlar kısmı birbirine eşit büyüklüktedir. Zamanla caddenin yükselmesi nedeniyle, günümüzde birkaç basamak merdivenle inilir.
Ortasına İran Şahının hediyesi olduğu sanılan: muhteşem güzellikteki fıskiyeli mermer bir havuz yerleştirilmiştir. Hamamın soyunma odaları, camekanın üst katındadır. Camekan bölümünden ılıklığa geçilir. Ilıklık tonozla örtülmüş ve sonradan mekana dört keselik eklenmiştir. 1782 ve 1833 yıllarında iki büyük yangın geçiren hamam: ardından tamir edilerek şahıs işletmesine devredilmiştir ve vakıf özelliğini yitirmiştir.
Erkekler bölümünün önünde bulunması gereken mermer sütunlu kubbeli revakın bu yangınlardan birinde harap olduğu ve onarımlar sırasında kaldırıldığı tahmin edilmektedir. Hamam: hissedarları tarafından 2009 yılında işletmeciliğinin bitiminin ardından satışa çıkarılmış ve satılmıştır. Muhtemelen restorasyonun ardından turizmin hizmetine sunulacaktır.
MACAR KARDEŞLER CADDESİ
Saraçhane’den Fatih merkeze doğru uzanan caddeye “Macar Kardeşler Caddesi” denir. Balkan savaşı devam ederken, o sırada Avusturya-Macaristan devletinin yönetiminde olan Macar halkına bir sempati gösterisi olarak, caddeye Ağustos 1913 tarihinde “Macar Kardeşler Caddesi” ismi verilmiştir. Amaç: Türk asıllı Macarlarla ittifak kurmaktır. Bu cadde: Edirnekapı ve Vezneciler arasında uzanır ve Bizans döneminde, Mese caddesi olarak adlandırılan aksın üzerindedir.
Bu cadde üstünde bulunan yapılar şunlardır:
AMCAZADE HÜSEYİN PAŞA KÜLLİYESİ-TÜRK İNŞAAT VE SANAT MÜZESİ
Macar Kardeşler Caddesinin hemen başlangıcındadır.
Amcazade Hüseyin Paşa: Köprülüler soyundan gelmektedir. Yani: Köprülü Mehmet Paşa’nın kardeşi Hasan Ağanın oğludur. Bu yüzden Amcazade olarak anılır. Amcazade Hüseyin Paşa: Zenta Muharebesinde şehit olan Elmas Mehmet Paşa’nın yerine, Sultan II. Mustafa döneminde sadrazam olur ve bir süre sonra istifa eder. Ancak: son Köprülü olan Amcazede Hüseyin Paşanın ardından: onun Kanlıca daki ünlü Amcazade Yalısında: 1699 yılında imzalanan Karlofça Anlaşmasıyla birlikte, Osmanlı tarihinde Duraklama devri başlar.
Karlofça Anlaşmasıyla, büyük toprak kaybı söz konusu olmuştur. Beş yıl süren Sadrazamlık döneminde: iç düzeni sağlamaya, vergileri azaltmaya ve donanmayı yeniden kurmaya çalışmıştır. Ancak Sultan II. Mustafa’nın hocası Şeyhülislam Şeyh Feyzullah Efendinin yeniliklere karşı çıkması üzerine, kendi rızası ile 1702 yılında Sadrazamlıktan istifa etmiş, Silivri’deki çiftliğine çekilmiş ve 15 gün kadar süren hastalığının ardından orada ölmüştür.
Gelelim külliyeye:
Amcazade Hüseyin paşa, bu külliyeyi 5 yıllık sürecin ardından 1702 yılında tamamlattırır. Mimarbaşı İbrahim Ağa tarafından inşa edilmiştir. Bu tarihte: mimari de henüz barok başlamamıştı ve Osmanlı klasik mimarisi uygulanıyordu. Külliye: mescit, medrese, kütüphane, mektep ve sebilden oluşuyordu. Ancak hakim bina medresedir.
Bütün halinde güzel olmasına rağmen, ayrıntılar daha da güzeldi. Özellikle: türbelerin parmaklıkları, üst çıkmaları, mezarlar, ağaçlar, kuş evleri dikkat çeker. Medrese hücreleri: dershane, mescit ve kütüphane arasında kalan alanda, avluyu “U” şeklinde çevreler.
Burada 16 medrese hücresi vardır. Medrese hücrelerinin önünde: baklava başlıklı, yuvarlak kemerlerle birbirine bağlanmış üzeri kubbeli bir revak bulunur. Medrese hücreleri 4 x 4 metre ebatlarında, kare planlıdır ve üstleri küçük kubbelerle örtülüdür. Bu kubbeler birbirine eşit değildir, büyük olasılıkla değişik dönemlerde zarar gören yapının onarımı sırasında böyle bir durum oluşmuştur. Küfeki taşından, basık kemerli bir kapı ile içine girilen hücrelerin her birinin içinde, iki veya üç dolap nişi ve bir de ocak bulunur.
Dershane bölümü: kare bir mekanın içindeki sekiz kenarlı bir bölümün üstünü örten kubbeli bir yapıdır. Burası mescit olarak düzenlenmiştir. Üç taraftan 22 mermer sütunun çevrelediği bir revakla görkemli bir konumdadır. Bu revakların üstü kubbe, çapraz ve ayna tonozlarla örtülmüştür. Bunların da üstünü düz ve meyilli bir çatı örter. Girişin üstüne, koyu mavi zemine yaldızlı bir sülüsle bir kitabe konulmuştur.
Medrese avlusunun sağında dershane karşısında, iki katlı kütüphane vardır. Ampir üslubuna yakın kütüphanenin üstündeki 1755 tarihli kitabesinden öğrenildiğine göre 1755 yılındaki depremden sonra Amcazade Hüseyin Paşanın kızı Rahmiye Hatun tarafından tamir ettirilmiştir. Kurulduğunda 500 civarında kitaptan meydana gelen bir koleksiyona sahip olan kütüphanenin daha sonraki tarihlerde, yapılan bağışlarla zenginleştiği görülmektedir.
Ancak bunlar zamanla Süleymaniye Kütüphanesine devredildi. Günümüzde buranın kitapları Süleymaniye Kütüphanesinde, Amcazade Hüseyin Paşa Kütüphanesi adı altında muhafaza edilmektedir. Sıbyan Mektebi: Macar Kardeşler caddesine cepheli olarak 1702 yılında Amcazade Hüseyin Paşa tarafından yaptırılmıştır. Yapı, tuğla hatıllı kesme taştan dikdörtgen planlı bir yapıdır.
Cadde üzerindeki dört dükkan üstüne, fevkani olarak yapılmıştır. Külliyenin diğer yapılarıyla bağlantısı yoktur. Avluya bakan kısmı, yekpare küfeki taşındandır. Ancak 1896 yılındaki depremde yıkılmış ve yeniden yapılmıştır.
Yani, orijinal yapı değildir. Sadece: iki odayı birbirinden ayıran bölme duvarı üstünde, 19 yüzyıl ikinci yarısına tarihlenen stilize edilmiş “Muhammed” yazısı görülmektedir. Sıbyan mektebinin, avluya bakan yan duvarı üzerine: iki kuş köşkü yerleştirilmiştir. Amaç, burayı hareketlendirmektir.
Sebil: Macar Kardeşler ve Horhor caddesinin kesiştiği yerdedir.
Külliyenin yapılışından 40 yıl kadar sonra, buraya bir de çeşme eklenmiştir. Cümle kapısı yanındaki klasik üsluplu çeşme Şeyhülislam Mustafa Efendi tarafından yaptırılmıştır. Çeşme kitabesi: Hattat Mehmet Refi Mustafa imzasını taşır. Tarih ise 1739 dur.
Sebil ve mezarlığın madene şebeke parmaklıkları muhteşem güzeldir. Mermer yüzeylerde işçilik çok başarılıdır.
1702 yılında ölen Amcazade Hüseyin Paşa: külliyenin haziresinde gömülüdür. Hazire üç bölümlüdür. Amcazade Hüseyin Paşanın ölümünden sonra külliyenin idaresini ele alan kızı Rahmiye Hanımın mezarı da buradadır.
Külliye: 1718, 1755, 1872 ve 1896 yıllarında yangın ve depremlerde büyük zarar görmüş ve her seferinde tamir edilmiştir. Son defa 1940 yılında restorasyon yapılmıştır. 1966 yılında ise bazı değişikliklerle, bir müze binası haline dönüştürülmüştür. Günümüzde Vakıflar İnşaat ve Sanat Eserleri Müzesi olarak kullanılmaktadır.
İnşaat ve Sanat Eserleri Müzesi
Müzede: taş kitabeler, mezar taşları, çiniler, ahşap eserler, ölçü aletleri, dekoratif inşaat malzemeleri ve madeni eserler bulunur. Avlu açık hava müzesi olarak düzenlenmiştir. Müzede: çok sayıda Selçuklu ve erken dönem Osmanlı çinileri sergilenmektedir.
Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u fetih ettiğinde, Saraçhane’de esirleri izlerden, bir yerde, esirlerin zincirleri çözülür. Bu mucizenin ardından, orası kazılınca, bir Hıristiyan ermişin cenazesi ortaya çıkar.
Bu kişinin: İstanbul’da yattığı bilinen İsa’nın havarilerinden Andreas olduğu kabul edilir. Fatih buraya bir türbe yaptırır ve ona “Bukağılı Dede” yani “Zincirli Dede” ismi verilir. Bu efsane, 1891-1918 yılları arasında İstanbul’da bulunmuş Alman gazeteci Schrader tarafından kaleme alınmıştır.
Çünkü Schrader, olaydan 100 yıl sonra türbeyi ziyaret eder, türbenin 90 yaşındaki piri ile görüşür ve gerek Müslümanların ve gerekse Hıristiyanların türbeyi ziyaret edip adak adadıklarını öğrenir. Özellikle hapse düşenler, kurtulmak için bu türbeyi ziyaret ederek adak adarlarmış. Buralar eskiden “Bukağılı semti” olarak bilinirmiş. Günümüzde türbe yok, sadece Bukağılı Dedenin mezarı bulunuyor. 18 Sekbanlar Caminin şehitliğinde, ön sıradadır.
ARKEOLOJİ PARKI
Poliektos Sarayı
Burası: İstanbul’da Ayasofya’dan sonra en büyük Bizans yapısıdır. Yapı kompleksi: 2500 metre karelik alana yapılmıştır. 1204 yılında Haçlı-Latin işgali sırasında, şehirdeki diğer birçok yer gibi, burası da yağmalanır. Kaçırılan birçok değerli eser, günümüzde Avrupa’nın bazı yerlerinde görülmektedir. Bir zamanların büyük Bizans sarayı, günümüzde bir park içinde, çukur bir arazi üzerinde, kalıntı halde durmaktadır.
Yanından geçerken bu saray kalıntısı hemen fark edilmez. Çünkü: Bizans işi tuğla kemerler, kırılmış sütunlar, taş duvarlar ve dehlizler, yol kodundan biraz derinde kalmıştır. Bu saray kalıntılarında yapılan arkeolojik araştırmalar sonucu bulunan değerli parçaların bir kısmı Arkeoloji Müzesindedir. Kalan bazı mermer parçalar da, burada kalıntılar arasında görülür.
Ayios Poliektos Kilisesi
Anikia İuliana: 524-527 yılları arasında, Saraçhanede, Ayios Polieuktos kilisesini yaptırmıştır. Polieuktos: Malatya’da öldürülen Romalı bir askerdir.
Burada: kilisenin yapıldığı yer seçimiyle ilgili önemli bir ayrıntı gündeme gelmektedir. Anikia İuliana: soylu bir aileden gelir. İmparator II. Theodosius’un karısı Eudokia, Anikia’nın büyük annesidir. Polyeuktos kilisenin yapıldığı yerde, Eudokia zamanında yapılmış, daha küçük bir kilisenin bulunduğu, bu kilisenin Eudokia’nın sarayı ile bağlantılı olduğu bilinmektedir.
Eudokia’nın sarayı Anikia’ya geçtikten sonra: Anikia İuliana’nın yaptırdığı daha büyük kilisenin bu sarayın yakınında, eski kilisenin yerinde olması mantıklıdır. Ayrıca, bu bölge törenler ve ayinlerde kullanılan yol olan Mese üzerinde veya yakınlarındadır.
Gelelim Anikia İuliana’nın kimliğine: kendisi yukarıda söz ettiğim gibi Bizans imparatorluğunda soylu ailelerden birine mensuptu. Kocası önemli bir komutandı ve soy ağacına bakıldığında oğlunun taht üzerinde önemli hakkı vardı. Fakat kocasının askeri alandaki başarısızlıkları ve oğlunun tahta geçememesi, onun yerine soylu olmayan asker kökenli İustinanus’un tahta geçmesi, Anikia Juliana’nın ailesinin soyluluğunu kanıtlama ve sürdürme çabalarına sebep olur.
Anikia, bu amaçla, sadece büyük annesinden daha büyük bir kilise yaptırmakla kalmaz, aynı zamanda sağlık alanında da çeşitli yazılı çalışmalar yapılmasını sağlamıştır. Yapıldığı dönemde, şehrin en büyük kilisesi olan Polyeuktos kilisesini, Anikianın yaptırmasından hemen 10 yıl sonra, İmparator İustinanus, kendisine karşı çıkarılan büyük bir isyanı bastırdıktan sonra 5 yıl gibi kısa bir sürede Ayasofya’yı yaptırır.
Böylece Ayasofya, sadece İstanbul değil tüm dünyanın en büyük kilisesi olma unvanını uzun zaman taşımıştır. Polyeuktos kilisesi, bezemelerinde taşıdığı şiirde bahsedildiği gibi Süleyman Tapınağıyla, yaptıran Anikia İuliana ise Kral Süleyman ile özdeştirilmiştir. Bu yüzden: İmparator İustinanus’un Ayasofya’yı bitirdikten sonra “Ey Süleyman seni geçtim” demesi, Anikia İuliana’ya bir gönderme olarak kabul edilmektedir.
Devam ediyoruz. Bu kilisenin önemini anlamak için yine bir diyalogdan söz etmek istiyorum. Bir gün İustinanus, Anikia’dan bağış toplamak için Polyeuktos kilisesine gelir. İsteğini söylediğinde, Anikia başını kaldırıp yukarı bakmasını ister. İustinanus, yukarı baktığında tavandaki altın bezemeleri görür. Anikia, bütün servetini kiliseye harcadığını belirtir ama hemen ardından, İustinanus’un koluna girer ve onun parmağına bir yüzük takar. Bu yüzük, Anikia’nın atalarından miras kalan taht varisliğini simgeleyen yüzüktür.
İuliana, bu kiliseyi kendi sarayı yakınlarında inşa ettirmiştir. Ailesinin, servetinin ve sanat hamiliğinin kendisine kazandırdığı ün dışında, döneminin dini ve siyasi olaylarında da önemli rol oynamıştır. Emrinde çoğunluğu hadımlardan oluşan çok sayıda hizmetkarı bulunuyordu. Bugünkü Saraçhane’de bulunan konağında veya sarayında: dönemin bilim adamlarını, sanatkarlarını ve din adamlarını ağırlamıştır. Bu açıdan da kilisenin mimarlık anıtı olduğu düşünülüyor. Bu kilise: Bizans tarihinde önemli bir döneme tesadüf eder.
Çünkü: bir mimarlık anıtı olmanın ötesinde, iki büyük yapı olan Sergios Bakkhos ve Ayasofya kiliselerinden hemen önce inşa edilmiştir ve bu yapıların öncülü olarak dönemin mimari gelişiminin önemli bir göstergesidir. Alt yapı planından anlaşıldığına göre: ibadethane, kubbeli bazilika olarak inşa edilmiştir. Ayios Poliektos kilisesi 1964-1965 yılı kazılarında ortaya çıkarılmıştır.
Kurtarma çalışmalarındaki buluntulardan anlaşıldığına göre: buradaki bir çok parça, 1204 yılındaki Haçlı Latin işgali sırasında çalınarak Venedik şehrindeki San Marco bazilikasına götürülmüştür. Hatta sütun başlıkları ve payelerinin Venedik deki San Marco kilisesinin inşaatında kullanıldığı söyleniyor.
Gelelim günümüze: bu kilisenin temel kalıntıları, günümüzde İstanbul Belediye Sarayı yakınlarında görülmektedir. Peki kalıntılar nasıl bulunmuştur?
1960 yılında, bölgede yapılan Haşim İşcan Alt Geçidi temel kazısı sırasında bulunan buluntuların üstündeki yazıların: 10’ncu yüzyılda hazırlanmış bir antolojideki şiirle eşleştirilmesi sonucu, bu kalıntıların Anikia İuliana tarafından Melitene’de (günümüzdeki Malatya şehri) Hıristiyan inançları yüzünden şehit edilen Romalı asker Polyeuktos’a adanarak yaptırılan Polyeuktos kilisesine ait olduğu anlaşılmıştır.
Bu keşfin ardından: Arkeoloji Müzesi tarafından başlatılan kazılar, 1964-1971 yılları arasında sürdürülmüştür. Kazılarda bulunan kalıntılar Arkeoloji Müzesinde sergilenmektedir.
Ancak: 1204 yılındaki Latin Haçlı seferinde yağmalanan bazı parçalar San Marco Kilisesinde, Piazenta’da ve hatta Barselona Arkeoloji Müzesinde sergilenmektedir.
İstanbul Arkeoloji Müzesinde: kiliseye ait sütun parçaları, sütun başlıkları, niş parçaları ve tavus kuşu biçimli kemer parçaları gibi mimari ögelerin yanı sıra Meryem Ana ile çocuk ve aziz betimlemeli ikonalar, çeşitli heykel parçaları, gümüş kaşık, kemik ikona, sabun taşı, tunç ve kurşun haçlar, haç sarkaçlar, haç biçimli rölyefler, cam hamuru, ametist ve sedef kakma birimleri, kemik ve cam süs ögeleri bulunmaktadır.
Kazıların tamamlanmasından sonra: bölge açık bir arkeolojik park olarak tasarlanmıştır. Ancak bu alan bakım yapılmadan ve güvenlik önlemleri alınmadan terk edilmiş bir tarihi kalıntı olarak günümüze kadar varlığını sürdürmüştür. Bölgede kalıntılar hakkında bilgi veren herhangi bir tanıtım bulunmamaktadır. Ayrıca arkeoloji kotundan daha alçakta kalan, tel örgülerle çevrilmiş bu alan, daha çok çöplerin biriktirildiği ve acil ihtiyaçların giderildiği bir yer halini almıştır.
ÇANDARLI İBRAHİM PAŞA HAMAMI
1475 yılında inşa edilen İstanbul Saraçhanesinin beraberinde getirdiği ticaret hayatını destekleyecek yapılardan olan Çandarlı İbrahim Paşa hamamı da yine bu dönemde inşa edilmiş birçok yapı ile birlikte yıkılmıştır.
Saraçhane semtindeki bu hamamı yaptıran Çandarlı: İkinci İbrahim Paşa (1429-1499), idam edilen Çandarlı Halil Paşanın oğludur.
İbrahim Paşa: ilmiye sınıfına mensuptu. Amasya’ya kadı olarak gittiğinde, o dönemde henüz çocuk yaşta Amasya’da vali olan II. Beyazıt ile yakınlık kurdu ve lalası oldu. II. Beyazıt tahta çıktığında ise, Şehzade Ahmet’in lalası oldu.
1498 yılında ise sadrazam oldu. 1499 yılında İnebahtı seferinde öldüğü için sadrazamlığı kısa sürdü. Buradaki hamam yapısı: Eski Eserleri Koruma Kurulunun koruma kararına rağmen, 1956 yılında Atatürk Bulvarının açılması sırasında yıkılarak ortadan kaldırılmıştır.
Yapının 1494 tarihli vakfiyesine göre, yıllık 22.500 akçelik geliri olduğu söylenir. Hamam: inşa edildiği 1494 yılından yıktırıldığı 1956 yılına kadar bulunduğu kentsel alanda hizmet vermiştir. Ancak hamam hakkındaki kaynakların sayısı çok yetersizdir.
Daha fazla uzatmadan, burayı kapatıyorum, çünkü yıktırılıp yok edilmiş bu eseri görme şansımız yok.
EBU-L FAZL MAHMUT EFENDİ MEDRESESİ
1950 yıllarındaki yıkım sırasında, burası da yıkılıp yok edilmiş eserlerden birisidir. Medrese: İstanbul Belediye Sarayının hemen önündeki alanda bulunuyordu. Banisi Rumeli Kazaskerlerinden Mahmut Efendi, 1652 yılında ölmüştü.
Kitabesi bulunmayan medresenin 17 yüzyıl ortalarında yaptırıldığı düşünülüyordu. Bazı söylentilere göre, yıkım sırasında Mahmut Efendinin mezar taşının, Şehzade Camisi haziresine götürüldüğünü, ancak daha sonra yapılar araştırmalarda orada bulunmadığı görülmüştür.
Gelelim yapının önemine: Medrese, bölgenin önde gelen yapılarından biri olmuştur. Aynı alandaki beş büyük medreseden biridir ve mimari açıdan da en azından planın gösterdiği üzere, özenle tasarlanmış bir örnektir.
Medrese ve Sıbyan mektebi işlevleriyle bir eğitim yapısı, dükkanlarıyla da çevreye uyum sağlayan ve gelirini bu yolla elde eden bir ticaret yapısıdır. Türbesiyle ise, bir hayır yapısı imgesi taşımaktadır. Evet yapının bulunduğu yere, İstanbul Belediye Sarayı inşa edilmiştir.
ANKARAVİ MEHMET EMİN EFENDİ MEDRESESİ
Şeyhülislam Mehmet Emin Efendi, yapılmasını vasiyet ettiği medresenin inşasından 20 yıl kadar önce ölmüştür. Ölüm tarihi 1687 yılıdır. Yani 1686 yılında aldığı Şeyhülislamlık unvanını sadece 1 yıl korumuştur. Mehmet Emin Efendi, ilk derslerini bilim adamı olan babası Hüseyin Efendiden almış, eğitimine İstanbul’da devam etmiştir.
Doğduğu yer olan Ankara’ya özel önem göstermiş, cami, medrese, çeşme, hamam ve kervansaray gibi vakıf yapılarıyla Ankara şehrinin sosyal yaşamına katkıda bulunmuştur. Titiz, araştırmacı, cömert, adil ve mütevazidir.
Medrese: mimarlık tarihinde medrese tipolojisi ve medreseyi yaptıran Şeyhülislam Mehmet Efendinin bilim yaşamında oynadığı rol yönünden, İstanbul’un öncelikli yapıları arasındadır. Yüksek öğretime hazırlık niteliğinde dersler okutulan bir medresedir. Yani orta dereceli eğitimin son aşaması uygulanmaktadır. Medrese: konut alanları içinde ve büyüklü küçüklü kamu yapılarıyla birlikte, kendisine yer edinmiştir.
Taş ve tuğla dizilerinden oluşan duvar örgüsü, medreseyi mimari açıdan belirgin kılan özellikleridir. Medrese birçok başka yapı tarafından kuşatılmıştır.
Bu durum: öğrenci odalarının dışarıya kapalı olması ve sadece avluya dönük yönlerde pencere açılmasıyla ilgilidir. 1950’li yıllarda ise bu yapı değişmiş, Belediye Sarayının inşa edilmesiyle birlikte, medrese, gelip geçerken dikkatlice bakılmayınca algılanmayan, çevresiyle ilişkisiz, boşlukta duran bir yapı karakteri almıştır. Yeni düzenlemeler kapsamında, Belediye Sarayının inşaatına paralel olarak 1958-1960 yılları arasında onarılmış, ancak onarım yapının orijinalliğini bozmuştur.
1918 yılında medrese bir asker kışlası olarak kullanılmıştır. 1930-1940 yılları arasında medrese bir konut olarak kullanılmıştır. Yapı günümüzde “Kaşgarlı Mahmut Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı” merkezi olarak hizmet vermektedir.
TAYYARE ŞEHİTLERİ ABİDESİ
Anıt Külliyenin karşısında Fatih Parkı içindedir.
Anıt 1916 yılından bu yana, Saraçhane’de şehir algısındaki yerini korumaktadır. 8 Şubat 1914 tarihinden İstanbul’dan İskenderiye’ye yola çıkan ve hayatlarını kaybeden Fethi, Sadık ve Nuri Beylerin anısına dikilmiştir. Türk havacılık tarihinin bu ilk şehitleri için yapılan anıt: Abide-i Hürriyet anıtıyla birlikte, Osmanlı döneminde başka örneği olmayan alan anıtlarından biridir.
Anıtın temeli 2 Nisan 1914 tarihinde atılmış ve 1916 yılında tamamlanmıştır. Beyaz mermer ve bronzdan yapılmıştır. En büyük özelliği: kırık şekilde duran sütunudur. Ama bu kırık bilerek yapılmıştır ve yarım kalan bir görevi simgeler. Anıtın mimarı: ulusal mimarlığın önemli temsilcilerinden ve dönemin Sermimarı Vedat Tek’tir. Kendisi; Sirkeci’deki Büyük Postane binasını yapmıştır ve kendisine çağdaş Sinan denmektedir.
Anıt: köşelerinde bir ve her köşe arasında ise iki adet olmak üzere, toplam 12 figüratif eleman ve bordürlerle çevrili yeşil bir alanın ortasında yükselir. Yüksekliği 7.5 metredir. Anıtın kaidesi: dört köşesinde de klasik Osmanlı cephe mimarisinde çok sık kullanılan “kademeleşme” ile başlayıp, birer ulusal mimarlık biçimine dönüşmüş babalara sahip yüksek bir podyuma oturmaktadır.
Fatih Kaymakamlığına bakan cephesi ve simetriği olan cephelerde iki madalyon vardır. Madalyonlardan biri kitabeyi içerir. Diğer madalyon ise yolculuğu anlatan bir rölyef taşır. Bu rölyefte: uçağın kalkış yönünde Beyazıt Kulesi, Seraskerat giriş kapısı ve camileriyle İstanbul betimlenirken, sol köşesinde yolculuğun varış noktası olan İskenderiye, Piramitlerle tasvir edilmiştir. Kaide mermer bir halka ile sonlanır.
DÜLGERZADE ŞEMSETTİN HABİB EFENDİ CAMİİ
Macar Kardeşler Caddesine cephelidir.
Yapı: 1480 tarihinde yani Fatih Sultan Mehmet’in öldüğü yıl: Şemsettin Ahmet Efendi tarafından yaptırılmıştır. İnşa tarihi bilinmemektedir ancak yaptıranın ölüm tarihi 1482 yılı olduğuna göre, bu yıldan önce yaptırılmış olmalıdır.
Caminin vakfiyesinde: caminin tamamı veya bir kısmının “Can alıcı kilisesi” arsası üzerine kurulduğu, fakat o tarihte kilisenin kendisinin mevcut olmadığı yazılıdır. Zamanla harap olan caminin sonradan ilave edilen çatısı ve ahşap olan son cemaat yeri ve muhtelif zamanlarda yapılan tamirler sonucu orijinal hali kaybolmuştur.
Cami: 1974 ve 1981 yılları arasında Vakıflar İdaresi nezaretinde, yapıldığı devirdeki özelliklerine uygun olarak restore edilmiştir. Kubbesi ve son cemaat yeri yeniden yapılmış ve asıl hüviyetine kavuşturulmuştur. Ancak cadde üstüne denk geldiğinden, son cemaat yerinin bir bölümü yapılmamıştır. Caminin iki kapısı vardır. Bunlardan biri ana caddeye, diğeri arka sokağa bakar. Cami: klasik tarzda, kesme küfeki taşından yapılmış ve tek kubbelidir.
Son cemaat yeri, dört küçük kubbeyle örtülmüştür. Revaklar sonradan camekanla kapatılmıştır. Caminin sağ yanında bulunan taş minaresi, son derece kısadır. Minare tek şerefeli olup girişi son cemaat yerindendir. Caminin banisinin yeni kabir taşı, 1482 tarihlidir. Daha önce yan tarafta olan taş, yol açılırken mihrap önüne nakledilmiştir.
Su terazisi
İstanbul’da suyun kaynağı: rakımı yüksek tepelerdi. O alanlardan kemerler ve künklerle, su şehre getiriliyordu. Su kaynaklarından, şehre doğru doğal eğimle hareket eden su, şehir içinde, kulelere çıkartılıp yavaşlatılıyordu. Bu kulelere “su terazisi” deniyordu. Bu caminin kuzeyinde, hemen arkasında bir su terazisi vardır. Ancak günümüzde bu su terazisinin yerinde bir bina bulunduğu söyleniyor.
MİMAR AYAS CAMİİ
Fatih’i Şehzadebaşı’na bağlayan Macar Kardeşler Caddesinin Saraçhane alt geçidi ile kesiştiği yere yakındır.
Fatih Camii mimarlarından olan Mimar Atik Mimar Ayas bin Abdullah tarafından yaptırılan bu camide, İstanbul’un eski müftülerinden Ali Yekta Efendi: 22 yıl imamlık yapmıştır.
Cami 1475 yılı yapımıdır. Vakıf şartı gereği, vakıf evladı kalmayınca mütevellilik, Mimar Ayas Cami imanına geçtiğinden, vakfın adı vakıf şahsiyeti kaydında Mimar Ayas Mescit-i Şerifi Vakfı olarak geçer. Mescit: 1695 yılında büyük bir yangın sonucu hasar görerek tahrip olur, kullanılmaz hale gelir. Hassa Mimar Mehmet Dede bin İshak tarafından caminin tamiri yapılır.
Mehmet Ağa, minber koydurarak mescidi camiye dönüştürmüştür. 1896 yılında, Hacı Ali Ağa tarafından onarımdan geçirilmiştir. Cami 1957 yılında imar faaliyetleri sırasında, Belediye tarafından yıktırılmıştır. Zaten 1948 yılından itibaren cami imamsız ve kadrosuz halde boş bırakılarak yıkıma terk edilmişti. Evet, maalesef günümüzde bu tarihi camiyi görmek mümkün değil, bu yüzden konuyu daha fazla uzatmıyorum.
İSKENDER PAŞA CAMİSİ-TERKİM MESCİDİ
Sarıgüzel caddesi üzerindedir. Caminin diğer ismi, bu civarda bulunan Yeniçeri kışlasından dolayı Terkim Mescididir. Cami, mahalleye adını vermiştir.
Banisi: Sultan II. Beyazıt vezirlerinden İskender Paşa’dır. Cami 1505 yılında inşa edilmiştir.
Kare planlı, tek kubbeli ve tek minarelidir. Kıble pencereleri renkli, kürsüsü mermerdir. Avlunun çevresinde kurs odaları ve ortasında yeni yapılmış zarif bir mermer şadırvan vardır. Son cemaat yerinde kemerleri taşıyan dört sütun ve köşelerinde kabartma kuşlu monogram bulunan başlıklar Bizans devrinden olup devşirmedir. Ancak tamirden sonra bu başlıklar taraklandığından orijinalliğini kaybetmiştir.
Bunlara dikkatlice bakıldığında kuşların göğüsleri görülür. Kapı kemerleri geçmeli beyaz, siyah ve pembe mermerdir. Kemerin hemen üstünde boya ile 1756-57 tarihi yazılıdır ve bundan başka kitabesi yoktur. Bütün pencerelerin çevresi, mavi zemin üzerine beyaz rengin hakim olduğu kalem işleriyle süslenmiştir. Kubbe göbeğinde ayetler yazılıdır. Bunların çevresi de kalem işleriyle süslenmiştir. Minarenin mukarnas süslemeli şerefesi, özenle süslenmiştir. İskender Paşa, 1506 yılında vefat etmiştir. Ancak memleketi Vize’ye bağlı Çakallı köyünde kendi yaptırdığı mescidin yanına gömülmüştür.
Cami 1756, 1887, 1945 ve 1956 yıllarında onarılmıştır. En son olarak 1999 depreminde kubbesi ve minaresi hasar görmüş ve onarılmıştır. Caminin solundaki bahçede, ufak bir hazire ve uzun süre bu caminin imamlığını yapan son dönem Naşkibendi şeyhlerinden Mehmet Zait Kotku’nun adını taşıyan bir aş evi bulunmaktadır. Cami mimarisi ve tarihi öneminden çok, Nakşibende tarikatının en kalabalık olan kolunun karargahı olarak tanınır.
FENARİ İSA CAMİSİ-KONSTANTİNOS LİPS KİLİSESİ
İskender Paşa camisinden sonra, Halıcılar caddesinden yürüdüğünüzde, Vatan caddesine ulaşılır ve yapı bu cadde üstündedir. Eski Lunapark gazinosu yakınlarındadır.
Burada daha önce Bizans döneminde Konstantinos Lips kilisesi bulunuyordu. Bu kiliseden önce ise, burada geç Roma dönemine ait bir mezarlık bulunuyormuş. Konstantin Lips isimli kişi: gerçekten yaşamıştır. Bir amiraldir ve İmparator Bilge Leo ve Konstantin Poryhyrogenitos zamanında sarayda çalışmıştır. Kilise yapısı, tıpkı Pantokrator gibi, değişik zamanlarda çeşitli eklentiler yapılan bileşik bir yapıdır.
İlk kilise-Kuzey kilise-Theotokos kilisesi
İlk kilise: İmparator VI Leo (886-912) döneminde, 907 yılında İmparatorlukta yüksek bir makamda bulunan (Amiral) Konstantinos Lips tarafından yaptırılmış ve “Theotokos Panachrantos” (Tanrının kusursuz annesi) ne adanmıştır. Apsis çıkıntısının üstündeki Grekçe kitabede, kilisenin Meryem’e sunulduğu belirtilir.
Yani Konstantinopolis şehrinin en büyük kurumlarından biridir. Yapımında, eski bir Roma mezarlığındaki mezar taşları kullanılmıştır. Ortodoks azizlerinden Aya İrini’nin kutsal emanetleri burada saklanmıştır. Bu kilise, günümüzde kuzeye bakan kanadı oluşturur.
Bu bölüm: o dönem mimarisinde pek rastlanmayan şekilde inşa edilmiştir. Ana binanın dört köşesinde ve tam ortasında birer kolon bulunur. Bu yapı tarzı, Konstantinopolis şehrinde ilk defa burada uygulanmıştır. Yapı: Orta Bizans döneminin yaygın plan tipi olan “Kapalı Yunan Haçı” formundadır. İç kullanım alanı 13 x 10 metredir.
Yani, kilisenin boyutları küçüktür. Ancak o dönemde, nüfusa yetecek boyutlarda tasarlanmıştır. Yine bu bölümdeki en büyük özellik: kubbenin dört tarafında, dört küçük şapel bulunmasıdır. Bu özellik başka hiçbir Bizans kilisesinde görülmez. Kuzey kilisesi, muhtemelen İstanbul’daki Orta Bizans heykel süslemelerinin en büyük ve en seçkin koleksiyonunu sunuyordu. Süs repertuvarını oluşturan: yeşillikler, palmetler, fantastik bitkiler, rozetler, haçlar, tavus kuşları ve kartallardan oluşuyordu.
İkinci kilise-Güney kilise-Prodromos kilisesi-Perambulasyon
13’ncü yüzyıla gelindiğinde ise: 1282 yılında İmparator Mihail Paleologos’un eşi Theodoro: imparatorun ölümünden bir süre sonra burayı Paleologos hanedanının mezarlığı haline dönüştürmek istemiş ve günümüzde güney bölümde görülen kiliseyi Yahya Peygamber adına yaptırmıştır. Kuzeydeki kiliseye hiç dokunmamış, adeta kuzeydeki kilisenin yanına ikinci bir kilise gibi yaptırmıştır.
İmparatoriçe, burada bir kadın topluluğu kurdu ve burada sayısı elli civarında olan Typikon rahibeleri vardı. Bu rahibelerden 30’u günlük dua ve hizmetlerde çalışırken, geri kalan 20 kişi, ev işlerinden sorumluydu. Ayrıca: bedensel hastalıkların tedavisi için, manastırın yanında, kendi ücretli personeline sahip, 12 yataklı bir hastane yapılmıştı. Kilisenin mezarlığında gömülü olanlar arasında: İmparatoriçe Teodora, oğlu Konstantinos, annesi, kızı ve diğer bazı seçkin kişiler vardır. Zaten, buraya imparatorluk hanedanının üyelerini gömme geleneği, 15’nci yüzyıla kadar sürmüş, hatta şehrin fethinden sonra bile devam etmiştir.
Kuzey bölümdeki kilise: 10 yüzyıl Bizans mimarisinin özelliği gereği, kilisenin duvarları tuğla ve taş bloklardan yapılmıştır. Bezemede kullanılan keromaplastik bazı tuğlalar özel olarak imal edilmişti. Tuğlalar, kalın bir harç tabakası kullanılarak birleştirilmiştir. Doğu cephesindeki tuğla bezemelerle “Palaelogoslar dönemi” mimarlığının en önemli yapılarındandır.
Ayrıca, yine Bizans döneminin sonlarında ortaya çıkan “dehlizli plan tipi” nin en güzel örneğidir. Ayinlerin yapıldığı naos bölümünde, iki sıra pencere bulunur. Dört yanda: kubbeye dayanak görevi yapan dört çatı duvarı vardır. Sekiz pencereli kubbe, bunların üstüne yerleştirilmiştir. Özgün süslemelerden, günümüze sadece dört merkez taşıyıcı kolondan üçünün dibindekiler kalmıştır. Ayrıca pencere kenarlarında ve kubbe kasnağında da Bizans döneminden kalma, dekoratif süslemeler göze çarpar.
Kuzey ve Güney kiliselerini batı ve güneyden saran L biçimli Paraklesion bölümü, 14’ncü yüzyılda eklenmiştir. Bunun içinde 22 tane lahit vardır.
Osmanlı dönemi-Camiye dönüşüm
1453 yılından sonra, manastır, Fenari ailesine geçmiştir. 1460-1480 yılları arasında: Sultan II. Beyazıt döneminde, güney kilisesi olarak adlandırılan bölüm, Molla Alaeddin Ali Fenari tarafından mescide daha doğrusu bir zaviye yani derviş tekkesine dönüştürdü. Bu sırada, iç dekorasyonlar, büyük ihtimalle sıvandı ve badanalandı. Yapının güneydoğu bölümüne bir minare eklenir. Yarım kubbelerden biri, mihraba dönüştürülür.
Medreseye ise, baş hatiplerden biri olan İsa Efendinin ismi verilir. Mescit 1633 yılında büyük bir yangın sonucu yanarak yok olur. 1636 yılında Sultan IV Murat zamanında ise onarılır. Bu onarım sırasında: kuzey kilise bölümü Halveti tekkesine çevrilir. Kolonlar payandalarla desteklenir, iki kubbe baştan inşa edilir ve duvarlardaki mozaikler sökülür.
Manastır hücreleri, tekkeye çevrilir. 3 yıl sonra: geriye kalan iç dekorasyon kaldırıldı ve kubbeli ve yapısal destekleri yenilendikten sonra, Sadrazam Bayram Paşa tarafından mescit, normal bir cami olarak restore edilerek kullanılmaya başlandı. Eski kuzey kilise, tekke oldu. 1782 ve 1917 yılları arasındaki yangınlar sonucu bina yine hasar gördü.
Cumhuriyet Dönemi
Cumhuriyet döneminde, 1929 yılında burada yapılan kazılarda; süslü oyma plaklar, kornişler, archivolts, heykelsi kartallar, kakma plakaları ve sırlı çiniler bulunur. Ama özellikle St Eudokia’nın 10’ncu yüzyıldan kalma komple bir simgesi ilgi çeker. Çini ve geometrik süslemelerle boyanmış sırlı fayans, 10’ncu yüzyıla aittir ve büyük ihtimalle, kenarlar ve çerçeveler olarak kullanılmıştır. Tüm buluntular Arkeoloji Müzesine kaldırılır. Aynı kazılar sırasında 22 tane de lahit bulunur.
Yapı: 1947 yılında Ayasofya Müzesine bağlanır. 1960 yılında geniş kapsamlı bir restorasyon yapılır. 1967 yılında yeniden ibadete açılır. 1970-1980 yılları arasında kapsamlı bir restorasyondan geçirilir. Yapı: günümüzde cami olarak hizmet vermektedir. Yakın geçmiş ve günümüzdeki tüm onarım, koruma ve süsleme işleri: Molla Fenari İsa İlim Kültür ve Hizmet Vakfı tarafından yapılmaktadır.
Günümüzde, asırlardır yağmur sularının caminin üstünden toprağa dökülmesini sağlayan taş olukların çoğu kırıktır. Bu kırık veya sağlam tüm taş su oluklarından, aşağıya binanın zeminine kadar plastik su boruları döşenmiştir. Bu taş oluklar ve kubbelerin üzerindeki çatlaklar beton sıvalarla örtülmüştür. Binanın estetik yapısını bozan, caminin önüme yapılan şadırvanın üstü plastik duralitle kapatılmıştır.
Caminin arkasında ise, küçük bahçenin yanına 2 katlı beton bir bina ve onun karşısına umumi tuvalet yapılmıştır. Anıtlar Kurulu, vakfa yazı yazarak gerek beton binanın ve gerekse tuvaletin yıkılmasını istemesine rağmen, buna uyulmaması, tarihi eserlere verilen önemin en büyük kanıtı olarak görülmekte olup, unutmamak gerekir ki, bu eseri bizler de gelecek nesillere aynı şekilde aktarmak zorundayız.
ŞAH HUBAN SULTAN TÜRBESİ VE SIBYAN MEKTEBİ
Molla Gürani Mahallesi, Gurebe Hastanesi Caddesi üzerindedir.
Türbe Sinan yapıları arasında geçse de mektep ile ilgili bilgi yoktur. Mektep binası, planı gereği 16 yüzyıl yapısıdır ve kubbeli iki mekandan oluşur. Bu iki mekan yazlık ve kışlık olarak ayrılır. Şah Huban Sultan: Yavuz Sultan Selim’in kızı ve Kanuni Sultan Süleyman’ın kız kardeşidir. Gaddarlığı ile ünlü, Lütfi Paşa ile 1523 yılında evlendirilmiştir. Lütfi Paşa, 1539 yılında Sadrazam olur. Lütfi Paşa: bir fahişeye ceza olarak cinsel organını dağlatmış (bir rivayete göre ustura ile oydurmuştur) ve sonra idam ettirmiştir, Şah Huban Sultan böyle bir cezanın İslamiyet’e aykırı olduğu için buna isyan eder ve çıkan kavgada, Lütfi Paşa, karısına tokat atıp hançer çekince, Padişah olan Kanuni Sultan Süleyman onu azleder ve 1541 yılında kız kardeşinden boşatır.
Lütfi Paşa, Dimetoga’ya sürgüne gönderilir. Ardından Şah Huban Sultan: Konya’ya yerleşerek dini bir hayat yaşamaya başlar ve Merkez Efendi’ye katılır. Hatta Mevlanakapı semtinin dışındaki tekkeyi de yaptırır. Yani bazı kaynaklara göre Mevlevi ve bazı kaynaklara göre ise Merkez Efendinin müridesi olmuştur. 1572 yılında ölür. Ancak cenazesinin gömüldüğü yer bilinmemektedir.
2013 yılında, Yavuz Sultan Selim camisi avlusunda bulunan Ayşe Hafsa Sultan türbesinde yapılan restorasyon çalışmaları sırasında, Ayşe Hafsa Sultanın kabrinin hemen yanında yeni bir kabir bulundu. Bilim adamları tarafından yapılan incelemede, bu kabrin 1572 yılında vefat eden ve üvey annesi Ayşe Hafsa Sultanın hemen yanına gömülen Şah Sultana ait olduğu belirlendi. Yavuz Sultan Selim’in türbesinin yanındaki Şah Sultanın türbesi: bahçe içinde ve sekizgen bir yapıdır.
Türbenin hemen yanında, Mimar Sinan tarafından inşa edilen medrese bulunmaktadır. Çok güzel mimarisiyle dikkat çeken okul, günümüzde akıl hastaları için klinik olarak kullanılmaktadır.
HÜSREV PAŞA TÜRBESİ
Hüsrev Paşa Sokağında, Balipaşa semtinde, Bali Paşa camisi karşısında evler arasındadır.
Boşnak asıllı Hüsrev Paşa: kaynaklarda korkusuz ve pervasız oluşu nedeniyle “Deli” ve “Divane” gibi lakaplarla da anılır. Suriye Halep valisi iken, 1532 yılında, Mimar Sinan, onun için Halep şehrinde ilk ciddi eseri olan bir cami yapar. Halep şehrindeki Hüsreviyye cami ve külliyesinin yapım tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Hüsrev Paşa: Bosna Hersek ve Rumeli Beylerbeyi olarak görev yapmıştır. 1541 yılında Sultan I. Süleyman döneminde vezir olmuştur.
1542 yılının Mart ayında, Divanda tartıştığı Sadrazam Hadım Süleyman Paşa yüzünden, görevinden azledilir ve bu aşağılamayı hazmedemez, evine kapanıp kendisini açlığa mahkum ederek, 17 gün sonra 1542 yılında ölür. Hüsrev Paşanın buradaki türbesi 1542 yılı ve Mimar Sinan yapımıdır. Mimar Sinan’ın ilk yıllarına aittir. Türbesi civarında mektebi, çarşısı ve çeşmesi de vardır. Türbe, o zamana kadar sadrazamlık makamına yükselememiş vezir türbeleri arasında, en süslüsü ve gösterişlisidir. 1545 tarihli kitabesinde “Mezar-ı Hüsrev Paşa rahmetullahi aleyh” yazısı bulunmaktadır.
Paşanın ölüm tarihi 1544 olarak bilindiğinden kitabede yazılı 1545 rakamı şaşırtıcıdır. Dış mimarisi ve o dönemdeki türbelerde pek görülmeyen derecede gösterişli ve zengin süslemelerle bezenmiş olan türbenin, ilk yapıldığında bazı kalıntıların gösterdiği gibi, iç duvarları da muhtemelen çinilerle kaplıydı. Kubbedeki kalem işi nakışlar ise geçen yüzyılda yapılmıştır. İçeride kubbeye geçiş mukarnaslı bir korniş şeridiyle sağlanmıştır.
Sinan’ın çok daha ünlü kişiler için yaptığı türbelerin sadeliği görüldüğünde, bu yapının gösterişli oluşu hayret uyandırmaktadır. Burada, Sinan, dış süslemeye önem vermiş, fakat daha sonra bundan vazgeçmiştir. Türbe: Osmanlı dönemi boyunca büyük yangın felaketlerinden etkilenmiş ve zarar görmüştür. Son olarak 1918 yılındaki bir yangında türbe tekrar alevler arasında kalarak hasar görmüştür. 1950 yılında restore edilmiştir. Türbe sekizgendir. Her köşede ince sütunlar vardır. Kubbe tambur üstüne oturur.
Kubbe ve ana gövde arasında, saçak işlemeler ilgi çeker. Yani özellikle binanın tepesindeki taş işçiliği çok güzeldir. Kubbenin ortasında kalem işi bir madalyon vardır. Birbirine geçen taşlardan oluşturulan kemerin altındaki giriş kapısı, iyi durumda değildir. Türbe içinde: Hüsrev Paşa, İlyas Reis ve Hızır Reis gömülüdür. Ancak: iç kısımda hiçbir mefruşat ve sanduka kalmamıştır. Çünkü iç kısımdaki sandukalar bir yangın sonucu yanmıştır. Ancak paşanın sandukasının mermer şebeke ile kaplı olduğu günümüze gelen izlerden anlaşılmaktadır.
Sonuç olarak, türbe: taşlarını kavurup kemiren, zengin süslemesini, ahşap kapı ve pencere kanatlarını tahrip eden yangınlara ve nihayet yıllarca süren ilgisizlik ve bakımsızlığa rağmen, Osmanlı dönemi Türk mezar mimarisindeki müstesna yerini korumaktadır.
BALİ PAŞA CAMİ-HÜMA HATUN CAMİİ
Hüsrev Paşa türbesinden kuzeye doğru yürüyün, Bali Paşa Sokağına vardığınızda burada Bali Paşa Camisini görebilirsiniz. Akşemsettin Mahallesindedir. Burası: İstanbul’un en klasik mimari eseridir.
Yani Bali Paşa Mahallesine ismini, semtin en gözde eseri olan Bali Paşa Camisi vermiştir. Ancak camiye “Hüma Hatun Camisi” de denir. Yazının hemen başında belirtmek isterim ki, Bali Paşa camisinin yapılış tarihi son derece karışıktır.
Hüma Hatun: bu yapıyı kocası “Bali Paşa” adına yaptırmıştır. Ancak bir varsayıma göre: Hüma Hatun, Sultan II. Beyazıt’ın kızıdır ve camiyi 1504 yılında yaptırmıştır. Diğer varsayıma göre: Hüma Hatun, İskender Paşanın kızıdır ve camiyi 1548 yılında Mimar Sinan’a yaptırmıştır.
Yani: Antalyalı Bali Paşa: ya Sultan damadı ya da İskender Paşanın damadıdır. Hatta, bir söylentiye göre ise: cami inşaatı Bali Paşa tarafından başlatılmış, kendisinin 1495 yılında ölümü üzerine, zevcesi Hüma Hatun tarafından tamamlanmıştır.
Bu varsayımları tetikleyen en büyük etken: giriş kapısının sağındaki kitabede yazılı olanlardır ki, burada caminin Sultan II. Beyazıt’ın vezirinin damadı Bali Paşa tarafından yaptırılmıştır.
Gelelim Hüma Hatun’a: bir varsayıma göre Sultan II. Beyazıt’ın kızı ve diğer bir varsayıma göre ise Sadrazam İskender Paşanın kızıdır. Caminin yapılış tarihi konusunda da çelişkiler vardır. 1504 yılında yapıldı ise, caminin mimari kitabesinde yazılı olduğu gibi, Mimar Sinan olamaz.
Çünkü: Mimar Sinan o tarihte henüz 14 yaşındadır ve İstanbul’a bile gelmemiştir. Bu durumda, caminin mimarı Mimar Acem Ali’dir.
Ancak cami ileri ki yıllarda Mimar Sinan tarafından esaslı bir onarımdan geçirilmiştir ve bu yüzden camiyi yapan olarak Mimar Sinan ismi geçmektedir. Hatta: 1509 yılında küçük kıyamet denen İstanbul’daki büyük depremde bütün yapılar gibi, burası da hasar görmüş ve yine büyük olasılıkla Mimar Sinan tarafından onarılmıştır.
Hatta, yine bir çelişki: caminin son cemaat yeri alınlığında yapım tarihi olarak 1494 yılı yazılıdır. Eğer bu tarih doğru ise, Bali Bey: Kanuni Sultan Süleyman döneminin meşhur ismi Malkoçoğlu Bali Beydir.
Gelelim caminin mimari özelliklerine: yapı: tamamen kesme taştan yapılmıştır. Tek minaresi: sağ yandadır ve şerefesi mukarnas süslüdür. Taştan yapılmış olan minarenin gövdesini süsleyen çubuklarda, Mimar Sinan’ın sanat izlerini sezmek mümkündür. Zaten sadece Mimar Sinan eserlerinde, minarede çubuklu gövde görülür. Beş kemerli son cemaat yeri, altı sütun üzerine oturmuştur ve başlıkları çok güzeldir.
Sağır kubbe 12 metre çapındadır. Dıştan daha alçak bırakılan sekiz köşe bir kaideye oturur. Kubbe çevresi ayet ve hadislerle bezelidir. Giriş kapısının sol ve sağ yanındaki mukarnas süslü niş mihrabiyeler çok zariftir. Caminin son cemaat yeri, mahfil kapısı alınlığında taşa işlenmiş 22 satırlık kısmen Arapça vakfiye bulunur.
Bu belge, İstanbul’da taşa işlenmiş dört vakfiyeden biri olarak önem kazanmaktadır. Caminin minberi 1935 yılında başka bir camiden taşınmıştır, mermerden, mihrabı alçıdandır. Ahşap olan kürsüsü, Ayasofya camisinin müze olmasıyla oradan gelmiştir. Ayasofya’dan şamdanlar da getirilmiştir. Sol yanda, sekizgen ve sekiz sütunlu mermer şadırvanın üstünü kurşun çatı örter.
Kaynaklarda caminin yanında bulunduğu bildirilen, kurucusu Bali Paşa ve zevcesi Hüma Hatun’a ait türbe ve mezar taşları ise günümüzde yoktur. Sadece, soldaki duvarın açıklığında 6 metre kadar uzunluğunda bir temel kalıntısı bulunmuş olup, bunun adı geçen türbeye ait olduğu düşünülmektedir. Hazirede geç dönemlere ait 10 kadar kabir bulunmaktadır. Daha önce yaptırılan şadırvan da yok olmuştur. Bunun temeline de avlunun toprak tesviyesi sırasında rastlanmıştır.
1633 yılındaki yangında cami hasar görmüştür. Ancak en büyük tahribat, 1893 yılındaki büyük depremde olmuş, caminin büyük kubbesi tamamen çökmüş, son cemaat yerinin beş bölümünü örten beş küçük kubbe ve bunları taşıyan kemerler de yıkılmıştır. 1918 yılında, Fatih yangınında da caminin çevresi tamamen boşaltılmış ve yapı uzun yıllar harabe halinde kalmıştır. Bu esnada caminin üstü de açık kaldığından, iç süslemeleri ve eşyası yok olmuştur.
Bugün görülen kalem işi işlemeler, o yıllarda yapılmıştır. 1935 yılında kurtarılması çalışmaları başlamış, ana kubbesi yapılmış, fakat son cemaat yeri olduğu gibi bırakılmıştır. Yıkılan kubbenin yerine yenisi, betonarme olarak yapılmış, ancak kubbeye bir yükseklik verilerek binanın devri ve üslubu bozulmuştur. Ayrıca alçıdan bir mihrap yapılmıştır.
Ancak 1965 yılından sonra son cemaat yeri, Vakıflar İdaresi tarafından tamamlanmış, orijinalliğini kaybetmiş ve günümüzdeki şeklini almıştır. Son restorasyonda çevre duvarları ve şadırvan da ilave edilmiştir. Yapını sol tarafındaki kuş evini görün. Günümüzde ibadete açıktır.
HADİM MESİH MEHMET PAŞA CAMİİ-MESİH ALİ PAŞA CAMİİ
Eski Ali Paşa ve mütercim Asım Sokaklarının birleştiği yerdedir. Halk arasında “Mesih Ali Paşa” diye de bilinir ve cami “Mesih Ali Paşa” camisi olarak da tanınır. Niye bu isim geçmektedir? Bu civarda Hadım Atik Ali Paşa camisi olduğundan ve caminin önünden geçen Eski Ali Paşa isminden dolayı, bu caminin ismi bazı kitaplarda Hadım Ali Paşa camisi olarak da adlandırılmaktadır.
Bulgar asıllı Mesih Mehmet Paşa: Hadım ağası iken devlet adamlığına atanmış ve 5 yıl sürdürdüğü Mısır valisi olduğu dönemde yaptığı zulüm ile ün salmıştır. Sultan III. Murat zamanında, kısa bir süre sadrazamlık yapmıştır. Bu camiyi de, bu sırada yaptırmıştır. Ayrıca, Laleli’deki Mirelaion kilisesini de camiye çevirmiştir. 1592 yılında İstanbul’da ölmüştür.
Klasik dönem yapısı, 1585 yılı yapımı caminin mimarı bilinmemektedir. Mimar Sinan’ın eserlerinin anlatıldığı kayıtlarda bu caminin adı bulunmaktadır, ancak caminin inşaatında, Sinan’ın öğrencisi Davut Ağanın büyük katkıları olduğu bilinmektedir. O dönemde: bazı değişik mimari eserler gibi, bunun da ilginç bir planı vardır. Caminin bulunduğu yerde, daha önce Vezir Hasan Paşanın yaptırdığı bir mescit vardır.
Mehmet Paşa: Hasan Paşa ile anlaşarak, mescidi yıktırır ve yerine bir mescit yaptırır. Hasan Paşanın mescidi, Karagümrük semtine nakledilir. Hasan Paşa: bu caminin haziresindeki kabrinde yatmaktadır. Zaman içinde harap olan mescit, 19’ncu yüzyılda Sultan II. Abdülhamit’in fetva Emini Hacı Nuri Efendi tarafından yeniden yaptırılmış, Muhzir Mehmet Efendi tarafından minberi konularak cami haline getirilmiştir. Cami: eğimli bir zemine oturduğu için, avlunun mihrap kanadı, dükkanlar yapılarak yükseltilmiştir. Ayrıca, binanın kendisi de bir hayli yüksektir. Duvarları kagirdir.
Bütün duvarlar çinilerle kaplanmıştır. Mihrap ve minber, Kütahya çinileriyle süslenmiştir. Ancak: mihrabın her iki yanındaki duvarlar boştur, çünkü çinileri çalınmıştır. Avlunun ortasında: her zaman görmeye alışık olunan şadırvan yerine, Mesih Mehmet Paşa’ya ait olduğu söylenen bir türbe görülür. Bu yüzden, abdest muslukları, revağın yanındadır. Son cemaat yeri: iki revaklıdır, ancak dıştaki revak yıkılmıştır. İç mekanda çok az pencere bulunması nedeniyle karanlık bir cami olarak öne çıkar.
Dolayısıyla herhangi bir şey taşımayan bir sıra sütun durur. Son cemaat yeri, çoğu zaman olduğu gibi, beş gözlüdür. Altı adet granit sütunla beş göze ayrılmıştır. Kayyım ve müezzin odaları da avlunun iki köşesindedir. Demir iskeletli ve 12.80 metre çapındaki kubbe: dörtgen içinde, sekizgen desteklidir. Düzenlemesi ilginçtir. Yan galeriler, duvarlarla ayrılmıştır ve bunlarda içeri bakan pencereler vardır. Mihrap tarafındaki çiniler oldukça güzeldir. Tek şerefeli minarenin gövdesi, tuğladan örülmüş olup, üzeri çimento ile sıvanmıştır. Şerefe korkulukları demir kafeslidir, külahı ilgi çeker.
Yukarıda belirttiğim gibi, avludaki türbe açık bir türbedir. Sekizgen planlıdır ve mermerden inşa edilmiş, demir parmaklıklardan sekiz pencere yapılmıştır. Türbenin, Paşanın ölüm tarihi olan 1592 yılında yapıldığı tahmin ediliyor. Türbenin hemen yanında, birkaç basamakla inilen aşağıdaki sette, abdest muslukları bulunuyor. Osmanlı mimarisinin klasik devrine ait bu eser, 1894 yılındaki depremde büyük hasar görmüş ve 1935 yılında restorasyondan geçirilmiştir. Özellikle bahçesi çok güzeldir.
PANTOKRATOR KİLİSESİ-ZEYREK CAMİİ
Atatürk Bulvarı boyunca aşağıya doğru yüründüğünde, SGK binasını geçtikten sonra burası görülür. Haliç’e hakim bir tepe üzerinde, teraslanmış ve düzleştirilmiş bir arazi üzerinde kurulmuştur.
Yazının hemen başında belirtmek isterim ki, burası 1986 yılında UNESCO tarafından “Dünya Kültür Mirası Listesi” ne dahil edilerek koruma altına alınmıştır. İstanbul’da, Ayasofya’dan sonra ayakta kalarak günümüze gelen en büyük kilisedir. Söylenenlere göre: Bu manastır: “Oniki Havari Kilisesi” bodrum katında mezar için yer kalmayınca telaşlanan İmparator Comnenos ve Eşi İrene tarafından yaptırılmıştır. Pantokrator kelimesi: İsa’nın yaratıcı ve kurtarıcı özelliklerini birleştiren “Evrenin efendisi” demektir. Bu manastır kompleksinin Patrikhaneye değil, doğrudan İmparatora bağlı olması, özel önemini gösterir.
Kilise: iki kilise ve ortalarındaki bir şapelden oluşur. Ayrıca: ruh bazı kayıtlara göre göz hastalıkları hastanesi, normal hastane ve yaşlılar için bakım evi vardır. Yani burası bir kompleks yapıdır. İmparator ve imparatoriçe: manastıra çeşitli yerlerde, pek çok arazi ve mülk vakfettiler.
Bünyesinde 700 rahip bulunduğu rivayet edilen manastırın vakıfları arasında, Marmara çevresinde birçok manastır vardı ve bunlar kendi ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra, gelir fazlasını panktokrator’a göndermek zorundaydılar. Manastırın sahip olduğu araziler ise: Makedonya’da, Trakya’da, Batı Anadolu ve Ege denizi adalarında bulunuyordu.
İlk Kilise-Güney kilise
Buradaki manastır kompleksi: kilise, kütüphane ve hastaneden oluşur. 1118-1124 yılları arasında, İmparator II. Kommenos’un eşi Macaristan Kralı Ladislavus’un kızı İrene tarafından yaptırılmıştır. Kilise “Hristos Pantokrator” yani “Her şeye kadir İsa” adına yaptırılmıştır. Ancak mabedin tamamlanmasını göremeden 1124 yılında öldü. Yarım kalan inşaat, yani yaşlılar evi ve hastaneler, eşi İmparator Komnenos tarafından tamamlandı. Sütun başlıklarındaki monogramlardan mimarın Nikeforos adlı bir usta olduğu anlaşılmaktadır.
İkinci Kilise-Kuzey kilise
İrene’nin ölümünden sonra, İmparator II. Kommenos: kuzeyde, birinci kilisenin az ilerisinde, birinciye benzer bir kilise daha yaptırır ve bu yeni kiliseyi “Theototos” yani Tanrının Annesi Meryeme adar. Bu yeni kilise: diğer kiliseden biraz daha küçük ama aynı tiptedir.
Üçüncü Yapı-Şapel
Sonrasında, 1136 yılında İmparator her iki kiliseyi birleştirmeye karar verir. Her iki kilisenin arasına: Beş melek Mikail’e adanmış bir üçüncü yapı yani şapel yaptırılır. İki yapı arasındaki mezar şapeli, üstü oval biçimli bir kubbe ile kapatılmış dar ve uzun bir mekandan ibarettir. Bu şapelin altındaki mahzende: Kommenos ve Paleologos hanedanından ünlü şahısların mezarları bulunmaktadır.
Şapel: koridorları olmayan, iki kubbeli ve tek apsislidir. Araya yerleştirilmesi için, oldukça düzensiz formda inşa edilmiştir. Şapelin yapılış amacı: Kommenos ve Palaiologos hanedanlıklarının mezarlık kilisesi olmasıdır. Sonrasında pek çok ünlü ve yüksek rütbeli Bizanslı, buraya gömüldü. İmparator 1142 yılında buraya gömüldü. 1124 yılında ölen İrenenin lahdi de bu şapele yerleştirilmişti.
1204 yılı Haçlı-Latin işgali
1204 yılındaki Haçlı-Latin istilasında, 57 yıl boyunca, manastır kompleksi farklı amaçlarla kullanıldı. Yapının bir kısmı saray olarak kullanılırken, bir kısmı da konuk evi olarak kullanıldı. Katolik rahipler: Ayasofya’da bulunan “Yol gösterici Meryem” ikonasını buradaki kiliseye getirdiler. İrenenin buradaki lahdi açılarak soyuldu. Yağmalanan lahit: geçen yüzyıl ortalarına kadar Pantokrator’un dışında durur ve daha sonra ise buradan alınarak günümüzdeki yerine, Ayasofya’nın dış narteksine taşınır.
Bu yağmalanma sırasında, manastırın hazineleri de çalınmış ve bazıları Venedik şehrine götürülmüştür. Venedik şehrinde, St Mark Bazilikası sunağı olan “Pala d’Oro” nun bir kısmının Pantokrator’dan getirildiği bilinmektedir. Hz İsa’nın çarmıhtan indirildikten sonra, üzerine yatırıldığı tahta sehpanın da bu kilisede olduğu rivayet edilmektedir. İsa’nın gerildiği çarmıhın parçası da, Latin Katolik başrahip martin tarafından manastırın demir kasasından çıkarılarak yine Venedik üzerinden Fransa’ya kaçırılmıştır.
Bunların yanı sıra, Jak Deleon tarafından yazılarında bir de “mermer tabla” dan söz edilmektedir. 1204 yılında bu taşı gördüğünü öne süren Robert de Clari: mermerin üzerinde Meryem Ananın gözyaşlarının izleri bulunduğu öne sürer. Manastırda: Demetrios, Flours ve Lauris gibi azizlerin cesetlerinin kalıntıları bulunmaktaydı. Burada saklanan Aziz Blasius’un kafatası da, Latin Kralı Baudouin (1228-1261) tarafından, Fransa kralı Saint Louis’e gönderilmiştir.
Genel
Kiliseler kompleksi: 1120-1136 yılları arasında tamamlanır. Üç kiliseler birleştirilip ara duvarların bazı bölümleri kaldırılınca, üç bölüm birbirine açılmış ve tek bir mekan ortaya çıkmıştır. Bu mekan yani üç kilise yapısı, o dönemde, İstanbul’da Ayasofya’dan sonraki en büyük dini yapıdır. Kuzey ve güney kiliseleri, haç planlıdır.
Güney kilisesinin üç apsisi vardır. Kilisenin taban mozaikleri yok olmuştur. Duvar mozaikleri görülür ve bunlarda Hz İsa, genellikle genç ve sakalsız olarak tasvir edilmiştir. Yüksekliği 6 metreyi bulan tavan, her birinde yedi sütun ve üç kare paye olan üç sıra sütun tarafından taşınmaktadır. Duvarların üzerindeki tonozlu dehlizlerden doğuda olanı: 19’ncu yüzyılda konut olarak kullanılmıştır.
1261 yılında Bizans imparatoru görevine katılınca, törenle şehre girerken, tören alayının başında taşınması için “Aziz Luke” un eseri olduğu söylenen ve Eşi İmparatoriçe Eudoxia tarafından Kudüs’ten İstanbul’a getirilen “Yol Gösterici Meryem” ikonasını kiliseden aldırmıştır. Ardından Hodegetria Meryem’inin yani ikinci kilisenin, çok önemli ikonu, yerine konmuştur.
Bu önemli eser: 1453 yılında, günümüzdeki Kariye Müzesine taşınmış ve korumaya alınmıştır. Ayrıca: kiliseler dönemindeki: mermer döşemeler, narteksin hoş kapı kasaları ve apsis ile tüm mermer kaplamalar, özgün dekorasyonun büyük kısmı korunarak günümüze ulaşmıştır. Kraliçe Eirene’nin fakir, yaşlı ve düşkünlere yardım etmek için kurduğu yaşlılar evi ve göz hastanesi gibi yapılar 1455 yılına kadar işlevini sürdürmüş, ancak günümüze ulaşmamıştır.
Manastır hastanesinin kadrosu ve düzeni hakkında bazı bilgiler mevcuttur. Buna göre: hastanenin toplam 50 yatağının 10 tanesi yaralılara, 10 tanesi göz hastalarına, 10 tanesi iç hastalıklarına, 8 tanesi başka hastalıklara ve 12 tanesi kadın hastalıklarına ayrılmıştır. Ayrıca her bölümde, acil durumlar için birer yatak bulunduruluyordu. 6 yatak da yatalak hastalara tahsis edilmişti. Yoksullara hizmet veren hastanede, 10 doktor ve 15 sağlık memuru çalışmaktaydı.
Hastanenin yanında 24 yataklı bir yaşlılar yurdu vardı. Yurdun sakinlerine ekmek, şarap, yağ, peynir ve odun ücretsiz olarak temin edilmekteydi. Akıl hastaları için ise, şehrin başka bir yerinde bir birim oluşturulmuştu. Daha sonraları Sırbistan kralı olacak olan Stefan Decanski: iki oğlu ile birlikte 1313-1320 yılları arasında manastıra kapatılarak göz hapsine alınmıştır.
Evliye Çelebi: 16’ncı yüzyılda Mimar Sinan tarafından temizlenen ve onarılan camide: kubbe ve kemerler içinde, altın sürülmüş resimler” gördüğünü ve sütunların “kıymetli taşlardan” yapıldığını belirtir. Yine Evliya Çelebi’nin yazılarından bir alıntı yapalım: Evliya Çelebi, Seyahatnamesinin İstanbul’da yaşanan garip ve acayip hadiseleri anlattığı bölümünde: İstanbul halkının, Pantokratok kilisesi yanındaki sarnıçlarda, kışın zemheri geceleri olunca, nice koncoloz denilen cadıların çıkıp arabalara binip dolaştıklarına inandıklarından bahseder, inanışa göre, cadılar seher vakti olunca, hepsi adı geçen mağaraya girerek kaybolurlarmış.
Camiye dönüşüm
Fetihten önce: Türk tehlikesine karşı Ortodoks ve Katolik kiliselerinin birleşmesi için, 1438 yılında yapılan Ferra-Floransa Konseyine, Patrik Gennadios, son imparator XI Konstantin ile birlikte katılmıştır. Ancak, İmparatoru, Roma kilisesine teslim olmakla suçlar ve isyan çıkarır. Bunun üzerine, Patriklikten azledilerek bu manastıra hapsedilir. Fetihten sonra ise: Georgios Kourtesis Scholarios: Fatih Sultan Mehmet ile yaptığı uzun görüşmelerin ardından, tekrar Ortodoks mezhebinin Patriği ilan eder.
Çünkü: Georgios, fetihten önce, Müslümanlara karşı, Katoliklerle ittifak yapılmasına karşı çıkmıştır. Katolik aleyhtarı olan bu kişiyi halk çok sevmiştir. Patrik olmasından sonra, ismini “Gennadios” olarak değiştirmiştir. Fetihten sonra: Fatih Sultan Mehmet tarafından, burası cami ve medrese olarak kullanılmaya başlanmıştır.
İstanbul’da açılan bu ilk medresenin başına “Molla Zeyrek Mehmet Efendi” getirilmiştir ve İlahiyat okulu burada eğitime devam etmiştir. (Zeyrek: hazır cevap anlamındadır) Fatih Külliyesi tamamlandığında ise, medrese kapanır ve burası sadece cami olarak kullanılmaya devam edilmiştir.
Kariye camisinin minberi buraya taşınarak namaz mekanı meydana getirilmiştir. Osmanlı döneminde: kilise sütunlarının yerine, kesme taştan ayaklar konur. Caminin minberinde: Bizans dönemine ait heykel parçacıkları ve baldakenin tavanı kullanılmıştır. Caminin tek şerefeli, bir minaresi vardır. Doğu penceresindeki vitray parçaları: vitray ın Batı değil Bizans tarafından icat edilip geliştirilen bir sanat olduğunun kanıtıdır.
Yapı: 1756 yılında bölgede önemli ölçüde tahribat yapan Cibali yangınından ve 1766 yılındaki büyük depremden sonra: ciddi bir onarım görmüştür. Bu onarım sırasında, kubbeleri taşıyan (18’nci yüzyıla kadar yabancı gezginlerin gördükleri ve anlattıkları, gövdeleri kırmızı renklidir) sütunların yerlerine, bugün mevcut olan barok üslubundaki payeler ile mihrap ve hünkar mahfili yapılmıştır. Bu eklemelerin gösterdiği sanat özellikleri de, onarımın 18’nci yüzyılın ikinci yarısında gerçekleştiğini göstermektedir.
1854 yılında, Alman İmparatoru IV Wilhelm’in İstanbul’a gönderdiği mimar Salzenberg: kilisenin tabanındaki “Samson” un hayatını anlatan mozaiği ortaya çıkarmış ve yayınlamıştır. İlk kilisede bulunan Samsonun aslanlarla dövüşmesini betimleyen mozaik halen görülebilmektedir.
1950’li yıllarda son derece bakımsız durumda olan caminin güneyindeki büyük kısmının ahşap bölümü söküldüğünde, önceden mevcudiyetinden haberdar olunan ancak üstündeki döşeme nedeniyle görülemeyen çok zengin mozaik bir zemin süslemesi ortaya çıkarılmıştır.
Yapının zemin yüzeyinde: renkli taşlardan yuvarlak levhaların çevresine geçmeler yapılmış, köşelerde ise koyu renkli taşların içlerine beyaz taşlardan kakma tekniğinde figürler işlenmiştir. Buradaki mozaiklerin ve ortadaki mezar şapelinin temizlenmesi sırasında Kariye caminin minberi de buraya taşınmıştır.
1970 yılında yeniden restorasyon yapılmıştır. Günümüzde caminin çevresinde, daha önceleri manastırın altında olduğu anlaşılan, değişik ölçülerdeki sarnıçlar vardır. Manastırın doğusunda 50 x 18 metre ölçülerindeki sarnıcın 12’nci yüzyılda yapıldığı düşünülmektedir.
1997-1998 yılları arasında yapılan çalışmalarda ise, çatı kaplamaları yenilenmek üzere kaldırıldığında, apsisi örten yarım kubbe ile doğu duvarı arasında bir kısım amfora bulunmuştur. Günümüzde: güney kilise cami olarak kullanılmaktadır.