Ayvansaray: Balat ile Haliç surları arasında kalan yerdir.
Bizans döneminde: burada “Blaherna Sarayı” varmış ve semtin isminin buradan geldiği düşünülüyor. Saray 5 yüzyıl başlarında, İmparator II. Teodosius’un genişlettiği surların içinde kalan oldukça geniş arazide: 451 yılında İmparator Marcianus’un dul kalan eşi Pulceria tarafından yaptırılmıştır.
Sarayın oldukça geniş arazisi: Balat’taki Tekfur Sarayına kadar uzanıyordu. 627 yılında: İmparator Heraklios döneminde: bu sarayı çevreleyen surlar şehir surlarına eklenerek bölge iyice genişletildi. Bu bölge, Bizans döneminde, şehrin 14 bölgesinin büyük kısmını işgal ediyordu.
Sarayın: eyvan şeklinde yani üstü kemerli, dev bir kapı görünümünde portalı yani girişi vardı. Özellikle: eyvan şeklindeki bu giriş: daha sonra saray sözcüğü ile birleştirilerek semtin ismi “Ayvansaray” ortaya çıkmıştır. Bu büyük ve göz kamaştırıcı güzellikteki saray: 1204 yılındaki Haçlı-Latin işgali sırasında, şehirdeki birçok yanıp yıkılan bina gibi, talana uğradı.
Gelelim günümüze: yukarıda söylediğim gibi, sarayın kalıntıları günümüze ulaşmamıştır. Sadece sarayın ayazması görülebilir. Kuyu sokaktan girildiğinde, Blaherna sarayının ayazmasına ulaşılır. Zamanında: bu ayazma üstünde, İmparatoriçe Pulceria tarafından yaptırılan bir kilise vardı. Kilisenin yapılışından birkaç yıl sonra: Kudüs şehrinden gelen iki Bizanslı “Meryem Ana” ya ait elbiseler olduğu iddiasıyla, yanlarında getirdikleri giysileri bu kiliseye verdiler. Giysiler bu kilisede saklanmaya başladı ve kilisenin önemi arttı. Ancak, fetihten bir süre önce, bu kilise içindeki Meryem’in elbiseleriyle birlikte yanarak yok oldu. Günümüzde, aynı yerde 1900’lü yıllarda yapılmış bir kilise bulunuyor. “Vlaherna Meryem Ana Kilisesi” aşağıda daha ayrıntılı anlatılacaktır.
Şehirdeki çingene loncası bu semttedir. Çingene yerleşimleri: Ayvansaray’dan Balat’a doğru uzanan sahil yolundadır. Bu yüzden, semt eğlence ve meyhane diyarına dönüşmüştür. Bu semtin eğlence yerine dönüşmesinin bir başka sebebi de burada Yahudi cemaatinin de yaşamasıydı. Yahudilerin, çalgılı eğlenceleri çok ünlüydü ve döneminde Galata ve Samatya’daki eğlence mekanları kadar ünlenmişti. Bu eğlence kültürü, 20 yüzyıl başlarına kadar devam etmiştir. Ayvansaray semtindeki ayazmaya “Çingene Ayazması” denir. Buradaki çingeneler: süpürge imal ederek geçimlerini sağlandı. Osmanlılar: uzun süre, bu çingeneleri zaman zaman gayrimüslimlere uyguladıkları yasaklarla yönettiler. 1585 yılında çıkarılan bir ferman: bu durumu ortaya koymaktadır. Bu fermanla: çingenelerin ata binmesi yasaklanmış, gerektiğinde eşeğe veya arabaya binmeleri emredilmiştir.
Kara ve Haliç surları, bu semtin batısında birleşerek, tek duvar haline dönüşür ve Haliç kıyısı boyunca, doğuya doğru uzanır. 8 yüzyıl başlarında, Emevilerin akınlarına uğrayan surların önünde ve içinde, birçok türbe vardır. Sokak aralarında, cami hazirelerinde, bir yapı içinde, bir köşe başında gibi yerlerde, birçok basit görünümlü kutsal mekan bulunur. Fetih’ten bir kadar önce, Fatih Sultan Mehmet: karşı kıyıdaki Hasköy taraflarından bu yakaya, burçların dibine, fıçılar üzerinde bir tahta ve “Sefer Köprüsü” isimli bir köprü yaptırmıştır. Bu köprü ile ilgili bir kitabe, Fener taraflarında sur kulelerinden birinde mevcuttur. Ancak bu köprünün yeri konusunda net bilgi yoktur, Fener taraflarında da olabilir.
Eskiden: küçük çapta bir tersane bulunan semtte, günümüzde de kıyıda ve hatta bazı ara sokaklarda: motorlar, kayıklar ve sandallar görülür. Zaten: gerek Bizans dönemi ve gerekse Osmanlı döneminde, tekne yapım atölyeleri burada bulunuyordu. Zenginler: teknelerini, bu sahildeki küçük tersanelerde yaptırırlardı. 1980’lerde ortadan kaldırılıncaya kadar, bu küçük tersaneler burada görev yapmıştır. Günümüzde ise, ara sokaklarda bulunan birkaç tekne yapım atölyesi bulunmaktadır.
MARUL SOKAĞI
Eski çingene loncası buradaymış. Bu yüzden, burada: o sosyal yaşamın tipik göstergesi olan basit mimari yapılaşma görülür. Yukarıdan yamaçlar halinde inen sokaklarda: yer yer Bizans döneminin Blaherna Sarayı kompleksinin izleri, kemerli dehliz tarzı boşluklar ve ayazma duvarları görülür.
ATİK MUSTAFA PAŞA CAMİ-HAZRET-İ CABİR CAMİSİ-PETRUS MARKUS KİLİSESİ
Burası bir zamanlar Bizans kilisesiymiş. Bazı kaynaklara göre, burada 9 yüzyıldan kalma “Aya Tekla Kilisesi” varmış ve bu kilise Petrus ve Markus adındaki azizler adına yaptırılmıştır. Surlarla bu kilise arasındaki mahallenin ismi de “Tekla” kelimesinden türetilerek “Toklu Dede” olarak kullanılmaktadır.
Yapı tarzı: Bizans haçı tarzındadır. Kısa kollu, haç planlı ve merkezi kubbelidir. Doğu yönünde, dışa doğru çıkıntı yapan üç apsis bölümü vardır. Sol yanda sonradan yapılmış ve bakımlı bir avlu görülür. Duvar örgü biçimi, taş ve tuğra sıralamaları: Bizans mimarisini hatırlatır. Yapı: camiye çevrildiği ilk yıllarda “Atik Mustafa Paşa Camisi” olarak bilinmesine rağmen, sonradan adı “Hazret-i Cabir Camisi” olmuştur.
Bu isim değişikliği: caminin hemen yanında hatta içinde bulunan, Hz Muhammed’in sahabelerinden “Cabir Hazretlerinin” mezarına bağlanmaktadır. Atik veya Koca Mustafa Paşa diye bilinen Sadrazam: Sultan II. Beyazıt döneminde, 1490 yılında bu kiliseyi camiye dönüştürmüştür. Paşa: 150 metre kadar güneyde, bir de hamam yaptırmıştır. Ancak bu hamam 19 yüzyılda yıkılır. Koca Mustafa Paşa: Cem Sultanın zehirlenmesi olayında göstermiş olduğu başarıdan ötürü Beylerbeyi olarak terfi ettirilmiş, ancak ardından 1513 yılında Bursa’da idam ettirilmiştir.
1000 yıldan fazla yaşı bulunan bu kilisenin bazı duvarlarında, bir zamanlar çeşitli freskolar bulunuyormuş, ancak bunlar günümüze ulaşmamıştır. Caminin ön tarafında, eskiden bir vaftiz havuzu varmış ve sonra bu havuz “İstanbul Arkeoloji Müzesine” kaldırılarak koruma altına alınmıştır. Caminin minaresi sağ ön köşededir. Çünkü iç mekanda büyükçe bir sanduka vardır ve dışarıdan görülmez. Ancak, genellikle camilerde, bu şekilde içeride mezar geleneği yoktur. Bu mezar: sahabelerden Hz. Cabir’e aittir. Caminin ön kısmındaki dar sokak üzerinde bulunan çeşme: Ahmet Ağa tarafından 1682 yılında yaptırılmıştır.
VLAHERNA MERYEM ANA KİLİSESİ
Hazret-i Cabir camisinin hemen yakınındadır. Kilise: adından da anlaşılacağı üzere, bir zamanlar burada bulunan “Vlaherna Sarayı” nın kilisesidir. Günümüzde, bu saraya ait herhangi bir kalıntı bulunmamaktadır. Eskiden yani ilk yapıldığında: bu kilisede Meryem Ananın giysilerinin bulunduğu söyleniyor. Kilise 1434 yılında yanarak yok olmuştur.
Daha sonraki dönemde yani 19 yüzyılda yenilenen ve günümüzde görülen kilise, son derece bakımlı bir bahçe içindedir. Geniş ve hoş bir bahçe içinde bulunan bu kilise: özellikle ayazması ile ünlenmiştir. “Vlaherna Ayazması” olarak bilinen ve kutsal kabul edilen bu ayazmada, şifa aramak için sadece Hıristiyanlar değil, aynı zamanda Müslümanlar tarafından da ziyaret edilmektedir.
AYA DİMİTRİ RUM ORTODOKS KİLİSESİ
Balat yönünde, sahil yolunun hemen iç kısmındadır. Burası: 19 yüzyılda yenilenmiş haliyle günümüze ulaşan, 13 yüzyılda yapılmış bir eski Doğu Roma kilisesi binasıdır. Kilise: camiye çevrilmeden önce, 1597-1601 yılları arasında, Sultan III. Mehmet döneminde, Ortodoks Rum Patrikhanesi olarak kullanılmıştır. 1601 yılında ise, Patrikhane günümüzdeki yerine taşınmıştır. Yapı: dikdörtgen, uzunlamasına mekanları ve çatı örtüleriyle, dıştan bakıldığında üçgen gibidir. Çatı örtüleri: düz dam şeklindedir.
BALİNO KİLİSESİ
Mahkeme altı caddesindedir. Giriş kapısında Yunanca yazılar bulunur. Yapılış tarihi olarak 16 yüzyıl belirtilmesine rağmen, yapı büyük olasılıkla 18 yüzyıldan kalmadır. 1730 yılında yapılmıştır ve sonrasında birçok onarımdan geçmiştir.
AYİOS MENAS RUM KİLİSESİ-AYİOS KARPOS VE PAPİLOS ŞEHİTLİĞİ
Samatya caddesindeki burası, İstanbul şehrinin en eski Hıristiyan tapınaklarından birisidir. Ayios Menas Rum kilisesinin; herhangi bir mimari özelliği yoktur. Ancak: kilisenin altında; 1935 yılında çok önemli ve antik temeller bulunmuştur. Bu temellerin: 250-251 yılları arasında, Dekius kovuşturmaları sırasında öldürülen: Ayios Kapros ve Papilos Martyrion isimli iki azize ithaf edilen mezar yerine ait olduğu düşünülüyor. Bu kripta yani mezar yeri: daire şeklinde ve büyük kubbeli bir oda şeklinde düzenlenmiştir. Yapı: 4 ve 5 yüzyılların mükemmel tekniğiyle, tuğladan örülmüştür. Doğuda: derin bir apsis vardır. Odanın çevresini: tuğladan yapılmış tonozlu geçitler çevrelemektedir.
İVAZ EFENDİ CAMİİ
Meryem Ana kilisesinden yokuş yukarı çıkılınca, buraya ulaşılır. Anıtsal bir Türk yapısıdır. Yapının, Mimar Sinan tarafından yaptırıldığı söyleniyor. Ancak: Sinan’ın eserlerinin yazılı olduğu “Tezkirede” bu caminin adı geçmemektedir. Muhtemelen, Sinan’ın kalfalarından biri tarafından yapılmıştır. Cami: Blaherna sarayının teraslarından birinin üstüne yapılmıştır. Bu terasta yani caminin bahçesinde: sura bitişik olan sarayın “İzak Angelos Kulesi” kalıntıları görülür. Manzara izlemek için yapılan bu kulenin: 1188 yılında, Bizans döneminde önemli bir görevde bulunan İzak Angelos tarafından yaptırılmıştır.
Caminin iki kapısı vardır. Bütün camilerin genel olarak kapıları ortada bulunurken, bu caminin cephesinde, iki kenarda, ikişer küçük kapı vardır. Günümüzde, sağdaki kapının önünde biçimsiz bir baraka eklenmiştir. Böylece, yapının başlıca mimari özelliği kapatılmıştır. Ama özellikle minaresinin ters yönde olması ilgi çeker. Yani minare geriye doğru kaymıştır. Mimari, bütünüyle değişiktir. Kubbe, altı desteğe oturmaktadır. Dört yarım kubbeyle desteklenmiştir. Ortada pencereler sıralanır. Taş ve tuğla duvarlar ve pencereler; çok güzel İznik çinileriyle bezenmiştir.
ANEMAS ZİNDANLARI
İzak Angelos kulesinin altında ünlü “Anemas Zindanları” vardır. İvaz Efendi camisinin yapıldığı terastaki çukurdan, bir merdivenle aşağıya inilmektedir. Buradaki bir kapıdan, bu zindanlara girilir. Kıvrılarak inilen bir koridordan sonra, 60-70 metrelik geniş bir koridorun başına gelinir. Burada, surlardaki mazgallardan içeriye ışık vurur ve dramatik bir görüntü ortaya çıkar. Bu koridorun üstünde: kemerli kapılarıyla yan yana hücreler sıralanır. Bizans imparatorluğunda görev yapmış bir komutan olan; Arap asıllı “Anemas” ın ismiyle anılan bu zindan 60 metre uzunluğundadır ve yer yer 15 metre genişliğe kadar ulaşır. Söylenenlere göre: Anemas zindanlarında, 6 Bizans imparatoru hayatını kaybetmiştir.
LEON SURLARI
Anemas zindanlarından aşağıya inildiğinde, Haliç kıyısında “Leon Surları” görülür.
Evet, İstanbul’da bulunduğunuz yerden, herhangi bir vasıtayla, Galata Köprüsünün ayağının hemen dibindeki Eminönü Meydanına bir şekilde gelerek gezinize buradan başlamanız gerekiyor.
Gezideki ilk durak: Galata köprüsünün hemen sol yanında kalan “Rüstem paşa” bölümüdür.
RÜSTEM PAŞA
Genellikle İETT Peronları ve Eminönü otobüs duraklarının bulunduğu, Ragıp Gümüşpala Caddesinin her iki kenarında, kara ve deniz kıyısındaki bu bölgede: çeşitli tarihi yapılar bulunmaktadır. Gezimize ilk olarak bunları görerek başlayacağız.
Zindan Han-Sarıdemir
Eminönü semtinde, Haliç teknelerinin yanaştığı yerin yakınında, sahildedir. Ahi Çelebi camisinin tam karşısındadır. Han: 19 yüzyılda batı mimari tarzında inşa edilen en büyük üçüncü handır. Bina restore edilmiş ve günümüzde özel bir restorana ev sahipliği yapmaktadır.
Cafer Baba Kulesi
Zindan hanın arkasındadır. Dikdörtgen planlı burası: Haliç surlarından, günümüze kadar ayakta kalabilen tek Bizans kulesidir. İçinde: 9 yüzyılda, Abbasilerin yöneticisi Harun Reşid’in elçisi olarak İstanbul’a gelen ve kuleye hapsedilen Cafer Babanın türbesi vardır. Binanın bodrum katındaki bu türbe: özellikle eski mahkumlar tarafından ziyaret edilen kutsal bir yer olarak önem kazanmıştır. Cafer Baba türbesinin hemen yanındaki türbede yatan “Ali Baba” ise Cafer Babanın Müslümanlığı kabul etmiş gardiyanına aittir.
Ahi Çelebi Camisi
Cafer Baba kulesinin hemen yanındadır. Ahi Çelebi: 15 yüzyılda Fatih Sultan Mehmet’in yaptırdığı dev külliyede darüşşifa hekimbaşıdır. Fatih’in hastalığında, Sultana sürekli perhiz yemekleri hazırlamıştır. Bu yüzden: bir süre de mutfak eminliği yapmıştır. Bir ara hacca gidip gelmiş ve döndüğünde, 96 yaşında iken, 1523 yılında hizmet ettiği Fatih Sultan Mehmet’in ölümünden 42 yıl sonra vefat etmiştir.
Ahi Çelebi: her yüksek düzeydeki Osmanlı gibi, kendi adına burada bir cami yaptırmayı uygun görmüştür. Bu camiyle ilgili ilginç bir durum vardır. Evliya Çelebi: bu camide uyuya kalıp rüyasında Hz. Muhammed’den “şefahat” isterken yanlışlıkla “seyahat” istemiş ve ardından seyahatlerine başlamıştır.
Cami: 1539 ve 1653 yıllarındaki yangınlarda, 1894 yılındaki depremde ve 1980 yılındaki Haliç çevre düzenlemesinde etkilenmiş ve 2009 yılında ise tamamen restorasyona tabi tutularak özgün formunu yitirmiştir. Caminin hemen yanında, deniz tarafında “Değirmen Han” bulunuyor. Burası günümüzde Marmara Belediyeler Birliği olarak kullanılmaktadır. Caminin hemen karşısındaki bina ise:
İstanbul Ticaret Üniversitesi
Caminin hemen arkasındaki büyük binadır.
Marmara Belediyeler Birliği Binası
Caminin önündeki iki bina, Marmara Belediyeler Birliği tarafından kullanılmaktadır.
EMİNÖNÜ MEYDANI
Bu günün her saatinde çok hareketli meydanın bir yanında “Yenicami” tüm ihtişamı ile duruyor. Öbür yanında ise: Çiçek pazarı, tüm canlılığını korumaktadır.
Güvercinler bu görüntüleri tamamlıyor. Her tarafta, her yerde, gökte, pencerede, elektrik kablolarında, minarelerde, kubbelerde, aklınıza gelebilecek her yerde tünemiş durumdalar.
Meydandaki yem satıcılarından satın alacağınız yemlerle, bu kuşları besleyebilirsiniz. Bence, şehrin bu en merkezi yerindeki meydanda: bir süre gezin ve ortamı teneffüs edin.
Hatta: yine Eminönü meydanının en büyük özelliklerinden olan, hemen deniz kıyısında sandallar üzerinde bulunan mangallarda pişirilen balıklardan yapılan “balık-ekmek” tadın. Lezzet mutlaka hoşunuza gidecektir. Evet, burası çok eski tarihlerden bu yana ticari bir bölge olma özelliğini korumaktadır.
Yeni Cami-Valide Cami
Yapımı en uzun süren cami rekoru buraya aittir. Bir İstanbul caminin inşaatı, normal şartlarda 2-7 yıl arasında sürerken, Yeni caminin inşaatı tam 66 yıl sürmüştür.
Caminin bulunduğu bu bölgede, çok eski dönemlerde Venedik kolonileri ve “Yahudihane” denen ve Yahudilerin oturduğu ahşap apartman blokları bulunuyormuş.
Sultan III. Murat’ın karısı ve ondan sonra tahta çıkan Sultan III. Mehmet’in annesi, Safiye Sultan: burada bir cami yaptırmaya karar verir. Çünkü aslında Safiye Sultan, şehirde anıtsal bir yer isterken, 17 yüzyılda İstanbul’un tüm prestijli bölgeleri önemli yapılarla kaplanmıştır.
Safiye Sultan: Venedik asıllıdır. Venedikli Baffo adında, soylu bir aileden geldiği, babası Korfu adasında vali iken bir deniz yolculuğunda korsanlara esir düştüğü ve İstanbul’a getirildiği söylenir. Ama kendisinin Arnavut asıllı olduğu da söylenir.
Safiye Sultan: burada bir cami yaptırmaya karar verdiğinde: bu bölgede yaşayan, ancak bölgeden çıkması emredilen Yahudiler, Hasköy’e taşınırlar. Ancak Safiye Sultan, buradan çıkarılan Yahudi vatandaşları mağdur etmemiş ve istimlak bedellerini eksiksiz ve hatta fazlasıyla kendilerine ödenmesini sağlamıştır.
Safiye Sultan: camiyi, dönemin önde gelen mimarlarından Davut Ağanın yapmasını ister. Davut Ağa: Mimar Sinan’ın yanında kalfalıktan yetişmiş iyi bir mimardır. Ancak: cami inşaatına başladıktan kısa süre sonra ölür. İşi Dalgıç Mehmet Çavuş devralır.
Ama bu kere de, Sultan III. Mehmet ölür. Bunun üzerine: caminin finansmanında önemli sıkıntılar ortaya çıkar. Zaten Osmanlı saray gelenekleri gereğince, bir önceki padişahın validesi ve eşi, Beyazıtdaki eski saraya gönderilir. Cami inşaatına devam edilemez ve bu arada Safiye Sultan da ölür.
Kubbeyi taşıyacak olan kemerlere kadar yükselmiş olan cami inşaatı, öylece bırakılır ve aradan 50 yıl geçer. Yeni Sultan I. Ahmet: bu camiyi tamamlatmak yerine, Ayasofya’nın karşısında, yeni bir cami yaptırmaya başlar. Halk arasında, yarım kalan caminin adı “Zulmiye” ye yani “Cami kalıntısı” na çıkar.
Bu kere, Sultan IV. Mehmet’in annesi Turhan Sultan; bir külliye kurmak için İstanbul’da uygun bir yer aramaktadır. Ancak, sur içinin son anıtsal yerlerinden birisi olan Eminönü kıyısı da Safiye Sultanın yarım kalmış inşaatı olan Yeni cami tarafından kapatılmıştır.
Hatice Turhan Sultan, kurmak istediği külliyesi için İstanbul’un hakim bir bölümünde uygun yer bulamayınca Yeni cami külliyesini tamamlattırmaya karar verir. Böylece 1661 yılında Yeni cami inşaatına tekrar başlanır. Bu kere mimar olarak Mustafa Ağa görevlendirilir.
Bu arada, Hatice Turhan Sultan’dan söz etmek istiyorum. Hatice Turhan aslında bir Rus’tur ve ünlü Kösem Sultan’a armağan olarak saraya getirilmiştir. Kösem: o dönem, Osmanlı idaresinin en güçlü kadınıydı. Adı da büyük olasılıkla “Kösemen” den geliyordu yani “sürü güden” demekti.
Turhan: işte bu güçlü kadın efendinin yanında yetişerek, bir süre imparatorlukta tek söz sahibi oldu. 39 yıl sultanlık yapan ve kötü yazgısıyla ünlü, cahil ve da Avcı Mehmet: bu Hatice Turhan Sultanın oğludur.
Baş mimar Hacı Mustafa Ağanın çabalarıyla, daha önce çizilen plana sadık kalınarak sürdürülen çalışmalar sonucu, 1663 yılında cami tamamlanır. Ancak ilk plandan farklı olarak bazı değişiklikler yapılmıştır.
Safiye Sultan külliyesinde medrese olmasına rağmen, bundan vazgeçilmiştir. Böylece: İstanbul gibi tarihi dokusu çok eskilere kadar giden şehirde, 1663 yılında açılan ve 300 yıllık camiye “Yeni Cami” ismi verilir.
Yeni cami: İstanbul şehrinde, deniz kıyısında yapılan ilk ve bu büyüklükte yapılan son selatin (Sultanlar tarafından yaptırılan bir tür cami) camidir. Aslında düşük kotta ve denize çok yakın sahadaki bu inşaat alanı: büyük bir külliyenin yapılmasına uygun olmamasına rağmen, caminin ilk mimarı Davut Ağanın üstün başarısı sonucu yapı ortaya çıkmıştır.
Zaten, caminin temeli de ilginçtir. Yarı bataklık ve yumuşak bir zeminde inşa edilen caminin temelleri için, uçlarına demir başlıklar geçirilmiş, sert tahta kazıklar kullanılmıştır.
Zemini: deniz seviyesinden biraz daha yukarıda tutarak, bileşik kaplar prensibinin gazabına uğramasının önüne geçilmeye çalışılmıştır.
Klasik Osmanlı mimari tarzını yansıtan planı: Şehzade ve Sultanahmet camilerinin planlarına benzerdir. Cami: Bizans döneminden kalma ilk İstanbul surlarının kalıntılarının birine dayanır.
Daha doğrusu: caminin yanındaki aşağıda söz edilecek Hünkar Kasrı: adı geçen sur parçasına yaslanır. Yeni cami külliyesi: camiyle birlikte, Hünkar Kasrı, Darülkura, Türbe, Arasta, Sıbyan Mektebi, Çeşme ve sebilden oluşmaktadır.
Caminin, iki minaresi, 66 kubbesi ve avlusunun ortasında şadırvanı vardır. İki minaresinin her birinde: buraya has bir özellik olarak üç şerefe vardır. Hoparlör bulunmayan dönemde: altı müezzin her minareye çıkıp, şerefelerde, aynı tonda ve aynı anda ezan okumuşlardır.
Caminin içi: çok zarif şekilde dekore edilmiştir. Pencereler: renkli vitray camlarıyla süslüdür. Mihrap, Minber ve müezzin mahfili: beyaz mermerdendir. Mihrabın solunda: değerli taşlarla süslü, mozaik bir tablo vardır.
Kürsüsü ve pencere kapakları, sedef kakmalıdır. Pencere üstlerinde: Mustafa Çelebi tarafından yazılan ayet ve sureler görülür.
Duvarları çiniler kaplar. Kubbe, bu camiye özgü bir özellikle, piramidi andırır şekilde yükselir. Merkezi kubbe: çinilerle süslü, dört fil ayağına ve dört kemere oturur. Bu merkezi kubbeyi, dört yarım kubbe destekler. Köşelerdeki dört kubbe ile birlikte, toplam 66 kubbe vardır.
Hünkar kasrı: caminin arkasındaki bu bölüm: tuğla ve taştan yapılmıştır. Bizans döneminden kalma bir sura yaslanmaktadır. Burası padişaha aittir ve padişahın doğrudan camiye girmesi için yapılmıştır.
Mısır Çarşısı
İstanbul’un ikinci büyük kapalı çarşısıdır. Çarşının kubbesi, Kapalı çarşıya göre daha yüksektir. Şehrin en tanınmış ve en büyük baharat çarşısıdır.
Tarihçi Ptokhoprodromos’un yazdığına göre: Bizans döneminde, günümüzdeki Mısır çarşısının bulunduğu yerde, Makron Envalos adında bir baharatçılar çarşısı varmış. Semtte Yahudiler yaşıyormuş.
Arasta bölümü, külliyede camiden sonraki en önemli bölümdür ve “L” planlı olarak düzenlenmiştir. Arasta ve özellikle gurup halindeki dükkanlar: çoğunlukla bir hayrata gelir sağlamak için yapılırdı. İstanbul’da, Eminönü sahil kısmının ticaret bölgesi olması göz önünde bulundurulduğunda: külliye planından medresenin çıkarılıp Arastanın eklenmesinin son derece doğru bir karar olduğu kesindir.
Yeni cami arastası, yapılışından kısa süre sonra “Mısır Çarşısı” olarak anılmaya başlanmıştır ve 1597 yılında başlayan inşaat 1660 yılında tamamlanarak çarşı törenle açılmıştır. Çarşı ilk açıldığında: burası aktar ve pamukçu esnafına tahsis edilmiştir. Bu dönemde, çarşıda bulunan 100 dükkandan 49 tanesi aktarlar tarafından kullanılmıştır. Geri kalan dükkanlar ise pamukçular ve yorgancılar tarafından kullanılmıştır.
Mısır çarşısı, 17 yüzyılda “Yeni çarşı” ve “Valide Çarşı” sı olarak anılmıştır. Ancak, buradaki dükkanlarda satılan malların çoğunluğu Mısır’dan gelen mal ve baharatlar olması nedeniyle, 18 yüzyılın ortalarından itibaren, burası “Mısır Çarşısı” olarak anılmaya başlanmıştır. Yabancı gezginler ve seyyahlar da burayı “Mısır Çarşısı” olarak yazmışlardır.
Edmondo de Amicis’in 1874 tarihli İstanbul Seyahatnamesi yazısında, Mısır Çarşısı hakkında şunlar yazılıdır “İçeriye girer girmez, insanın burnuna öyle keskin bir nebat kokusu çarpar ki, neredeyse gerisin geriye dönülür. Burası: Hindistan, Suriye, Mısır ve Arabistan’dan gelen her türlü baharatın satıldığı Mısır Çarşısıdır. “ Ancak: Mısır çarşısında eskiden sadece baharat değil, her türlü ilaç da satılırdı. İlaçların birçoğu da “Nüzhetül Fi Tercüme-Afiyet” isimli kitaptan yararlanılarak yapılırdı.
Çarşı, tarihi süreç içinde bazı önemli olaylara tanıklık etmiştir. 1691 yılındaki yangın 24 saat sürmüş ve tek bir eşya bile kurtarılamamıştır. 1940 yılında da büyük bir yangın olur. Önemli hasar olur ve çarşının eski görünümü kaybolur.
Evet, Yeni cami külliyesinin en önemli binası Mısır Çarşısıdır.
“L” biçimindeki çarşıda, iki çatalın kesiştiği yerde, lonca vaizinin ahşap kürsüsü vardır. Yani: Çarşının uzun ve kısa kollarının birleştiği alan “Dua Meydanı” olarak anılıyordu.
Burada bir “Ezan Köşkü” vardır. Parmaklıklı bir balkon şeklinde planlanan bu bölüm: çarşının göz kamaştırıcı mekanlarından biridir. Bir görevli, bu meydanda esnafa seslenerek, dua eder ve hayırlı işler görmelerini dilerdi.
Çarşının toplam dördü büyük, ikisi küçük olmak üzere, altı kapısı vardır. Çarşının L plan şemasına göre: iki kolun başlarındaki revakların üstünde odalar vardır. Üstleri kubbe ile örtülü olan bu odalara, çarşının içindeki merdivenle çıkılır.
Çarşının iki ucundaki ana giriş kapıları: mimari bakımdan etki kazandırılmak için yükseltilmiştir. Bu kısımların üst katları: dönemin “Ticaret Mahkemesi” olarak kullanılmıştır.
Çarşı ilk inşa edildiğinde: dükkanlar iki bölümden oluşmaktaydı. Dükkanların ön bölümlerinde: satış yapmaya yarayan bir kısım ve arka bölümde ise depo ve imalathane olarak kullanılan yerler varmış. Onarım sırasında, eyvanları arkadaki odalara bağlayan kapıların bulunduğu duvarlar açılarak, günümüzdeki dükkanlar oluşturulmuştur.
Bir kişi Mısır Çarşısından bir mal alır ve onu beğenmezse, nedene aldın diyenlere: Mısır çarşısından fenerli veya yumurtalı dükkan diyebilmesi için: dükkanların kapılarının üstüne, dükkanların kolaylıkla tanınmasını sağlayan çeşitli işaretler ve semboller (yangın kulesi, küçük bir kayık, devekuşu yumurtası, makas, püskül gibi) konulurmuş. Yani, bu işaretler dükkanların tanınması ve tüketici haklarının korunması için önemliydi.
19 yüzyılın ortalarında, Yeni cami avlusu ile Mısır çarşısı arasındaki bölümde salaş dükkanlar vardır. 1864 yılında bu dükkanlar kaldırıldı ama daha sonra tekrar faaliyete geçtiler. 1941 yılında ise, Yeni cami avlusundan yol geçirilmesiyle Mısır Çarşısı ve Yeni cami birbirinden ayrıldı. 1940-1943 yılları arasında ise, Mısır çarşısı, İstanbul Belediyesi tarafından büyük bir restorasyondan geçirildi.
Bu restorasyonda: yanının dükkan düzeni ve kullanım alanı bakımından özgünlüğü kayboldu. Yapılan son restorasyonda: eyvanlar, arkadaki odalara bağlanmıştır. Odalar ile eyvanları ayıran ahşap doğramalar kaldırılmış, depo olarak kullanılan bu mekanlar dükkan haline getirilmiştir.
Mısır çarşısında, günümüzde de baharatçılar, kuyumcular, aktarlar ve hediyelik eşya dükkanları bulunur. Burada: yüze yakın dükkan vardır. Peki buradan ne satın alınır? Evde değirmende çekip, kokusu kaçmadan kullanmak isteyenler için tane karabiber, yemeklere lezzet veren safran bitkisi ve damla sakızı satın alabilirsiniz.
Bu damla sakızlarını, buzdolabının soğuk bölümünde bekletebilir ve gerektiğinde döverek kullanabilirsiniz. Suya atıp bekletirseniz: içme suyunuzun mis gibi sakız aromalı olduğunu görürsünüz.
Yine de buradan alışveriş düşünüyorsanız, gezi sırasında yanınızda ağırlık olmaması lehinize olacaktır. Mısır çarşısının o güzel atmosferini içinize çekerek ve baharat kokularını hissederek yürüyün, vitrinlere bakın, zaman ayırın bir kahve için, gül lokumu tadın.
Çiçek Pazarı
Hemen Mısır Çarşısının yanı başındadır. Mevsim çiçeklerine meraklı tüm insanların ve hatta şehri ziyaret eden turistlerin bile, bir şey almasalar dahi önemli bir uğrak yeridir. Bu pazarın ilginç köşelerinden birinde: canlı hayvan satıcıları bulunmaktadır.
Burada: papağanlar, muhabbet kuşları, balıklar, keklikler, paçalı tavuklar, tavşanlar, yavru köpekler ve daha birçok canlı hayvan, yeni sahiplerini bekliyor. Çiçek pazarının diğer renkli simalarının arasında “niyet okuyan tavşanlar” da sayılmalıdır. Tavşanın ağzı ile seçtiği niyeti okuduğunuzda: belki gerçekten geleceğinizle ilgili önemli ipuçları yakalayabilirsiniz.
Evet, Mısır çarşısını gezdik ve çıktık. Külliyenin hemen yanında, avlunun doğu ucunda bir türbe var.
Hatice Turhan Sultan Türbesi
Türbe: caminin karşısında, Mısır çarşısı tarafındadır. İstanbul şehrindeki en büyük türbedir. Yapım yılı: Yeni cami ile aynı dönem yani 1663 yılıdır. Türbenin kütlesi: orta boyda bir cami gibi görünür.
Oldukça büyük (15 metre çapında) tek bir kubbenin örttüğü, kare mekanlı türbenin dört köşesinde de kubbeye destek veren dört tromp vardır. Bu trompların içinde de, ikişer pencere bulunur. İç mekan: iki yandaki kasnak kemerlerde bulunan, üç kat sıralı pencerelerle aydınlatılır. Çini ve kalem işleri, son derece güzeldir.
Dış avlusu da duvarlarla çevrilidir. Türbenin girişindeki veranda da, camilerde görüldüğü gibi, baklava başlıklı sütunların tuttuğu, yan iki tanesi tonoz şeklinde, ortadaki de yarım küre formunda üç kubbe vardır.
Girişin tam karşısındaki duvarın bir kısmı, dışarıya doğru çıkıntılı yapılmıştır ve dolap şeklindeki bu bölmede bazı değerli nesneler sergilenir. Türbenin içinde 44 tane sanduka vardır. Bunların çoğu minik sultan ve şehzadelere aittir.
Ama burada altı tane de padişah vardır. Burada gömülü padişahlar: IV. Mehmet, II. Mustafa, III. Ahmet, I. Mahmut, III. Osman ve V. Murat’tır. Yani tüm Osmanlı sultanlarının, altıda biri burada yatmaktadır. Bir de Sultan I. Mahmut’un anası, Saliha Sultan vardır.
Türbeler denen bu bölümde, bir de “Havatin” yani “Kadınlar Türbesi” denen bir bölüm daha vardır. Bunun içindeki sandukalarda da küçük şehzadeler ve padişah karıları yatmaktadır.
Böylece: Turhan Sultan: kendi türbesinde, hanedandan gelen veya Saraya hizmet etmiş 150 kişiye ev sahipliği yapmaktadır. Bu da o dönemde kadınların rolünü ve önemini simgelemektedir.
Hatice Turhan Sultan Sebili
Cami külliyesinin bir parçası olan zarif sebil: Bankacılar sokağı ile Şeyhülislam Hayri Efendi caddesinin kesiştiği köşededir. 17 yüzyılda yapılmıştır. Sebil: 19 yüzyılda bir yangında hasar görmüştür. Sebilin restorasyonu, İstanbul Arkeoloji Müzesi kurucusu Osman Hamdi Bey tarafından bizzat yapılmıştır. Sebil: bir dönem Belediyenin su satış istasyonu olarak da kullanılmıştır. Demir şebeke işlemeleri, saçak motifleri ve mermer işçiliğiyle dikkat çeken sebil, şehrin en güzel yapılarından birisidir.
Yıldız Dede Hamamı
Yeni caminin arkasındaki sokaktadır. Yıldız Dede: Fatih Sultan Mehmet’in müneccimidir. Fethin tarihini önceden bildirdiğine dair hikayeler anlatılır. Ayrıca, bu hamamın bulunduğu yerde, daha önceleri bir sinagog bulunduğu söylenir. Ancak günümüzdeki hamam 18 yüzyıl yapısıdır.
I. Abdülhamit Külliyesi
Külliye: türbe, medrese ve kütüphaneden oluşmakta olup bu yapılar, günümüzde “Ticaret Borsası” olarak kullanılmaktadır. Dağınık külliyenin bazı yapıları Sirkeci civarında bulunmasına rağmen, zarif camisi karşı tarafta, Beylerbeyi sahilindedir. Külliyenin sebili ise, Gülhane Parkı karşısına taşınmıştır.
Sultan I. Abdülhamit: 18 yüzyıl sonlarında yaşamış, talihsiz bir padişahtır. Çünkü başında bulunduğu yorgun imparatorluk, bu yıllarda birbirini izleyen Rus savaşlarıyla başa çıkamamıştır.
Abdülhamit de, saltanatı sırasında en fazla toprak kaybeden padişahlardan birisi olarak tarihe geçmiştir. Zaten bu dertler ve sıkıntılardan bunalarak öldüğü söylenir.
Evet: 1776-1777 yılları arasında Sultan I. Abdülhamit tarafından yaptırılan külliyede revaklı 21 oda vardır.
I. Abdülhamit Türbesi
Eski Milli Piyango idaresinin tam karşı köşesindedir. Yapının bulunduğu cadde, İstanbul şehrinin en işlek ve trafiği yoğun caddesidir. Bu yüzden, türbenin bembeyaz mermerleri kararmıştır.
Türbe, Abdülhamit külliyesinin bir parçasıdır. 1780 yılında Mimar Tahir Ağa tarafından yapılmıştır. Yapı: mermer işçiliği yönünden son derece muntazam ve barok üslupla yapılmıştır. Dıştan iki katlı görünümdeki türbenin katları, birbirinden düz kornişli bir silme ile ayrılmıştır. Önünde avlusu vardır.
Dış avlu kapısı üzerinde: sülüs yazı ile ayetler işlenmiştir. Bu avludan: üç gözlü bir revak ile türbeye girilir. Türbenin giriş kapısı üzerinde de, yine ayetler yazılıdır.
Türbe: 26 pencere ile aydınlatılmaktadır. Türbe içinde: Özi kalesinin düştüğü haberini alınca, üzüntüden felç geçirip 1789 yılında vefat eden, padişah I. Abdülhamit gömülüdür. Ayrıca: şehzadeler ve sultan yakınları da gömülüdür. Sultan III. Selim’in öldürülmesine sebep olan ve 1807 yılında idam edilen Sultan IV. Mustafa’nın sandukası da buradadır.
Diğer sandukalar: I. Abdülhamit, II. Mahmut ve Abdülmecit’in çocuklarına aittir. Türbenin en büyük özelliği: kuzey duvarının ortasında, Peygamberimizin ayak izlerini kapsayan mermer bir pano bulunmasıdır. Bu pano: camla kaplı niş içinde muhafaza edilmektedir.
Ali Muhiddin Hacı Bekir
Bahçekapı’da: I. Abdülhamit külliyesinin hemen yanındaki bu şeker üreticisi kurum: 1777 yılından beri burada iş yapmaktadır. Günümüzde de, çeşitli geleneksel şekerleriyle varlığını sürdürmektedir.
Hidayet Cami
Yeni caminin arka sokağındadır.
Arapça “Hidayet” sözcüğünün karşılığı “Yol gösterme, doğru yolu arama, doğru yola girme” anlamındadır.
Caminin ilk olarak yapılması düşünülen yerde yoğun olarak balıkçı barınakları vardır. Sultan II. Mahmut, saraydan çıkarak balıkçı barınaklarının bulunduğu bu bölgeyi gezmiş, durumu yerinde incelemiş ve büyük olasılıkla balıkçıların yaşam şekillerini beğenmemiştir.
Doğru yoldan çıktıklarını düşündüğü balıkçıların doğru yolu bulmaları adına, balıkçı barınaklarının yıkılarak buraya bir cami yapılmasını ister ve camiye de bunu izah eder şekilde “Hidayet” ismini koyar.
Evet: ahşap cami 1813 yılında, Sultan II. Mahmut döneminde, burada yaptırılır.
Ancak: kıyıda, kayıkhaneler ve bekar odaları arasında sıkışıp kalan cami: orada bazı hoş olmayan olaylar gelişince, Sultan II. Abdülhamit tarafından şimdiki yerine taşıtılmış ve ahşap olan caminin yerine, ünlü Fransız mimar Vallaury’e 1887 yılında, kagir ve tek kubbeli olarak yeniden inşa ettirilmiştir.
Mimar Alexandre Vallaury, İstanbul’da doğmuş ve Fransız asıllıdır. İstanbul’da pek çok eser yapmış ve Osman Hamdi Bey tarafından “Mimar-ı Şehir” olarak tanımlanmış bir sanatçıdır.
İlk yapılan ahşap camiden, günümüze kadar gelen tek unsur: avluya giriş kapısıdır.
Yeni yapılan caminin dış kapısındaki kitabede, bu taşınma ve yeniden yapılma durumu yazılı iken, bu kitabe, 2003 yılında bulunduğu yerden çalınmıştır.
Caminin mimari stili, karmaşık bir üslup ve daha çok 19 yüzyılın oryantalist üslubu sergilemektedir. Sonradan ilavelerle iki kat olarak düzenlenmiştir.
Dış duvar silmelerinde: eklektik süslemeler görülür. Dış pencere kemerlerinde ise: Asya ve Kuzey Afrika İslam mimarisinin özellikleri seçilmektedir. Ama yüzey kısmı, is ve dumandan iyice kararmıştır. Zaten caminin çevresi de boğucu şekilde binalarla doldurulmuş ve cami, iki büyük bina arasında sıkışmış kalmıştır.
Cami: yoldan yani avludan 3 metre yukarıdadır ve merdivenle çıkılır. Merdiven basamakları, kısacık minarenin yanından kıvrılıyor. Giriş sahanlığı, sonradan camekanla kapatılmıştır. Son cemaat yeri: ahşap ağırlıklı, küçük ve düz tavanlıdır.
Buradan ana mekana geçilir. Ana mekan: kare planlı ve yüksek tavanlıdır. Osmanlı camilerinde alışılmadık tarzda, tepede sivri kubbe vardır. Kubbenin alt tarafında ise, pencereler dizilidir. Ama asıl iki büyük pencere, karşılıklı iki duvarda görülür. Vitraylarla süslenmiş pencerelerin üste doğru kıvrılarak sivrilen şekilleri ilgi çekmektedir.
Caminin iç süslemeleri kalem işidir. Çini kullanılmamıştır. Çiniler alt kattaki camide görülür. Aslında burada bir gerçek ortaya çıkmaktadır ki: Hidayet cami, bir bakıma iki cami gibidir. Cami: zeminden yüksekte inşa edildiği için, zaman içinde, alttaki boşluk iş yerlerine dönüşmüştür. Burada bir bankanın deposu ve nakliyecilere ait büro bulunur.
Ancak 1992 yılında alt kat boşaltılmış ve camiye çevrilmiştir. Çünkü: tarihi camide, Cuma namazlarında yer kalmamaktadır. Ancak, günümüzde, Cuma namazı dışında, bütün ibadet alt kattaki camide yapılmakta, tarihi üst kat cami ise, sadece Cuma günleri Cuma namazı için açılmaktadır. Bu arada, 1999 yılındaki depremde, caminin bazı duvarlarının hasar gördüğünü de hatırlatmak gerekir.
Rüstem Paşa Cami
Yeni caminin çok yakınındadır. Ancak denizden bakıldığında, bu cami seçilemez. Çünkü: Tahtakale’nin yapısal karmaşası arasına karışmıştır. Ancak: bu camiyi sizlere tanıtmadan önce, bilmenizi istediğim çok önemli bir not var, şöyle ki Newsweek Dergisi, burayı “Dünyanın 50 mücevheri listesi” ne dahil etmiştir.
Öncelikle Rüstem Paşa kimdir: Rüstem: Osmanlı imparatorluğunun en ünlü ve güçlü sadrazamlarından biri olarak görev yapmış, aynı zamanda Kanuni Sultan Süleyman’ın kızı Mihrimah Sultan ile evlenmiştir.
Rüstem zamanla büyük bir servetin sahibi olmuştur. Sultan Süleyman’ın oğlu şehzade Mustafa’nın boğdurulmasında, Hürrem Sultan ile birlikte parmağı olduğu söylenir. Mihrimah Sultan: 1560 yılında ölen kocası Rüstem Paşanın ardından 18 yıl daha yaşamış ve 1578 yılında ölmüştür.
Caminin yapıldığı yer: Bizans döneminde “Macro Enbolo” olarak bilinen bir yerdir ve burada Bizans döneminde “Sen Dines” isimli bir kilise bulunmaktaymış. Ancak fetihten hemen sonra, bu kilise “Hacı Halil” isimli bir mescide dönüştürülmüştür.
Rüstem Paşanın cami yaptırmak üzere seçtiği bu bölge: 19 yüzyılda, tütün tacirleri, tahsildarlar, el sanatları ustaları, kazancılar, kantarcılar, ahşap ustaları gibi her türlü ticaretin yapıldığı bir yer olarak önem kazanmaktadır.
Bu hareketli bölgede, şaşırtıcı güzellikte ve bolca çini kullanılarak yapılan bu cami: Rüstem Paşanın ismini ve şaşasını günümüze kadar taşımıştır. Çünkü bu caminin iç mekanında kullanılan çinilere, paha biçilememektedir.
Cami: 1561 yılında, Mimar Sinan tarafından yaptırılmıştır. Ancak: Rüstem Paşa, 1560 yılında öldüğünden, büyük olasılıkla cami, kocasının anısına Mihrimah Sultan tarafından yaptırılmıştır.
Cami: daha önce burada bulunan kiliseden dönüştürülmüş, Hacı Halil mescidinin bulunduğu yere yapılmıştır. Ancak, bu mescit çukurda kalıyordu ve Mimar Sinan, yeni yapılan caminin çevreden görülebilmesi için, caminin altına, dükkanlar bulunan bir platform yapmış ve böylece cami yüksek bir zemine oturtulmuştur. Bu yüzden, camiye merdivenlerle çıkılır.
Mimar Sinan’ın deniz kıyısında yaptığı 3-4 camiden biridir. Caminin zemin katında: bazı dükkanlar bulunmaktadır. Yer darlığı nedeniyle: caminin avlusu kısa tutulmuştur. Şadırvan, aşağıda yol kıyısındadır. Avlunun her iki köşesinde bulunan müezzin odalarına çıkılan merdivenler, zamanın etkileri sonucu bir hayli aşınmıştır.
Caminin kitabesi yoktur. Ancak 1560 yılında bitirildiği kabul edilmektedir. Öte yandan, Mihrimah Sultan tarafından Edirnekapı’da yaptırılan camide ve Rüstem Paşa’nın Şehzadebaşı’nda bulunan türbesinde de ilginç bir rastlantı olarak kitabe yoktur.
Caminin kubbesi: 15.5 metredir ve sekizgen şemalı ayak üzerine oturur. Bu ayaklar ve duvar: kubbe kasnaklarına kadar çinilerle kaplıdır. Ancak, caminin orijinal ve güzel kubbesi, 18 yüzyılda depremde yıkıldığından, günümüzde görülen kubbe, sonradan yapılmıştır.
Zaten, görülen kubbede uygulanan şekiller, caminin yapıldığı dönem olan 16 yüzyıl şekillerine uymaz. Mihrap duvarı yönündeki pencerelerin kıyısında bulunan yer döşemelerindeki renkli taşlar, güzel figürler oluşturacak şekilde döşenmiştir. Bu camiyi öne çıkaran en büyük özelliği: özellikle iç mekanda kullanılan çinilerdir.
Çünkü, 16 yüzyıla tarihlenen bu çiniler, Osmanlı çini sanatının en güzel örneklerini oluşturmaktadır. Zaten, 1560’lı yıllarda, çini sanatı doruğa çıkmıştır ve birçok çini ustası İstanbul’a davet edilmiştir.
Bu ustalar, İstanbul’da gerek bazı eserlerde çalışmışlar ve gerekse yine bazı eserlerde onarımlar yapmışlardır. İç mekanda çok fazla çini harcandığından, İznik çini atölyeleri üretimi yetişmemiş ve ilaveten Kütahya’da yeni çini atölyeleri açılmıştır.
Caminin duvarlarındaki çinilerde: mavinin tüm tonları, narçiçeği kırmızısı, nohut ve kabak yapraklarının yeşilliği, mistik bir yansıma yaratır ve bu yansıma insan ruhunu dinlendirir.
Özellikle: çinilerde kullanılan ve mercan kırmızısı ile yapılmış karanfil ve lale desenleri, muhteşem güzelliktedir. Mimar Sinan, camiyi yaparken çok ilginç bir özellik planlamıştır. Güneş ışınları, günün her saatinde pencerelerden yapının içine girer ve çinilerin ayrıntı ve renkleri en güzel şekilde görülür.
Genellikle camilerin iki minareli yapıldığı İstanbul’da, burası tek minaresiyle iç mekandan ayrı olarak dış mekanda mütevazi bir görünüm sergilemektedir. Cami: 1666 ve 1776 yıllarında, yangınlar sonucu hasar görmüş olup, ardından yapılan restorasyonlarda, çinilerden bir kısmı çalınmıştır.
Şeyh Mehmet Geylani Türbesi
Arpacık caddesindedir. Şehrin bu en eski türbesi, günümüzde dükkanların arasında sıkışıp kalmıştır. Söylediğim gibi, şehrin bu en eski türbesi, her ne kadar zaman içinde birçok değişikliğe uğrayarak özgün halini yitirse de, 1453 yılından kalmadır. Yine söylenenlere göre: türbenin bulunduğu burada: daha önce, Bizans döneminden kalma “San Markus” isimli bir kilise bulunuyormuş.
Bu kilisenin üstüne, ahşap bir cami ve bu türbe yapılmış, cami yok olmuştur. Türbede: kapı girişinde, hemen sağda şeyhin sandukası vardır. Türbenin içindeki yazıların bir kısmının: Fatih Sultan Mehmet tarafından bizzat yazıldığı söyleniyor.
Şehir merkezine 45 dakika uzaklıktadır. İstanbul-Kilyos arası uzaklık 32 km. dir. Kilyos-Sarıyer arası 11 km. dir. Özel araçla gidildiğinde, Maslak-Sarıyer istikametini izleyerek, Bahçeköy orman yolundan Kilyos’a ulaşmak mümkündür. Sarıyer’e kadar sahilden gidilebilen yol, özellikle hafta sonlarında aşırı kalabalık oluyor. Ayrıca, Sarıyer’den Kilyos’a minibüs ve belediye otobüs seferleri bulunuyor. Kilyos’a giderken, orman yolu boyunca piknik alanları, kendin pişir-kendin ye kır lokantaları göze çarpıyor.
Kilyos: İstanbul’un yaz sığınakları arasında kumsalları sayesinde ilk sırada yer alır. Botanik açıdan son derece zengin kumulları vardır. Bu kumullar: Karadeniz kıyılarında, bozulmadan kalabilmiş kumul alanlar arasında, en zengin bitki çeşitliliğine sahip, ikincil kumul sistemi olması nedeniyle oldukça önemlidir.
Doğal Hayatı Koruma Derneği tarafından koruma altına alınması için çalışılan Kilyos kumulları: içerdiği nadir kumul bitki örtüsündeki çeşitlilik ve ülke çapında nadir görülen en az 15 çeşit kumul bitkisi taksonuna sahiptir.
Bern Sözleşmesi Ek Liste I’de yer alan iki bitki türünün zengin popülasyonlarının bulunduğu kumullardaki botanik çalışmalarının tarihi, yüzyıllardan beri eskiye dayanıyor. En az dört bitkinin tip örneği buradan toplanmıştır.
Evet, botanik açıdan çok zengin olan kumullarının koruma altına alınması gereken beldenin resmi ismi “Kumköy” dür. Kilyos isminin Rumcada karşılığı ise “Kum” dur. Buradaki yerleşim, eski dönemlerde bir balıkçı köyü olarak başlamıştır.
Kilyos: Polonezköy, Ağva ve Şile gibi İstanbul’da hafta sonu aktiviteleri için en çok tercih edilen beldelerden biridir. Kilyon denildiğinde, akla önce plaj ve deniz gelir. Kilyos plajları: İstanbul’un en büyük ve temiz sahil şeridi olup Kilyos Burnundan Gümüşdere Plajı’na kadar uzanmaktadır.
Ancak deniz çok dalgalı olduğu için boğulma oranları yüksektir. Çünkü bir-iki noktada Dip akıntısı riski vardır. Akıntı riski olan noktalarda, Belediye tarafından uyarı levhaları konulmuştur.
Plajlar, bu akıntıların bulunduğu noktaları kendi alanlarının dışında bırakmışlardır. Yine de yaz aylarında uyarı levhaları olmasına rağmen Dip akıntısı olan yerlerde denize giren insanların sayısı oldukça fazladır.
Kilyos’a genellikle günübirlik denize girmek veya piknik amaçlı geliniyor. Ancak konaklama imkanları da bulunuyor. Yaz aylarında, plaj partileri ve konserlerle, gece boyunca hareketlilik sürüyor.
Bölgede iklim ve kumsalların uygunluğu nedeniyle, rüzgar sörfü gibi spor etkinlikleri düzenleniyor. Ayrıca, Kilyos ardındaki ormanlarla yürüyüş imkanı sağlayan parkurlara da sahiptir.
Kışın sert Karadeniz dalgaları sahili ve kayaları döverken, otelin sıcak lokantasında doğayı seyredebilir, sessiz, sakin yollarda ve hatta plajda uzun yürüyüşler yapabilirsiniz.
Yazın ise: uzun, güzel kumsallı plajı seçerseniz, Kilyos’un içinden kuzeye doğru devam ettiğinizde, küçük ve sakin koyları görebilirsiniz.
Boğaziçi Üniversitesinin Kilyos Kampus Plajında, Kiteboard (Uçurtma) Şampiyonası düzenleniyor. Kiteboard; windsurf benzeri olan ancak windsurfteki yelken yerine kite denen uçurtma-paraşüt benzeri bir ekipmanla rüzgara dayalı olarak yapılan son derece eğlenceli ve adrenalinli bir spor dalıdır.
Aynı zamanda olimpik spor dalları arasına da girmiştir. 2012 yılında ilk defa olmak üzere BURN Kiteboard World Tour: Türkiye’de Kilyos Gümüşdere’deki Burc Beach’de yapılmıştır.
NE YENİR
Kilyos ve çevresinde, taze deniz ürünleri ve mangalda pişen et yemekleri sunan kır lokantaları damak zevkine düşkün olanlar için, yaz-kış açık. Bu şirin, küçük Karadeniz sahil yerleşimi, göz alabildiğine uzanan kumsal plajlarıyla ünlü. Sarıyer içinden veya Belgrad ormanlarından geçen yollar birleşerek Kilyos’a varıyor.
Orman yolu, su kemerleri ve bentlerin civarından geçiyor. Kilyos çarşı içinde: midye tava, tavuk şiş, mantar, balık, sucuk, börek çöp şiş yiyebilirsiniz.
GEZİ
Kilyos: sırasıyla Roma, Bizans ve Ceneviz hakimiyeti altında kalmış, ardından Osmanlı döneminde Leventan nüfusu ile gelişme göstererek kozmopolit bir yerleşim yeri olmuştur. 1960 yılından sonra ise, turizm alanında tanınarak, popüler bir sayfiye yeri haline gelmiştir.
Köye ulaştığınızda ilk göze çarpan tarihi bina “Kale” dir.
Kale
Bir yanı ormanlar ve diğer yanı denize bakan bir yer olarak Kilyos kalesini görmeden buradan ayrılmayın. Tepedeki 15’nci yüzyıl Ceneviz kalesi, Kilyos’un bu kadar popüler olmasının eski tarihlere dayandığının göstergesidir. Askeri saha içinde kalan kale, Sultan II. Mahmut döneminde restore edilmiştir. Kalede antik çağlardan kalma bir sarnıç olduğu bilinmesine rağmen, askeri bölge olduğu için gezmek mümkün değildir.
Yağmur yağdığı zaman sarnıçların dolması için su toplayacak bir sistem kurulmuştur. Taş yapımı kalenin temizliğiyle dikkati çeken, kemerli, korunaklı muhafız bölümleri aynen korunmuştur. II. Dünya savaşında boğazların korunması amacıyla, Almanlar tarafından verilmiş, 19’ncu yüzyıl Krupp kamalı çelik top, kalenin burçlarındadır. Kale içinde 8 ayrı top sergileniyor.
Kale kapısı üzerinde: Sultan II. Mahmut’un tuğrası, her iki yanında iki savaş topu, karşısında kalenin ele geçirilişi şerefine o dönem dikilip günümüze ulaşan anıt çınar ağacı bulunuyor. 26 metre yüksekliğinde, 5.4 metre gövde çevresine sahip çınarın dikim tarihini gösteren tabela 1460 yılını belirtiyor. Üç yüksek noktasındaki su terazileri de kaledeki sarnıçtan su dağıtın sistemin birer parçasıdır.
Köydeki diğer tarihi yapılar: İngilizlerin İstanbul’u işgal ettiklerinde Boğaz girişini kontrol etmek için yaptırdıkları, eski tahlisiye binaları, kayıkhane, iskele, köprü ve çeşmedir. Tahlisiye binaları, halen kıyı koruma tarafından kullanılmaktadır.
Kale kapısından ayrılıp, eski köy evlerini geride bırakarak yürüyün. Tüm Kilyos manzarasına hakim bir tepeye ulaşacaksınız. Köydeki konaklama tesislerinin çoğu buradadır. Deniz tarafından çıkılan merdivenlerle veya araç yolu ile gelinen otellerin tepesi, panoramik manzarasıyla hayranlık uyandırmaktadır. 50 adımda ulaşacağınız çarşı, piknikle ilgili tüm ihtiyaçlarınızı karşıyabileceğiniz bakkal, manav, eczane gibi dükkanlar, emlak ofisleri, butikler, cıvıl cıvıldır.
Yani yerleşik nüfusu kışın 2000 civarında olan Kilyos’a giderken, ihtiyaç duyabileceğiniz şeyleri yanınızda taşımaya gerek yoktur. Jandarma Bölgesi sınırları içinde kalan bölgede, tüm kalabalığa rağmen, huzuru kaçıracak olaylara rastlanmıyor.
Geçmiş günlerinden çok fazla eserin günümüze ulaşmadığı Kilyos, zamanın çarpık yapılaşmasından fazlasıyla nasibini almıştır.
Mavi bayrak taşıyan kumsallara bakan otellerin manzarası karaya oturmuş gemilerin paslı görüntüleri yüzünden biraz bozuluyor.
Kilyos’ta 1955 yılında, Türkiye’nin ilk tatil köyü olan “Turban Tatil Köyü” açılmıştır. Günümüzde, kapalı olan işletmenin sadece plajından yararlanılıyor.
Ovid kulesi
Ovid kulesinin bulunduğu yere Uskumruköy deniliyor.
Kilyos’ta görebileceğiniz bir diğer tarihi eser ise: eski Yunan döneminden kalan, zamanında gözetleme kulesi olarak kullanılan Ovid Kulesidir. Yani bir anlamda, erken uyarı işlevi olan bir Bizans kulesiymiş. Geceleri bu kulede meşaleler yakılırmış. Boğaz’a yaklaşan geniler, bu kulenin ışığını görünce özellikle fırtınalı havalarda çok tehlikeli olan Cyanean Kayalıklarına, yani Kilyos kayalıklarına çarpmamak için önlem alırmış.
Ancak civardaki bazı haydut çeteleri, başka yerlerde ateşler yakıp gemileri kayalara yönlendirir, sonra da kazaya uğrayan gemileri ve kazazedeleri soyarlarmış. Buna göre, kulenin alt katı 6’ncı yüzyıla, üst katı ise 11’nci yüzyıla tarihleniyor. Yani, burada 1500 yıllık bir kule görülüyor. Ovid kulesinin ismi: Romalı bir şair olan Publius Ovidius Naso’dan (MÖ 43-MS.18) geliyor.
Roma yakınlarındaki Sulmona şehrinde doğan Ovidius, Latin dilinin ve Roma’nın en büyük şairlerinden biri kabul edilir. Atina’dan Anadolu’ya çok yer gezip aşk şiirleri yazan Ovidius’un eserleri klasik mitolojinin de en önemli kaynakları arasında sayılmaktadır. Sevmek için çırpınan, en derinindeki özleme seslenen bir yüreğin şiirlerini barındıran “Ars Amatoria” yani “Aşk Sanatı” Ovidius’un baş yapıtlarından biridir. Tıpkı mitolojik kahramanların partnerlerine yazdığı hayali aşk mektuplarından oluşan “Epistulae Heroidum” gibi “Metamorphoses” gibidir.
Ancak meyve veren ağaç Roma’da da taşlanıyor. Ovidius bir gün apar topar tutuklanıp İmparator Augustus tarafından Köstence’ye sürgüne gönderiliyor. İnsanların tek bir kelime bile Latince anlamadığı topraklara, bir şair olarak gidiyor. Onun Tuna nehrinin Karadeniz’e açılan noktasındaki küçük bir şehre sürgün edilmesi, Klasik Antik Çağ’ın en büyük gizemlerinden biridir. Bazıları, şiirlerinde çok eşliliğe özendirici oluşuna yorar bu sürgün durumunu, Kimileri ise bunun bir bahane olduğunu, gerçek nedenin farklı olduğunu öne sürerler.
Şair ise, görülmemesi gereken bir şeye tanık olduğunu ve bundan ötürü İmparatorda önünü alamadığı bir kızgınlığa sebep olduğunu, ifade eder şiirlerinde. Ancak ne gördüğünü açık açık yazmaz. Bir yanlış anlamanın kurbanı olduğunu, aslında hiçbir suçu bulunmadığını düşünür. Latin dünyasının en büyük şairi sürgün yıllarında Augustus’a ve halefi Tiberius’a mektuplar yazarak affını ister. Ancak bu mümkün olmaz ve Ovidius 10 yılını sürgünde geçirdikten sonra yine burada ölür. Ancak Ovidius’un burası ile ne ilişkisi var, kulenin ismi neden Ovidius kulesi, bunu bilen yoktur. Ovidius sürgüne giderken, sadece gemiyle yakınından mı geçti, ya da bu civarda mı konakladı bilinmemektedir.
Köstence’deki zorunlu ikameti sırasında buralara gelme şansı mu buldu, bilinmiyor. Tek bilinen, tarihi kayıtlarda kulenin adının Ovid kulesi olarak geçtiğidir. Ovidius’un sürgünde öldüğü Köstence yakınlarındaki Mika Tepesinde de bir Ovid kulesi bulunuyor. Yine bunun gibi kare planlıdır. Köstenceliler, 1990 yılında Ovidius’un adına, şehirlerinde bir üniversite kurdular. Bizdeki tek izi olan Ovid kulesi ise, mezarlığın yakınındadır ve 90’lı yılların sonunda ciddi bir restorasyon gördüğü bilinmektedir.
Kilyos yukarı mezarlığının yakınlarında, Atlas Çiçeği Sokak’taki kule, bir tesisin parçası olduğu için bir zaman öncesine kadar gezilebiliyordu. Ancak günümüzde o işletme kapalı ve kulenin çevresi de çiftlerle çevrili olduğundan görmek için biraz cambazlık yapmak gerekiyor.
Evet, gezimize devam edelim. Köyün merkezinden geçilerek, uzun sahiline iniliyor.
Pek çok plaj işletmesinin bulunduğu bu uzun kumsalda, deniz oldukça sığ, dalgalı ve havası da genellikle rüzgarlıdır.
PLAJLAR
Kilyos Halk Plajı
Kilyos merkezindedir. Özellikle yaz aylarında, hafta sonları tatilcilerle dolup taşmaktadır. Güzel kumsalı ve çevre tesisleriyle her türlü ihtiyacınızı karşılar. Evet burası kilometrelerle sürmekte ve oldukça geniş bir kumsala sahiptir. Günübirlik deniz ve plaj keyfi için idealdir.
Halk plajında: alt yapı ve temizlik çalışmaları tamamlanarak, tuvalet, soyunma odaları ve duş kabinleri yeni düzenlenmiştir. Ayrıca cankurtaran ve güvenlik hizmeti verilmektedir. Günübirlik giriş fiyatı 15 TL dir.
Baykuş Plajı
Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi bünyesinde ve Kilyos Gümüşdere köyü tesislerinde faaliyet göstermektedir ve gündüzleri ailece deniz ve plaj keyfi yapmak isteyenler için Kilyos’un en güzel plajlarından biridir.
Plaj kulüpleri-Beach Kulüpler
Merkezden uzaklaştıkça, plaj kulüplerinin daha iyileri bulunmaktadır. Özellikle de Kilyos yakınlarındaki Demirciköy’de girişin ücretli olduğu bu kulüplerde ödediğiniz para hafta sonları, hafta içine göre daha yüksektir. Kulüpler, futbol, basketbol, rüzgar sörfü gibi pek çok aktivite sunmaktadır. Sezon dışında, plaj kulüpler kapalı ama Demirciköydekiler restoranları ile hizmet veriyorlar.
High Beach Kilyos
Burası eski Solar Beachdir. Yaz boyu açık restoranı ve dükkanlarıyla hizmet veriyor. Burası aynı zamanda pop konserleri ve hafta sonu festivallerinin de mekanıdır. Burası 1 kilometrelik eşsiz kumsalı, restoranları, barları, eğlence ve partileriyle tatil köyü rahatlığı yaşatıyor.
Babylon Beach Kilyos
Güzel bir koyda kurulmuştur. Yeşil alanları, yaz-kış açık olan ve kahvaltı menüleriyle balık çeşitleri iddialı mutfağı, plajı ve zengin aktiviteleri vardır.
Burç Beach Kilyos
Boğaziçi Üniversitesi Mezunlar Derneği tarafından 2001 yılından beri, Boğaziçi Üniversitesi Kilyos Sarıtepe Kampüsünde faaliyet göstermektedir. 2 kilometrelik güzel kumsalı, 1400 metrekarelik güneşlenme terası, 200 kişi kapasiteli Kafe-bar, balıkçı restoranı ile toplam 2000 kişiye hizmet vermektedir. Burada: kite board, katamaran, wind surf gibi su sporları ve beach volley ve beach soccer yapılabiliyor. 650 arabalık otopark bulunmaktadır.
Uzunca Beach Kilyos
Demirciköy’deki bu mekan, güzel kumsalı ve denizi, lezzetli menüleri ve bol balık çeşitleriyle restoranı, kamping alanı ve aktiviteleriyle hafta sonu deniz ve tatil keyfi için ideal mekandır. Karavan kamping ve doğa yürüyüş imkanı ile ayrıca ilgi çekmektedir.