Kocamustafapaşa semti, ismini: 1489 yılında Bizans döneminden kalma Ayios Andreas Manastırını camiye çeviren ve 1512 yılında idam edilen Sadrazam Koca Mustafa Paşa’dan almıştır. Bizans döneminde önemli bir dini merkez olan semt: Osmanlı döneminde de Halvetiye şeyhi Sümbül Efendi tekkesinin burada olması nedeniyle önemini devam ettirmiştir.
Samatya
Antik dönemde, Samatya, suçlular ve idam mahkumlarının gömüldüğü bir mezarlık bölgesi olarak biliniyor.
Bizans döneminde bu bölgenin ismi “Psamathion” yani “kumluk” olarak geçmektedir. Geçmişte semtte bol bulunan kumlu topraklar ve yine buradan kum çıkarılması nedeniyle bu ismin verildiği düşünülmektedir. Bu kelime, zaman içinde değişerek günümüze “Samatya” olarak gelmiştir. Yani, burası Bizans zamanından günümüze ulaşan ender semtlerden biridir.
Efsaneye göre: antik Bizantion şehrinin kurucusu Megaralı Byzas, körlerin şehri (Kadıköy) karşısına, kendi şehrini kurmak için buraya geldiğinde, Samatya’da bir köy vardır. Bizans döneminde, Konstantinopolis şehri batıya doğru büyürken, Psamatia, surların içinde kalmıştı ama yine nüfusu seyrek bir bölgeydi. Sadece bazı kiliseler ve manastırlar vardı. Bunlardan: Studios Manastırı, bölgenin en önemli dini merkeziydi.
5’nci yüzyılda
Samatya’da bir mezarlık olduğu biliniyor. Çeşitli kaynaklara göre: Bizans’ın ilk dönemlerinde, bölgede özellikle suçluların ve idam edilenlerin gömüldüğü bir mezarlık bulunmaktadır. Suçlular mezarlığı nedeniyle, bölgeye “yargılama, mahkeme” anlamına gelen “Krisis” adı verilmiştir.
Evet, burada Büyük Konstantin tarafından inşa edilmiş, Bizans’ın en büyük limanları olan Elefterios ve Teodosios bulunuyordu. Lykos (Bayram Paşa) deresinin getirdiği toprakla dolunca, Vlanga (Langa) adını alan bu bölgede: marul ve hıyar yetiştirilen bostanlar kuruldu. Bu bostanlar, 40-50 yıl öncesine kadar, İstanbul’un taze sebze ve salatalık ihtiyacını karşılıyordu. Yani, bölgenin liman özellikleri kaybolmuştu.
Gelelim Osmanlı dönemine
Fetihten sonra, Samatya uzun süre Hıristiyan kimliğini korumuştur. Ama: Studion Manastırından geriye kalan Ioannes Prodromos kilisesi, İmrahor İlyas Bey camisine çevrilmiştir. Bu cami, 1894 depreminde yıkıldıktan sonra bir daha onarılmadı. İstanbul’daki en eski kilise kalıntısı olarak ilgi çekmektedir.
Fetihten sonra, sur içindeki İstanbul iskan edilirken: bu bölgede de camiler, mescitler yapıldı ve çevresinde yeni mahalleler oluşmaya başladı. Böylece Hıristiyan ve Müslüman nüfus dengelendi.
Marmara denizine doğru inen eğimli tepelerin alt kısımlarında yani Samatya da daha çok Hıristiyanlar yaşarken, 17’nci yüzyıldan itibaren Kocamustafapaşa olarak anılan üst kısımlarda da çok sayıda Müslüman yaşıyordu.
Yine fetihten sonra: harap olan şehri onartmak için Fatih: Anadolu’nun çeşitli yerlerinden Ermeni ustaları, sanatkar ve işçileri İstanbul’a getirtti. Bu Ermeniler, önce Samatya da Ghastria Manastırı önündeki ormanlık arazide, çadırlarda kalmışlar, ancak daha sonraları kilisenin çevresinde yapılan evlere geçmişlerdir.
1461 yılında Bursa Episkoposu Hovagim’i İstanbul’a çağırdı ve ona Patrik unvanını verdi. Samatya da, Rumlara ait olan ve Perivleptos adıyla anılan Teotokos (Panayia) kilisesini Ermenilerin kullanımına verdi. Burası, Ermenilerin şehirdeki ilk Patriklik makamı oldu.
Cumhuriyet döneminde bile, Yozgatlı ve Kayserili Ermeniler buraya gelip yerleştiler. Semt, Kapalıçarşı esnafının, kuyumcunun, terzinin, bakkalın, nalburun yuvası oldu. Böylece, Ermeni cemaatin de Samatya da yerleştiği biliniyor. Zaman içinde: Türkler de semtin bazı sokaklarına yerleşirler.
Ancak zamanla, denize ulaşan derenin çekilip kurumasıyla, bu bölge bataklık olmuş ve denizden uzaklaşmıştır. Yani bir zamanlar deniz kıyısında olan Samatya, günümüzde daha içeri çekilmiştir.
Sahile paralel uzanan cadde boyunca ve surlara yakın sokaklarda Rumlardan kalma: taverna benzeri yemekli ve içkili eğlence mekanları, zaman içinde burayı İstanbul’un en gözde eğlence mekanı olarak geliştirmiştir.
Ancak 1940’lı yılların başında, Rumların burayı terk etmeleriyle birlikte, bu gözde mekanlar popülerliğini kaybetmiştir.
Günümüzde
Bu bölgenin resmi ismi “Kocamustafapaşa” semtidir. Ama insanların çoğunluğu, buraya “Samatya” demektedirler. Çünkü Cumhuriyet sonrasında, Bizans kökenli semt isimleri değiştirilmiştir.
Kiliseler semti olarak tanınır. Çünkü: Samatya’nın merkezindeki meydanın hemen arkasındaki sokaklarda ise, kapalı bulundurulan Rum Ortodoks kiliseleri “Hristos Analipsis” ve “Ayios Mikolaos” bulunur. Gençosman İlköğretim okulu ilerisinde ise, İtalyan kilisesi görülür. Kilise, günümüzde Süryaniler tarafından kullanılmaktadır. Çan kulesi değişik tarzdadır.
Samatya denilince, burada yıllarca üretim yapmış köklü ailelerden olan Zildjian (Zilciyan) ailesinden de söz etmek gerekir. Ailenin kökleri, Osmanlı’ya kadar dayanmaktadır. 1681 yılında Sultan I. Mustafa, Saray bandosuna zil yapması için Avedis Bey’e görev verir.
Sultan I. Mustafa yapılan zillerin seslerine hayran kalır. Böylece Avedis Bey, Zilciyan soy adını alır. Yaptıkları zillerde kullanılan malzemenin miktarını, bir sır gibi aile içinde kuşaktan kuşağa aktarırlar ve saklarlar.
400 yıldır faaliyet gösteren Zilciyan zillerinin kullanıcıları arasında: The Beatles, Pink Floyd, Deep Purple, Rolling Stones gibi ünlü isimler vardır.
SURP KEVORK KİLİSESİ-SULU MANASTIR
Abdi Çelebi camisinin karşı köşesinde, Marmara caddesi üstünde okulla bitişiktir. Kilisenin ismindeki “Kevork” ise bilinen “Yorgo” yani “Yorgi” isminin Ermenilerdeki adıdır.
Kilisenin geçmişi: İmparator Büyük Konstantin’in annesi Azize Helena’ya kadar gider. Azize Helena: oğlu üzerindeki nüfusu sayesinde, hem Konstantin’in Hıristiyanlar üstündeki baskısını kaldırmasını sağlamış ve hem de oğlunun Hıristiyanlığı kabul etmesinde rol oynamıştır. Azize Helena: Kudüs’e kadar gitmiş, aralarında Hz. İsa’nın gerildiği çarmıhın da bulunduğu bazı kutsal kalıntılara ulaşmış ve bunları İstanbul’a getirmiştir.
Azize Helena: Kudüs dönüşü, İstanbul’a Samatya kapısından girer. Kudüs’de kutsal haçın gömülü bulunduğu toprakta yetişmiş çiçekleri: kastria denilen saksılar içinde Peribleptos manastırının arazisine diker. Bu yüzden, buradaki manastır “Kastria” manastırı diye de bilinir.
Buradaki ilk kiliseyi yaptıran III. Romanos’un kısa ve ilginç hayat hikayesiyle başlamak istiyorum. Makedonya hanedanının son imparatoru olan VIII. Konstantin: geride bir erkek çocuk yani veliaht bırakmadan ölmeden kısa süre önce, güvendiği komutanlarından 50 yaşını geçmiş Romanos Argos: kendi kızı: gayet bakımlı ve güzel olan Zoe ile evlendirmiş ve böylece komutan Romanos’da İmparatorluğa kadar yükselmiştir.
Ancak: İmparator Romanos: tahta geçtikten kısa süre sonra, karısı Zoe’yi aldatmaya başlar. Zoe ise, Saray hareminde görevli olan Hadım İoannes’in kardeşi Mikail ile yakınlaşır ve sonuçta, bu üçlü, birlikte düzenledikleri bir komplo sonucunda İmparator III. Romanos’u öldürerek ortadan kaldırırlar. Romanos, Saray hamamındaki havuza girdiğinde, Zoe tarafından elde edilmiş olan hizmetkarları, kendisini suya batırarak boğarlar.
Ertesi günü, Zoe’nin aşığı IV. Mikail olarak tahta çıkarken, İmparatorun cenazesi de kendi inşa ettirdiği Peribleptos Manastırına gömülür. Yani sonuç olarak: İmparator III. Romanos, manastır için harcadığı bunca para ve emeğe karşılık, sadece defnedildiği küçük bir yeri kendisine yaratmıştır.
Evet: İmparator Romanos, burada ilk kiliseyi yaptıran kişi olduğu için, hayat hikayesinden kısaca söz etmekte yarar var.
Bu arazide, ilk kilise 1031 yılında İmparator III. Romanos tarafından “Thetokos Perivleptos” yani “Her şeyi gören Meryem” adına: burada daha önce de bulunan eski dini yapıların yanına bir manastır yaptırılır.
Bu yapının, Ayasofya’dan sonra en büyük ve en güzel mabet olduğu söylenir. Çünkü: İmparator III. Romanos: Hz İbrahim tarafından yapılan Kudüs şehrindeki büyük mabet ve Justinyanus’un yaptırdığı Ayasofya’yı geçmek istemiştir.
Hatta, söylenenlere göre, imparator, inşaat alanının önünde bir çadır kurdurmuş ve tahtını da buraya taşıtmıştır. Çünkü: özel yaşamında dindar olmasa da toplum önünde dindar bir idareci profili yaratmaya çalışmıştır.
Manastıra 1034 yılında yukarıda belirttiğim gibi İmparator III. Romanos ve 1081 yılında İmparator III. Nikephoros gömülür.
İmparator Nikephoros’un da ilginç bir geçmişi vardır. İmparator III. Nikephoros: Komnenos ailesine mensup I. Aleksios tarafından tahtı terk etmeye zorlanınca, kendini bu manastıra kapatır, keşiş elbisesi giyer ve ömrünün geri kalan kısmını bir keşiş olarak geçirdikten sonra, öldüğünde buraya gömülmüştür. Keşişlik günlerinde hatırını soran bir yakınına “Sadece etten yoksun kalmak canımı sıkıyor, ötesini pek umursamıyorum” şeklinde ilginç bir cevap vermiştir.
Bu kilise, Konstantinopolis şehrinin en önemli Ortodoks kiliselerinden birisidir. Ancak 1204 yılındaki Haçlı-Latin işgali sırasında bu manastır yağmalanır ve harabeye döner.
Ardından son İznik İmparatoru VIII. Michael Palaeologos tarafından onarılır ve yeniden ibadete açılır.
1402 yılında, yıldırım düşmesi sonucu manastır tahrip olur ve ardından onarılarak inziva yerine dönüştürülür. İmparator III. Manuel buraya sığınıp inzivaya çekilmiştir.
1458 yılında ise, yani fetihten sonra: Manastır bölgeye yerleşen Ermenilere verilir.
1660 yılındaki yangın, kilisenin yarısını harap eder. 1772 yılında, Kudus Ermeni Patriği Kirkor ve İstanbul Patriği Hovhannes Golod zamanında, hassa mimarı Melidon Kalfa Araboğlu tarafından, yeniden inşa edilir.
1782 yılında yine yangın ve kilise yine yanar. Bu yangının en büyük hasarı: Bizans İmparatoru Mihael Paleologos zamanından kalma mozaiklerin de yok olmasıdır. (Kanuni’nin bu mozaikleri çok beğendiğini daha önce anlatmıştım)
1804 yılında Baybartlu Patrik Hovhannes XI döneminde restore edilir. 1832 yılında mimar Hagop Amira Güllabyan ve mimar Minas Kalfa tarafından yine restorasyon yapılır. 1866 yılındaki yangında kilise ve bitişiğindeki Nunyan okulu tamamen yanarak kül olur.
1885 yılında Mikayel ve Hovhannes Hagopyan kardeşlerin maddi desteği ve Bedros Nemtze’in mimarlığı ile, kilise bu kez günümüzde görüldüğü şekilde kagir olarak yeniden yapılır.
Kilisenin Rumlardan alınıp Ermenilere verilmesiyle ilgili çeşitli söylentiler bulunmaktadır.
Birinci söylenti
Geçmişte bu kilise Ortodokslarda yani Rumlarda iken, İstanbul’un fethi sonrasında, Fatih Sultan Mehmet ve selefleri tarafından Karaman, Bursa ve Nahcivan’dan getirilen Ermeniler Samatya’ya yerleştikten sonra, burada bulunan Bizans kiliselerinden Meryem Ana’ya ithaf edilmiş “Panayia Perivleptos” kilisesi: Ortodokslardan alınıp Ermenilere verilmiştir.
Böylece: Galata’daki “Kirkor Lusaroviç” kilisesinden sonra, burası, Ermeni cemaatinin İstanbul’daki en eski ikinci kilisesi olarak tarihe geçmiştir. Bu kilise: aynı zamanda 1641 yılında Samatya’dan Kumkapı’ya taşınan Ermeni Patrikhanesinin de ilk kilisesidir.
İkinci söylenti
Sultan Deli İbrahim, bir zamanlar “çok şişman kadın isterim” diye tutturduğunda, götürülen kadınlar arasında en çok 130 kiloluk bir Ermeni cariyeye vurulur ve kadına “şekerpare” ismini verir. İşte bu kadının çabalarıyla, burada bulunan kilise, Rumlardan alınıp Ermenilere verilir. Çünkü: fetihten sonra Bursa ve çevresinden İstanbul’a gelen Ermenilerin çoğunluğu, Samatya bölgesine yerleşmiştir. Yani, sonuç olarak bu manastırın, 1643 yılı öncesinde Rumlara ait olduğu sanılıyor.
Üçüncü söylenti
Bir Ermeni seyyah olan Polonyalı Simeon: 1608 yılında İstanbul’u ziyaret ettiğinde: bu kilisenin Ermenilerde olduğunu ve Ermeni Patrikhanesinin katedral kilisesi olarak kullanıldığını yazar.
Dördüncü söylenti
1630 yılında İstanbul’a gelen seyyah Stockhove: seyahatnamesinde “Kanuni Sultan Süleyman’ın, Surp Kevork kilisesine duyduğu ilgi ve sevgiden söz eder. “Şehirde, Ermenilere ait duvarlarla çevrili büyük bir mahal mevcuttur ki, patrikhaneleri oradadır. Kiliseleri küçük ve aleladedir, fakat geniş bir holü vardır ki, burada Hıristiyan imparatorlar zamanında bir konsil toplanmıştır.
Holün duvarlarında bu konsile iştirak eden ruhani reislerin resimleri bulunmakta, içlerinde çok garip kıyafetlere girmiş olanlar görülmektedir. Kapının üst tarafında, bir imparator ile imparatoriçenin ve diğer iki kadının mozaik resimleri vardır. Bu resimler, sanki henüz yapılmış gibi hiç bozulmamış bir halde kalmıştır.
Ermenilerin söylediklerine göre, Sultan Süleyman, bu resimlere çok ilgi gösterir, onları sık sık görmeye gelir ve o kadar beğenirmiş ki, sarayına naklettirip yerleştirmeyi arzu edermiş. Fakat canlı mahluk resmi yapmayı men eden dinlerinden dolayı, bu arzusunu yerine getirememiş”
İspanya’dan Orta Asya’ya Timur’a elçi olarak gönderilen Ruy Gonzales de Clavijo tarafından 1402 yılında verilen bilgiye göre: kilisenin dışı, çeşitli resim ve tasvirlerle bezenmişti. Kilisenin bir köşesinde ise yapının banisi olan İmparator III. Romanos’un mezarı görülüyordu. Rahiplerin Clavijo’ya verdikleri bilgilere göre, mezarın olduğu alan, eskiden altınlarla kaplı ve değerli taşlarla bezeliydi. Ancak 1204 yılında şehre saldıran haçlılar bunları yağmaladılar.
Clavijo, kilise içinde bir imparator mezarı daha gördüğünü söyler ki bu da muhtemelen ömrünü burada bir keşiş olarak tamamlayan III. Nikephoros’a ait olsa gerektir. Yine, Clavijo: kilisede çeşitli kutsal emanetlerin bulunduğu yazar. Bunlar: Hz Yahya’nın baş parmağı eksik olan ve altın çubuklar içinde muhafaza edilen bir kolu, Aziz Gregor’un çok iyi muhafaza edilen cesedi vardır.
Kilisenin en değerli emanetlerinden birisi ise Hz. İsa’nın gerildiği çarmıhın ağacından yapıldığına inanılan bir haç idi. Bu haçın üzerinde Hz. İsa’nın çarmıha gerilişi işlenmişti. İnanışa göre, söz konusu haç, Büyük Konstantin’in annesi Azize Helena tarafından Kudüs’ten getirilen kutsal haçın bir parçasıydı. Clavijo, manastırın sınırları içinde, rahiplere ayrılmış çok sayıda konuttan bahseder ve bu kompleksi, çevresindeki bahçe ve bağlarla bir şehre benzetir.
Sonuç olarak
Hangi söylenti gerçek olursa olsun, uzun yıllar boyunca, kilisenin mülkiyeti konusunda Rumlar ve Ermeniler arasında büyük anlaşmazlıklar çıkmıştır. Hatta: İstanbul tarihini yazan Gugas İnciciyan’a göre: Perivlephos kilisesinin Ermenilere verilmesini kabullenmeyen Rumlar ve Ermeniler arasında çekişmeler ve tartışmalar zaman zaman uç noktalara vararak, kanlı olaylar cereyan etmiş ve hatta Surp Kevork kilisesi, halk arasında uzun süre “Kanlı Kilise” olarak anılmıştır.
Kilisenin demir kapısı üstündeki kanatlarda: Adem ve Havva ile Surp Kevork’un ejderhayı öldürüş sahneleri bulunmaktadır.
1641 yılında Ermeni Patrikhanesi, buradan çıkıp Kumkapı’ya taşınmasına rağmen, kilise Ermenilerde kalmıştır. Günümüzde, yortu günlerinde, bizzat Patrik gelerek burada ayin yönetmektedir, yani oldukça önemli bir kilisedir.
Ancak: yangınlar ve restorasyon çalışmaları sonucu orijinalliğini önemli ölçüde yitirmiştir.
Gelelim günümüzdeki kilisenin mimari özelliklerine: muntazam düzgün kesme taşlardan yapılmıştır. Narteksli, doğu-batı ekseninde, 2 katlı bir yapıdır. Cephelerindeki tezyinat, yapıya hareketlilik kazandırmıştır. Plan şeması, ilk yapıldığında bazilika tipinde olmasına rağmen, sonradan yapılan ilavelerle, Yunan haçı şekline dönüşmüştür.
Kilisenin yüksek bir çan kulesi vardır. Ana giriş kapısı üzerindeki çan kulesi, altındaki katlar ile tam bir uyum sağlar. Aşağıda kare, en üst bölümde ise yarı yuvarlak açıklıkları olan kule, sivri bir örtüyle sonlanır.
Bu kulenin iki tarafındaki, simetrik çan kulesi şeklindeki kuleler, sadece dekoratif olarak yapılmıştır. Eski yapıdan kalan en değerli parçalardan biri: demirden yapılmış, her kanadına kiliseye adını veren Aziz Kevork’un hayatından kesitler işlenmiş olan giriş kapısıdır.
1993 yılında, buraya, eski Ermeni Patriklik kilisesi olmasının hatırasına bir patriklik tahtı yerleştirilmiştir.
Özellikle: I. Dünya savaşı sırasında buradaki kilise ve yanındaki okula askeri amaçla el konuldu. 1917 yılında Sırp esirler buraya yerleştirildi, mütarekenin ardından ise kilise tekrar ibadete açıldı.
1918 yılından sonra kiliseye, Anadolu’daki katliamdan sağ kurtulanlar yerleştirildi, Gayan (kamp, durak) adı verilen bu göçmen konaklama merkezinde, yüzlerce insan yıllarca kaldı. Samatya da ki kamp, şehrin diğer yerlerindeki benzerlerinden farklı olarak, yaklaşık 20 yıl faal kaldı ve Anadolu’dan hala gelmekte olan Ermeni göçmenlerin pek çoğunun ilk durağı oldu.
En son olarak 1993 yılında restore edilmiştir.
Halk bu kiliseye: bahçesindeki Bizans döneminden kalma ayazma nedeniyle “Sulu Manastır” demektedir.
Günümüzde kiliseyi gezmeyi düşünürseniz, Pazar ayinine katılmak mümkündür. Özel günlerde cemaat tarafından kilise tamamen dolduruluyor. Sağ tarafta genellikle erkekler, solda ise kadınlar bulunuyor. Cemaatin çoğunluğunu ise, yaşlılar oluşturuyor. Kilisede bulunan gençler, sadece koroda yer alanlardır.
SAHAKYAN-NUNYAN ERMENİ OKULU
Kilisenin hemen bitişiğinde, halen faaliyetini sürdüren büyük bir “Ermeni okulu” vardır. Okul: 1831 yılında kurulmuştur.
Ancak 1866 yılında çıkan yangında yanarak yok olmuştur. Yerine: gümüşçülük yapan Kaspar Ağa adında bir zat, günümüzde görülen kagir binayı yaptırmıştır. Okulun ilk adı “Sahakyan” iken, sonradan yeniden yapılan okulun adı ise “Nunyan” dır ve günümüzde ikisi de kullanılmaktadır. Nunyan: ikinci okulu yaptıran Kaspar Ağanın eşinin ismidir.
1869 yılında kız öğrencilerin de eğitim görmesi için Akabyan Yatılı Kız Okulu açılmıştır. 1915 yılında hükumet tarafından alınan karar gereği okul ve kiliseler kapatılmış ve karargah olarak kullanılmaya başlanmıştır. 1917 yılında okulda, Sırp esirler barındırılır. Savaştan sonra, Temmuz 1918 yılında okul ve kiliseler yeniden açılır. Anadolu’dan İstanbul’a gelen Ermeni göçmenleri de Nunyan ve Sahakyan okullarının binalarına yerleştirilir.
1966 yılında iki tarihi okul binası birleştirilir ve okul: Sahakyan Nunyan adını alır. Birinde: ana sınıfı ve ilkokul, diğerinde ise ortaokul ve lise derecesinde eğitim verilir. Akabyan yatılı kız okulu kapanmıştır. Okul: zengin bir kütüphaneye sahiptir ve Türkiye’deki Ermeni okulları arasında en iyi eğitim verendir.
BALIKLI ERMENİ MEZARLIĞI VE BALIKLI SURP SARKİS ERMENİ KİLİSESİ
İstanbul’un en eski mezarlıklarından olan burası: 1554 yılında Ermeni toplumuna tahsis edilmiştir. 1903 yılında çevresi duvarlarla çevrilmiş, içinden yol geçirilmesiyle “Küçük Balıklı” ve “Büyük Balıklı” olarak ikiye ayrılmıştır. Mezarlığın içinde, Surp Sarkis Ermeni kilisesi bulunmaktadır.
AYİOS MENAS KİLİSESİ
Abdurrahman Nazif Gürkan caddesinde, yokuşun üstündedir. İstanbul’da Ayios Minas adına adanmış tek kilisedir. Burada daha önce Bizans döneminden kalma bir kilise olduğu biliniyor. 1200 yılında Rusya’dan gelen Novgoradlı Antoine: yazdığı notlarda burada bulunan bir kiliseden söz etmektedir. 1577 yılında Stefan Gerlach: İstanbul seyahatine ait bilgiler yayınladığında, buradaki kiliseyi ziyaret ettiğini ve kubbesinin 36 ayak olduğunu yazar.
Günümüzde görülen kilise: 1782 yılında yanan kilisenin yerine, 1833 yılında, mimar Konstantin Yolasigmasis tarafından bazilika olarak yapılmıştır. Binaya kuzey avludan girilir. Yapının narteksine de kuzeyden girilir. Yükseklik yaklaşık 8.7 metredir. İstimlaklar sırasında yapının apsisi yıkılmıştır. Yapı, köşelerde kesme taş ve yan duvarlarda ise moloz yontu taşla yapılmıştır.
Kilisenin altında, eski kilisenin temelleri bulunmaktadır. Çatı olarak, kuzey ve güney aksında kırma çatılıdır. Ama içeride, orta nef üstü tonozla geçilmiştir. Bu güzel kilise: 1955 yılında 6-7 Eylül olayları sırasında hasar görmüştür. Kilisenin altında: Anadolu’da Hıristiyanlara yapılan zulüm sırasında öldürülen İmparator Decian tarafından öldürülen Aziz Karpos ve Paylos’un mozoleleri vardır. Bu mozoleler, şehirdeki benzerleri arasında en eski olanlardır. Bu mozoleleri görmek için, kilisenin yanındaki kahvehanenin yanında, bir dehlize girmek gerekiyor.
HRİSTOS ANALİPSİS KİLİSESİ
İstasyonun arkasında, Büyük kule Sokak ve Akıncı sokak arasındadır. İsa’ya adanmış kilisenin yapılış tarihi, 16’ncı yüzyıla kadar uzanır. Analipsis “İsa’nın göğe yükselişini” betimler. Kilise ile ilgili en eski kayıt, Gedeon’un tespitine göre 1566 yılına aittir. Kiliseyi 8 Mayıs 1578 tarihinde ziyaret eden ve buradaki dini törene katılan Gerlach: aldığı notlarda Analipsis adındaki ayazma ile şifalı suyundan söz eder.
Kilise: 1583 yılında İstanbul’a gelen Tryfon Karabeinikov’un çıkardığı listede 14 sıradadır. Günümüzde görülen kilise, son olarak 1782 yılındaki yangında yanarak yok olan kilisenin yerine 1832 yılı yapımıdır. Patrik I. Konstantinos döneminde yapılmıştır. Kilise, yüksek duvarlarla çevrili avlunun, güneybatısındadır. Bir de ayazma vardır. Çan kulesi, avlunun kuzeydoğusundaki zangoç evinin çatısındadır.
Yapı: doğu-batı doğrultusunda dikdörtgen planlıdır. Giriş mekanı, kiliseye sonradan eklenmiştir. Dıştan sıvalıdır ve kaba yontu taşla inşa edilmiştir. İkonostasiste bulunan tasvirlerden Analipsis İkonası: kabartma tekniğinde, gümüş kaplamadır. Galeri korkuluğunda, Tevrat konulu tasvirler dikkat çeker. Pencerelerde, renkli camlardan oluşturulmuş haç motifleri bulunur.
Ayrıca: ambon adıyla tanınan vaaz kürsüsü ve başpapaz koltuğu ilgi çekmektedir. Günümüzde kilise sadece yılda bir kere, Haziran ayında yapılan yortu gününde açılmaktadır.
AYİOS NİKOLAOS KİLİSESİ
Analipsis kilisesinin az ilerisindedir. Tren istasyonunun arkasındaki Muallim Fevzi sokaktadır.
Ayios Nikolaos: denizciler, balıkçılar, fakirler ve yoksul çocukların koruyucusu olarak bilinir. Yani, tüm dünyanın bildiği ismiyle “Noel Baba” dır. Yıllar önce, Rum balıkçılar denize açılmadan önce, fırtınasız deniz ve bereketli balık avı için buraya gelir ve içeriye girip mum yakarlarmış.
Kilise: yüksek duvarlarla çevrili bir avlunun içindedir. Bu kilisenin: 1583 tarihli Trypon ve 1604 tarihli Paterakis listelerinde ismi geçer. 1652 yılında buraya gelen Antakya Patriği katibi Paulus, yazdığı raporunda, kilisenin içinde çok güzel süslemeler olduğundan söz eder.
1782 yılındaki yangın sonucu yanan kilise, yeniden inşa edilir ve 1830 tarihinde Patrik Konstantinos zamanında ibadete açılır. Kilise: kaba taş ve tuğla karışımı malzeme kullanılarak inşa edilmiştir. Avludaki çan kulesi, demir iskeletten yapılmıştır.
KAPIAĞASI YAKUP AĞA HAMAMI
Samatya’nın tepelik mahallelerine çıkarken görülür. Samatya caddesi ile Cambaziye sokak köşesindedir.
Yapı: 1547 yılında Osmanlı döneminde bir bürokrat olan ve Enderun’da görev yapan Kapıağası Yakub Ağa tarafından Mimar Sinan’a yaptırılmıştır. Yapılış amacı: Kadıköy’de bir deniz feneri ve Eyüp’te bir okul için gelir sağlamaktır. Özellikle: Thomas Allom’un ünlü gravürüne konu olmasıyla önem kazanmıştır.
1920 yıllarına kadar işlevini sürdürmüş, İstanbul’un en güzel hamamlarından biridir. Günümüzde; orijinal haline yakın şekilde yapılan restorasyonu ile yapının dışı mermerlerle kaplanmış ve yenilenmiştir. Lokanta, çarşı, Türk Hamamı, Sergi, Kültür ve Etkinlik Merkezi olarak kullanılacağı ve bunun için 1987 yılında burayı satın alan sahipleri tarafından satışa çıkarıldığı duyulmuştur.
9 tane dükkanı ve otoparkı bulunmaktadır. Tabii burada hemen akla gelen Mimar Sinan eserinin nasıl özel mülkiyet olabildiğidir. Bu mümkün olmakta, Mimar Sinan eserlerinden sadece hamamlar özel mülkiyet olabilmektedir.
ARPACI MEHMET EFENDİ ÇEŞMESİ
İstasyon çıkışında ve sırtını Bizans döneminden kalma surun dış yüzüne dayamış durumdadır. 1796 yılı yapımı bu taş çeşme, günümüzde kurudur ve hatta musluğu bile yoktur. Kitabesinden anlaşıldığına göre: Arpacı Mehmet Efendi isimli bir zat yaptırmıştır.
NAZIR MEHMET HALİL EFENDİ DERGAHI
Nafiz Gürman caddesi üstündedir. Yapı: Nazır Mehmet Halil Efendi tarafından, 1879 yılında Uşşaki Dergahı olarak yaptırılmıştır. Tekkelerin kapatılması ile başka amaçlarla kullanılan yapı: 1951-1952 yılları arasında, halkın yardımıyla tamir edilmiş ve ibadete açılmıştır.
Dikkat çeken bir mimari özelliği yoktur. Ama çevre duvarına gömülü ve kitabeli çeşme, tekkeden daha eskidir. 1562 yılında yaptırılmış olan bu çeşmenin kitabesi, 16’ncı yüzyılın en büyük hattatı ve Süleymaniye camisinin yazılarını da yazan, Ahmet Karahisari’dir. Mavi zemin üstüne, altın yaldızla yazılan kitabe: yapının yapım tarihi olarak 1562 yılını gösterir. Günümüzde üstü tel örgü ile kapatılmıştır.
ABDİ ÇELEBİ CAMİİ-SANKİ YEDİM CAMİİ
Marmara caddesi üstünde, Kırbacı sokakta, apartmanlar arasında kalmış, ilginç bir camidir. Çilingirler cami ve Sankiyedim cami olarak da bilinir.
Cami: Kanuni Sultan Süleyman döneminde; 1533 yılında Sarayın gelir ve giderlerini kaydeden (Ruznameci) Çelebi Abdullah Efendi tarafından Mimar Sinan’a yaptırılmıştır. Dolma bir suret üstüne, dört fil ayağı üzerine bir kubbe oturtularak yapılmıştır. Caminin minberi: 1756 yılında, Mahmut Efendi tarafından yenilenmiştir.
Sultan II. Abdülhamit döneminde, bu caminin yanına bir karakol inşa edilmiştir ve bu yapı günümüzde: Basılı kağıt ve Kıymetli Evrak Ambarı Şube Müdürlüğü tarafından kullanılmaktadır. Karakol inşaatı görmeye gelen Serasker Rıza Paşa: bakımsızlıktan harap durumda olan camiyi görünce, hazineden yardım alarak, camiyi Mimar Sinan’a yeniden inşa ettirmiştir. Yeni yapılan cami, orjinalinden farklı olarak: eklektik üslupla yapılmıştır.
Balkan ve I. Dünya savaşı sırasında caminin bakımı yapılamamış ve yine harap hale gelmiştir. 1933 yılında bir hayırsever öncülüğünde: camide geniş bir onarım ve ilaveten imam lojmanı yaptırılır. Ancak bu tamir sırasında, daha önce çökmüş olan kubbe yerine, ahşap tavan yapılır. 1991 yılında, halkın desteğiyle: avluya dernek binası, tuvalet ve abdest alma yeri yaptırılır. Gelelim caminin mimari özelliklerine: caminin ibadet alanına merdivenle çıkılır.
Kare planlı harim kısmına, son cemaat yerinden ahşap bir kapıyla girilir. Sağ tarafta: önü ahşap korkuluklu müezzin mahfili vardır. Mihrap çini, ahşaptan olan minber ve kürsü ise yağlı boya ile boyalıdır. İç mekandaki avizenin Naciye Sultan tarafından hediye edildiği söylenir. Şimdi de, caminin ismi yani “Sanki yedim-içtim” konusuna gelelim. Caminin ismi, sosyal bir mesaj vermektedir.
Fakir olan insanlar ya da birikmiş parası olmayanlar, cami yaptırmak istediklerinde, yemeden içmeden kısar “Sanki yedim içtim” der, parasını biriktirirlermiş. Örneğin: canı elma isteyen biri “Sanki yedim” deyip, elmanın parasını cami için ayırdığı paraya eklermiş, en sonunda caminin parası tamamlanır ve cami yaptırılırmış”
PARMAKKAPI CAMİİ-KAZASKER MEHMET EFENDİ CAMİİ
Kazasker Mehmet Efendi: buradaki Bizans dönemi kilisesinin yıkıntısı üstüne, kendi adına bir cami yaptırır. Caminin avlusundaki mermer plakada şunlar yazar “İstanbul fethine iştirak eden askerlerden Kadı Asker Ahmet Efendi, 1453 yılında bu semtte bir mahalle kurmuş ve bu yerde de mescit ve mektep yaptırmıştır.” Ancak bu mescit ve mektep: 1766 yılındaki depremde yıkılır.
Bunun üzerine Yeniçeri Ağası Mustafa Ağa: 1768 yılında bu camiyi yeniden inşa ettirir. 1917 yılında Cibali yangınında semt ile birlikte cami de yanar. Ardından burası yani caminin arsası gecekondular tarafından işgal edilir. Sonunda: 1960 yılında kurulan “Cami Yaptırma Derneği” Anıtlar Kurulunun da desteğiyle, 1980 yılında gecekondular yıktırılmış cami ve Kadı Asker Türbesini yeniden yaptırmıştır. Camiye girmek için, avludan mermer merdivenlerle son cemaat yerine varılır.
Burası: 3 metre genişliğinde, batı duvarı boyunca uzanmakta ve duvarları seramik kaplıdır. Kendi giriş kapısının hemen solunda bir kapı ile geçilen Kur’an kursu bölümü görülür. Mihrap çini, minber ve kürsü mermerden yapılmıştır. Duvarlar, yerden alt pencere hizasına kadar seramik kaplanmıştır. Tavanda büyük bir kubbe, çevresinde dört adet çeyrek kubbe bulunur. Ancak bu cami, 2012 yılında yapılan tespitlerde depreme dayanıklı olmadığının öğrenilmesi üzerine yıkıldı ve yeniden yapılmasına karar verildi.
RAMAZAN EFENDİ CAMİİ-HOCA HÜSREV CAMİİ
Kocamustafapaşa caddesi kuzeyinde, Kocamustafapaşa meydanındadır.
Caminin resmi adı: Hoca Hüsrev Camidir. Çünkü cami: Hoca Hacı Hüsrev isimli bir zat tarafından, 1585 yılında Mimar Sinan’a yaptırılmıştır. Bu yüzden: Mimar Sinan camisi olarak da bilinmektedir. Ancak: tüm bunlara rağmen, cami “Ramazan Efendi camisi” olarak bilinir.
Çünkü: burada baştan beri, kurumun bir parçası olan derviş tekkesi vardır ve bunun ilk şeyhinin ismi Ramazan Efendi’dir. Ramazan Efendi: (1542-1616) 3 sultan döneminde yaşamış bir tarikat şeyhidir ve Halvetiye tarikatının Ramazanniye kolunun kurucusudur. 1585 yılında İstanbul’a gelmiştir. Birçok öğrenci yetiştirmiş, kerametleriyle tanınmıştır.
Özellikle: rüya tabirleri konusunda bilgiliydi. Cami: geniş bir bahçe içindedir. İlk inşa edildiğinde: tevhidhane, çilehane, şadırvan ve derviş hücrelerinden oluşan bir tekke olarak inşa edilmiştir.
Caminin uzun kitabesi: şair Mustafa tarafından yazılmıştır. Kitabede, caminin yapılış tarihi olarak 1586 yazılıdır. Yani: buna göre, Mimar Sinan’ın son eseridir. Ünlü Mimar, burayı tamamladığında 97 yaşındadır. Evet: cami son derece basit bir yapıdır. Ancak, İznik çinileriyle süslenerek güzelleştirilmiştir. Çatısı ve son cemaat yeri ahşaptır. Özgün yapının ahşap bir kubbesi ve dört mermer sütunla desteklenen, üç kubbeli bir son cemaat yeri vardır.
Avludaki küçük şadırvanın harika oymaları dikkat çeker. Ama caminin esas ünü: fayans panolar sayesinde gelişir. İç mekanın duvarları: mihrap yüksekliğine kadar, 16’ncı yüzyılın muhteşem güzel çinileriyle bezenmiştir. Bunlar: İznik çiniciliğinin üretiminin zirvesinden günümüze kadar gelebilmiş en güzel çinilerdir. Özellikle, bu çinilerde kullanılan “domates kırmızısı” çok beğenilir. Kesme taş minarenin külahının alt kenarında, mavi renkli çini plakalar vardır.
Türbe
Caminin sol yanındaki türbe: Ramazan Efendi’ye aittir. Türbe: Bezirgan Hacı Hüsrev tarafından yaptırılmıştır. 9 x 8.5 metre ölçülerindedir. Moloz taş ve tuğla duvarlıdır, üstünü ahşap bir çatı örter. Ramazan Efendinin sandukasının bulunduğu bölüm, kubbe altına rastlar. Sandukanın çevresi, demir parmaklıkla çevrilmiştir. Türbe içinde herhangi bir bezeme yoktur.
Türbenin giriş kısmındaki panoda: 74 yaşında ölen Şeyh Ramazan Efendinin kimliği vurgulanmıştır. Türbenin kaligrafik panelleri dikkat çekicidir. Ramazan Efendi, türbesinde kim oldukları bilinmeyen 6 müridiyle birlikte yatmaktadır. Türbe: ilginç ve uygun adı nedeniyle, özellikle “Ramazan” aylarında sıkça ziyaret edilmektedir.
Cami: 1782 yılındaki yangında büyük hasar görmüştür. 19’ncu yüzyıl başlarında Bestekar İsmail Dede Efendi tarafından onartılmıştır. Tekkelerin kapatılmasından sonra, cami olarak kullanılmaya başlanmıştır.
Son bir not: caminin en etkileyici özelliği, tüm içi mekanı kaplayan 16’ncı yüzyıl çinileridir. Bu özelliği nedeniyle, hırsızların da ilgisini çeken yapı, kamera sistemiyle korunmaktadır ve sadece vakit namazlarında ziyarete açıktır.
CAMBAZİYE CAMİ
İlk mektep sokak ile Eski cami sokağın kavşağındadır.
Cami: Fatih Sultan Mehmet dönemi devlet adamlarından Cambaz Mustafa Ağa isimli birisi tarafından 1485 yılında yaptırılmıştır. Ancak yapılış tarihi net değildir. Mescit: İzmit gümrükçülerinden Kuru Ahmet Efendi tarafından minber koydurularak cami haline getirilmiştir. Minik ve hoş bir camidir.
Sokağa tek cepheli küçük bir avlusu vardır. Tuğla ile yapılmış avlu duvarının üstü, demir parmaklıklıdır. Ortada yine demir olan kapıdan avluya girilir. Solda abdest alma muslukları ve karşıda tuvaletler bulunur. Mihrap, minber ve kürsü mermerden, tavan düz betondur. Çatı kiremit örtülüdür. Arkada mihrap tarafında küçük bir bahçe vardır. Bu bahçede hazire bulunur.
Bahçenin sağında ise minare vardır. Tuğla minarenin, şerefelerinin altları kirpi saçak modelli mukarnaslarla süslüdür. Hazirenin sokağa bakan duvarına bitişik bir çeşme vardır. Çeşmenin mermer süsleme motifleri gayet güzeldir. Mermer yalağında geç devir özelliklerini yansıtan, silah kabartmaları, yan çerçevelerde ise bitki ve çiçek motifleri görülür.
Bu çeşmeyi: Keçecizade Kazım Bey yaptırmıştır. Kitabesi: hattat Vahdet tarafından yazılmıştır. 1940’larda kadro harici bırakılan cami, bakımsızlıktan harap olmuş, dört duvar halinde iken halkın yardımlarıyla yeniden inşa edilmiş ve 1977 yılında ibadete açılmıştır.
ESEKAPI İBRAHİM PAŞA MEDRESESİ-İSA KAPISI MESCİDİ
Davut Paşa Medresesinin güneyinde, Kocamustafa Paşa Caddesinin solundadır.
1924 yılında araştırmacı M.Alpatoff ve N.Brunof tarafından yapılan araştırmalara göre: burada, daha önce bir Bizans kilisesinin varlığı tespit edilmiştir. Tarihçi Paspatis tarafından, kilisenin 1159 yılında açık olan Lasites Manastırı olduğu belirtilmiştir. Hatta Hz İsa’nın göğe yükselirken üstüne bastığı taşın bu kilisede saklandığı iddia edilmiştir.
Kilisenin muhtemel uzunluğu 23 metre ve genişliği 9 metreydi. Ancak: muhtemelen 14’ncü yüzyıl başlarına tarihlenen kilisenin yapılış tarihi ve kime adandığı bilinmemektedir. Zaten, günümüze bu kiliseden sadece güney ve doğu duvarları kalmıştır. Güney taraftaki apsis bölümünde: son zamanlara kadar fresklerin izleri görülüyordu, ama günümüzde büyük çoğunluğu kaybolmuştur.
İbrahim Paşa: Kanuni Sultan Süleyman’ın kız kardeşi Fatma Sultan ile evlenerek Saraya damat olmuştur. 1563 yılında vefat etmiştir. Yapı 1560 yılında, dönemin Sadrazamı ve Tavaşi adıyla bilinen Hadım İbrahim Paşa tarafından mescide çevrilmiş ve ayrıca yine buraya Mimar Sinan tarafından tasarlanmış güzel bir medrese eklemiş ve küçük bir külliye meydana getirilmiştir.
Yani: Bizans ve Osmanlı mimarisinin kaynaştırılmasıdır. 1769 yılında Sabih Ali Efendi, minber koyarak mescidi cami haline getirmiştir. Yöre halkı tarafından: Bizans I. Konstantin surunun kapılarından biri olan İsa (Ese) kapı buraya yakındır ve bölgeye adını vermiştir. Ancak bu kapının ve kemerlerin 1509 yılındaki depremde yıkıldığı bilinmektedir.
Taş ve tuğladan inşa edilmiş medresenin kitabesi günümüze ulaşmamıştır. Kubbeli ve ocaklı, 11 oda ve mescidin karşısında: kare planlı, büyük ve kubbeli dershaneden oluşmaktadır. Avluda bir de su kuyusu bulunur. Ancak: 1894 yılındaki depremde, gerek mescide dönüştürülen kilise ve gerekse medrese yıkılmış ve ardından terk edilmiştir.
Uzun süre 1930-1960 yılları arasında evsizler tarafından kullanılan cami ve medrese yapıları tamamen harap olmuştur. Ancak son dönemde kötü bir restorasyon geçiren yapı: sadece Bizans döneminden kalma iki duvarı ve Mimar Sinan tarafından yapılan Medresenin iki duvarı ile ilgi çekmektedir. Son zamanlarda, Cerrahpaşa Tıp Fakültesinin Adli Tıp Bölümü: bu tarihi eseri duvarları içine almıştır.
KOCAMUSTAFAPAŞA SÜMBÜL EFENDİ KÜLLİYESİ-AYİOS ANDREAS EN TE KRİSTEİ MANASTIRI
Kocamustafapaşa caddesi sonunda, Kocamustafapaşa İlköğretim Okuluna ev sahipliği yapan, 19’ncu yüzyıl yapımı konağın yanındadır.
Külliyenin bulunduğu geniş arazi, Bizans döneminde önemli bir dini merkezdir ve burada: geniş bir manastır kompleksi bulunur. Bu kompleks içindeki bu eski kilise: ilk olarak 6 veya 7’nci yüzyılda yapılmış ve 1264 yılında, muhtemelen Prenses Theodora Raulina tarafından, Bizans’a Hıristiyanlığı kabul ettirdiğine inanılan Giritli Aziz Andresa’a adanmıştır.
Yani: muhtemelen daha erken tarihli bir kilise temelleri üzerine kurulmuştur. Ancak bu ilk yapılan kilisenin tarihi son derece karanlık ve tartışmalıdır. Ancak, üzerine yapılan kilise yapısında: 6’ncı yüzyıla ait malzemeler ve özellikle devşirme sütun başlıklarının kullanıldığı görülmüştür.
13’ncü yüzyıla gelindiğinde, İmparator VIII. Mikael, bu kiliseyi, yeniletmiştir.
1486 yılına gelindiğinde ise, yani İstanbul’un fethinden 36 yıl sonra: Sultan II. Beyazıt’ın Sadrazamı Koca Mustafa Paşa: kilise camiye çevrilmiştir. Burada ilginç bir hikayeden söz edilmektedir. Yavuz Sultan Selim ile Sadrazam Koca Mustafa Paşanın arası açılınca: Padişah öfkesinden, Paşanın yaptırdığı bu camiyi bile yıkmak ister. Ancak, araya Halveti Tarikatı Şeyhi Sümbül Efendi girer ve cami kurtulur. Bu yüzden camiye “Sümbül Efendi” camisi de denir.
Sümbül Efendi Camisi
Evet: bu tarihsel ve dini mekan, oldukça mistik bir hava taşır. Her taraf: türbeler, yeşillikler arasındaki mezarlıklar, ahşap tekke binaları, yüzyıllık ağaçlar ve diğer yapılarla doludur. Bu yüzden, her gün kalabalık kitleler tarafından ziyaret edilir. Camiye girildiği anda, eski bir kiliseden çevrildiği hemen anlaşılır. Çünkü, girişteki farklılıklar çok belirgindir.
Kilisenin apsis boşluğunu oluşturan yarım kubbeli mekan, doğuya bakar. Mihrap ve minberin: güney duvarındaki yarım kubbenin altında olabilmesi yani “Kabe” ye bakabilmesi için: kilise camiye çevrilirken, içerisi doksan derece kaydırılarak, yeniden düzenlenmiştir. Girişin bulunduğu kuzey duvarı önüne: son cemaat yeri eklenmiştir. Kilise girişi aksine: cami girişi, kuzey yönüne, altı kubbeli son cemaat yerine alınmıştır.
Külliyenin diğer yapıları olan medrese, tekke, mektep ve türbeler: kilisenin camiye çevrilmesinden sonraki döneme aittir. Günümüzde külliyede bulunan kütüphane, çay evi, medrese gibi yerler: Kuran Kursu olarak kullanılmaktadır. Hamam ise, camiyi çevreleyen duvarların dışında kalmıştır.
Sümbül Efendi Türbesi
Sümbül Efendi: 16’ncı yüzyılda kurulan, derviş tekkesinin ilk şeyhidir.
Türbe: bugünkü şeklini 1834 yılında, Sultan II. Mahmut zamanında yapılan onarım sonucunda almıştır. Türbe binası yuvarlak planlı ve kubbeli bir yapıdır. Bunun güney yönünde, yamuk planlı bir giriş bölümü eklenmiş, gerek Sümbül Efendi ve gerekse bitişik olan Serasker Rıza Para türbelerinin kapıları giriş bölümüne açılmıştır.
Enlemesine yerleştirilen tepe pencereleri, alçıdan mamül sümbül demetleri ile çevrelenmiştir. Türbeyi örten ahşap kubbe, dışarıdan kurşun kaplıdır. Kubbe eğitinden hareket eden kurşun kaplı saçak, türbenin ve giriş bölümünün cephelerinde dalgalanarak uzanır, türbe içi ise süsleme bakımından sadedir. Türbede Sümbül Efendi tek başına yatmaktadır.
Türbe girişinde, Serasker Rıza Paşa türbesi vardır. Rıza Paşa türbesi, torunları tarafından yaptırılmıştır. Sümbül Efendinin vefatından bu yana: insanlar sorunlarının çözümü için, mezarını ziyaret edip, ona yalvarmışlardır. Zaten, bu mezar sebebiyle, cami, İstanbul’daki en popüler dini ziyaret yerlerinden birisi olmuştur.
Edep Kapısı
Sümbül Efendi Türbesi ile Çifte Sultanlar Türbesinin arasındaki kapıdır. Sultan II. Mahmut, Çifte Sultanların türbesini yaptırdıktan sonra, araya bu kapıyı yaptırmıştır. Ramazanın 15’nden sonra, bayrama kadar açık olan bu kapıdan, ziyaretçiler ziyaretlerini tamamlar ve arka arka yürüyerek, bu iki büyük türbeye karşı saygılarını gösterirler.
Rahime Hatun Türbesi-Safiye Sultan Türbesi
Sümbül Efendi türbesinin yanındaki türbede: kızı Rahime gömülüdür. Türbenin kitabesi olmadığından ne zaman yapıldığı bilinmemektedir. Türbe, bazılarına göre Koca Mustafa Paşanın kızı Safiye Sultana, bazılarına göre ise Sümbül Efendinin eşi Safiye Sultana aittir.
Ayvansarayi’nin yazılarında, türbenin Safiye Sultana ait olduğu yazar. Halk arasındaki söylentiye göre ise, bu türbede Rahime Hatun isimli bir kişi gömülüdür. Türbe son derece sade olup, herhangi bir bezemesi bulunmamaktadır. İyi bir koca arayan yani evlenmek isteyen genç kızlar: bu türbeye dua etmeye gelirler. Türbenin üstünde yükselen, antik dönemden kalma çınar ağacının mucizevi güçleri olduğuna inanılmaktadır.
Diğer Türbeler
Girişte, fes şeklindeki mezar taşı olan türbe: “Serasker Rıza Paşa” ya aittir. Bir diğer türbede ise: Safiye Sultanın gömülü olduğu düşünülüyor. Açık türbede ise: Hz Hüseyin’in kızları Fatma ve Sakine’nin yattığına inanılıyor.
Katerina mezarı
Caminin önündeki mütevazi mezar ise, Sıdıka Hatun ismini alarak İslam’ı seçen Bizans Prensesi Katerina’ya aittir. Rivayete göre, çok dindar bir Hıristiyan olan İmparator Konstantin’in kızı Prenses Katerina, İstanbul’un fethinden sonra eski bir manastırdan camiye çevrilen Sümbül Efendi camisinin de yer aldığı Bizans’dan kalma Andreas Manastırına rahibe adayı olarak katılır.
İmparator babası, kızın bu isteğine onay verir. Ancak: Bizanslıların eline esir düşen, Hz Peygamberin torunu Hz Hüseyin’in kızları Hz Fatma ve Hz Sakine bu manastıra gönderilerek Hıristiyan olmaları için zorlanırlar. Hıristiyan olmaları için iki kız kardeşe, bir ay süre verilir. Ancak, manastırda bulunan kızı Katerina, iki kız kardeşten çok etkilenir ve kendisi Müslüman olmaya karar verir.
Artık adı “Sarı Sıdıka” dır. Prenses Katerina’nın Müslüman olmasına, Konstantin çok kızar, iki kız kardeşi mahzene kapattırır. Bir süre sonra, bir gece bulundukları mahzenden nurlu bir ışık yayılır. Mahzenin kapısı açıldığında görülür ki, çifte sultanlar ölmüştür. Prenses Katerina yani Sarı Sıdıka da bir süre sonra ölür. Ölüm şekliyle ilgili birçok rivayet vardır.
Ama sonuç olarak, bu tarihi kişiler, ölümlerinin ardından manastırın bahçesine gömülürler. Aradan yüzyıllar geçer ve İstanbul’un fethinden sonra 529 yılında manastır, camiye çevrilirken, burası, Halveti tarikatının Sümbüliye kolunun kurucusu olan Sümbül Efendinin dergahının bulunduğu yer olur.
Gün gelir, Sümbül Efendi, mezarların yerini bulur ve mezarlar kabir olarak hazırlanır. Yıllar sonra ise, Sultan II. Mahmut, gördüğü bir rüya üzerine Çifte Sultanların çevresini ve üstünü zarif bir parmaklıkla çevirttirir.
Zincirli Servi Ağacı
Kocamustafapaşa camisinde bulunan çifte sultanlar türbesinde, zincirli bir servi ağacı vardır.
Bizans döneminden kaldığına inanılan bu ağacın: İstanbul’un anıtsal ağaçlarından biri olarak kabul edilir. Söylentiye göre: Sultan II. Mahmut, Hz Hüseyin’in iki kızını, Bizanslıların bu servi ağacı dibinde öldürüp gömdüklerini öğrenir. Oraya: açık bir türbe yaptırır. Ağacın ise: Hz Cabir tarafından dikildiği söylenir. Evliya Çelebi tarafından aktarılan bir diğer söylentiye göre ise: borcu olup ta saklayanlar buraya gelirlerse: zincirin alçalıp onlara değdiğine inanılır.
Bu yüzden: alacaklı olanlar, borçlularını, kadıya götürmek yerine, buraya getirir ve zincirin kararını beklermiş. Bizans zamanında: böyle borçlu ve yalancı yakalayan heykeller olduğu bilinmektedir. Bir diğer söylenti: Cami avlusunda bulunan bu yaşlı ağacın gövdesi, zamanla yarılmaya, kabukları dökülmeye başlar. Sümbül Efendi, ağacı zincirlerle sararak korumaya alır.
Ancak, zincirin bir ucunu yere doğru sarkık tutar ve der ki “Bu ağacın altında kim durur ve yalan söylerse, bu zincir yere doğru uzayacaktır” Ağaçla ilgili bir söylenti daha: Bu zincir koptuğunda kıyamet kopacağına inanılır. Bir diğer söylenti ise: ağaç kuruduğu için zincirle bağlandığıdır. Günümüzde ise, ağaç, beton payandalar yardımı ile ayakta durmaya çalışmaktadır.
Zincir ise, günümüzde İstanbul Belediye Müzesinde muhafaza edilmektedir.
İSTANBUL EĞİTİM VE ARAŞTIRMA HASTANESİ
Hastane, 1960 yılında 560 yatak kapasiteli olarak “İşçi Sigortaları Kurumu Hastanesi” olarak yapılmıştır. O dönem için Balkanların en modern hastanesidir.
BALIK MÜZESİ
Türkiye sahillerinde yakalanmış 350 balık türünün sergilendiği bu müze, Samatya sahil yolunda, Kocamustafapaşa Balıkçı barınağındadır.
1991 yılında Balıkçılar Derneği kurucusu Haydar Deniz tarafından kurulmuştur. Müzede: balıklar yanında deniz kestanesinden kabuklulara, Türkiye sahillerinde rastlanan mercanlardan kaplumbağalara ve deniz yıldızlarına kadar her çeşit deniz canlısının örneği bulunmaktadır.
Balıklar önce kurutularak saklanırken, adli tıpta kadavraları korumada kullanılan özel sıvı tespit edilince, balıklar kavanozlarda bu özel sıvının içinde saklanmaya başlamıştır. Bu özel sıvı içindeki balıkların 500 sene kadar saklanabileceği söyleniyor.
Bu müzede göreceğiniz balıklardan yüzde 80 kadarı, artık Türk denizlerini, sularını terk etmiş balıklardır. Müzede bulunan bazı balıklar hakkında kısa bilgi vermek istiyorum. Peri balığı: 19 Mayıs 1969 günü, Çandarlı körfezinde tutulmuştur. Benekli kırlangıç balığı 20 Şubat 1973 günü Kefken de tutulmuştur. Kurbağakayası balığı 29 Temmuz 1972 günü Karadeniz’de yakalanmıştır.