İstanbul Balat

balat-genel-1
İstanbul Balat

Semt ismini: Rumca “Saray” anlamına gelen “Palation” kelimesinden almıştır. Çünkü yakınlarda “Blahernai Sarayı” bulunmaktadır. Fetihten hemen sonra, Bizans’ın Haliç kıyısındaki surlarında bulunan “Balat Kapı” da buradaymış ve Türkler tarafından buraya verilen “Balat Kapusu” isminin de bundan kaynaklandığı düşünülmektedir.

Ancak günümüzde bu kapıdan bir iz yoktur. Ancak kapı mevcut olmasa da yeri belirgindir. Çünkü: çevredeki sokakların tümü bu kapıya çıkacak şekilde düzenlenmiştir. Bu kapının: tarihi süreçte çok bilinen ama yeri kesin olarak bulunamayan: “Kynegos (Avcı) kapısı” veya “Prodomos (Vaftizci Yahya) kapısı” olabileceği de söylenmektedir.

Balat semtinin tarihi: gerek Bizans ve gerekse Osmanlı döneminde, şehirdeki başlıca Yahudi yerleşkesi olarak bilinir.

Çünkü: özellikle fetihten sonra, Osmanlı imparatorluğunun ilk dönemlerinde: tenha İstanbul nüfusunu arttırmak için her millet ve din mensuplarına, şehir açılmıştır. Çünkü: Osmanlı mantığına göre: gelen her gurubun kendine özgü bilgi ve becerilerinden yararlanılmak istenmiştir.

Balat bölgesinde ise: tarihi süreç içinde, yoğun olarak Yahudiler yerleşmiştir.

Yüzyıllardır dünyanın değişik yerlerinden İstanbul’a göç eden ve sürgün gelen Yahudiler: buraya yerleşerek kendi aralarında kaynaşmışlardır. Özellikle, fetihten sonra: Makedonya ve İspanya’dan göç eden Yahudiler bu semte yerleşmişlerdir.

Ama özellikle: iç Balat denen yere ve buradaki İstipol, Kasturiye, Ayistrati, Las Kazas de Perendeoğlu, Sigiri ve Dubek gibi mahalleleri yaratarak buralara yerleşmişlerdir.

Fatih Vakfiyesine göre: Balat’a ilk yerleştirilenler: Makedonya’nın Kastorio şehrinden gelen 100 kadar yoksul Yahudi ailesidir. Bu aileler: burada geldikleri semtin adını taşıyan “Kastorya Sinegogu” nu inşa edip çevresine yerleşmişlerdir.

Bunları takiben, 1492 yılında: Granada şehrinin düşmesiyle, İspanyol engizisyonu tarafından sürekli sıkıştırılan Yahudi cemaati İspanya’yı terk etmeye zorlanınca:  dönemin Osmanlı sultanı ve sofuluğu ile bilinen Sultan II. Beyazıt tarafından, bunlar İstanbul’da davet edilmişler ve geldiklerinde Balat’a yerleştirilmişlerdir.

Bu yeni gelen Yahudiler: “Seferad” olarak isimlendirildi. Bu sözcük İbrani dilinde “İsyanyol” demektir. Bu İspanyol Yahudileri, geldikleri yerin “Kastilya” lehçesini konuşuyorlardı.

Ardından 1497 yılında Portekiz ve İtalya’dan ve 1599 yılında Rodos’tan gelen Yahudiler; yine buraya yerleşerek Balat semtinde Gerus, Neve Şalon, Messine ve Montias sinegoglarını kurmuşlardır.

Yani: bir anlamda, her topluluk, kendi geldikleri yörenin ismini taşıyan sinagog inşa edip onun çevresine yerleşmiştir. 17 yüzyılda, tarihçi Baudier’in yazdıklarına göre: İstanbul şehrinde 38 Musevi Sinegogu bulunuyordu.

Yahudiler sinegogların görev yapabilmeleri için bazı kurallar koymuşlardı. Örneğin: bir sinegogun on kişiden az cemaati olamazdı. Bu cemaatin, sinegogun bulunduğu yere, yürüme mesafesinde ikamet etmesi gerekiyordu. Balat’ta, neredeyse yan yana birçok sinagog bulunması da, çevrenin Yahudi yerleşiminin çekirdeğini oluşturduğunu kanıtlamaktadır.

1590 yılında, İstanbul şehrinde oldukça yüksek sayıda, yaklaşık 20 bin kadar Yahudi bulunduğu bilinmektedir.

1660 yılında, Eminönü civarını yok eden büyük yangın, burada Bahçekapı, Tahtakale ve Yemiş İskelesinde yerleşik Yahudilerin evlerini de kül eder. Sultan IV. Mehmet’in annesi Turhan Sultan: Yeni Cami Külliyesi ve Mısır çarşısını yaptırmak isteyince, Yahudiler Balat ve Hasköy taraflarına yerleştirilirler. Böylece: Sefahadlar, Aşkenazlar (Orta Avrupadan gelen Yahudiler) ve Roma’dan kalma Romanyotlar birbirlerine karışırlar.

balat-genel-2
İstanbul Balat

17 yüzyıl sonlarında: bir Türk ile kavga eden Yahudi’nin Sultan Mehmet’e şikayet edilmesi üzerine: padişah köpürmüş ve cemaati cezalandırmak için Yahudilere “Çadır vergisi” adıyla yeni bir vergi yüklemiştir.

1853 yılında bu kere, Kırım Savaşı sonrasında bir gurup Yahudi buraya gelerek yerleşti.

İslam hukukuna göre: her dinsel topluluk bir millet olarak kabul edilirdi. Osmanlı devletindeki azınlıklar “Zımmi” yani “Devlet Himayesinde” kabul edilirdi. Bunlar: vergilerini öder, kendi mahkemelerini kurar ve iç işlerinde serbest kalırlardı. Her bölgenin kendi hahamı vardı ve aralarında toplanıp hahambaşını seçerlerdi. Hahambaşı: dini ve hukuki liderdi.

Ancak Yahudilerde hiçbir zaman Rumlarda olduğu gibi, Patrikhane sistemi ve hiyerarşisi yani merkeziyetçilik olmadı. Tüm bunlarla birlikte, Yahudilerin kendi geleneksel yaşamları içinde eğlencenin büyük yeri vardı.

Bunların yaptığı sirk gösterileri, Osmanlı eğlencelerinin vazgeçilmez unsuru olmuştu. Yahudi hokkabazlık gösterileri, İstanbul’un en heyecan verici seyirlerinden olmuştu. Ayrıca: şenliklerde kukla oynatırlardı.

Özellikle: “hareket eden ejderha” gösterileri çok beğenilirdi. Sultan II. Mahmut’un bir şenliğinde ve Sultan Abdülmecit’in sünnetinde de bu heyecanlı gösterileri yapmışlardır. Bunların yanında: İstanbul’daki ilk matbaa 1894 yılında Yahudiler tarafından kurulmuştur.

Tüm bunlara rağmen: semt, tarih boyunca sağlık yönünden tehlikeli bir yer olarak tanınmıştır. Özellikle 1942 yılında yürürlüğe giren “Varlık Vergisi” ve 1948 yılında İsrail Devletinin kurulmasıyla, Balat Yahudileri: 1950’lerde başlayarak kalabalık guruplar halinde İsrail’e göç ettiler. Bu göçe: ikinci askerlik hizmeti ve 6-7 Eylül olaylarının da etkili olduğu bilinmektedir.

Balat’dan göç eden Yahudiler, İsrail devletinin başkenti Tel Aviv şehrinin yanı başında yerleştikleri semtin ismi, buraya atfen “Batyam” olarak düzenlediler ve Türkiye dışında, yemekleri, müziği ve adetleriyle burayı bir Türk yerleşim yerine dönüştürmüşlerdir.

Şehri terk etmeyenler ise, Galata bölgesine göç etmişlerdir.

Yahudilerin Balat semtini terk etmelerindeki bir diğer etken de; tarihi süreç içinde: Balat, her zaman karanlık görünümlü, dar ve bakımsız bir çevre olarak tanınmasıdır. Çünkü: Fener’e göre burası daha yoksul bir semttir. Fener’de yerleşik Ermeniler, Osmanlı devlet yönetiminde etkin olduklarından zamanla zenginleşmiş, ancak Balat’ta oturan Yahudilerin böyle bir durumu söz konusu olmamıştır.

1923 yılında Yahudiler azınlık değil, tam vatandaşlık statüsü kazandılar.

Günümüzde ise: İstanbul’un ekonomik ve kültürel açıdan gelişmiş semtlerinden biridir. Bunda: mimari yapısı, kilise ve sinegogları, esnafı, hamamı ve çarşısı etkindir. Ara sokaklara girerseniz, tek tük Yahudi evi görebilirsiniz. Yine: ünlü geçen yüzyıldan kalma şarkılara konu olmuş “Agora Meyhanesi” buradadır.

Balat merkezinde iki sinagog vardır. Bunlar: Yanbol ve Ahrida (Ohrida) sinegoglarıdır.

balat-yanbol-sinegogu-2
İstanbul Balat Yanbol Sinegogu

 

YANBOL SİNEGOGU

Lapçacılar Sokağında, hareketli bir çarşı içindedir. Bulgaristan’dan gelen Yahudiler tarafından kurulmuştur. Giriş kapısında “5655” sayısı görülür. Bu sayı: Yahudi Takvimini belirlemektedir ve bunun karşılığı, normal takvime göre “1895” yılıdır.

Yani: Sinagog 1895 yılında yapılmıştır. Sinegogun apsisinde “Adalet kapısını aç bana” sözcüklerinin İbranicesi olan “Petah li şarei sedak” yazısı dikkati çeker. Ayrıca: yine yapıda bir takım Tevrat ruloları saklanmaktadır.

balat-ahrida-sinegogu-1
İstanbul Balat Ahrida-Ohrida Sinegogu

       

AHRİDA-OHRİDA SİNEGOGU

Kürkçü çeşme sokaktadır. Ahride sinegogu: 1427 yılında kurulmuştur. Ancak, sinagog binası, 18 yüzyılda Makedonya’nın Ohrid şehrinden gelen Yahudiler tarafından onarılarak kullanılmaya devam edilmiştir ve adını bunlardan almıştır.

1693 yılındaki yangında harap olan sinagog: 1694 yılındaki fermanla yeniden yaptırılmıştır. 1709, 1823 ve 1881 yıllarında onarım görmüştür. Sinagog: 500 kişilik kapasitesiyle şehrin en büyük sinegogudur.

Sinagog’un dua kürsüsü “Teva” bir gemi pruvasına benzer. Gemi pruvası, bir rivayete göre: İspanyol Yahudilerini Osmanlıya getiren kadırgalar ve bir başka rivayete göre ise Nuh’un gemisine benzetilmektedir. Sinegogun kutsal dolabında: Tevrat’ın “Tora kısmı” saklanmaktadır.

Dolap: Doğu yönüne yani Kudüs şehrine bakmaktadır. Buranın en özel tarafı: yani açık durması ve ayin yapılmasının sebebi: bazı Yahudilerin, aslında kendi dini kurallarına aykırı olmasına rağmen: başka yerlerden buraya geliyor olmalarıdır.

Çünkü daha önce sözünü ettiğim gibi: sinegogun açık durması için, cemaatin sinegoga yürüme mesafesinde yaşıyor olması gerekir.

Yine buraya ait bir özellik: 17 yüzyılın ünlü sahte mesihi diye bilinen Sebatay Zevi, bir dönem, burada cemaate hitap etmiştir. Sebatay Zevi: İzmir doğumludur. 1665 yılında Selanik şehrinde ortaya çıkmış, fikirleri ve söylemleriyle halkı etkileyerek Museviliği yaymaya çalışmış, yani Hz Musa’nın tahtına göz dikmiştir. Peşine büyük kitleleri takan Sebatay: zamanla Türklere karşı da bir ayaklanma hareketinin öncüsü olduğu zannıyla Osmanlı yönetimi tarafından aranmaya başlanmış, bir süre sonra yakalanmış ve hapsedilmiştir.

Bu kere, hapishanede İslamiyet’in etkisinde kalarak Kur-an okumaya başlamış ve Müslüman olmuştur. Ardından: İslam dinini savunmaya yönelik söylemleriyle dikkati çekmiş ve serbest kalmıştır. Ona inanan eski Yahudiler ise, aynı yolu izleyerek Müslüman olmuşlardır.

Bunların çoğu: İspanyolcayı bozuk Kastilya lehçesiyle konuşan Yahudilerdi. Bu olaydan sonra ilk kez “dönme” sözcüğü kullanılmaya başlanmıştır. Selanik’ten yayılan bu “dinden dönme” olaylarından sonra, oradaki Yahudiler de “Selanik dönmeleri” diye tanımlandılar.

Burada; 1877-1878 Osmanlı Rus savaşı sırasında, Osmanlının muzafferiyeti için, Sadrazam İbrahim Paşa ve cemaatin katıldığı bir dua töreni yapılmıştır.

balat-yahudi-hastanesi-1
İstanbul Balat Or-Haim Musevi Hastanesi, Hayat Işığı Hastanesi, Balat Yahudi Hastanesi

     

OR-HAİM MUSEVİ HASTANESİ-HAYAT IŞIĞI HASTANESİ-BALAT YAHUDİ HASTANESİ

Haliç kıyısındaki caddededir. Buradaki ilk yapı: 1858 yılında mimar Gabriel Tedeschi tarafından İpsilanti ailesinin ikametgahı olarak yapılmıştır. Ancak 1883 yılında burada sağlık hizmeti verilen “Or-Ahayim Derneği” kurulmuştur. Günümüzdeki görülen “Or-Hayim Hastanesi” ise: 1886-1898 yılları arasında yapılmıştır. Daha sonra hastane içine bir de sinagog eklenmiştir.

Yapı: kabartmalarla süslüdür. Dış görünümde: yüksek bir estetik düzenleme göze çarpar. Günümüzde hastane olarak kullanılan yapı: Türkiye’nin tek Yahudi hastanesidir. Hastane: I. Dünya savaşında yaralı askerlerin tedavisi için kullanılmıştır. Günümüzde ise bir vakıf tarafından yönetilmektedir.

balat-ferruh-kethuda-camii-1
İstanbul Balat Ferruh Kethüda Camii-Balat Camii

 

FERRUH KETHÜDA CAMİİ-BALAT CAMİİ

Balat çarşısının içinde, Mahkemealtı caddesindedir. Osmanlı imparatorluğunun en şişman Sadrazamı olan Semiz Ali Paşanın kahyası (kethüdası) Ferruh Ağa tarafından, 1562 yılında mimar Sinan’a yaptırılmıştır. Bu durum, yani caminin yapım yılı: giriş kapısı üzerindeki Arapça uzun ve hoş kitabede belirtilmiştir.

Cami: tekke bölümü, mahkeme binası ve çeşmesiyle birlikte, küçük bir külliyenin çekirdeğini teşkil eder. Basit dikdörtgen planlı yapının, bir zamanlar büyük bir ihtimalle küçük bir kubbesi olan ahşap tavanı bulunuyordu.

Ama yakın geçmişte yani 1959 yılında yapılan restorasyonla, bunun yerine betonarme tavan yapılmıştır. Bu düz tavan: karelere bölünüp beyaza boyanmıştır. İç mekandaki çift kat pencereler, içeriye bolca gün ışığı girmesini sağlar.

Dışarıya doğru çıkıntılı mihrap duvarları: Tekfur sarayı dönemi çinileriyle süslenmiştir. Batı duvarı boyunca, tahta balkon uzanır. Caminin önündeki son cemaat yeri, derindir ve sekiz sütunla desteklenmiştir.

Restorasyonda burası da etkilenmiş ve yapıldığı dönemdeki etkileyiciliğini kaybetmiştir. Ayrıca, caminin giriş kısmı: camlı bir bölmeyle kapatılmıştır ki bu bölüm yapıyla uyum sağlamamaktadır. Arka duvarda: türünün son örneği olan bir güneş saati görülür.

Balat Mahkemesi: uzun süre, bu caminin avlusunda kurulmuştur. Camiyi yaptıran Ferruh Kethüda: caminin haziresinde gömülüdür.

balat-kutsal-bas-melekler-kilisesi-1
İstanbul Balat Gregoryan Ermeni Kilisesi-Surp Hresdagabet-Kutsal Başmelekler Kilisesi

    

GREGORYAN ERMENİ KİLİSESİ-SURP HRESDAGABET-KUTSAL BAŞMELEKLER KİLİSESİ

Balat Camii yakınındadır. Kilisenin dışında kalan bina, bir zamanlar “Ermeni Okulu” olarak kullanılmıştır. 451 yılında: Khalkedon (Kadıköy) Konsülünde: İsa’nın tanrısal ve insani doğalarının aynı bedende birleştikleri kabul edilir.

Ancak, sadece ilahi doğanın varlığına inanan Ermeni Gregoryan Kilisesi: bu kararı kabul etmeyince aforoz edilir. Sonrasında: yüzyıllar boyunca Ortodoks ve Katolik kiliseleri, Ermenileri kendilerine bağlamak için yarışırlar.

901 yılına kadar: tüm Ermeni kiliseleri: Erivan Ecmiyadzin Patrikliğine bağlı kalır. Sonrasında ise, değişik yerlerde bağımsız Patrikhaneler kurulur. 1461 yılında: Fatih Sultan Mehmet: Bursa Ermeni Piskoposu Hovakim’i, İstanbul’a çağırır ve onu “Ermeni Patriği” ilan eder.

İstanbul Ermeni Patrikliği: başlangıçta diğer Patriklerden aşağı statüde olmasına rağmen, zamanla diğer bölgeler de Türkler tarafından ele geçirilince, önem kazanır. Ancak, hiçbir zaman, Ortodoks Patrikliğinin gücüne erişemez.

1628 yılında, Sultan IV. Murat döneminde: Karagümrük semtinde bulunan Surp Nikagos Kilisesi, Ermenilerden alınmış ve Kefeli Camiine çevrilmiştir. Karşılığında ise, Rumca adı “Ayios Eustrati” olan bu kilise: artan ihtiyaçları karşılamak için Ermenilere verilir. Ana mihrabın arkasındaki duvar kitabesine göre, aynı yıl yani 1628 yılında onarım görmüş ve Bursalı İsdeponos tarafından takdis edilmiştir.

İlk yapılan kilise, birkaç yangın sonucunda harap olmuş ve 1835 yılında günümüzde görülen kilise “Mikail ve Cebrail” yani “Baş meleklere” adanarak inşa edilmiştir. Kilisenin bodrum katında “ayazması” vardır. “Ayios Andonios” denen bu ayazma, kilisenin daha önce Ortodoks kilisesi olduğunu kanıtlamaktadır. Bodrum katında: ayrıca: Aziz Ardemios ve Azize Peprone’nin kemikleri saklanmaktadır.

Kilisenin içinde: ana mekandan, yandaki galeriye açılan bölümdeki bir ağır demir kapı ilgi çeker. Kapının bir tarafı “Latince” ve bir tarafı “Almanca” yazılıdır ve kabartmalarda “Ejderhayı öldüren St George ve tapınak hırsızlarını kovan Hz İsa” görülmektedir.

Söylentiye göre: Bu kapı: Sultan I. Mahmut döneminde; Topkapı sarayında yapılan bir kazıda bulunmuş ve “Babik” isimli ve Topkapı sarayında demircilik yapan bir Ermeni demircisi tarafından satın alınarak kilisede, bulunduğu yere takılmıştır. Bu kilisede, günümüzde, yılın belli günlerinde kurban olarak koyun ve horoz kesilir ve her dinden, yoksul insanlara dağıtılır.

balat-yusuf-sucaattin-camii-1
İstanbul Balat İskele-Yusuf Şücaattin Camii

 

BALAT İSKELE-YUSUF ŞÜCAATTİN CAMİİ

Balat kapı dışında, Karabaş Mahallesinde Vapur iskelesi sokağındadır. Bu yüzden: cami “Balat İskelesi” camisi olarak da bilinir. Kagir caminin ilk yapılışı: devrin ulemalarından Yusuf Şücaattin tarafından Fatih Sultan Mehmet döneminde yaptırılmıştır. Ancak 1892 yılındaki yangında yanarak harap olunca, yeniden yapılmış ve günümüze ulaşmıştır. 

Deniz kenarındaki cami “fevkani” yani “yükseltilmiş” tir. Altında başka bir kat vardır. Camiye güney cephesinden girilir, sağ tarafta cami deposu ve sol tarafta ise, caminin hemen yanında, camiye bitişik 1828 yılı yapımı “Hafize Hatun Çeşmesi” bulunmaktadır.

balat-tahta-minare-camii-1
İstanbul Balat Tahtaminare Camii

 

TAHTAMİNARE CAMİİ

Vodina caddesi üzerindedir. 1458 yılında, Fatih Sultan Mehmet tarafından yaptırılmıştır. Cami, zamanla harap olunca, 1865 yılında; Tahtaminare Hamamcısı Sivaslı Halit Ağa tarafından tamir edilerek yenilenmiştir. 1957 yılına gelindiğinde, cami, cemaati tarafından onarıma tabi tutulmuştur. Cami: kare planlı, çatılı ve kagirdir. Son cemaat yerinin üstü, kadınlar mahfilidir.

Tavan içi ahşaptır. Mihrap: ayetli Kütahya çinileriyle döşenmiştir. Önceleri ahşap olan ve camiye ismini veren tek şerefeli minare: yenilenme döneminde betonla yapılmış, külahı ve alemi madendendir. Cami yanındaki çeşme: Kanuni Sultan Süleyman tarafından yaptırılmıştır. Mihrap duvarı önünde: Hüseyin Efendinin kabri bulunmaktadır.

balat-bulgar-kilisesi-4
İstanbul Balat Bulgar Kilisesi-Sveti Stefan-Demir Kilise
balat-bulgar-kilisesi-3
İstanbul Balat Bulgar Kilisesi-Sveti Stefan-Demir Kilise
balat-bulgar-kilisesi-2
İstanbul Balat Bulgar Kilisesi-Sveti Stefan-Demir Kilise

 

BULGAR KİLİSESİ-SVETİ STEFAN-DEMİR KİLİSE

Haliç kıyısında: Fener’den Balat’a giderken sağ kolda, Mürsel Paşa Caddesiyle Balat Vapur İskelesi Caddesi arasındadır. Yapının yeşil renkli soğan kubbesi, denizden bakıldığında deniz ile arada kalan evler arasında hemen seçilir.

Bulgarca “Sveti” kelimesinin anlamı “Aziz” dir.

Kilisenin yapılış hikayesi şöyledir: O tarihlerde, İstanbul’da yaşayan Bulgarların sayısı fazladır. 1850 yılında milliyetçiliğin de etkisiyle, Bulgarlar dini ayinlerini Fener Rum Patrikliğine bağlı olarak ve Rumca yapmak istemediklerini söylerler.

Bağımsız ve milli, Bulgar Ortodoks kilisesi yapmak isterler. Çünkü başlangıçta Bulgar milliyetçiliği: Osmanlıdan çok Fener Patrikhanesine karşı oluşturulmuştur.

Ancak bu durum Osmanlının işine gelmez. Çünkü Fener Patrikhanesiyle karşılıklı anlaşma vardır. Ayrıca: Bulgar milliyetçiliğinin, zamanla Osmanlı otoritesine karşı yöneleceği de tahmin edilmektedir.

Bu yüzden, dönemin padişahı Bulgarların bir kilise yapmalarını istemez. Israr edildiğinde ise, işi zora sokmak için “Bir şartla izin veririm, kiliseyi bir ay içinde yapacaksınız, aksi halde izin vermem” der.

Evet, padişah tarafından verilen bu bir aylık yapım izninin ardından: Bulgarlar, kiliseyi demir döküm olarak yapmaya karar verirler. Çünkü: bu tarihlerde inşaatlarda kullanılan demir, dönemin yeni mimari modasıdır. Paris şehrindeki Eyfel kulesi, aynı dönemde yapılmıştır.

Yani: Padişahın öne sürdüğü şartı için en uygun çözüm, demir kullanılmasıdır. Bulgarlar hemen bir ihale açarlar ve bir Avusturya firması ihaleyi kazanır. Proje: İstanbullu bir Ermeni olan Hovşep Aznavur tarafından yapılır.

Ayrıca: Bulgarlar, bu kiliseyi yapmak için oldukça ilginç bir yer tercih ederler. Bu yer: Fener Patrikhanesinin sadece birkaç yüz metre yakınıdır.

İç ve dışı, yani tümü Viyana’da kurulu Wagner firmasının fabrikasında dökülen kilise: Viyana’da kurulur, denenir ve sonra mavnalarla: Tuna nehri ve Karadeniz yolu ile parça parça İstanbul şehrine ulaştırılmış ve burada monte edilmiştir.

Ancak: demir olduğu için ağır çeken kilisenin deniz kenarında kurulması öncesinde, temellerde ciddi mühendislik çalışmaları yapılır. Temeline 70’e yakın demir kazık çakılır.

Ayrıca: kilisenin nemden ve rüzgardan etkilenmesi, ciddi bakım ve onarım sorunları yaratır. Önce: taşıyıcı iskelet, çeşitli biçim ve boyutlardaki çelik profillerden oluşturulmuştur. Çünkü zeminin zayıf olması nedeniyle, betonarme yerine daha hafif olduğu için demir iskelet yöntemi tercih edilmiştir.

Ancak bununla yetinilmemiş, dış cephede bulunan elemanlar da demirden yapılmıştır. Bütün dış duvar kaplamaları, pencere doğramaları, kapı kanatları yani bütün yapı demirdendir.

İç mekana gelince: duvarlar, merdivenler, bütün kolonlar ve kolon başlıkları demirdendir. Ancak: daha görkemli bir görünüm için: girişte ve ana mekandaki duvarların ve kolonların üstleri: renkli mermer levhalarla kaplanmıştır. Yani: içerideki mermer görünümlü sütunlar da demirdendir.

Dünyanın ilk ve tek, dökme demirden yapılmış prefabrik kilisesidir. Mimari olarak: neogotik stil kullanılmıştır. Yeşilimsi, gri renkte boyanmıştır. Cephesi bezemelerle doludur. Yaklaşık 1.5 yıllık bir çalışmanın ardından: kilise 1898 yılında, bir aylık süreçte, günümüzde bulunduğu yere monte edilmiştir. Hemen girişte: kilisenin Viyana’da (R.Ph. Waagner, Vienne) yapıldığını belirten bir plaket görülür.

Kilisenin karşısında “Eksarhlık” binası vardır. Kilisenin bahçesindeki mezarlıkta bulunan heykeller: Bulgaristan’da Türk azınlığa baskı yapılan yıllarda, bilinmeyen kişiler tarafından kırılmıştır. Bu yüzden, bu heykeller kilise içine alınmıştır.

balat-turu-sina-manastiri-1
İstanbul Balat Tur-u Sina Manastırı

 

TUR-U SİNA MANASTIRI

Bulgar kilisesinin hizasındaki bu eski Ortodoks kilisesi, oldukça harap haldedir. Kilisenin önünde: küçük avludaki eğilmiş tahta çan kulesi ilgi çeker. Ama kiliseyi ana caddeden ayıran binalar daha da ilgi çekicidir. Bu kompleks yapılar: bir “Metohion” dur. Yani: Tur-ı Sina’daki “Aya Katerine Manastırı”nın, İstanbul şehrindeki bir koludur.

Metohion binası: İstanbul şehrindeki en eski konutlardan biridir ve yapılışı muhtemelen 17 yüzyıla uzanır. Ancak bu bina yakın zaman öncesine kadar çeşitli amaçlarla kullanılmış ve duvarlarındaki süsler yok olmuştur. Oysa, Miss Pardoe isimli yazarın İstanbul hakkındaki kitabında, bu evin bir odasının duvarlarındaki gravürler görülmektedir. Böylece buranın bir zamanlar ne kadar güzel bir yapı olduğu anlaşılmaktadır.

ESKİ GALATA KÖPRÜSÜ

Emektar Galata köprüsü: iki eski Yahudi semtini yani Balat ve Hasköy’ü birleştirmektedir. Yörenin insanları, iki kıyı arasında yürüyerek geçerler.

İstanbul günlük gezi planı hakkındaki yazım için.

Haliç kıyısı gezi planı hakkındaki yazım için.

 

İstanbul Gülhane Parkı

gulhane-parki-0
İstanbul Gülhane Parkı

İstanbul Gülhane Parkı:

Gülhane Parkının bulunduğu yerde: 8’nci yüzyılda, Konstantinopolis Üniversitesi bulunuyordu. Osmanlı döneminde ise, Topkapı Sarayının has bahçelerinden biri olarak düzenlenmiştir. Park alanında özellikle burada bolca yetiştirilen güller nedeniyle, parkın ismi de “Gülhane Parkı” olmuştur. Gül: Topkapı Sarayı has bahçesine, ilk olarak Fatih Sultan Mehmet döneminde, 1460’lı yıllarda gelmiştir. Sonrasında, sarayın bu has bahçesi, güllerle süslenir.

Parkın tarihi geçmişindeki en önemli olay, 1839 yılında burada ilan edilen Tanzimat Fermanıdır. Osmanlı’da imparatorluğun yeniden yapılandırılmasını hedefleyen ve kısmen de başarılı olan bu ferman: Sultan Abdülmecit tarafından kabul ve ilan edilmiştir. Amaç: 19 yüzyılda zayıflamaya başlayan Osmanlı imparatorluğunu, çeşitli reformlar yaparak modern çağa taşımaktır. Tanzimat: 40 yılın ardından, 1876 yılında sona ermiştir.

Günümüzde: 100 bin metre karelik alanı kaplayan park, özellikle her yıl “Nisan” ayında düzenlenen “Lale Festivali” sırasında bambaşka bir güzelliğe bürünür. Parka genellikle Arkeoloji Müzesi ya da Soğukçeşme Sokağının sonundaki Soğukçeşme kapısından girilir. Ben size Gülhane Parkında daha önce bulunduğu söylenen ama günümüze herhangi bir kalıntısı kalmamış tarihi eserlerden ziyade, günümüze ulaşan eserler hakkında bilgi vereceğim. Örneğin: Gülhane Parkı alanında bulunan, iki metrelik mermer Meryem Ana ikonu, günümüzde Arkeoloji Müzesinde sergilenmektedir. Buna Gülhane Meryemi İkonu denilmektedir.  

bizans-sarnici-2
İstanbul Gülhane Parkı Bizans Sarnıcı

 

Bizans Sarnıcı

Çevresi ağaçlarla kaplı ve hemen yanında 1911 yılı yapımı bir Osmanlı çeşmesi bulunan sarnıcın: 5 yüzyılın ilk yarısına ait olduğu düşünülmektedir. Sarnıç, muhtemelen Bizans döneminde burada bulunan sarayın su ihtiyacını karşılamak için yapılmıştır. Ölçüleri gayet büyüktür ve dikdörtgen planlıdır. Sarnıç geçmişte uzun süre akvaryum olarak kullanılmıştır.

gotlar-sutunu-2
İstanbul Gülhane Parkı Gotlar Sütunu
gotlar-sutunu-3
İstanbul Gülhane Parkı Gotlar Sütunu

 

Gotlar Sütunu

Park alanı içinde, Sarayburnu’na  hakim bir tepe üzerinde, 18 metre yükseklikte, bedenine “Gothos” kelimesi yazılmış bir sütun dikkati çeker. Sütun: Topkapı Sarayı müzesinin denize bakan yamacındadır.

Mermerden tek bir blok halde yapılmış sütunun özellikle, kartal arması yontulmuş bulunan, korint tarzı başlığı dikkat çekmektedir. Bizanslı tarihçi Necephorus’un yazdıklarına göre: sütunun üstünde, bir zamanlar Bizans’ın kurucusu olan Megaralı Byzas’ın heykeli varmış. Çünkü, sütunun bulunduğu yer, şehrin kurucularının ilk olarak karaya çıktıkları yerin çok yakınındadır.

Bir başka söylentiye göre, sütunun üstünde, bir zamanlar Yunan şans ve baht tanrıçası olan “Tike” heykeli varmış. Tike pagan tanrıçası olduğu için, Hıristiyanlığın kabulünün ardından, sütünün tepesinden indirildiği düşünülmektedir.

Sütunun üç basamaklı kaidesinde Latince“Gotların yenilgisiyle geri gelen Fortuna” şeklinde bir yazı vardır. Fortuna: Anadolu ve Yunan mitolojisinde, şans ve bereket tanrıçası Tike’nin Roma mitolojisindeki adıdır. Yani, sütunun Gotlara karşı kazanılan bir zafer için dikildiği anlaşılmaktadır. Bu değerlendirildiğinde, sütunun imparator II. Cladius Gothicus 269 yılında veya şehrin kurucu imparatoru Konstansin döneminde dikildiği tahmin edilmektedir.

Çünkü: her iki imparator da, yapılan savaşlarda Gotları yenmişlerdir. Ancak: imparator Cladius’un İstanbul ile ilgisinin bulunmuyor olması, sütunun hangi dönemde dikildiği sırrını koruyor. 17 yüzyıldır hiçbir depremde yıkılmadan kalarak günümüze ulaşan: sık ağaçlıklar arasında dikkat edilmezse görülmeyen bu abideyi görmenizi öneririm. Çünkü, 1700 yıldır burada bulunan sütun, belki de kaidesinde yazılı olduğu gibi, Tike tarafından korunarak günümüze kadar hiçbir değişikliğe uğramadan gelmeyi başarmıştır.

Gotlar sütununun hemen arkasında “Set üstü çay bahçesi” vardır. Buraya uğrayarak güzel manzara eşliğinde bir çay içerek mola verebilirsiniz.

bizans-yetimhanesi
İstanbul Gülhane Parkı Bizans Yetimhanesi

Bizans Yetimhanesi

Gotlar sütununun hemen aşağısında: demir parmaklıklarla koruma altına alınan bir takım kalıntılar görülüyor. Bunlar üzerlerinde haç işaretleri bulunan, başlıklı birkaç sütun ve tuğla kemerlerdir. 

Buranın: Bizans döneminde bir yetimhane olduğu ve 579 yılında Bizans imparatoru I. Justinianos ve karısı Sophia tarafından yaptırılmıştır. Bu yetimhane: hemen yakınındaki Aziz Menas ve Demetrius kiliselerinden sağlanan gelirle, uzun yıllar boyunca yetim çocukların barındığı, yemek yedikleri bir yer olarak kullanılmıştır.

islam-bilim-muzesi-0
İstanbul Gülhane Parkı İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi

 

İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi

Müze, Gülhane Parkı içinde, Saray sur duvarına bitişik, Has Ahırlar binasındadır. Osmanlı dönemine ait “Has Ahırlar” düzenlenerek müzeye dönüştürülmüştür. Has Ahır: Osmanlı döneminde, padişahın ve yakın hizmetinde bulunanların atlarının bulunduğu ahırlara verilen isimdir.

İslam Bilimi Tarihçisi Prof. Fuat Sezgin tarafından kurulan müze, 2008 yılında hizmete girmiştir. 3500 metre kareyi kaplayan sergi alanında: 580 adet cihaz kopyası, alet, maket ve model koleksiyonu bulunmaktadır. Bu koleksiyon ile, müze, dünya üzerinde Frankfurt’ta bulunan aynı özellikteki müzeden sonra ikincidir.

İki katlı müzede: Sergi alanlarının tamamında, İslam bilim adamlarının eserlerinin model ve maketleri sergilenir.

Üst katta: Astronomi, Sinevizyon salonu, Saat teknolojisi, denizcilik, savaş teknolojisi ve tıp bölümü vardır.

Alt katta: Fizik, matematik, madenler, geometri, şehircilik ve mimari, optik, coğrafya ve kimya ile ilgili bölümler bulunur.

Bahçe kısmında: Halife el-Mem’un tarafından 9 yüzyılda yapılan dünya haritasının kopyası bulunan yerküre ve İbni Sina Botanik bahçesi bulunmaktadır. Botanik Bahçesinde: İbni Sina’nın “Fit Tıbb” kitabının ikinci cildinde söz edilen bitkiler ilgi çekmektedir.

Sonuç olarak: müze, İslam dünyasının tarihteki başarılarını öğrenmek isteyenler için güzel örnekler sunmaktadır. Ancak konu ile ilgili birçok eser günümüzde, yabancı ülke müzelerinde bulunduğundan, sergilenen eserlerin birçoğu kopyadır. Bir kısım eserde, günümüze ulaşan tasvirleri dikkate alınarak aslına uygun yapılmıştır. Bunların yanında, müzede genel müzik enstrümanları bulunmaktadır. Bu arada: Nusret Çolpan tarafından yapılan tavan süslemelerini görmenizi öneririm.

alay-kosku-5
İstanbul Gülhane Parkı Alay Köşkü

Alay Köşkü

Gülhane parkının tam köşesinde, Topkapı surları üzerindedir ve Topkapı sarayının cadde ve sokaklara bakan tek yapısıdır.

Ünlü şair Keçecizade İzzet Molla’nın yazılarına göre: köşk binası, 1819 yılında Sultan II. Mahmut tarafından yaptırılmıştır. Ancak: günümüzdeki yapıdan önce de burada ahşaptan yapılmış bir “Alay Köşkü” bulunduğu söyleniyor.

Gülhane parkı içinde, girişte solda bulunan taş rampa: padişahların Saraydan çıkıp Alay Köşkünün kapısına kadar atla gelebilmeleri için yapılmıştır.

Osmanlı sultanları, burada kafesli pencerelerin ardında: Osmanlı imparatorluğunun zengin dönemlerinde, bu cadde üzerinde yapılan resmi geçitleri ve alayları izlemişler, halkı selamlamışlardır. Bu yüzden, yapının ismi “Alay Köşkü” ve bazı kaynaklara göre “Selam Köşkü” olmuştur.

Mimari yapı

Dış bölüm: yedi cepheli ve mermer kaplıdır. Çevresi saçaklı, çok güzel ve soğan biçimli kubbe: kısmen batı tipi mimari tarzı anımsatır.

İç bölüm: büyük bir salon ve arka taraftaki birkaç hizmet odasından oluşmaktadır. Salonun tavanları, kalem işleriyle süslenmiştir.

Osmanlı imparatorluğunun zengin dönemlerinde: bu cadde üzerinde, dönemin en renkli törenlerinden biri olan ve adeta bir tür karnavalı andıran “Esnaf Alayı” veya “Lonca Alayı” düzenlenirmiş. Bu esnaf alayına katılan tüccarlar, zanaatkarlar ve sanatçılar başta olmak üzere değişik meslek gurubundan kişiler: bu köşkün önünden büyük bir coşkuyla geçerlermiş.

Hatta bu kişilerin: 7 ayrı kıtaya ayrılarak ve 1100 sınıftan oluştuğu söylenir. Bunlar: köşkün önünden geçerken padişahı selamlar, padişah ta bunlara karşılık verirmiş.

En son düzenlenen esnaf alayı: 1769 yılında Sultan II. Mustafa döneminde yapılmıştır.

Evliya Çelebi: Seyahatnamesinde, 1638 yılında Sultan IV. Murat döneminde yapılan bir alay geçit törenini şöyle anlatır: “ İstanbul’un dört bir yanından gelen her lonca ve meslek oradaydı, alay şafak vakti başlayıp gün batımına kadar sürdü.

Bu alay için, İstanbul’da üç gün üç gece ticaret hayatı durmuştu. O günlerde, şehri bir gürültü patırdı aldı ki: kelimelerle tarifi mümkün değildir”

Devamında Evliya Çelebi şöyle anlatır “Alay 57 kısım halinde toplanmış, 1001 loncadan oluşmaktadır.

Bu loncaların her birinin temsilcileri, kendilerine özgü kıyafetleri ve üniformaları vardır. Hazırladıkları arabaların üzerinde mesleklerini ve mallarını tanıtırlar. İzleyenleri güldüren sözler söyleyip soytarılık yaparak halkı eğlendirirlerdi.

Bu teşhirlerin en ilginci ise: palamarlarla binlerce adamın çektiği, kızaklara konmuş kalyonlarla geçen “Akdeniz Kaplanları” idi. “

Bunlar: Alay köşkünün önüne vardıklarında: büyük bir cenk gösterisi sunarlar, kafir gemilerini ezip geçerlerdi. Alaydaki son lonca meyhanecilerdir. Bunların en sonunda ise “Yahudi meyhaneciler” geçerdi. Bunlar: halka ellerindeki testilerden, şarap yerine şeker şerbeti dağıtarak geçerlerdi.

Evet: bu loncalar ve esnaf alaylarının geçitleri dışında, sefere çıkan veya zaferden dönen Osmanlı ordusu neferleri de, mehter marşları eşliğinde burada resmi geçit töreni yaparlardı. Hatta: bazı siyasi suçluların idam cezaları da, halka ibret olsun diye bu köşkün önünde yapılmıştır.

Alay köşkünün tarihi geçmişindeki önemli olaylardan birisi de: “Vakai Vakvakiye” veya “Çınar” adı ile bilinen isyanda: henüz buluğ çağına yeni girmiş bir çocuk olarak tahta çıkan Sultan IV. Mehmet’in, isyancılar tarafından ayak divanına yani görüşmeye, buraya çağrılmış olmasıdır.

Alay köşkünün: Sadrazamın yaşadığı Bab-ı Ali’nin hemen karşısında yapılmış olması sebebinin: Sultan tarafından Bab-ı Ali ve sadrazamın gözlenmesi düşüncesinden kaynaklandığı da söylenir.

Hatta: Sultan Deli İbrahim: tatar yayı ile, gelip geçene ok atmak için burayı kullanmıştır.

Cumhuriyetin ilk yıllarında, burası bir dönem “Güzel Sanatlar Birliği” hizmetine verilmiş ve ardından “Eminönü Halk Evi” ne tahsis edilmiştir. 1940’lı yıllarda ise, “Eski Eserleri Tescil Bürosu” olarak kullanılmıştır.

Ardından, uzun yıllar kapalı kalan köşk, 2011 yılında “Ahmet Hamdi Tanpınar Edebiyat Müzesi” olarak düzenlenerek ziyarete açılmıştır.

babi-ali-0
İstanbul Gülhane Parkı Bab-ı Ali

 

Bab-ı Ali

Alay köşkünün karşısındadır.

İlk olarak: 1564 yılında Sokullu Mehmet Paşa: kendisine bir saray yaptırarak buraya taşındı. Ardından yabancılar tarafından “Sublime Porte” yani “Yüce Kapı” olarak isimlendirilen Bab-ı Ali: gerek sadrazamların çalışma mekanı ve gerekse yabancıları kabul ettikleri bir yer olarak kullanılmaya başlandı. Zaman içinde: imparatorluk problemlerinin birçoğu burada görüşüldü ve çözüldü.

Böylece “Bab-ı Ali” hükumete verilen bir isim oldu. Yabancı sefirler, Osmanlı padişahları değil Bab-i Ali’de sadrazamlar tarafından kabul edilerek göreve başlardı. Burada günümüze ulaşan ve tek ilgi çeken yapı: 1565 tarihli ve dönemin özelliklerini yansıtan bir dershane yani eski bir medrese dersliğidir.

Sadrazamlar: 1840 yılında, bugün İstanbul Valiliği olarak kullanılan binaya taşındılar. Ancak “Bab-ı Ali” ismi İmparatorluğu temsil etmeyi sürdürdü.

zeynep-sultan-camisi-0
İstanbul Gülhane Parkı Zeynep Sultan Camii

 

Zeynep Sultan Camii

Alay Köşkünün sağından, saray duvarını takip ederek Alemdar caddesinde yürüdüğünüzde, Gülhane parkının Soğuksu çeşme kapısının tam karşısında, bu cami görülür.

Zeynep Sultan: Lale devri Sultanı, III. Ahmet’in, elliye yakın çocuklarından birisidir. Bu çocukların birçoğu unutulmasına rağmen, Zeynep Sultan, bu yapı ile adını tarihe yazmıştır.

Zeynep Sultan camisi: 1769 yılında dönemin baş mimarı Tahir Ağa tarafından yaptırılmıştır. Mimari stil olarak: Türk barok tarzı görülür. Yani: hem batılılaşma hareketinin başladığı erken 18 yüzyıl mimarisinde belirginleşen unsurlar ve hem de Türk motifleriyle, yine eskiye dönüşü vurgulamakta ısrar eden bir anlayışla inşa edilmiştir. Yani: barok üslupla geleneksel ve özgün Türk mimari elemanları birleştirilmiş, ortaya bir sentez çıkarılmıştır.

Yüksek kubbe kasnağı: yapıyı bir Bizans kilisesine benzetmektedir. Kubbenin altındaki pencerelerin, kıvrımlı revakları da bu görüşü destekler.

İç mekanda: Sultan mahfili ve minber ahşaptan yapılmıştır. Kareye yakın mekanın üzerine örten ana kubbenin dört köşesinde küçük yarım kubbeler vardır.

Caminin duvarla çevrili mezarlık yani hazire kısmında: Sultan III. Selim olayının baş kahramanlarından Alemdar Mustafa Paşa yatmaktadır. Bu talihsiz paşanın cesedi: III. Selim olayından sonra, Yedikule taraflarında bir çöplüğe atılmıştır. Ceset, II. Meşrutiyet sonrasında gelişen “Tarih-i Osmani Encümeni” tarafından alınarak buradaki mezarlığa defnedilmiştir. Camiyi yaptıran Zeynep Sultanın mezarı da bodrumdadır.

Caminin hemen arkasında, köşede bulunan “Sıbyan Mektebi”: bir süre ilkokul olarak kullanılmış ve 1988 yılında Vakıflar İdaresi tarafından “Türkiye Anıtlar Derneği” ne tahsis edilmiştir.

hamidiye-cesmesi-0
İstanbul Gülhane Parkı Çeşmesi-Hamidiye Çeşmesi

 

Gülhane Parkı Çeşmesi-Hamidiye Çeşmesi

Gülhane parkı dış duvarında, Zeynep Sultan camisinin bahçesine açılan kapının dışındadır. Rokoko tarzı süslü bu sebil camiye ait değildir. Çünkü Zeynep Sultan tarafından değil, Sultan I. Abdülhamit tarafından, 1779 yılında yaptırılmış ve Bahçekapıda’ki Abdülhamit türbesinin bulunduğu cadde genişletilirken, yerinden sökülüp buraya taşınarak yerleştirilmiştir.

Bu sebile “Hamidiye Sebili” denir. Sebil: çifte sütunlarla dört bölüme ayrılmıştır. Üstü kubbeyle örtülmüştür. İki yandaki çeşmelerin üstünü, geniş saçaklık örter. Sebilin her bölümünün üstünde: kitabeler görülür.

cafer-aga-medresesi-2
İstanbul Gülhane Parkı Cafer Ağa Medresesi

 

Cafer Ağa Medresesi

Zeynep Sultan camisinin karşısındadır. Ancak, burada yoğun olarak bulunan hediyelik eşya satan dükkanlar arasında ilk anda görülmez.

İki siyahi kardeş olan Cafer ve Gazanfer ağalar: Kanuni Sultan Süleyman döneminde “Baş hadım ağası” olarak görevliydiler.

1554 yılında, Mimar Sinan, bu yapıyı yapmaya başladığında, aynı zamanda en büyük eserlerinden olan Süleymaniye Külliyesini de sürdürüyordu. Ancak, bu sırada medresenin sahibi Cafer Ağa ölür ve bunun üzerine kardeşi Gazanfer Ağa masrafları üstlenir, inşaat devam eder ve 1559 yılında tamamlanır.

Medrese avlusundaki küçük odaların içlerinde, bir zamanlar buraları ısıtmak için kullanılan ocaklar bulunmaktadır. Medresenin suyu ise Yerebatan Sarnıcından gelirdi. Yakın zaman öncesinde büyük bir restorasyondan geçirilen medresede, günümüzde, sivri kemerli revakların altındaki kubbeli odalarda el sanatları ürünleri yapan ve satanlar bulunmaktadır.

Lala Hayrettin Camii-St Mary Chalkoprateia Kilisesi

Zeynep Sultan camisinin arkasındadır.

Lala Hayrettin: Fatih Sultan Mehmet döneminde sarayın Arpa Emiri’dir.

Lala Hayrettin: buradaki camiyi, St Mary Chalkoprateia (burada o dönemde bakırcılar loncası bulunduğundan Bakır Pazarı Meryem’i kilisesi de denmektedir) isimli bir eski Bizans kilisesi üzerine; 1485 yılında, Sultan II. Beyazıt döneminde yapılmıştır. Bu küçük kilise, Bizanslılar tarafından çok önemseniyordu.

Bu kilise, daha önce yine burada bulunan bir sinagog üstüne, 450 yılında inşa edilmiştir. Ayasofya: 532 yılında Nika isyanında yerle bir olunca, bu kilise bir süre için onun yerini almış ve katedral olarak hizmet vermiştir. Bu kilisenin içinde, bir zamanlar kutsal emanet olarak “Meryem Ananın kuşağı” nın bulunduğu söyleniyor. Camiye dönüşümden bir süre sonra: acemi ağalardan biri olan Ahmet ağa tarafından cami onarttırılır. 18 yüzyılın sonlarında ise, bir yangın sonucu cami yanarak yok olur.

İstanbul Arkeoloji Müzesi tanıtımı ve gezilecek yerlerle ilgili yazım için.

İstanbul günlük gezi planı hakkındaki yazım için.

 

İstanbul Şehremini

sehremini-genel-3
İstanbul Şehremini

Fatih ilçesine bağlıdır. Topkapı’dan Suriçi’ne girildikten sonra, Millet Caddesi boyunca Fındıkzade’ye kadar inen soldan Çapa Tıp Fakültesinden Vatan Caddesine uzanan semttir.

Semtin ismi “Şehir Emini” den gelmektedir. Bu görevliler: merkezi hükümete ait bina ve yapılardan sorumluydular. Sonradan sarayın vekilharçlık işlerini de üstlendiler. Tanzimat döneminde alınan kararla kurulan Şehremaneti kurumu: 1831 yılında kaldırıldı.

Kırım ve Rumeli toprakları kaybedildiğinde, oralardan ve Karadeniz’den gelenler bu yörede iskan edildiler. O zamanlar çayırlık olan bölgede, tek katlı ve kerpiç evler inşa edildi. 1950’lerden sonra ise, buranın dokusu bozularak yüksek katlı binalar yapılmaya başlandı. Yani, bölgenin Bizans’tan kalan bağlık ve bahçelik mesire yeri vasfı, 1950’lerden sonra hızla değişti.

saray-meydani-1
İstanbul Şehremini

sehremini-saray-meydani-1
İstanbul Şehremini

sehremini-neresi-1
İstanbul Şehremini

Daha sonra yapılan çalışmalarla: Şehremini meydanı açıldı. Meydanın hemen yanındaki Belediye Garajının bulunduğu yer de eskiden bostanlıktı.

VATAN CADDESİ

Cadde, çok eski dönemlerde tarihi yarımadanın tek akarsuyu olan Lykos deresi (Türkçe ismi Bayrampaşa) yatağı üstüne yapılmıştır. Bu derenin üstünde, o zamanlarda çeşitli köprüler bulunuyormuş.

DENİZ ABDAL MAHALLESİ

Deniz Abdal isimli kişi: Fatih Sultan Mehmet dönemi Anadolu velilerindendir. Fetih sırasında, orduya katılmış ve fethin ön saflarında savaşmıştır.

Deniz Abdal isimli şeyhin mezarı: mahalledeki Mimar İlyas Camisinin karşısındaymış. Bu caminin yanında, 1902 tarihli Uşşaki Tekkesi varmış. Çeşitli zamanlarda onarım gören cami ve tekke, 1956 yılında Millet caddesinin açılması nedeniyle, Deniz Abdal’ın mezarı ile birlikte ortadan kaybolmuştur. Cami: 1551 yılında Mimar İlyas Bey tarafından yapılmıştır. Mahallede bir de Deniz Abdal Çeşme Sokağında, Osmanlı döneminden kalma bir su terazisi görülür.

koruk-mahmut-aga-camisi-1
İstanbul Şehremini Koruk Mahmut Ağa Camii

Koruk Mahmut Ağa Cami

Fatih Sultan Mehmet’in korucu başısıdır. Kendi adıyla anılan camiyi yaptırmıştır. İnşaatın ilk harcını Fatih Vakfı vermiştir.

Cami: Sultan II. Abdülhamit döneminde tamir edilmiştir. 1970 yılında ise, bu cami, semt sakinleri tarafından biraz daha büyütülerek betonarme olarak yeniden yapılmıştır. Son cemaat yeri sonradan ilave edildiğinden, sağ tarafta yer alan minarenin kalındığının yarısı, iki bina arasında kalmıştır. Şerefenin betondan korkuluğu demirden, külahı ise kurşun kaplıdır. Minare giriş kapısı, yeni binadan açılmıştır. Mihrabın sağ ve solunda altlı üstlü birer pencere vardır.

Abdest alma mahallerinin (Kitabesine göre 1672 yılı yapımıdır) üstüne yapılan bina, kız kuran kursu olarak kullanılmaktadır.

kiz-ogretmen-okulu
İstanbul Şehremini Çapa Kız Öğretmen Okulu-Darülmuallimat

ÇAPA KIZ ÖĞRETMEN OKULU-DARÜLMUALLİMAT

Tanzimat ilanından sonra, öğretmen yetiştirmek için, Sultan Abdülmecit emriyle kurulmuştur. Darülmuallimat, 1870 yılında Maarif Nazırı Saffet Paşa tarafından açılmıştır. Bu tarihten itibaren, uzun yıllar kız iptidai ve rüştiyelerine muallim yetiştirmek için hizmet vermiştir. Bununla birlikte özellikle savaş zamanlarında az veya bazen hiç mezun vermediği yıllar da olmuştur. Bazı yıllarda müfredat değişikliklerine gidilse de genel itibarıyla verilen dersler aynı kalmıştır.

Bu şekilde Devlet-i Aliyye’de ilk defa muallime yetiştirmek üzere 1870 yılında bir de mektep kurulmuş ve 1924 yılında kapatılana kadar, bu mektepten mezun olan muallim kızlar: açılan iptidaiye ve rüştiyelerde eğitim vermişlerdir. 1869 yılı sonunda okulun açılış hazırlıklarına başlayan Maarif Nezareti, bina olarak Sultanahmet’te ahşap bir konak kiraladı. Biraz önce sözünü ettiğim mektep yani okul Ahmet Kemal Efendi tarafından öğretime açılmıştır.

İlk mezunlar, 1873 tarihinde verildi. Ancak okul, 93 Harbi ve bunun sonucunda Balkanlardan gelen göçmenler yüzünden iki yıl kapatıldı. 1881-1882 yılında okul yeniden açıldı.

Okul: 1890 yılında: İstanbul Darulmuallimin-i Aliye Okuluna dönüştürüldü. 1910-1911 ders yılında Fatih Çarşamba’daki Lelli Kız Sanayi Mektebinde ilk Dadülmuallimat açıldı. Ancak, Fatih’teki yangın nedeniyle, okul bir yıl sonra Çapa’daki Derviş Paşa Konağına taşındı. Böylece yatılı okul haline geldi.

Cumhuriyetin ilanından sonra, okul “Yüksek Muallim Mektebi” oldu. 1934 yılında ise İstanbul Yüksek Öğretmen Okuluna dönüştü. 1985 yılında yatılı öğretmen okulu yapıldı ve halen Çapa Anadolu Öğretmen Lisesi olarak hizmet vermektedir.

EREĞLİ MAHALLESİ

Konya-Ereğli bölgesinden gelenlerin iskan edildiği bir yer olduğu için, buraya Ereğli Mahallesi ismi verilmiştir. Günümüzde ise mahalle nüfusunun büyük bölümü Kırım Türklerinden oluşmaktadır. Sultan II. Mustafa’nın kızı Emine Sultanın bu yörede küçük bir sarayı varmış ve semtte ismini bu saraydan almış, uzun süre Saray Meydanı olarak anılmıştır.

mustafa-cavus-camii-1
İstanbul Şehremini Mustafa Çavuş Mescidi-Manastır Camii

Mustafa Çavuş Mescidi-Manastır Camii

Burada 13 yüzyıl yapımı bir Bizans kilisesi: Fatih Sultan Mehmet’in çavuşlarından Mustafa Çavuş tarafından camiye dönüştürülmüştür. Binanın eski ismi ve inşa tarihi bilinmemektedir. Ancak: Rus hacılar, Kudüs şehrine hacıya giderken İstanbul’a uğradıklarında, bu bölge olarak tarif edilen yerde Kira Marta Manastırını ziyaret ettiklerini belirtmişlerdir.

O kayıtlara dayanarak bu yapının, sözü edilen Kira Marta Kadınlar Manastırının bir parçası olduğu düşünülmektedir. Ancak, günümüze kalan bina gerçekten çok küçüktür, yani bunun bir manastır veya kiliseden ziyade, bir manastır veya kilisenin parçası olarak kaldığı düşünülmektedir.

Harap durumdaki manastırın küçük binasını, kendi adına mescide çevirmiştir. 18 yüzyılın ikinci yarısında, mescide tahtadan bir minare eklenmiştir. 1955 yılında Millet caddesi açılınca, cami cadde kenarına çıkar ve bu arada yanına İETT garajı yapılınca da garajın bir köşesinde kalır ve malzeme deposu olarak kullanılır. Daha sonrada garajda çalışanların ibadet yeri olarak düzenlenir.

Caddeden küçük bir avluya girilir. Avlunun solunda olan taş binanın önüne, alüminyum çerçevelerle bir odacık yapılmıştır. Burada hem abdest alma, hem de ayakkabılık imkanı yaratılmıştır. Buradan, yine sonradan eklenmiş küçük bir son cemaat yerine geçilir. Harim kapısından girildiğinde, iki yuvarlak sütun görülür. Bunlar: tonoz örtüsünü taşıyan sütunlardır.

Binanın uzunluğu 11 metre ve genişliği 6 metredir. Bina mescit olarak yapılmadığı için kıbleye dönük değildir. Kıble tarafındaki köşe doldurularak alçı bir mihrap yapılmıştır. Beton sıvalı mihrabın bir kısmı ahşapla kaplanmıştır. Duvarlar, yarım metre kadar lambri kaplanmıştır. Yapıda: Bizans ve Türk dönemlerine ait herhangi bir bezeme görülmez. Mescitte günümüzde minare yoktur.

Ereğli Cami-Şehremini Camii

Fatih Sultan Mehmet tarafından yaptırılmıştır. Ereğli cami denilmesinin sebebi, Ereğli bölgesinden gelen bir kişinin, bu caminin bakım ve onarımını üstlenmesidir. Çeşitli kereler tamir gören cami 1953 yılında yeniden yapılmış ve 1957 yılında Aksaray-Topkapı yolu yani Millet Caddesi yapılırken ortadan kaldırılmıştır. Cami avlusunda bulunan ve Şeyhülislam Ebusuud Efendinin yaptırdığı çeşme de kaybolmuştur.

Hacı Muhin Camii-İskenderağa Camii

Ereğli Mahallesinde, İskender Ağa Cami sokağındadır.

Eski yaya başılarından İskender Ağa tarafından 16 yüzyılda yaptırılmıştır. Vakfiye tarihi 1538 yılıdır. 17 yüzyıldaki yangında, cami yanmış ve 1963 yılında betonarme olarak yeniden yapılmıştır. Bu yeni yapıda: son cemaat mahalli ve kadınlar mahfili eklenmiş ve ibadete açılmıştır. Cami kubbesiz ve ahşap çatılıdır. Minaresi tek şerefeli ve betonarmedir. Caminin sağında bulunan minareye içeriden çıkılır. Mihrap alçı, kürsü ve minber ahşaptır. İskender Ağanın kabri, caminin haziresindedir.

caferaga-camisi-2
İstanbul Şehremini Cafer Ağa Camii ve İnadiye Hamamı

Cafer Ağa Cami ve İnadiye Hamamı

İbrahim Çavuş Mahallesinde Ayık Fırın Sokaktadır.

Caminin ilk banisi: Fatih Sultan Mehmet dönemi ileri gelenlerinden Yaya başı Yusuf Fakih Efendidir. Zamanla harap olan camiyi, Yeniçeri ocağı ağalarından, Yaya Başı Cafer Ağa 1516 yılında yeniden yaptırmıştır. Böylece caminin ilk banisi unutulmuş ve Cafer Ağa camisi olarak anılmaya başlanmıştır. Minber: 1679 yılında Halil Ağa tarafından koydurulmuştur.

Halil Ağa: Macuncu Çarşısı yanındaki hamamda kiracı iken, buradan çıkarılmış ve inat etmiş, Cafer Ağa camisinin hemen yanında arazi alıp hamam yaptırmıştır. Bu yüzden bu hamam “İnadiye Hamamı” diye bilinir. Yine Halil Ağa: İnadiye Hamamını vakfedip, Cafer Ağa Mescidinin minberini yaptırmıştır. Caminin hemen karşısında “İnadiye Baba” türbesi vardır. Haziresinde 4-5 mezar bulunmaktadır.

Mescidin hemen karşısında, meşhur Şeyhülislam Zenbilli Ali Efendinin evi varmış ama günümüze ulaşmamıştır. Cami: 1970 yılında yıkılmış ve tamamen betonarme olarak yeniden yapılmıştır. Sağında olan minaresi, beton olup girişi son cemaat yerindendir. Mihrabı: çini, minber ve kürsüsü ahşaptır. İç duvar etekleri: kahverengi seramik kaplıdır. Caminin kapısı üstündeki tamir kitabesindeki tarih 1899 yılıdır. Caminin haziresi: mihrap önündedir. Burada birkaç kabir bulunur.

civicizade-camisi-1
İstanbul Şehremini Çivicizade Kalburcu Mehmet Efendi Camii

civicizade-camisi-2
İstanbul Şehremini Çivicizade Kalburcu Mehmet Efendi Camii

Çivicizade Kalburcu Mehmet Efendi Camii

Beyyezidağa Mahallesi, Kalburcu Mehmet Efendi Sokağındadır.

Caminin ilk banisi: Sultan III. Murat  dönemi Şeyhülislamlarından Çivicizade Şeyh Mehmet Efendidir. Cami 1586 yılında Mimar Sinan tarafından yapılmıştır.

Kendisi 1587 yılında vefat emmiş ve Eyüp Sultan’da Boyacı Sokaktaki Hüsnü Paşa Türbesi yanına gömülmüştür. Caminin minberi, Osman Efendi tarafından konulmuştur.

Kısa bir süre sonra yıkılan caminin ikinci banisi: Kalburcu Mehmet Efendidir. Bu yüzden, cami “Kalburcu Mehmet Paşa Camisi” olarak da bilinir. Zamanla harap olarak ortadan kalkan mescitten günümüze: sadece kaidesi kesme taş ve gövdesi tuğladan olan yıkık bir minare ulaşmıştır.

Bu yüzden: cami üçüncü kere, 1990 yılında Kastamonulu Hacı Mehmet Ali Kaya tarafından betonarme olarak yeniden yaptırılmıştır. Üstü çatılı, son cemaat mahalli ve kadınlar mahfili düzenlenmiştir. Caminin mihrabı: çini, minber ve kürsüsü ise ahşaptır. Caminin hemen yanında: Çivicizade Kalburcu Mehmet adına bir bina bulunur.

behruz-aga-camisi-0
İstanbul Şehremini Odabaşı Behruz Ağa Camii-Has Odabaşı Camii

behruz-aga-camisi-1
İstanbul Şehremini Odabaşı Behruz Ağa Camii-Has Odabaşı Camii

Odabaşı Behruz Ağa Camii-Has Odabaşı Camii

İbrahim Çavuş mahallesindedir.

Banisi: Kanuni Sultan Süleyman dönemi Has odabaşısı (Genel Sekreteri) Behruz Ağa’dır. Caminin çevresindeki yerleşim de buna istinaden “Odabaşı” olarak isimlendirilir. Cami: 1562 yılında Mimar Sinan’a yaptırılmıştır. Cami: sıbyan mektebi ve hamamdan oluşan bir külliye olarak yaptırılmasına rağmen, hamam, günümüze ulaşmamıştır. Hamamın camiye yakın bir yerlerde inşa edildiği söylenmektedir. 1762 yılında caminin minaresi yıkılır.

1782 yılındaki Cibali yangınında ise yanarak harabeye döner. Bu şekilde uzun süre kalan cami, 1836 yılında Sultan II. Mahmut tarafından tamir ettirilerek yeniden ibadete açılır. Cami, avlusu ve sıbyan mektebi, taş duvarlarla kaplı olup çatısı ahşap olarak yapılmıştır. Geniş saçaklıklı çatı, kiremit örtülüdür. Tavanı ahşap çıtalarla karelere bölünmüştür. Dışarıdan ahşapla kaplanmıştır. Caminin içi, devrinin özelliklerini taşıyan, toz boyalı süslü çiçek motifleriyle, güzel ve mavi bir görünüm kazandırılmıştır.

Harimde duvarın tamamı çinilerle kaplanmıştır. Mihrap çimento sıvalı ve boyalı, minber ve kürsü ise ahşaptır. Minare caminin solundadır.

Cumhuriyetin ardından, 1948 yılında cami ve çevresi harap olmuş: cami bahçesinde sekiz tane ayrı parsel oluşturulmuş ve bunların üstüne küçük dükkan ve evler tapulandırılmış, hatta bir de ahır yaptırılmıştır. 1983 yılında ise bu işgaller kamulaştırılarak kaldırılmış ve cami ile sıbyan mektebi, aslına uygun olarak tekrar restore edilerek günümüzdeki görünüme kavuşturulmuştur.

Caminin banisi Behruz Ağanın kabri: işgal edilmiş olan parsellerden birinde yapılan kazı çalışmaları sonucu bulunmuş ve yeniden düzenlenmiştir. Ön avludadır.

aydin-kethuda-camisi-1
İstanbul Şehremini Aydın Kethüda Camii-Yayla Camii

Aydın Kethüda Cami-Yayla Camii

Yaylı Mescidi ve Kurşunlu Cami olarak da bilinmektedir. Çünkü bir zamanlar çatı örtüsü kurşunmuş. Caminin banisi: Sultan II. Beyazıt döneminin sadrazamlarından Davut Paşa’nın temsil görevlisi olan Kethüda Aydın Ağa’dır. İnşa tarihi kesin olarak bilinmemektedir.

Ancak 16 yüzyıl başlarında yapıldığı tahmin edilmektedir. Kubbesiz ve ahşap olarak yapılan mescitte: Çelebi Ulak lakabı ile tanınan Seyyid Mehmet Ağa tarafından minber koydurularak camiye çevrilmiştir.

Cami: 1965-1970 yılları arasında betonarme olarak yeniden yapılmıştır. Kapalı olan son cemaat yeri, sonradan ilave edilmiştir. Ahşap tavan yağlı beyaz boya ile boyanmıştır. Bütün duvarlar: yerden pencere altlarına kadar ahşap lambri ile kaplanmıştır. Minarenin şerefe korkuluğu  demir çubuklarla yapılmış olup, külahı kurşun kaplıdır.

Bu caminin imamlarından Ramazan Efendi, 400 Mushaf-ı Şerif yazmasıyla ünlü olmuştur.

selcuk-lisesi-1
İstanbul Şehremini Selçuk Kız Meslek Lisesi

Selçuk Kız Meslek Lisesi

1922 yılında Derviş Paşa Konağı yanınca, aynı yere bugün okul olarak kullanılmakta olan bina inşa edildi ve 1879 yılında “Kız Sanayi Mektebi” olarak Aksaray Sinekli Bakkal Sokağında açılan okul buraya taşındı. Okul: zaman içinde nitelikli kadın istihdamı yaratılmasında etkili olmuştur.

Sırasıyla ilk açıldığında “Selçuk Hatun Sultanisi” binasından dolayı adı “Selçuk Hatun Kız Sanayi Mektebi” olmuştur. Daha sonra “Selçuk Kız Sanat Okulu”, “Selçuk Kız Sanat Enstitüsü”, “Selçuk Kız Meslek Lisesi” ve son olarak “Selçuk Kız Teknik ve Meslek Lisesi” olmuştur. Okulun isminin başındaki Selçuk kelimesi: Sultan II. Beyazıd’ın kızı ve Yavuz Sultan Selim’in kız kardeşi “Selçuk Hatun” un binasında ilk olarak eğitime başlanmasından gelmektedir.

İBRAHİM ÇAVUŞ MAHALLESİ

Mahalle adını İbrahim Çavuş camisinden almıştır. İbrahim Çavuş, 16 yüzyılda sipahi ocağındandır. Ferdi sokaktaki caminin inşa tarihi bilinmemektedir. Mimar Sinan eseri olan cami: zaman içinde bakımsızlıktan yıkılmıştır ve haziresindeki İbrahim Çavuş’un mezarı kaybolmuştur. Arsasına ise gecekondular yapılmıştır.

MİMAR ACEM CAMİİ

Melek Hatun Mahallesindedir. Cami: 1523 yılında Acem Ali denen kişi tarafından inşa ettirilmiştir. Kırma çatılı yapının minaresi sağ bölümde ve yapıya bitişiktir. Saraymeydanı kapısından girilince sağda tuvalet ve şadırvan bulunur. Mihrap duvarıyla dış duvar arasında hazire bulunur.

1524 yılına tarihlenen haziresinde, güzel mezar taşları görülür. Hazirenin ortasında, Sultan II. Mustafa’nın kızı Emine Sultanın açık türbesi bulunur. Acem Ali, lahiti daha güneydedir. Burada ilginç bir durumdan söz etmek istiyorum. Şadırvanın sütunlarının alt ve üst bitimlerinde: kum saati bulunduğu söylenir.

Örümceksiz cami olarak da bilinir. Çünkü caminin hemen karşısında, kubbeli ve son derece yalın bir yapı olan “Örümceksiz Dede” türbesi vardır. Türbenin sivri kemerleri, kafesli tek pencere bulunan yüzleri çok yalın ve taş örgülüdür. Bir kısım söylentiye göre, burada “Esir Ali” yatmaktadır. Esir Ali Camisi de denen bu eseri: geniş bir onarıma tabi tutan kişi, Sultan V Mehmet Reşat’dır.

bezmi-alem-hastanesi-1
İstanbul Şehremini Vakıf Gureba Hastanesi

VAKIF GUREBA HASTANESİ

Vatan caddesinin kıyısındadır. Günümüzde kapladığı alan, Anadolu’da orta boy bir kasabanın kapladığı alan kadardır.

Vakıf olarak yapılan hastane: Sultan Abdülmecit’in hayır yapmayı çok seven annesi Bezm-i Alem Valide Sultan tarafından yaptırılmıştır. 1843 yılında İstanbul’da çok sayıda ölüme sebep olan çiçek hastalığı sonucu, sağlık kurumlarının yetersiz kaldığını gören Sultan I. Abdülmecit’in annesi Bezm-i Alem Valide Sultan bir hastane yaptırmak ister.

Mekan olarak: Çapa ile Vatan Caddesi arasında bulunan, o zamanki adıyla Yeni bahçe çayırı seçilir. Hastane yapılır ve 1845 yılında hizmete açılır. Hastane: yapıldıktan 2 yıl sonra: “Bezm-i Alem Gureba-ı Müslümin Hastanesi” olarak isimlendirilerek: elden ayaktan düşmüş, fakir ve kimsesiz Müslümanlara tahsis edildi. Her türlü muayene ve tedavi ücretsiz yapılıyordu. Çünkü Bezm-i Alem Valide Sultan: hastaneyi ve vakfı kurarken, ücretsiz muayene ve tedavi şartı koymuştu.

Hastane, ilk kuruluşunda 12 koğuş ve 210 yataklıydı. İlk başhekimi Kaymakam Ahmet Beydi. Veba ve buna benzer bulaşıcı hastalıklar koğuşu, diğerlerinden ayrılmıştı. Hastane 1894 yılındaki depremde büyük zarar gördü. Hastalar Ok meydanında yaptırılan yeni hastaneye taşındılar.

Tamirat 1 yılda bitirildi ve ardından 1920 yılına kadar birçok tamirat daha yapıldı ve yeni ilave servis hizmet birimleri açılarak, tam teşekküllü hizmet verecek duruma getirildi. Hastanenin günümüzde kullanılan 400 yataklı hastane binası, 1991 yılında bitirilerek hizmete alınmıştır. Eski bina ise tamire alınmıştır.

capa-tip-fakultesi-1
İstanbul Şehremini Çapa Tıp Fakültesi Hastanesi

ÇAPA TIP FAKÜLTESİ HASTANESİ

Çapa semti: 20 yüzyıl ortalarına kadar Şehremini olarak anılırdı. Ancak zamanla meydana gelen gelişmeler, bölgenin adının değişmesine sebep oldu.

1933 yılında Atatürk’ün direktifleriyle yapılan Üniversite reformu sonucunda: İstanbul Tıp Fakültesi: şehirdeki çeşitli hastanelere ve bu arada Çapa ve Vakıf Gureba Hastanelerine dağıtılmıştır. 1974 yılında Beyazıt’taki kliniksiz kürsülerin Çapa’ya nakledilmesiyle İstanbul Tıp Fakültesi bir bütün haline gelmiştir.

Vakıf Gureba Hastanesinin Kadın-Doğum ve Çocuk klinikleri açıldıktan sonra, Haseki’deki İstanbul Tıp Fakültesinin 2 Kadın-Doğum kliniği buraya taşındı. Böylece Şehremini’nin bir bölümü, Kadın Doğum konusunda bir merkeze dönüştü.

Gelelim “Çapa” isminin kaynağına: Vakıf Gureba: fakirler için bir çekim merkezi olunca, burası çok sayıda bebeğin dünyaya geldiği ve göbeğinin kesildiği bir yer oldu. O zamanlar, bu bölge ve yakın çevrede çok sayıda Rum yaşadığı için, onların bebekleri de bu doğum merkezinde dünyaya geliyordu. Göbek bağının Rumca karşılığı “Çıpa” olduğundan bu yeni doğum merkezine, Rumlar “Çıpa” demeye ve yerli halk ise bunu değiştirerek “Çapa” demeye başladı.

Ardından: fakülte, hastane ve semtin adı “Çapa” oldu. Yalnız yöreye Çapa isminin verilmesiyle ilgili birkaç varsayım daha bulunmaktadır. Bunlardan birine göre, burada çapa imal eden büyük bir işyeri bulunmasıdır. Diğer bir söylenti: Çapa isminin Latincede havalandırma ızgaralarıyla ilgili bir demir araç olan “Zappa” dan bozulmuş olarak günümüze “Çapa” olarak ulaştığıdır.

İstanbul günlük gezi planı hakkındaki yazım için.