Beyazıt Kulesi, bugün, İstanbul Üniversitesi Merkez kampüsü içinde bulunuyor. Fatih devrinde, dünyanın ilk tıp fakültesinin kurulduğu Beyazıt kampüsü içinde. Meraklı turistlerin ilgisini çekiyor, ancak, yasak nedeniyle üniversitenin kapısından girmek mümkün değil. Umarım bir gün burası da turizme açılır. Şu an için, yalnızca uzaktan görebileceksiniz.
GENEL BİLGİLER
İstanbul Beyazıt Kulesi: Sultan II. Beyazıt zamanında (1509) “Küçük Kıyamet” olarak isimlendirilen ve İstanbul’u baştan başa yıkan depremin ardından; kentte ahşap binaların ve dolayısı ile yangınların sayısında artma başlar. Çünkü: halk, deprem korkusuyla, ahşap bina yapımına ağırlık verir. Ancak; elbette, bunlarda da, yangınlar artar. Bunun üzerine, bu yangınları gözetleyebilmek için; 1750 yılında; Ağa kapısında, bir gözetleme kulesi yaptırılır, ama ahşap bu kule de; 1756 yılında, Cibali yangınında yanar. Bunun üzerine; 1808 yılında, bugünkü kulenin yerine; yenisi yaptırılır. Ama; bu kulenin de sonu aynı olur, 1824 yılında çıkan yeniçeri isyanında çıkarılan yangında yanar. Son olarak; Sultan II. Mahmut tarafından, 1828 yılında yeni haliyle inşa edilir. Mimarı: Senerekim Balyan. Tasarım olarak; yukarı doğrultulmuş, savaş topuna benzetiliyor. Bunun da; barışı simgelediği söyleniyor. Bakın bakalım, siz nasıl göreceksiniz?
Kulenin yüksekliği 85 m. ve bayrak direğiyle birlikte: 100 m. ye ulaşıyor.
Kuleye: toplam 249 basamakla çıkılıyor. 179 basamakta; kule gövdesinin çanak biçimindeki katına ulaşılıyor. 50 metre karelik bir gözetleme katı burası. Dairesel şekilde yapılmış. 13 adet pencereyle çevrili. Her bir pencereden; İstanbul’un bir semti görünüyor. Yapının: bu ana bölümü; Osmanlı Barok üslubunun çizgilerini taşıyor.
Gözetleme katının üstünde, genişletilmiş bir tabla ve teras var. Sonradan eklenen katlar; aynı plan ve biçimde. Oranlı bir küçülme ile üst üste yinelenmiş. Bu küçük katlara ulaşmak için, 80 basamak daha tırmanmak gerekiyor. Toplam: 4 kat var.
Yangın olduğunda: Beyazıt kulesinden; gündüz sarkıtılan sepetlerle, gece ise fener yakılarak haber verilirdi. Ayrıca; kuleden haberleşme için; kuleye bayrak ve fener asılıyormuş. Kule görevlilerine; köşklüler deniyormuş. Köşklüler; top atışları ile, yangını diğer semtlere duyuruyorlarmış.
1972 yılına kadar, halka açık bulunan kule; o yıldan sonra ziyarete kapatılır ve uzun süre boş kalır. Sonuçta; zamanla harap hale gelir. Neden yasaklanmış? Sanırım; kulenin özellikle iç bölümü ahşap, hani yeniden kulede yangın çıkıp yanmasın diye yasaklandığını sanıyorum. Ama; günümüzde teknoloji o kadar ileri ki; gerekli önlemler mutlaka alınabilir.
Yoksa; yangın çıkacak diye; bütün tarihi eserleri kapatamayız ki? Yok hayır, kapatılma sebebi İtfaiye Teşkilatının çalışması ise; o na da çözüm bulmak kolay. Çünkü; yine gelişen teknoloji, İtfaiye Teşkilatının yangın gözetlemesi için, burayı kullanmanın ötesinde, birçok yeni çözüm yolu yarattığı kesin. İlla ki; buradan yangın gözetlemek şart mı?
Bu aradaki dönemde: yani 1966 yılında; bir Amerikalı girişimci ortaya çıkar. Türkiye’ye gelen Amerikalı iş adamı: kulede, yaklaşık 60 kişilik bir restoran kurmak istediğini ve o zaman için, yüksek miktarda kira vermeye razı olduğunu söyler. İleri görüşlü Amerikalı girişimce, kuleden kesin İstanbul’u seyretmiş olmalı. Çünkü, o tarihlerde kule halka açıktı.
1997 yılında restorasyon çalışmalarına başlanır ve sonuçta kule; yine eskiden olduğu gibi; gözetleme, meteoroloji ve yol durumunu bildirmek amacıyla kullanılmaya başlanmıştır. Kule; İstanbul İtfaiye Daire Başkanlığı tarafından, Kule Müfreze Amirliği olarak kullanılıyor. Evet, daha önce söylediğim gibi, kule: 4 katlı. Bugün; bu dört kattaki yerleşim ise şöyle. Nöbetçi katı, işaret katı, sepet katı ve sancak katı.
Nöbet katı: İtfaiyecilerin kenti gözetlediği yer. Kule katı: yangın gözetlemenin yanında, meteorolojik bildirimler için de kullanılacak. Meteorolojik amaçlı kullanılacak olan katın adı; işaret katı. İstanbul halkı: kulenin ışıklarına bakarak, ertesi günkü hava durumunu öğrenecek. Kule ışıkları; İstanbul’un her noktasından görülebilecek.
Sepet katı: yangın işaretlerinin verileceği, sancak katı ise: Türk bayrağının ve İtfaiye bayrağının asıldığı yer olarak kullanılacak. Kulenin üzerinde çok miktarda obje var. Elbette; cep telefonu vericileri. Bu arada: Kuzey-Güney yönünü gösteren yön çubukları var.
Evet, sonuç olarak: bu kulenin turizme açılmasının gerekliliğine inanıyorum. Yoksa: günümüzde elbette ki İstanbul İtfaiye Teşkilatı, gelişen teknolojiyi kullanarak, yangınları önceden tespit etmek yönünde, başka tedbirler alabilir. Ama; bu tarihi yerin, turizme kazandırılmasının gerekliliğine inanıyorum. Sonuçta; bu kule, konumu itibarı ile, turizme açıldığında, gerçekten çekim merkezi olabilecek kapasitede bir yer.
Amerika’da Şikago kentinde, dünyanın en yüksek binası, “Sears Tower”; çık en üst katına, şehri seyret. Güzel de; çıkış, kişi başı 15 dolar. Beyazıt Kulesini yapın aynı şekilde, turizmden kazanmak aslında çok kolay.
Cibali semtinin ismi: İstanbul’un fethiyle ilgili bir efsaneden kaynaklanmaktadır. Fatih’in ordusunda “Cebe Ali” isimli bir derviş varmış. Bu dervişin, kuşatma sırasında elindeki postu denize atıp üstünde ayakta durduğu rivayet edilmektedir. Hatta: yanındaki müritleri de aynı şeyi yapmışlardır. Böylece: su üstünde yürüyerek karşı kıyıya varmışlar ve surlardaki Bizanslı askerleri dehşet içinde bırakmışlardır. Cebe Ali’nin mezarı: Nejat Uygur’un meşhur ettiği “Cibali Karakol” unun içindedir.
Evet, burası önceki yıllarda Haliç kıyısında Müslüman nüfusun daha fazla olduğu bir semt olarak dikkat çekmektedir. Günümüzde bu mütevazi semtte caddelerden içlere girildiğinde, dar sokaklar, küçük ve yıpranmış evler görülür.
SİGARA FABRİKASI
Deniz kıyısından yürüdüğünüzde, Abdülezel Paşa Caddesi üzerinde bu bina görülür. Yapı: 1880 yılında Reji İdaresi yani Fransız sermayesi tarafından kurulmuştur. Fabrika binası: o dönemde yapılan binalardaki özeni göstermesi açısından ilginçtir. Yapı günümüzde: Kadir Has Üniversitesi mülkiyetindedir. Fabrika içinde: bir sigara üretim müzesi vardır.
CİBALİ KAPISI VE CİBALİ KARAKOLU
Unkapanı’ndan Cibali’ye gelirken görülür. Bizans döneminden kalan yarı yıkık Haliç surlarında, Bizans döneminden günümüze kalan tek kapıdır. Kapı: arabaların geçebileceği büyüklüktedir. Kapı: ismini Fatih Sultan Mehmet’in komutanlarından “Cebe Ali” adında, Bursalı bir subaşından almıştır. Cebe Ali: fetih sırasında, şehre girmek için askerleriyle birlikte, surun bu bölümünde bir gedik açmış, bu gedik daha sonra bir kapıya dönüşmüş ve kapıya bu kahramanın adı verilmiştir. Böylece semtin adı da “Cibali” olmuştur.
Evliya Çelebi, yazılarında: “Cebe” isminin, cüppeden geldiğini, Subaşı Ali’nin at çulundan bir cübbe giydiğini, bu yüzden kendisine “Cebe” ismi verildiğini yazmıştır. Öldüğünde: Cebe Ali, anısını taşıyan bu kapının yanı başına gömülmüştür ve zaman içinde, mezarı bir türbeye dönüşmüştür.
Ancak: 20 yüzyılın başlarında: kapının hemen yanında bir karakol inşa edilmesi düşünülmüş ve buraya üç katlı, minik ve şirin bir karakol binası inşa edilmiştir. Ancak: Cebe Alinin türbesi karakol binasının içinde kalmıştır. Böylece, içinde türbe bulunan bu ilginç karakol binası: zamanla özellikle Muammer Karaca ve Nejat Uygur tarafından sahnelenen oyunu ile ülke çapında ünlenmiştir.
Cibali kapısının üstünde, fetih olayını anlatan eski yazı bir kitabe görülür. Ama bu kitabe, 1453 yılında değil, 1953 yılında “İstanbul Fetih Cemiyeti” tarafından buraya konmuştur. Eski Türkçe olduğu için, okunması ve anlaşılması mümkün olmayan kitabede, bir efsane, yani fetih tarihi olgu içinde anlatılmaktadır.
ABDÜLKADİR DEDE MEZARI
Hemen Cibali kapısının yanındaki bu mezar: Fatih Sultan Mehmet’in Sekbanbaşısı Abdülkadir Dede’ye aittir.
AYA NİKOLA RUM ORTODOKS KİLİSESİ-AYİOS NİKOLAOS
Hemen cadde üstündedir. Burası: aslında biri küçük olmak üzere iki kiliseden ve bir de ayazmadan oluşan dini yapıdır. Aya Nikola: denizcilerin ve balıkçıların koruyucu azizidir. Bu yüzden, Ortodoks kültüründe Aya Nikola adına yapılan kiliseler, genellikle denize yakın yerlerde yapılırdı. Denizciler de azize şükranlarını sunmak için bu kiliseye armağanlar bırakırlardı. Kilisenin narteks tavanına asılı kalyon modeli: bu tür bir armağandır. Zaten kilisenin en belirgin özelliği: bir avlu içinde, kilise kapısının hemen üstündeki bu kristallerle süslü gemi maketidir.
YENİ AYA KAPI
Aya Nikola kilisesinin biraz ilerisindedir. Bu kapı: sur içinde yaşayan halkın, sur dışındaki hamama rahat gidip gelmesi için, fetihten sonra Türkler tarafından açılmıştır. Kapının hemen yanında: Fatih Sultan Mehmet’in ordusunda “Horoz Baba” (Horoz Mehmet Efendi) ya ait olduğu sanılan bir mezar yeri vardır. Sur dışında kalan, Mimar Sinan yapımı hamam ise, günümüzde tamamen harabe halindedir.
AZİZE AYA THEODOSİA KİLİSESİ-GÜL CAMİİ
Aya Nikola kilisesinden hemen sonra, caddenin yanında küçük meydana açılan “Aya kapı” dan geçip yaklaşık 50 metre ilerleyince, buraya ulaşılır. Cibali’nin en göze çarpan yapısı; bugünkü adıyla: Gül Camii. 1499 yılında camiye çevrilmiş Eski Bizans kilisesi: Aya Teodosia’dır. Türk’ler zamanında bir hayli çok tamirat görmüş bu görkemli yapının; 9’ncu yüzyılda yapıldığı tahmin ediliyor. Ancak yapılan kapsamlı değişimlere rağmen, özgün formunu yani eski görünümünü günümüze kadar korumayı başarmıştır.
Azize Teodosia
Yaşadığı dönemde: İmparatorluk sarayının giriş kapısı üstündeki “İsa İkonu” nun kaldırılması; Teodosia isimli bir kadının önderliğindeki halk tepkisine yol açtı ve bunun üzerine Teodosia öldürüldü. Daha sonra: öldürülen bu kadının bir azize olduğu anlaşıldı ve tüm eşyalarıyla birlikte, ismini vereceği bu kiliseye gömüldü. Bir anda önemli olan bu kişiyi ziyaret etmek için, kiliseye pek çok insan gelmeye başladı. Ancak 1204 yılındaki Haçlı-Latin işgali sırasında: bu kilisede tahrip edildi. İşgalden sonra: kilise restore edildi ve ardından “29 Mayıs” tarihleri, her yıl Azize Teodosia yortusu olarak kabul edilerek dini törenler yapılmaya başlandı. Azize Theodosia’nın simgesinin “gül” olduğu söylenir. Adının anlamının da “solmayan gül” olduğu rivayet edilir. Bu yüzden, bu kutsal yortu günlerinde kilise güllerle donatılırmış. Ayrıca: kilise: zamanla adeta bir şifa merkezi durumuna dönüştürüldü. Dilsiz birinin gelmesi ve dilinin çözülmesi, kilisenin bu özelliğini daha da kuvvetlendirdi.
Efsaneler
Kiliseyle ilgili iki efsane vardır. Bunlardan birincisi: “Gül Cami” ismiyle ilgilidir. Azize Theodosia’nın yortu günü “29 Mayıs” günüdür. 1453 yılında, Theodosia’nın şefaatini istemek ve şehri Türklere karşı koruması için Tanrı’ya dua etmek üzere kilisede, kalabalık bir cemaat toplanır. Kilise: yortu sebebiyle güllerle süslenir. Şehir düştükten sonra, yani ertesi günü kiliseye giren Türk askerleri, hala orada duran gülleri görür ve böylece kiliseye “Gül” ismi verirler.
İkinci efsane: Azize Theodosia kilisesinin son Bizans imparatoru XI. Konstantinos Dragas’ın mezar yeri olduğu hakkındadır. İmparatorun ölümüne ve nereye gömüldüğüne dair değişik rivayetler vardır. Ama eski kuşak Rumlar, Azize Theodosia kilisesinin güneydoğu payesinde gömüldüğüne inanırlar. Gerçekten de burada bir mezar yeri vardır. Payenin içinden çıkan bir merdivenle mezara ulaşılır. Odada, yeşil örtülü sanduka bulunur. Ancak süre giden bir Türk söylentisine göre: bu Konstantinos’un değil “Gül Baba” isimli bir Müslüman ermişin, camiye ismini veren Gül Babanın sandukasıdır. Son bir teori: mezar hücresindeki eski Türkçe bir levha, burada İsa’nın havarilerinden birinin yattığını yazmaktadır. Bu levhada yazılı olan metinde “Havarinin mezarı, İsa’nın öğrencisi, selameti onunla olsun” yazılıdır. Evet, bu mezarda kimin yattığı konusunda söylentiler kanıtlanmış değildir.
Genel özellikleri
Bina: şehirdeki en görkemli Bizans kiliselerinden biridir. Ayasofya’dan sonraki en büyük kilisedir. En büyük özelliği: yüksekliğidir. Çünkü kilise, bir set üstünde durmaktadır. Yerden bayağı yüksek kaide şeklinde duran bir zemine oturtulmuştur. Altında, günümüzde kullanılmayan bir sarnıç ve kriptası yani mezarlığı vardır. Bina: dıştan bakıldığında ağır ve yüksektir. Üst kısmı, Osmanlı döneminde önemli ölçüde değiştirilmiştir. Böylece: bir kale benzeri görünüm kazanmıştır. Yani, oldukça görkemli ve iyi bir yapı izlenimi vermektedir. Dış görünümün en güzel yanı: kilisenin camiye dönüştürülmesi aşamasında eklenen, orantılı minaresidir. Kilisenin içine girmeden önce, çevresini dolaşmanızı öneririm. Böylece: duvarlardaki gayet güzel tuğla işçiliği görebilirsiniz. Zaten bu yapının eski bir kilise olmasının en büyük ispatı: duvarlarda kullanılan örgü tuğla işçiliğidir ki, bu işçilik Bizans yapılarında görülür.
Yapı: haç planlı ve kubbelidir. Yan sahınlarının üstünde galeriler vardır. Merkezi kubbeyi destekleyen sivri kemerler ve pencerelerin çoğu, Türkler tarafından sonradan yapılmıştır. Kilisenin duvarlarındaki süslemeler içinde “altı köşeli sion yıldızları” dikkat çekmektedir. Her ne kadar bu yıldızların Yahudilere ait simgeler olduğu ileri sürülse de, genel olarak birçok yerde ve medeniyette ve burada da bu tür yani yıldız şekli süslemeler kullanılmıştır.
Kripta ve Camiye dönüştürme
Bizans döneminde: ölün kişiler, toplumdaki sınıflarına göre belli alanlara gömülülerdi. Alt tabakaya mensup halk: sur dışına, yüksek sınıftaki kimseler ise sur içine gömülürdü. İmparatorlar için: sur içi kilise mezarları vardı. Bu kilise mezarlarından birisi de buradaki Aya Teodosia kilisesi kriptasıdır. Kilisenin altı, mezar odalarıyla doludur. Yukarıda: efsaneler bölümünde, buradaki bir mezarın öneminden söz etmiştim. Yine yukarıda efsaneler bölümünde belirttiğim gibi: kutsal yortu gününün hemen ertesinde, şehir ele geçirilince, Türkler, kiliseye girdiklerinde, her yerin güllerle dolu olduğunu gördüler ve burayı “Gül Camii” olarak anmaya başladılar.
KÜÇÜK MUSTAFA PAŞA HAMAMI
Gül caminin karşısındaki bu yapı: şehirdeki en eski ve en büyük Türk hamamlarından birisidir. Hamam: Sultan II. Beyazıt’ın vezirlerinden Küçük Mustafa Paşa tarafından yaptırılmıştır. 1512 yılından önce yaptırılmıştır. Planı ve kubbelerinin yapısı: gerçekten de bayağı eski dönemlere ait olduğunu göstermektedir. Camekan bölümü: 14.5 metredir ve şehirdeki hamamlar içinde, benzerlerinin en büyüğüdür. Ortasında güzel bir mermer havuz vardır. Hararet bölümünün yapısı son derece güzeldir. Orta kubbenin mukarnasının derin kornişleri incelikle oyulmuştur. Haç şeklindeki yapılın kolları: farklı biçimdeki kubbelerle kapatılmıştır. Ama bunların en güzeli: sağdaki, deniz kabuğu biçimindeki yarım kubbedir. Üçüncü halvetteki yer döşemesi parlak renkli mermerden yapılmıştır.
SİNAN PAŞA MESCİDİ
Hamamdan çıkıp, Küçük Mustafa Paşa Sokağında ilerlediğinizde, küçük bir Bizans kilisesinin, ağaçlar arasında kalmış, kırık dökük kalıntılarını görebilirsiniz. Bu yapının yani kilisenin apsisinin çok küçük bir bölümü günümüze kadar ulaşmıştır. Bu kalıntılarda: kıvrımlı ve zikzaklı duvar işçiliği hemen göze çarpmaktadır. Ancak, kilisenin kimliğini saptama çalışmaları sonuçsuz kalmıştır. Buraya: yerel olarak “Sinan Paşa Mescidi” denilmektedir. Muhtemelen 13 veya 14 yüzyıldan kaldığı düşünülmektedir.
ADİLE SULTAN MEKTEBİ-HALK KÜTÜPHANESİ
Gül camisinin girişinin hemen karşısındadır. Yapı: Sultan II. Mahmut’un kızı Adile Sultan tarafından yaptırılmıştır. Günümüzde “Halk Kütüphanesi” olarak kullanılmaktadır.
ABDİ SUBAŞI CAMİİ
Abdi Subaşı Sokaktaki bu caminin, günümüze sadece minaresinin kaidesi ulaşmıştır.
Süleymaniye semti, Fatih ilçesinde, Süleymaniye Cami ve külliyesi çevresinde, İstanbul’da üçüncü tepe üstünde bulunmaktadır. Osmanlı döneminde, önemli bir bilim ve ticaret merkezi olan bölge, günümüzde de birçok tarihi ve turistik eseri barındırmaktadır. Semt ismini: 16 yüzyılda, Kanuni Sultan Süleyman tarafından Mimar Sinan’a yaptırılan Süleymaniye Cami ve külliyesinden almıştır. Öte yandan, efsanelere göre: Hz Süleyman, eşi Şemsiye için burada bir saray yaptırmıştır.
Kayserili Ahmet Paşa Konağı
İstanbul Suriçi, Fatih Süleymaniye Mahallesi Kayserili Ahmet Paşa Sokağındadır.
Ahmet Paşa: Bahriye Nazırı olarak Sultan Abdülaziz’in hal’edilmesi olayına karışmış ve Dolmabahçe önüne savaş gemileri göndermişti. Konak: 19 yüzyıl yapısıdır ve 1806-1878 yılları arasında yaşayan ve 1873 yılında Bahriye Nazırı olan Ahmet Paşa’ya aittir.
Ahmet Paşa: er olarak katıldığı donanmada zekası ve yetenekleriyle kısa sürede amiral olmuş ve Kırım Savaşına, Karadeniz filosu komutanı olarak katılmıştır. 1855 yılında Kırım Sivastopol şehrinin alınmasında önemli rol oynadığı için vezirlikle ödüllendirilmiştir.
1873 yılında Bahriye Nazırı olmuş ve ardından Kaptan-ı Derya olmuştur. Bahriye Nazırı iken, Sultan Abdülaziz’in tahtan indirilmesi olayında, donanma gemilerini Dolmabahçe Sarayı önüne göndermiş ve bunun üzerine takip eden dönemde, Sultan II. Abdülhamit tarafından görevden alınmış ve Tuna valiliğine atanarak İstanbul’dan uzaklaştırılmıştır.
1877-1878 yılı Osmanlı-Rus savaşında, Rusçuk muhafızı olarak görev yaparken yaşlılık ve hastalık nedeniyle İstanbul’a dönmesine izin verilmiştir.
Konak: önemli bir kültür varlığıdır. Şehir içi büyük konutlar için önemli bir örnektir. Eskiden bu tip konaklara, İstanbul’da birçok semtte rastlanırken, günümüzde çok nadirdir. Yapı: Osmanlı mimari tarzının, 19 yüzyılda moda olan ampir tarzının örneğidir.
Kagir bir bodrum üzerine oturan ahşap binadır ve iç süslemelerinde, Batı tarzı hakimdir. Zemin kat üstünde, aynı plana sahip iki kat daha bulunmaktadır. Evet, bu nadir bina, yıkılmak üzere iken son anda kurtarılmış ve restore edilmiştir.
Süleymaniye Külliyesi
Süleymaniye Külliyesi: cami, medreseler, kütüphane, hastane, Sıbyan mektebi, imaret, hamam, hazire ve dükkanlardan oluşmuştur. İstanbul külliyeleri içinde, Fatih Külliyesinden sonra ikinci büyük külliyedir. Tarihçi Peçevi’ye göre: Külliye inşaatında 1713 Müslüman olan toplam 3523 işçi çalıştı. İnşaat için yaklaşık 3200 kilo altın harcandı. İşçi sayısı, yazın günlük 2000 kişiye ulaşıyordu.
Süleymaniye Cami
Osmanlı imparatorluğunun en ihtişamlı yıllarında Kanuni Sultan Süleyman, bu ihtişama yaraşır bir cami yaptırmayı arzu eder. Düşündüğü bu yapıt, günümüzdeki “Şehzade Cami” olarak bilinen camidir. Ancak çok sevdiği Şehzadesi Mehmet ölünce, camiyi onun adına tamamlatır.
Ancak içindeki özlem bitmemiştir. 1550 yılında bir rüya görür. Rüyasında Peygamberimizi görür ve Peygamberimiz, Süleyman’a: camiyi nereye yapacağını, kaç kubbeli olacağını, mihrap ve minarenin nasıl olacağı gibi her şeyi en ince ayrıntısına kadar anlatır.
Heyecan içinde uyanan Süleyman hemen mimar başı Sinan’ı çağırttırır. Kanuni, Sinan’a gördüğü rüyayı anlatır. Bugünkü Süleymaniye camisinin bulunduğu yere gelinir.
Ancak Süleyman, bazı ayrıntıları unutmuştur ve o ayrıntıları Mimar Sinan tamamlar. Kanuni buna şaşırır ve “Mimar başı haberli gibisin” der. Sinan “Sultanım siz peygamberimizle yürürken ben hemen arkanızdaydım” der.
Süleymaniye Cami Külliyesi: İstanbul’un üçüncü tepesinde, bu tepenin Haliç’e bakan yamacındadır. Böylece, şehrin birçok yerinden görüldüğü gibi, kendisinden görünen manzara da oldukça geniştir.
Cami: Kanuni Sultan Süleyman tarafından, 1551-1557 yılları arasında Mimar Sinan’a yaptırılmıştır. Mimar Sinan, eserin kalfalık dönemi eseri olduğunu belirtir.
Süleymaniye, Ayasofya’ya erişmek ve belki de onu aşmak için yapılmış bir girişimdir. Zaten, planı da ona oldukça yakındır. Boyut açısından Ayasofya’dan küçük kalmasına rağmen, estetik açıdan, muazzam bir mimari eser olarak, dünyanın en güzel anıtları arasında yer almıştır.
Temel
Temel atma töreni, 13 Haziran 1550 tarihinde yapılmıştır. Bu gün: devletin ileri gelenleri, zamanın uleması, din adamları toplanmıştır ve Kanuni atlı olarak inşaat yerine gelir.
Koyunlar ve koçlar kurban edilir. Seçilen uğurlu zaman geldiğinde ise, Sultanın emriyle dönemin önemli din adamı Şeyhülislam Ebusuud Efendi, mihrap temeline ilk taşı koyar ve inşaat başlar.
Temel birkaç yıl süresince kazılır ve 15 metre derinliğe inildikten sonra: zemine, demirli büyük kazıklar kakılıp, kireç ve horasan ile moloz taşından bir rıhtım bina yapılır. Binaya: gerekli sağlamlığı verebilmek için, özel bir şekilde hazırlanmış olan ayaklar üzerine, kemerler örülerek bir nevi sarnıç inşa edilir.
Yeryüzüne çıkmaya 3 metre kala taştan temeller örülmeye başlanır. İçten dışa, alttan yukarıya doğru ilerleyen inşaat, kemerlerin örülmesi ve örtü sisteminin kapatılmasıyla tamamlanır.
Evliya Çelebi, caminin temelinin 3 yılda atıldığını ve daha sonra 1 yıl beklendiğini söyler. Çünkü, şehirdeki depremlere karşı dayanıklılığı sağlamak için, caminin temeli atıldıktan sonra, temelin tam olarak oturmasını sağlamak için bir yıl beklenmiştir.
Böylece Sinan’ın kendi söylemiyle “kıyamete kadar yıkılmayacak” bir cami ortaya çıkmıştır. Zaten yapılışının üstünden uzun yıllar ve birçok deprem geçmesine rağmen, caminin duvarlarında en ufak bir çatlak olmamıştır.
Kapılar
Camide: dış avlunun imaret kapısından girildiğinde: bir saray cephesi görünüşüyle taç kapı belirir. Bu taç kapı: mimari kuruluşu, süslemeleri ve kitabeleriyle göze çarpar. Kapının alınlığı: saray nakkaş hanesinde hazırlanan örneğe göre yapılmış olup 16 yüzyıl natüralist çiçek üslubu hakimdir.
Avlu kapısı ve cümle kapısı arasındaki bölümlerde: mermer laleler, mermer zincirlere asılı avizeler bulunmakta iken, günümüzde sadece bağlantı yerleri görülmektedir.
Zemini mermerle döşeli iç avlunun 3 kapısı vardır. Bunlardan biri: kuzey-batı kapısı ve diğer ikisi ise kuzey-doğu ve güney-batı kapılarıdır. Caminin iç kısmına üç kapıdan girilir. Bunlar: iç avludan girilen “Cümle kapısı” ve mihrabın sağında ve solundaki batı ve doğu “harim” kapılarıdır.
Evliya Çelebi: hünkar mahfilinin altına açılan kapının “Hünkar kapısı” ve bu kapının karşısındaki kapının ise “Müezzin kapısı” olduğunu yazmıştır.
Dış avluda: minareye girişi sağlayan kapılar: kuytuda bırakılmıştır. Cami minareleri, tek sütunun desteklediği bir çatıyla sevimli bir portik halinde sunulmuştur. Caminin ana giriş kapısıyla iç avluya girilen kapı: mimari ve süsleme bakımından oldukça farklıdır.
Cami kapısı ve yan kapıların: kilit ve halkalarının altın ve gümüş görünümlü olduğu ifade edilmiş, satın alınan 95 okka fildişiyle, bu kapıların kanatları ve cami içinde bulunan dört dolabın kapak süslemeleri yapılmıştır. Cami kapısı: Baş marangoz yani Ser Neccar usta Ahmet eseridir.
Kubbe
Ayasofya ile mukayese edilmesindeki en büyük gösterge, caminin kubbesidir. Dört fil ayağı üstüne oturan caminin kubbesinin çapı 26.30 metre ve yüksekliği ise 48.23 metredir. Yani, Ayasofya’nın kubbe boyutlarını geçememiştir.
Ayasofya’dan farklı olarak, ana kubbe, ikisi büyük, beşi küçük yedi yarım kubbeyle desteklenmiş ve 30 küçük kubbeyle çevrelenmiştir. İç ve dış kubbeler arasında 2-3 metreyi bulan yer yer boşluklar vardır.
Bu boşluklar: havayı mevsimlere göre dengede tutması yanında, ana kubbeye geçişi sağladığı gibi akustik içinde önemli rol oynamaktadır.
Kubbenin ve üst kagir kabuğun yaklaşık 1000 ton ağırlığındaki yükü: iki yarım kubbeyle ve fil ayaklarıyla temele iletilmiştir. Kubbenin hafif olması için özel tuğlalar imal edilmiş ve kubbenin yapımında bu tuğlalar kullanılmıştır.
Caminin büyük kubbesini 4 büyük kırmızı granit yekpare sütun yani fil ayağı taşımaktadır. Ayaklar: 6 x 5 metrelik, küfeki taşından örülmüş payeler üzerine oturmaktadır.
Küçük bir caminin alanını kapsayacak büyüklükte olan bu ayaklar: ustalıkla ve zarif görünecek şekilde inşa edilmiş, ön ve arka cephelerine mihrap şekilleri verilmiştir.
Yükseklikleri 9.02 metre, çapları 1.4 metre olan ve yaklaşık 30’ar ton oldukları hesaplanan bu 4 fil ayağının her biri 8000 ton yükü temele iletmektedir.
Bu dört ayak: Mimar Sinan tarafından, Cihanyar- Güzin yani dinin dört direği: Hz Ebubekir, Hz Ömer, Hz Osman ve Hz Ali’ye armağan olarak sunulmuştur. Fil ayaklarının yanlarında bulunan sütunlar farklı yerlerden getirilmiştir.
Sinan tarafından söylendiğine göre; bu sütunlar, bütün ülke taranarak çeşitli yerlerden getirilmiştir. Bir sütun Lübnan Bekaa vadisinde bulunan Baalbek-Jupiter Tapınağından, bir diğeri Mısır’ın İskenderiye şehrinden, diğerleri de Topkapı Sarayı ve Vefa semtinden getirilmiştir.
Hatta: Ayasofya’nın bazı sütunlarının da, yapılış döneminde Hz Süleyman’ın yaptırdığı tapınaktan getirilmiştir.
Kubbe kasnağında 32 pencere vardır. Mimar Sinan, gün ışığı bu pencerelerden girdiğinde oluşan görüntüyü “Azrail a.s.” ın kanatlarına benzetir.
Kubbenin derin anlamlarından birisi de “vahdette kesret, kesrette vahdet” yani “ Tek olan Allah’a varıp ondan teferruata dönüşü” sembolize eder. Kubbe: okunan Kuran-ı Kerimleri ve duaları müminlere aksettirmek görevindedir.
Sinan, restore ettiği Ayasofya’da, kemerli yan duvarların zayıflığını gözlemleyerek, özel bir istifleme tarzı uygulamıştır.
Kubbenin dört köşesinde, payelerin dıştaki devamı olan dört sekizgen kule, yarım kubbelerin altında çeyrek kubbeler vardır.
Caminin duvarlarını oluşturan taşlar, birbirlerine içten demir kenetlerle bağlanmış ve bu kenetlere eritilmiş kurşun dökülmüştür.
İç mekanda, genişlik duygusu kusursuzdur ve büyük bir sadelik vardır.
Payandaların içeri taşan kısımları, sütunlar üstüne oturan kemerlerle bağlanmış ve böylece yan nefler oluşturulmuştur.
Mihrap
İki kabartma oluklu ve altın yaldız kaideli sütunlarla tek parçalı olarak yapılan mihrap: çini dekorlar arasında yükselir.
Yapısı sadedir. Mihrap: en iyi mermerlerden Konyalı Yahya tarafından yapılmış ve 1554 yılında tamamlanmıştır.
Mermer mihrabı çevreleyen çiniler, 746 tanedir. Evliya Çelebi: mihrabın iki yanında bulunan ve adam boyu yüksekliğindeki altın yaldızlı iki bakır şamdanın büyük mumlarının, her gece yandığını ve bu mumların onbeş basamaklı bir merdivenle çıkılarak yakıldığını yazar.
Minber
Minberin tasarımı bizzat Mimar Sinan tarafından yapılmıştır. Caminin estetiğine uygun olarak inşa edilen minber: mermer işçilik ürünüdür.
Minber aleminin, altın sikkelerle yaldızlandığı ve minber köşkünün altın varak kaplı bir askı topu olduğu belirtilmektedir.
Hünkar Mahfili
Mihrabın sol yanında, caminin doğu köşesindedir. Burası, granit ve mermerden yapılmış 8 sütuna dayanmaktadır. Buraya yan balkondan geçiş olduğu gibi, dışarıdan ayrı bir kapıdan da girilebilir.
Müezzin Mahfili
Minberin hemen arkasında, 18 mermer sütun üstüne kurulmuştur. Mermer işçiliği, oldukça güzeldir. Evliya Çelebi: burayı “Cennet Mahfili” diye anlatır. Bu benzetme, burada geçmişte var olduğu düşünülen bir süslemeye atıfta bulunmaktadır.
Kütüphane
Müezzin mahfilinin sağında, madeni şebekeden çevrilmiş bu bölüm: uzun süre kütüphane olarak kullanılmıştır. Bu kütüphane: Sultan I. Mahmut ve Sadrazam Mustafa Paşa döneminde yapılmıştır.
Bu bronz kafesli bölüm: 18 yüzyıl Türk maden işçiliğinin güzel bir örneğidir. 19 yüzyılda, bu parmaklık, Ahmet Vefik Efendi tarafından onarım yapılarak yenilenmiştir.
Vaaz Kürsüleri
Cami içinde, ahşap işçiliği bakımından önem kazanan iki vaaz kürsüsü vardır. Ayrıca: fil ayaklarına bitişik, 3 mermer kürsü daha vardır. Mermer ve granit direklere dayalı bu yerlerde, Osmanlı döneminde ilim adamlarının halka islam hukuku, tefsir ve tasavvuf dersleri verdiği söyleniyor.
Çeşmeler
Evliya Çelebi: giriş yönündeki iki ayakta bulunan çeşmelerden: bütün cemaatin su içtiğini belirtmiştir.
Üst Mahfiller
Camide, mekanı üç yandan çevreleyen üst mahfillerde: Sultanın maiyetinin namaz kıldığı bilinmektedir. Evliya Çelebi: caminin üst hazine maksurelerinde de değerli malların saklandığını yazar.
Akustik
Caminin en önemli özelliklerinden birisi de akustiğidir. Sinan: caminin akustiğinin mükemmel olması ve seslerin caminin her köşesinden duyulması için: kubbenin çevresine ve caminin çeşitli yerlerine, içi boş 50 cm boyunda, 64 tane küp yerleştirmiştir.
Bu küpler: Anadolu’da kullanılan turşu küpleridir. Bunlar ağızları aşağıya bakar vaziyette, ana kubbenin çevresindeki duvarlara yerleştirilir ve küplerin araları da yumurta akıyla sıvanır.
Ayrıca: sesin düz yüzeylerle karşılaşmaması için duvarlarda gerekli hareketlilik sağlanmış, sütunlar bunu engellemeyecek şekilde oturtulmuş ve büyük desteklerin yüzeylerine nişler oyulmuştur. Akustik konusunda bir söylenti vardır.
Sinan: caminin akustiği konusunda çok zaman harcar ve inşaat süresi uzar. Sinan’ı çekemeyen kişiler, Kanuni Sultan Süleyman’a Sinan’ın camide keyfine baktığını ve hatta cami içinde nargile tüttürdüğünü iletirler.
Bunun üzerine, sinirlenerek camiye giden Kanuni, Sinan’ı nargile içerken görür, ancak Sinan bu durumu şöyle açıklar; “Nargilenin içinde tütün yoktur, sadece suyunun fokurdama sesinin camide nasıl duyulduğunu anlamaya çalışıyorum” Bu sırada, yani içeride nargile fokurdatırken, işçilerde, borular yolu ile bu sesi dinlemektedir. Yeri gelir, bazı yerler yıktırılır ve yeniden yaptırılır.
Yani, olay tamamen Sinan’ın bir akustik yaratma çalışmasıdır. Yine akustiğin sağlanması, zeminden sesin yansıtılması için tuğlalardan boşluk bırakılmıştır. Sonuç olarak: caminin içinde mikrofon kullanmadan verilen vaazın duyulması sağlanmaktadır.
Havalandırma
Mimar Sinan: yer altında bir takım yollar kazdırıp üzerine kemerler yaptırmıştır. Bu yollardan: caminin içinden dışarıya, Süleymaniye’nin bütün yan yapılarına su dağıtan depolara gidilir. Bu yollar: cami içinde, devamlı temiz hava bulundurmak için yapılmıştır.
Caminin tabanının orta kısmında bulunan bu yollar üzerinde: tahta kapaklar bulunur. Böylece aşağıdan gelen hava aracılığıyla, cami yazın devamlı serin ve kışın sıcak olmaktadır.
Vitraylar
Caminin içinde en göz alıcı yer: mihrap duvarındaki 16 yüzyıl Türk motifleriyle süslü vitraylardır. Bu vitraylar: Sarhoş İbrahim adıyla bilinen, dönemin ünlü cam ustası tarafından yapılmıştır.
Hatlar
Caminin iç ve dış kısmında ve avlu kapılarında bulunan yazılar, büyük bir emek ürünüdür. Devrin kültür ve değer yargılarının ve sanat anlayışının sembolüdür. Bu yazılar, dönemin meşhur hattatı: Hattat Ahmet Karahisari ve Hasan Çelebi tarafından yapılmıştır.
1869 yılında, iç mekanın yeniden süslenmesinde: yazılar Abdülfettih Efendi tarafından yazılır. Kazasker Mustafa Efendi de bazı yazılar ilave etmiştir.
Yazıların bir kısmı çiniler üstüne, bir kısmı farklı renklerdeki zemin üzerine yazılmıştır. Bir bölümü kapılara işlenmiş, bir bölümü de mermer üzerine kabartma yapılarak yazılmıştır.
Değişik ebat ve karakterlerde yazılan yazıların büyük bölümü ayet-i kerime ve kalan bölümü hadis-i şerif ve muhtelif dini yazılardır. Yazılar: bulundukları zeminle, anlam bakımından tam bir ahenk içindedir.
Mihrabın iki yanındaki pencereler üstünde bulunan çini madalyonda “Fetih Suresi”, caminin ana kubbesinin ortasında ise “Nur Suresi” yazılıdır. Nur Suresi: aşağıdan okunacak şekilde büyük harflerle yazılmış ve bu durum, yazının sanatsal değeri ve inceliğinden bir şey kaybettirmemiştir.
Hava Akımı
Cami ilk yapıldığında iç mekan aydınlatması için: elektrik olmadığından 275 adet kandil ve bunlara ek olarak mihrabın iki yanına yerleştirilmiş dev mumlar kullanılıyordu.
Pencerelerden gelen hava akımlarını hesaplayarak, kandillerin isinin belirli bir noktada toplanması, Sinan’ın başka camilerde elde ettiği şaşırtıcı başarıları arasındadır.
Camideki kandil ve yağ lambalarından çıkan isler: ana giriş kapısı üzerindeki odada toplanmış ve mürekkep yapımında kullanılmıştır. Bu is odasında dışarıya yani caminin içine açılan iki pencere vardır.
Bunlardan bakıldığında birinde “Allah” ve diğerinde ise “Muhammed” yazılı levhalar görülür. İsten elde edilen mürekkep, normal mürekkebe nazaran çok daha dayanıklıymış. Kağıt tamamen yok edilmeden, bu mürekkebin silinmesi mümkün değilmiş.
Deve kuşu yumurtaları
Sinan bu büyüklükteki bir camiyi örümcek ağlarından korumak için: caminin çeşitli yerlerine ve özellikle avizelerde bulunan kandil çanaklarının aralarına, aşağıdan da görülecek şekilde, Afrika’dan getirttiği yaklaşık 300 deve kuşu yumurtası yerleştirmiştir.
Deve kuşu yumurtası: örümcekler, böcekler ve hatta akrepler tarafından sevilmez ve bu tür haşarat camiden uzaklaşırmış.
Söylenenlere göre: kurumuş deve kuşu yumurtası: insanın hissetmediği ancak akrep, örümcek gibi haşeratı uzak tutan bir koku yaymaktadır. Yıllar boyunca: bu yumurtalardan çalınan ve kırılanlar olmasına rağmen, halen ilk günkü gibi asılı olduğu yerde bulunanlar görülür.
İlk asıldığında 300 tane olan yumurtalar günümüzde 30 kadar kalmış, bunlar da karararak renkleri kahverengiye dönüşmüştür.
Ölçüler
Caminin içindeki ölçüler ebcet hesabına göre hesaplanmıştır. Mesafeler ölçüldüğünde: bütün mesafelerin “ebcet” hesabı ile “Allah” isminin katları olduğu, minare yüksekliği, kubbe çapı gibi bazı uzunluk ve açıların birbirlerine orantılandığında “pi” sayısı ya da dünya ekseninin eğim açısı olan 23 rakamı gibi rakamların verildiği görülür.
Kabe’ye yakın iki minarenin arasındaki uzaklık 92 arşındır ve bu ölçü “Muhammed” ismini ifade eder.
İran Şahı
Bir söylentiye göre: caminin yapılışı sırasında (temellerin iyice oturması için) bir duraklama olmuştur. Zamanın İran Şahı, küstah bir tavırla “Satıp da camiyi bitirin” diye mücevher yollamıştır.
İyice sinirlenen Kanuni bunları un ufak edip caminin harcına karıştırmak üzere Sinan’a vermiştir. Paraları ise, şehirdeki Yahudilere dağıttırmıştır. Şahın gönderdiği yardımların kanıtı: Şah Tahmasp’ın karısı Sultanım’la mektuplaşan Hürrem Sultan, şahın cami için gönderdiği yardımlara teşekkür etmesinden anlaşılır.
Mimar Sinan, caminin mimari ve teknik özellikleri hakkında bilgi vermezken, caminin yapımında kullanılan malzemeler ve harcanan paralarla ilgili çok ayrıntılı kayıtlar tutmuş ve bu kayıtlar günümüze kadar ulaşmıştır.
Yani, dönemin özellikleri hakkında çok somut bilgiler vardır. Öte yandan, İran Şahı tarafından gönderildiği iddia edilen mücevherler neden Kanuni tarafından geri iade edilmemiştir?
Çünkü: mücevherler cami yaptırmak üzere kurulan vakfa bağışlanmıştır ve Kanuni’nin malı değil, vakfın malıdır. Bu yüzden, Kanuni bu yardımları geri gönderememiştir.
Minareler
Dört minare: avlunun dört köşesinde yükselir. Camiye bitişik olan ikisinde üçer, uçtakilerde ikişer şerefe vardır. Üçer şerefeli minarelerin yüksekliği 76 metre, ikişer şerefeli minarelerin yüksekliği ise 55 metredir.
Minareler örülürken, taşlar birbirine demir kemerle tutturulmuş, taş ve demirin birbirine kenetlenmesini sağlamak için, bağlantı yerlerine kurşun dökülmüştür.
Toplan on olan şerefe sayısı: Süleyman’ın onuncu Osmanlı Padişahı, dört minare ise İstanbul’da hüküm süren dördüncü padişah olduğunu simgelemektedir. İran Şahı tarafından kullanılan mücevherler, Kanuni Sultan Süleyman’ın emri üzerine parçalanarak o anda yapılmakta olan minarelerden birinde kullanılmıştır.
Bu minare günümüzde “Cevahir Minaresi” olarak bilinir. Bu minare, üç şerefeli minarelerden doğuda olanıdır. Öte yandan, Evliya Çelebi, ne zaman güneş çıksa bu minarenin parladığını ancak net olarak mücevherlerin hangi minarenin harcına karıştırıldığının bilinmediğini yazar.
Avlu
Avlu revaklarında: somaki, granit ve mermer kullanılmıştır. İç avlu: beyaz harem isimli, beyaz mermerden inşa edilmiştir.
Şadırvan
Cami iç avlusunun ortasında, dikdörtgen şekilli ve bitkisel motifli bir şadırvan vardır. Şadırvan havuzunun içinde iki fiskiye bulunur. Söylenenlere göre, şadırvan: o devrin şartlarında kısmen Bizans kanalları kullanılarak Istıranca derelerinden getirilen suyu: kule prensibiyle hava akımı oluşturarak, oksijenle arıtan tarihin ilk içme suyu hazırlama istasyonu imiş.
Halı
Camide, yerdeki halı el yapısıdır. Mihraplı halı 1950 yılında yerleştirilmiştir.
Sinan’ın İmzası
Kanuni, Sinan’a “Türbeni buraya yapalım” teklifinde bulunur, ancak Sinan, bunu kabul etmez. Süleymaniye’nin gölgesinde, mütevazi bir mezarda yatmaktadır.
Öyle ki, burası Süleymaniye Külliyesinin havadan bakıldığında sağ alt köşesindedir. Yani tablolarda olduğu gibi, Sinan, en sevdiği eserine, kendi imzasını bu şekilde atmıştır.
Caminin açılışı
Kanuni, başarısından ötürü camiyi açma şerefini Sinan’a verir ve anahtarı Sinan’a uzatır. Ancak Sinan, öyle mütevazidir ki, bu daveti kabul etmez ve şöyle söyler “Sultanım Ahmet Karahisari, bu muhteşem hatlar için gözlerini feda etti, son hattın son harfinde gözünün feri söndü, ama kaldı, bu şeref onundur” der.
KANUNİ TÜRBESİ
Caminin mihrap duvarının arkasındaki avluda: Kanuninin türbesi vardır. Türbe: ölümünden sonra: oğlu Sultan II. Selim tarafından 1566 yılında Mimar Sinan tarafından yapılmıştır. Bu türbede: Kanuni’nin Zivetgar’dan getirilen bedeni bulunmaktadır. İç organları, Zivergar savaşı sırasında, öldüğünde, çadırının bulunduğu yere gömülmüştür.
Türbe mimarisi açısından, örnekleri arasında bir şaheser olarak nitelendirilmektedir. Sekizgen türbe, avlunun ortasına yerleştirilmiştir. Çevresinde 29 sütunlu, üstü örtülü açık bir revak vardır.
Türbenin içi: 16 yüzyıl İznik çinileri, kalem işleri ve ağaç işçiliğinin güzel örnekleriyle süslenmiştir. Giriş kapısının iki yanına: bitkisel kompozisyonların hakim olduğu çini panolar bulunur. Kapı kanatları: abanozdan yapılmıştır, sedef ve fildişi kakmalarla bezenmiştir. Bunların üzerine “Kelime-i Tevhit” yazılmış ve geometrik desenlerle süslenmiştir. Türbenin içindeki iki dolap ta abanoz ağacından yapılmış, fildişi kakmalarla süslenmiştir.
İç mekan duvarları: yarıya kadar çinilidir. Beyaz zemin üzerine lacivert, firuze ve kırmızı renklerin ağırlıklı olduğu çinilerde bitkisel kompozisyonlar ağırlıklıdır ve bütün yüzey çinilerle kaplanmıştır. Çinilerin üstünde: bütün mekanı çepeçevre dolaşan bir ayet frizi görülür. Pandiflerin yüzeylerinde de: Allan, Muhammed ve dört halifenin ismi yazılıdır.
Türbenin yuvarlak kasnaklı kubbesi: kalem işleriyle bezenmiştir. Altın yaldızlı madalyonlar dikkat çeker. Burada: bezemeleri birleştiren düğümlerin ortalarına yani metal plakalar arasına, yıldızlarla donatılmış gökyüzü imajını vermek için parlak cisimler ve bir söylentiye göre pırlantalar yerleştirilmiştir.
Gövdenin üst kısmında bulunan üçlü pencere gurupları: renkli kilit taşlarıyla her cephede tekrarlanan kemerler ve ağır çatı kornişi: dönemin taş işçiliğinin en güzel örnekleridir.
Türbenin girişinin üstünde: Mevlevi sikkesi şeklinde, Kabe’den getirilen Hacer-ül Esvet taşının bir parçası bulunur. Türbeyi ziyaret ettiğinizde, buna mutlaka dikkat ediniz.
Türbede yedi sanduka vardır. Ortada: Kanuni Sultan Süleyman: hemen sağında çok sevdiği kızı Mihrimah Sultan, onun yanında sırasıyla Sultan İbrahim’in eşi ve aynı zamanda Sultan II. Süleyman’ın annesi Saliha Dilaşub Sultan ve Sultan II. Ahmet’in kızı Asiye Sultan’a ait sandukalar vardır. Kanuninin sandukasının solunda ise: Sultan II. Süleyman ve Sultan II. Ahmet’in sandukaları bulunuyor.
HÜRREM SULTAN TÜRBESİ
Hürrem Sultan: Kanuni Sultan Süleyman ile birlikte çıktığı bir Edirne gezisi sonrasında, 1558 yılında vefat etmiştir. Önce Süleymaniye camisi haziresine defnedilmiştir.
Hürrem Sultan Türbesi, avlunun köşesinde, 1559 yılında, Hürrem Sultanın ölümünden bir yıl sonra Mimar Sinan tarafından yapılmıştır. Türbenin tamamlanması ile haziredeki naaşı, buraya defnedilmiştir. Yani, türbe Hürrem Sultanın sağlığında yapılmamıştır. Kesme taştan yapılan türbe: dıştan sekizgen, içten on altıgen planlıdır. Türbesi, silindirik bir kasnağa oturan kubbe örter. Girişin önünde, üç gözlü bir revak bulunur. Türbe özellikle: içindeki çinilerin renk ve kompozisyonuyla mimarlık tarihinde ayrı bir önem taşır.
Osmanlı klasik dönem yapılarının bir klasiği olarak, türbe içinde çini kaplamalar, mimarinin ayrılmaz bir ögesi olarak kullanılmıştır. Pano çinilerin yanı sıra ulama çiniler de kullanılmıştır. Çinilerin deseni, saray nakkaşları tarafından hazırlanmıştır. Hürrem Sultan Türbesinde: ilk kez, çinilerde bahar açmış meyve ağacı motifi işlenmiştir. Ayrıca: çinilerde: lale, karanfil, gül, sümbül, narçiçeği ve servi görülür. Çinilerde geometrik desenler ve kırmızı sır altı tekniği kullanılmıştır.
Türbe duvarlarında, yedi tane pencere ve içeride sekiz niş vardır. Pencerelerin üstündeki çini panolarda ayetler yazılıdır. Türbenin kubbesindeki özgün bezeme, kubbe restorasyonu sırasında yok olmuştur. Türbede: Hürrem Sultan’dan başka: Sultan II. Selim şehzadesi Mehmet ve Hatice Sultanın kız kardeşi Hanım Sultanın sandukaları da bulunmaktadır. Türbe özellikle ülkeyi ziyaret eden Ukraynalılar tarafından ziyaret edilmektedir.
Hazire
Türbenin çevresindeki hazirede: birçok tanınmış kişinin kabri vardır. Sultan Abdülaziz’i tahttan indirenlerden Hüseyin Avni ve Kaptan-ı Derya Ali paşalar, sadrazam Ali Paşa, II. Mustafa’nın kız kardeşi Safiye Sultan, Maarif Nazırı Kemal Paşa.
Medreseler
Bahçenin kuzeydoğu köşesinde: bir kanat vardır. Burası: Darülhadis yani hadis öğretilen bir medresedir. 1556-1557 yılları arasında yapılan Süleymaniye Darülhadisi: Kanuni Sultan Süleyman tarafından Mimar Sinan’a yaptırılan Süleymaniye Külliyesi bünyesindedir.
Süleymaniye camiinin kıble tarafında, Kanuni ve Hürrem Sultan türbelerinin önünde bulunan dershane ve caminin güney doğusundaki 22 tane talebe hücreleri binalarından oluşmaktadır. Burası: yapıldığı dönemde, Osmanlı devletinin en yüksek kadrolu medresesi sayılmış, kurulduğu yıldan, Osmanlı devletinin son dönemlerine kadar, eğitim sisteminin zirvesinde yer almıştır. Buranın en büyük özelliği: bilinen avlulu, dört köşeli medreselerden çok farklı bir yapıda bulunmasıdır.
Buradan inip, sola kıvrılındığında: Süleymaniye yükseltisinin alt tarafında yani solda: Arasta ve sağda altında yine dükkanlar bulunan iki medrese binası görülür. Bu iki medrese: Salis ve Rabi, caminin güney kanadına bakan Evvel ve Sani medreseleriyle birlikte bir bütün oluşturur.
Arkadaki bu iki medrese ile yokuşta aşağıda kalan Mülazimler Medresesinin mimarileri benzersiz ve son derece güzeldir. Yokuşa yapılan bu iki medresede, başka hiçbir medrese binasında görülmeyen çok katlı bir hücre düzenine rastlanılır.
Her katın sofası, iki medrese arasındaki avlu, merdivenler, yukarıda kalan medreselerin aşağıdaki Mülazimler’le bağlantısı, hepsi özgün bir mimari deha göstergesidir. Ancak, bu güzel medreseler ve hemen karşıdaki hamam: özel mülk haline gelmiştir. Kimi depo, kimi imalathane olarak kullanılmaktadır. Ama binaları kullananlar içlerine kimseyi sokmamaktadırlar.
Mimar Sinan Türbesi
Türbe, Süleymaniye Külliyesinin deniz cephesinde, müftülük binasının hemen köşesindedir. Sinan, kendi türbesini de yapmıştır. Türbenin yanında bulunan Mimar Sinan’ın evi ve Sıbyan Mektebi günümüze ulaşmamıştır. Som mermerden yapılmış sebilin arkasındaki türbe: yontma taş ve mermerden yapılmıştır. Mimar Sinan’ın sandukasının önünde, hacet penceresinin üstünde, yekpare mermerden kitabe bulunur. Sülüs yazısı ile yazılmış bu kitabe: Nakkaş Sai eseridir.
Türbede sadelik ve yalınlık hakimdir. Türbe, bu köşede üçgen biçimindedir ve üçgenin ucunda bir sebil vardır. Yarı açık türbe: altı kemer üstüne oturtulmuş küçük bir kubbeden oluşur. Çevresi, iki yönden yüksek duvarlarla çevrilidir. Türbenin Mimar Sinan Caddesine bakan avlu duvarına 11, Fetva yokuşuna bakan duvarına ise geometrik şebekeli 5 mermer pencere açılmıştır.
Türbede kendi harici eşi ve kimliği bilinmeyen bir kişi (muhtemelen Ali Talat Bey’dir) daha yatmaktadır. Söylentilere göre: soldaki mezarın Mimar Sinan’ın ikinci karısı Gülruh Hatuna, sağdakinin ise torunu Derviş Çelebi’ye ait olduğu belirtilmektedir. Türbe içindeki üçüncü mezar ise: Neo-Klasik devrin öncülerinden Mimar Ali Talat Beye aittir. Kendisi, 1922 yılında öldüğünde, arkadaşları, onu hayran olduğu Mimar Sinan’ın yanına gömmüşlerdir.
Ali Talat Bey’in mezarı üstüne: kendi arzusu nedeniyle, ismini belirten bir kitabe konulmamıştır. Türbenin kuzey ucuna bitişik, çokgen mermer bir sebil vardır. Sebil, yalın bir görünüme sahiptir. Kubbesi betonarme olarak yenilenmiştir. Altı tane demir şebekeli pencereyle dışarıya açılan sebilin, geniş saçak altını, bir sıra mukarnas çevreler. Türbe, 1922 yılında sebille birlikte restore edilmiştir.
Hani, amaç buraların tarihi ve turistik yönünü belirtmek ama, zamanında bulunduğumuz topraklara birçok eser kazandıran büyük usta hakkında bir husustan, daha doğrusu bir rezillikten söz etmek istiyorum.
1935 yılında: Türk Tarih Araştırma Kurumu üyeleri tarafından: Mimar Sinan’ın mezarı kazılmış ve incelenmek üzere kafatası alınmıştır. Ancak sonraki restorasyon kazısında: kafatasının yerinde olmadığı görülmüştür. Hatta, kafatası kayıptır, yani nerede olduğu bilinmemektedir.
Dar-üz Ziyafe Restoran
Süleymaniye caminin inşaatı başlamadan bir yıl önce, inşaatta çalışacak işçilere yemek hizmeti vermek için burası yapılmıştır. Burada büyük bir avlu ve bu avlunun içinde, yaklaşık 500 yıllık çınar ağaçları vardır. Yapı uzun süre “Türk ve İslam Eserleri Müzesi” olarak kullanılmıştır. Ancak, müze Sultanahmet’te bulunan İbrahim Paşa Sarayına taşınınca, burası, Osmanlı mutfağının en seçkin yemeklerinin sunulduğu bir restorana dönüştürülmüştür.
Yapının hemen girişinde, uzun yıllar günümüzdeki buzdolabı gibi görev yapan mermer bir blok vardır. Ayrıca: yine girişte: buğday ve mısır gibi tahılların kabuklarının ayıklanması ve öğütülmesinde kullanılan dibek taşı görülür. Restoranın içinde: orijinal bir tartı ve şömine içindeki taşlar görülür. Diğer bir odada: Kanuni ve Sinan’ın yan yana asılan resimleri vardır.
Bu resimlerde, kişilerin başları üstündeki sarıklara dikkatinizi çekerim. Bu sarıklar, aynı zamanda kefen olarak kullanılırmış. Çünkü o dönemde savaşlar ve ölüm riski fazla olduğundan, kişiler kefen bezlerini başları üstünde sarık olarak taşırlarmış. Burada bir de orijinal servis penceresi vardır. Servis penceresinden fakirlere yemek verilirmiş. 500 yıllık orijinalliğini halen koruyan bu pencerenin en başlıca özelliği ise, yemek veren kişinin sadece elinin görülmesidir. Böylece: veren el kime verdiğini görmez ve de alan kişi rencide olmazmış.
Ayrancı Sokak
Süleymaniye’den Haliç’e inen bu sokakta: eski Osmanlı havası yaşanmaktadır. Çünkü tarihi doku, olduğu gibi korunmuştur. Ahşap ve cumbalı eski Osmanlı evleri ilgi çekmektedir. Tarihi sokak 1998 yılında restore edilmiştir. Özellikle buradaki kafenin ön tarafına dolaştığınızda, muhteşem bir İstanbul manzarası görebilirsiniz.
Şeyhülislamlık-Müftülük
Süleymaniye’den ve Sinan’ın türbesinden ilerleyince: İstanbul Müftülüğüne yani eski adıyla Şeyhülislam Makamı olan binaya varılır.
Burası da önceleri Osmanlı devletinde en yüksek memurlardan biri olan Yeniçeri Ağasısın makamıdır ve “Ağa kapısı” olarak bilinir. Şehre ve Haliç’e hakim bu sarayda oturan Yeniçeri Ağalarının ne zamandan beri burada oturdukları bilinmemektedir. Ancak 1555 yılına ait bir şehir panoramasında bina görülmektedir.
Ağa Kapısı: çevresi yüksek duvarlarla çevrili bir alanda, içinde adeta Hünkar Sarayı gibi çeşitli köşkler, selamlık, harem ve hizmet daireleri ve atölyelerin bulunduğu büyük bir kompleksmiş. Ağa kapısının bir diğer önemli yapısı da bütün İstanbul’a hakim olan yangın kulesiydi.
Burada çok sayıda kişi, sürekli olarak ikamet ederdi. Yapı topluluğunda ayrıca bir cami, hamam, odalar, çardaklar, sofalar, küçük mescitler, mutfaklar, dehlizler ve mahzenler bulunurdu. Ancak bunlar ahşap olduğu için birçok yangından olumsuz etkilenmiş ve her defasında yeniden inşa edilmiştir.
1826 yılında Yeniçeri Teşkilatı kaldırılınca, burası Şeyhülislam’a tahsis edilmiştir. Ancak, Sultan II. Mahmut, Yeniçeriliğin bütün hatıralarını silmek adına, burasının Ağa kapısı olan ismini de değiştirmiş ve “Bab-ı Meşihat Fetvahane” si yapmıştır. 1924 yılında Cumhuriyet döneminde Şeyhülislamlık kaldırıldığından, bu binalar İstanbul Müftülüğüne tahsis edilmiştir.
Müftülük bahçesinde, dünyadaki başka örnekleriyle karşılaştırıldığında pek zengin olduğu söylenemeyen Botanik Bahçesi vardır. Bu sokağın adı da “Şeyhülislam” dolayısıyla “Fetva Yokuşu” dur.