İstanbul Arkeoloji Müzesi

İstanbul Arkeoloji Müzesi

MÜZELER BÖLÜMÜ

Osmanlı topraklarında, padişah izinleriyle yapılan ve “Bizde o taşlardan çok var” düşüncesiyle, daha sonra Louvre gibi, British Museum gibi, Berlin Müzesi gibi müzelerin salonlarını süsleyen kültür miraslarımızın gidişine; Osman Hamdi Bey’in, girişimleriyle çıkarılan kanunlar ile dur denilmiş. Bizzat, kendisinin de katıldığı arkeolojik kazılar da olan Osman Hamdi Bey; Arkeoloji Müzesini kurmuş, büyük bir insan.

Evet: Topkapı Sarayından çıkıp; aşağıya inen yolu takip ettiğinizde: sağda, Müzeler Bölümüne ulaşırsınız. Bu bölümde: Eski Şark Eserleri Müzesi, Arkeoloji Müzesi ve Çinili Köşk var. Buraya; Gülhane Parkının hemen sağ yanından giriliyor. 3 Müze ve atölyeler bulunuyor. Ana kapıdan girişten sonra bahçede hemen karşınıza bir ahşap tekne kalıntısı çıkıyor.

İstanbul Arkeoloji Müzesi

Sonra: en sağ bölümden yani Arkeoloji Müzesinden gezmeye başlayabilirsiniz. Ancak müzeleri gezmeye başlamadan önce, önemli bir husustan söz etmek istiyorum. Müzelerde yani her üç binada başka yerlerde birçok müzede gördüğüm gibi yerlerde gezilecek güzergahı belirleyen çizgiler bulunmuyor, yani yüzlerce-binlerce antik eser arasında kaybolup gitmek ve bazı eserleri görememek mümkün, bu yüzden, müzeye yere gezi güzergahını gösteren kırmızı ok işaretlerinin konulmasını kendi ve müzeyi gezecekler adına istiyorum, umarım bu satırları bir okuyan olur, aslında bunları müzelerin birçoğunda girişte bulunan deftere yazmak isterdim ama burada herhangi bir defter de yoktu.

İstanbul Arkeoloji Müzesi

Evet bu girişten sonra gelelim müze hakkında bilgiler vermeye. Müze bünyesinde; bir milyonu aşkın eser bulunmakta. Arkeoloji Müzesinde: restorasyon ve yenileme çalışmalarından sonra; sergilenen en önemli eserler şunlar: İskender Lahdi, Ağlayan Kadınlar Lahdi, Satrap Lahdi, Sayda Kralı Nekropolü Lahitleri, Ana Tanrıça Kybele’ye ait adak stelleri, Bergama Zeus Sunağından arta kalan heykel parçaları, İskender Başı.

(Maalesef Temmuz 2018 tarihinde burayı ziyaret ettiğimde, Müzenin yıldız eseri, dünyaca ünlü İskender Lahdinin bulunduğu bölümün restorasyon nedeniyle kapalı olduğunu gördüm ve çok üzüldüm, daha da ötesi, müzenin girişinde bu bölümün kapalı olduğu hakkında herhangi bir bilgi yoktu. Umarım en kısa zamanda ziyarete açılır. )

Türkiye’de müzeciliğin kurucusu Osman Hamdi Bey tarafından yaptırılan her iki müze; dünya çapında üne sahiptir.

İstanbul Arkeoloji Müzeleri; yüzüncü kuruluş yıl dönümü olan 1991 yılında; alt salonlarda yapılan yeni düzenlemeler ve ek bina sergilemesi nedeniyle; Avrupa Konseyi Müze Ödülünü ve 1993 yılında da; Avrupa’da Yılın Müzesi Ödülünü aldı.

İstanbul Arkeoloji Müzesi

ARKEOLOJİ MÜZESİ

Bina; 13 Haziran 1891 tarihinde; Osman Hamdi Bey tarafından, mimar: Alexandre Vallaury’ye; “Müze-i Hümayun” olarak yaptırılmış. Güney ve kuzey kanatları; 1902 ve 1908 yıllarında, ziyarete açılmış. İki katlı. Neoklasik dönemin en güzel ve görkemli örneklerinden biri.

Mekan: müze olarak inşa edilen ilk Türk binası. Dünyada; bu alandaki, on müze arasında yer alıyor. Ana bina ve ek bina olmak üzere; iki binadan oluşmaktadır.

İstanbul Arkeoloji Müzesi İskender Lahdi

Dış cephesi

İskender ve Ağlayan Kadınlar Lahitlerinden esinlenerek yapılmıştır. Ama keşke İskender ve Ağlayan kadın lahitlerini görmek mümkün olsaydı. Yukarıdaki resim. müzenin bahçesinde çektiğim temsili resimdir.

MÜZENİN İÇİ

Giriş karşısında: iri ve ürkütücü; Tanrı Beş heykeli var.

İstanbul Arkeoloji Müzesi

Sağ tarafta: antik çağ heykelleri salonu uzanıyor. Arkaik çağdan, Roma devrine devam eden, eşsiz heykeller sıralanıyor. Salonların ilkinde: antik mezar taş ve rölyefler var. Sonra: Anadolu Pers egemenliği, Afrodisias buluntularının yer aldığı Kenan Erim Salonu; Efes, Milet ve Afdorisias’tan eserlerin sergilendiği; üç Mermer Şehri Salonu, Helenistik devir heykelleri, Menderes Manisa’sı ve nihayet Helenistik tesirli Roma ve Roma devri heykelleri salonları var.

Girişin sol yanında: hediyelik ve hatıra eşyaları satılan reyon bulunuyor. Sonra: Osman Hamdi Bey hatıra salonu. Takiben: Sayda krallar Nekrapolünden bizzat kendisinin kazıp çıkarttığı eserlerin salonları uzanıyor.

İstanbul Arkeoloji Müzesi

İlk üç lahit; Sayda kralı Tabnit ailesine ait. Benzersiz bir Likya lahdi ve Satrap Lahti de: burada sergileniyor.

Sonraki bölümde: (KAPALI) MÖ. 4’ncü yüzyıla tarihlenen; dünya ünlüsü, İskender ve Ağlayan Kadınlar Lahitleri var. Büyük İskender’e ait olduğu zannedilmiş olan lahdin; dört yüzü; Makedonyalılar ile Persler arasındaki savaş ve av sahnelerini gösteren, yüksek kabartmalar ile süslenmiş.

Ana binanın üst katında ise: küçük taş eserler, çanak ve çömlekler, pişmiş toprak heykelcikler, hazine bölümü, 80 bin sikke, mühür, nişan ve madalya sergileniyor.

Burada, İstanbul’un fethi sırasında, Haliç’e takılan zincirlerin bir parçası ve Sultanahmet meydanında bulunan yılanlı sütundan kalma bir yılan başı ve mısır orjinli mumyalar ilgimi çekti.

İstanbul Arkeoloji Müzesi
İstanbul Arkeoloji Müzesi
İstanbul Arkeoloji Müzesi
İstanbul Arkeoloji Müzesi

EK BİNA

Teşhir edilen eserlerin sığmaması nedeniyle; 1968 yılında, Osman Hamdi Bey binasının hemen arkasına, altı katlı olarak yapılmış. Müzenin, yüzüncü kuruluş yıl dönümü olan; 1991 yılında, halkın ziyaretine açılmış. Altı katlı. Dört katı; sergi salonu olarak düzenlenmiş.

Ek bina girişi, yan duvarında: Assos Athena mabedinin ön yüzü; bire bir ölçülerinde canlandırılmış.

Giriş katında:; Çocuk Müzesi ile mimari eserler sergisi bulunuyor. Çocuk Müzesinde: Tunç çağından, Bizans dönemine kadar, yazının icadı, çanak-çömlek yapımı ve kullanımı, paranın icadı gibi tarihte yaşanan ilkleri vurgulayan eserler ve canlandırmalar yer almakta.

Giriş katında; kod farkıyla oluşturulan bölümde

“İstanbul’un çevre kültürleri: Trakya, Bitinya ve Bizans “ sergileme salonları var. Bizans mezar taşlarına bakıp; üzerlerindeki kabartmalardan, kişinin mesleğini çıkarmaya çalışacaksınız. Kılıç yada miğfer; bu askermiş dedirtiyor, tarak yada lir; onun bir kadın olduğunu anlatıyor. Osmanlının mezar taşlarında da; üst kısmı çiçekli ise, adı okunmasa bile, o mezar taşının bir kadına ait olduğu hemen anlaşılıyor. Aslında; aynı topraklardaki kültürler, birbirinin devamı.

Birinci katında

Çağlar boyu İstanbul salonu var. Burada; İstanbul bölümünde: bugünde mevcut olan caddeler yapılırken ya da onarılırken, altından çıkarılan tarihi eserler sergileniyor. Örneğin; Kadıköy-Altıyol onarım kazılarından çıkarılanlar gibi. Sultanahmet Meydanındaki Burmalı Sütunun, Perslerden kazanılan savaş ganimeti silahlardan yapılan üç yılandan birinin başını; bu salonda görmek mümkün. (Bu yılan başları aslında üç tane, diğer biri Londra’da, diğer biri ise, hepten kayıp)

İkinci katında

Çağlar boyu Anadolu ve Truva. Burayı gezerken; Moskova’da Puşkin Müzesinde bulunan Truva Hazinesini düşünmemek elde değil. Alman Schieman; keşke çalmasaydın, burada sergilense idi, diye düşünmemek elde değil. Truva’nın dokuz katının buluntuları arasında: Troyalı kadınların ateşte ısıttıkları taşları, daha sonra yemekleri sıcak tutmak için kullandıkları anlaşılıyor.

Hitit yazıtlarındaki; “Aşk Mektuplarını, evlilik ve ticaret antlaşmalarını “ burada göreceksiniz. Hititlilerle Mısırlılar arasında yapılan; tarihin ilk yazılı antlaşması olan “Kadeş Antlaşmasını” bizzat gözlerinizle görmek, muhteşem bir duygu, bunu tadacaksınız.

Üçüncü katında

Anadolu’nun çevre kültürleri: Kıbrıs, Suriye, Filistin sergi salonları bulunuyor.

Diğer iki kat ise, depo olarak kullanılıyor.

Bahçe ise: yine bir o kadar hazine sunuyor. Küçük çay bahçesinde, sütun başı masalar üzerinde; Helenistik ya da Roma yazıtları arasında, hayatınızın en ilginç çayını içebilirsiniz. Bu arada; antik buluntular üzerindeki yazıları çözmeye çalışarak zamanı en keyifli şekilde geçirebilirsiniz.

ESKİ ŞARK ESERLERİ MÜZESİ

1883 yılında; Osman Hamdi Bey tarafından, Güzel Sanatlar Akademisi olarak yaptırılmış.

1917 yılında ise, Müzeye dönüştürülmüş. Ülkemizin en zengin ve en önemli müzesi.

Zaman içinde; gerek yapısal ve gerekse sergileme bakımından hizmet veremez duruma gelmiş ve onarım ihtiyacı gerekmiş. Bu dönemde: bir bankanın maddi desteğiyle; restorasyon ve yenileme çalışmaları yapılmış. 2000 yılında; modern teşhir yöntemleri uygulanarak, halkın ziyaretine açılmış. Müze: iki katlı.

Anadolu, Mezopotamya, Mısır ve Arap eserlerinin; Kadeş Antlaşmasının, Zincirli Heykelin sergilendiği bu müzede; 75 bin çivi yazılı belgenin bulunduğu; “Tablet Arşivi” ve 20 bine yakın arkeolojik eser bulunmakta. Bu çivi yazılı belge arşivi; dünyada ikinci. Ayrıca: Akad kralı Naramsin Steli de görülmeye değer eserlerden.

1992 yılında, Avrupa’da, 45 müzenin katıldığı yarışmada birinci olarak, Avrupa Konseyi tarafından, “Yılın Müzesi” seçilmiştir.

Arkeoloji müzesinden çıkıp, doğruca yürüdüğünüzde, Gülhane Parkına ulaşacaksınız.

ÇİNİLİ KÖŞK

Buraya; “Sırça saray” da deniliyor. Topkapı Sarayı içindeki köşklerden; Fatih Sultan Mehmet’in 1472 yılında yaptırdığı ve Hazine Dairesiyle bir bütün meydana getiren yapı. Yazlık saray olarak yaptırılmış. Çeşitli onarımlarla şekli bozulmuş. Son onarımıyla beraber, eski biçimine sokulmuş. Köşkün ön cephesinde, 14 sütunlu bir galeri var.

Giriş cephesindeki mozaik çiniler; Selçuklu dönemindeki çinilerin özelliklerini taşıyor. Çini süslemeler, yan cephelerde şeritler halinde uzanıyor. Arkada; sırlı tuğlalarla, çok güzel bir kompozisyon oluşturuyor. Bu çinilerde; daha çok firuze, lacivert, beyaz ve kahverengi kullanılmış.

Beş köşeli odanın, kubbesi motiflerle süslü. Köşk; 1875 yılında: müze haline getirilerek “Müze-i Hümayun “ olarak kullanılmış. 1953 yılında ise; Fatih Müzesi adı altında; Türk ve İslam eserleri sergilenmiş.

Daha sonra ise; Selçuklu ve Osmanlı çini ve keramikleri sergilendiği için; Çinili Köşk Müzesi olarak hizmet vermeye başlamış. 1990-1991 yıllarında yapılan çalışmalarda; çağdaş bir anlayışla yenilenmiş. Daha sonra, 2002 yılında, yine başlatılan onarım çalışmalarının ardından, Haziran 2005 tarihinde, ziyarete açılmış.

SEPETÇİLER KASRI

Sarayburnunda. Kenedy Caddesinde bulunuyor.

1643 yılında; Sultan İbrahim tarafından; Bizans’ın deniz surları önünde yaptırılmış. Topkapı Sarayının dış bahçesindeki ve kıyılarındaki çeşitli; kasır, köşk ve saraylardan, günümüze kadar gelebilen tek yapı olma özelliğini taşıyor.

Yapıldığı dönemde: Topkapı Sarayı sınırları içinde kalıyormuş. Sultan I. Mahmut döneminde (1739) yenilenmiş. Bu kasır; aynı zamanda, Padişahların kayıklarının bağlandığı, Padişahların donanmanın sefere çıkışını ve dönüşünü izledikleri bir yer.

Yapı: cumhuriyet döneminde; askeri ecza deposu olarak kullanılmış. Daha sonra ise, kendi haline terk edilmiş.

1980 yılında, orijinal durumuna sadık kalınarak, Vakıflar Genel Müdürlüğünce restore edilmiş ve Uluslar arası Basın Merkezi olarak kullanılmış.

1998 yılında: Eminönü Vakfı tarafından; kafe ve restoran olarak kullanılmaya başlanmış.

2004 yılında ise; işletme hakları, bir otel şirketine verilmiş. Denizin üzerinde kurulu mekanda: restoran ve bar gibi farklı alanlarda hizmet veriliyor. Yazın boğaz manzaralı terasları, kışın ise şömineli iç mekanları ile güzel zaman geçirmek isteyenler için uygun bir mekan.

Ayrıca: buradaki açık ve kapalı alanlarında; çeşitli toplantılar, lansman ve düğün organizasyonları düzenleniyor. Otele ait tekneler; buradan hareket ederek, Boğaziçi’nde çeşitli organizasyonlarda kullanılıyorlar.

İstanbul Gülhane Parkı

gulhane-parki-0
İstanbul Gülhane Parkı

İstanbul Gülhane Parkı:

Gülhane Parkının bulunduğu yerde: 8’nci yüzyılda, Konstantinopolis Üniversitesi bulunuyordu. Osmanlı döneminde ise, Topkapı Sarayının has bahçelerinden biri olarak düzenlenmiştir. Park alanında özellikle burada bolca yetiştirilen güller nedeniyle, parkın ismi de “Gülhane Parkı” olmuştur. Gül: Topkapı Sarayı has bahçesine, ilk olarak Fatih Sultan Mehmet döneminde, 1460’lı yıllarda gelmiştir. Sonrasında, sarayın bu has bahçesi, güllerle süslenir.

Parkın tarihi geçmişindeki en önemli olay, 1839 yılında burada ilan edilen Tanzimat Fermanıdır. Osmanlı’da imparatorluğun yeniden yapılandırılmasını hedefleyen ve kısmen de başarılı olan bu ferman: Sultan Abdülmecit tarafından kabul ve ilan edilmiştir. Amaç: 19 yüzyılda zayıflamaya başlayan Osmanlı imparatorluğunu, çeşitli reformlar yaparak modern çağa taşımaktır. Tanzimat: 40 yılın ardından, 1876 yılında sona ermiştir.

Günümüzde: 100 bin metre karelik alanı kaplayan park, özellikle her yıl “Nisan” ayında düzenlenen “Lale Festivali” sırasında bambaşka bir güzelliğe bürünür. Parka genellikle Arkeoloji Müzesi ya da Soğukçeşme Sokağının sonundaki Soğukçeşme kapısından girilir. Ben size Gülhane Parkında daha önce bulunduğu söylenen ama günümüze herhangi bir kalıntısı kalmamış tarihi eserlerden ziyade, günümüze ulaşan eserler hakkında bilgi vereceğim. Örneğin: Gülhane Parkı alanında bulunan, iki metrelik mermer Meryem Ana ikonu, günümüzde Arkeoloji Müzesinde sergilenmektedir. Buna Gülhane Meryemi İkonu denilmektedir.  

bizans-sarnici-2
İstanbul Gülhane Parkı Bizans Sarnıcı

 

Bizans Sarnıcı

Çevresi ağaçlarla kaplı ve hemen yanında 1911 yılı yapımı bir Osmanlı çeşmesi bulunan sarnıcın: 5 yüzyılın ilk yarısına ait olduğu düşünülmektedir. Sarnıç, muhtemelen Bizans döneminde burada bulunan sarayın su ihtiyacını karşılamak için yapılmıştır. Ölçüleri gayet büyüktür ve dikdörtgen planlıdır. Sarnıç geçmişte uzun süre akvaryum olarak kullanılmıştır.

gotlar-sutunu-2
İstanbul Gülhane Parkı Gotlar Sütunu
gotlar-sutunu-3
İstanbul Gülhane Parkı Gotlar Sütunu

 

Gotlar Sütunu

Park alanı içinde, Sarayburnu’na  hakim bir tepe üzerinde, 18 metre yükseklikte, bedenine “Gothos” kelimesi yazılmış bir sütun dikkati çeker. Sütun: Topkapı Sarayı müzesinin denize bakan yamacındadır.

Mermerden tek bir blok halde yapılmış sütunun özellikle, kartal arması yontulmuş bulunan, korint tarzı başlığı dikkat çekmektedir. Bizanslı tarihçi Necephorus’un yazdıklarına göre: sütunun üstünde, bir zamanlar Bizans’ın kurucusu olan Megaralı Byzas’ın heykeli varmış. Çünkü, sütunun bulunduğu yer, şehrin kurucularının ilk olarak karaya çıktıkları yerin çok yakınındadır.

Bir başka söylentiye göre, sütunun üstünde, bir zamanlar Yunan şans ve baht tanrıçası olan “Tike” heykeli varmış. Tike pagan tanrıçası olduğu için, Hıristiyanlığın kabulünün ardından, sütünün tepesinden indirildiği düşünülmektedir.

Sütunun üç basamaklı kaidesinde Latince“Gotların yenilgisiyle geri gelen Fortuna” şeklinde bir yazı vardır. Fortuna: Anadolu ve Yunan mitolojisinde, şans ve bereket tanrıçası Tike’nin Roma mitolojisindeki adıdır. Yani, sütunun Gotlara karşı kazanılan bir zafer için dikildiği anlaşılmaktadır. Bu değerlendirildiğinde, sütunun imparator II. Cladius Gothicus 269 yılında veya şehrin kurucu imparatoru Konstansin döneminde dikildiği tahmin edilmektedir.

Çünkü: her iki imparator da, yapılan savaşlarda Gotları yenmişlerdir. Ancak: imparator Cladius’un İstanbul ile ilgisinin bulunmuyor olması, sütunun hangi dönemde dikildiği sırrını koruyor. 17 yüzyıldır hiçbir depremde yıkılmadan kalarak günümüze ulaşan: sık ağaçlıklar arasında dikkat edilmezse görülmeyen bu abideyi görmenizi öneririm. Çünkü, 1700 yıldır burada bulunan sütun, belki de kaidesinde yazılı olduğu gibi, Tike tarafından korunarak günümüze kadar hiçbir değişikliğe uğramadan gelmeyi başarmıştır.

Gotlar sütununun hemen arkasında “Set üstü çay bahçesi” vardır. Buraya uğrayarak güzel manzara eşliğinde bir çay içerek mola verebilirsiniz.

bizans-yetimhanesi
İstanbul Gülhane Parkı Bizans Yetimhanesi

Bizans Yetimhanesi

Gotlar sütununun hemen aşağısında: demir parmaklıklarla koruma altına alınan bir takım kalıntılar görülüyor. Bunlar üzerlerinde haç işaretleri bulunan, başlıklı birkaç sütun ve tuğla kemerlerdir. 

Buranın: Bizans döneminde bir yetimhane olduğu ve 579 yılında Bizans imparatoru I. Justinianos ve karısı Sophia tarafından yaptırılmıştır. Bu yetimhane: hemen yakınındaki Aziz Menas ve Demetrius kiliselerinden sağlanan gelirle, uzun yıllar boyunca yetim çocukların barındığı, yemek yedikleri bir yer olarak kullanılmıştır.

islam-bilim-muzesi-0
İstanbul Gülhane Parkı İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi

 

İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi

Müze, Gülhane Parkı içinde, Saray sur duvarına bitişik, Has Ahırlar binasındadır. Osmanlı dönemine ait “Has Ahırlar” düzenlenerek müzeye dönüştürülmüştür. Has Ahır: Osmanlı döneminde, padişahın ve yakın hizmetinde bulunanların atlarının bulunduğu ahırlara verilen isimdir.

İslam Bilimi Tarihçisi Prof. Fuat Sezgin tarafından kurulan müze, 2008 yılında hizmete girmiştir. 3500 metre kareyi kaplayan sergi alanında: 580 adet cihaz kopyası, alet, maket ve model koleksiyonu bulunmaktadır. Bu koleksiyon ile, müze, dünya üzerinde Frankfurt’ta bulunan aynı özellikteki müzeden sonra ikincidir.

İki katlı müzede: Sergi alanlarının tamamında, İslam bilim adamlarının eserlerinin model ve maketleri sergilenir.

Üst katta: Astronomi, Sinevizyon salonu, Saat teknolojisi, denizcilik, savaş teknolojisi ve tıp bölümü vardır.

Alt katta: Fizik, matematik, madenler, geometri, şehircilik ve mimari, optik, coğrafya ve kimya ile ilgili bölümler bulunur.

Bahçe kısmında: Halife el-Mem’un tarafından 9 yüzyılda yapılan dünya haritasının kopyası bulunan yerküre ve İbni Sina Botanik bahçesi bulunmaktadır. Botanik Bahçesinde: İbni Sina’nın “Fit Tıbb” kitabının ikinci cildinde söz edilen bitkiler ilgi çekmektedir.

Sonuç olarak: müze, İslam dünyasının tarihteki başarılarını öğrenmek isteyenler için güzel örnekler sunmaktadır. Ancak konu ile ilgili birçok eser günümüzde, yabancı ülke müzelerinde bulunduğundan, sergilenen eserlerin birçoğu kopyadır. Bir kısım eserde, günümüze ulaşan tasvirleri dikkate alınarak aslına uygun yapılmıştır. Bunların yanında, müzede genel müzik enstrümanları bulunmaktadır. Bu arada: Nusret Çolpan tarafından yapılan tavan süslemelerini görmenizi öneririm.

alay-kosku-5
İstanbul Gülhane Parkı Alay Köşkü

Alay Köşkü

Gülhane parkının tam köşesinde, Topkapı surları üzerindedir ve Topkapı sarayının cadde ve sokaklara bakan tek yapısıdır.

Ünlü şair Keçecizade İzzet Molla’nın yazılarına göre: köşk binası, 1819 yılında Sultan II. Mahmut tarafından yaptırılmıştır. Ancak: günümüzdeki yapıdan önce de burada ahşaptan yapılmış bir “Alay Köşkü” bulunduğu söyleniyor.

Gülhane parkı içinde, girişte solda bulunan taş rampa: padişahların Saraydan çıkıp Alay Köşkünün kapısına kadar atla gelebilmeleri için yapılmıştır.

Osmanlı sultanları, burada kafesli pencerelerin ardında: Osmanlı imparatorluğunun zengin dönemlerinde, bu cadde üzerinde yapılan resmi geçitleri ve alayları izlemişler, halkı selamlamışlardır. Bu yüzden, yapının ismi “Alay Köşkü” ve bazı kaynaklara göre “Selam Köşkü” olmuştur.

Mimari yapı

Dış bölüm: yedi cepheli ve mermer kaplıdır. Çevresi saçaklı, çok güzel ve soğan biçimli kubbe: kısmen batı tipi mimari tarzı anımsatır.

İç bölüm: büyük bir salon ve arka taraftaki birkaç hizmet odasından oluşmaktadır. Salonun tavanları, kalem işleriyle süslenmiştir.

Osmanlı imparatorluğunun zengin dönemlerinde: bu cadde üzerinde, dönemin en renkli törenlerinden biri olan ve adeta bir tür karnavalı andıran “Esnaf Alayı” veya “Lonca Alayı” düzenlenirmiş. Bu esnaf alayına katılan tüccarlar, zanaatkarlar ve sanatçılar başta olmak üzere değişik meslek gurubundan kişiler: bu köşkün önünden büyük bir coşkuyla geçerlermiş.

Hatta bu kişilerin: 7 ayrı kıtaya ayrılarak ve 1100 sınıftan oluştuğu söylenir. Bunlar: köşkün önünden geçerken padişahı selamlar, padişah ta bunlara karşılık verirmiş.

En son düzenlenen esnaf alayı: 1769 yılında Sultan II. Mustafa döneminde yapılmıştır.

Evliya Çelebi: Seyahatnamesinde, 1638 yılında Sultan IV. Murat döneminde yapılan bir alay geçit törenini şöyle anlatır: “ İstanbul’un dört bir yanından gelen her lonca ve meslek oradaydı, alay şafak vakti başlayıp gün batımına kadar sürdü.

Bu alay için, İstanbul’da üç gün üç gece ticaret hayatı durmuştu. O günlerde, şehri bir gürültü patırdı aldı ki: kelimelerle tarifi mümkün değildir”

Devamında Evliya Çelebi şöyle anlatır “Alay 57 kısım halinde toplanmış, 1001 loncadan oluşmaktadır.

Bu loncaların her birinin temsilcileri, kendilerine özgü kıyafetleri ve üniformaları vardır. Hazırladıkları arabaların üzerinde mesleklerini ve mallarını tanıtırlar. İzleyenleri güldüren sözler söyleyip soytarılık yaparak halkı eğlendirirlerdi.

Bu teşhirlerin en ilginci ise: palamarlarla binlerce adamın çektiği, kızaklara konmuş kalyonlarla geçen “Akdeniz Kaplanları” idi. “

Bunlar: Alay köşkünün önüne vardıklarında: büyük bir cenk gösterisi sunarlar, kafir gemilerini ezip geçerlerdi. Alaydaki son lonca meyhanecilerdir. Bunların en sonunda ise “Yahudi meyhaneciler” geçerdi. Bunlar: halka ellerindeki testilerden, şarap yerine şeker şerbeti dağıtarak geçerlerdi.

Evet: bu loncalar ve esnaf alaylarının geçitleri dışında, sefere çıkan veya zaferden dönen Osmanlı ordusu neferleri de, mehter marşları eşliğinde burada resmi geçit töreni yaparlardı. Hatta: bazı siyasi suçluların idam cezaları da, halka ibret olsun diye bu köşkün önünde yapılmıştır.

Alay köşkünün tarihi geçmişindeki önemli olaylardan birisi de: “Vakai Vakvakiye” veya “Çınar” adı ile bilinen isyanda: henüz buluğ çağına yeni girmiş bir çocuk olarak tahta çıkan Sultan IV. Mehmet’in, isyancılar tarafından ayak divanına yani görüşmeye, buraya çağrılmış olmasıdır.

Alay köşkünün: Sadrazamın yaşadığı Bab-ı Ali’nin hemen karşısında yapılmış olması sebebinin: Sultan tarafından Bab-ı Ali ve sadrazamın gözlenmesi düşüncesinden kaynaklandığı da söylenir.

Hatta: Sultan Deli İbrahim: tatar yayı ile, gelip geçene ok atmak için burayı kullanmıştır.

Cumhuriyetin ilk yıllarında, burası bir dönem “Güzel Sanatlar Birliği” hizmetine verilmiş ve ardından “Eminönü Halk Evi” ne tahsis edilmiştir. 1940’lı yıllarda ise, “Eski Eserleri Tescil Bürosu” olarak kullanılmıştır.

Ardından, uzun yıllar kapalı kalan köşk, 2011 yılında “Ahmet Hamdi Tanpınar Edebiyat Müzesi” olarak düzenlenerek ziyarete açılmıştır.

babi-ali-0
İstanbul Gülhane Parkı Bab-ı Ali

 

Bab-ı Ali

Alay köşkünün karşısındadır.

İlk olarak: 1564 yılında Sokullu Mehmet Paşa: kendisine bir saray yaptırarak buraya taşındı. Ardından yabancılar tarafından “Sublime Porte” yani “Yüce Kapı” olarak isimlendirilen Bab-ı Ali: gerek sadrazamların çalışma mekanı ve gerekse yabancıları kabul ettikleri bir yer olarak kullanılmaya başlandı. Zaman içinde: imparatorluk problemlerinin birçoğu burada görüşüldü ve çözüldü.

Böylece “Bab-ı Ali” hükumete verilen bir isim oldu. Yabancı sefirler, Osmanlı padişahları değil Bab-i Ali’de sadrazamlar tarafından kabul edilerek göreve başlardı. Burada günümüze ulaşan ve tek ilgi çeken yapı: 1565 tarihli ve dönemin özelliklerini yansıtan bir dershane yani eski bir medrese dersliğidir.

Sadrazamlar: 1840 yılında, bugün İstanbul Valiliği olarak kullanılan binaya taşındılar. Ancak “Bab-ı Ali” ismi İmparatorluğu temsil etmeyi sürdürdü.

zeynep-sultan-camisi-0
İstanbul Gülhane Parkı Zeynep Sultan Camii

 

Zeynep Sultan Camii

Alay Köşkünün sağından, saray duvarını takip ederek Alemdar caddesinde yürüdüğünüzde, Gülhane parkının Soğuksu çeşme kapısının tam karşısında, bu cami görülür.

Zeynep Sultan: Lale devri Sultanı, III. Ahmet’in, elliye yakın çocuklarından birisidir. Bu çocukların birçoğu unutulmasına rağmen, Zeynep Sultan, bu yapı ile adını tarihe yazmıştır.

Zeynep Sultan camisi: 1769 yılında dönemin baş mimarı Tahir Ağa tarafından yaptırılmıştır. Mimari stil olarak: Türk barok tarzı görülür. Yani: hem batılılaşma hareketinin başladığı erken 18 yüzyıl mimarisinde belirginleşen unsurlar ve hem de Türk motifleriyle, yine eskiye dönüşü vurgulamakta ısrar eden bir anlayışla inşa edilmiştir. Yani: barok üslupla geleneksel ve özgün Türk mimari elemanları birleştirilmiş, ortaya bir sentez çıkarılmıştır.

Yüksek kubbe kasnağı: yapıyı bir Bizans kilisesine benzetmektedir. Kubbenin altındaki pencerelerin, kıvrımlı revakları da bu görüşü destekler.

İç mekanda: Sultan mahfili ve minber ahşaptan yapılmıştır. Kareye yakın mekanın üzerine örten ana kubbenin dört köşesinde küçük yarım kubbeler vardır.

Caminin duvarla çevrili mezarlık yani hazire kısmında: Sultan III. Selim olayının baş kahramanlarından Alemdar Mustafa Paşa yatmaktadır. Bu talihsiz paşanın cesedi: III. Selim olayından sonra, Yedikule taraflarında bir çöplüğe atılmıştır. Ceset, II. Meşrutiyet sonrasında gelişen “Tarih-i Osmani Encümeni” tarafından alınarak buradaki mezarlığa defnedilmiştir. Camiyi yaptıran Zeynep Sultanın mezarı da bodrumdadır.

Caminin hemen arkasında, köşede bulunan “Sıbyan Mektebi”: bir süre ilkokul olarak kullanılmış ve 1988 yılında Vakıflar İdaresi tarafından “Türkiye Anıtlar Derneği” ne tahsis edilmiştir.

hamidiye-cesmesi-0
İstanbul Gülhane Parkı Çeşmesi-Hamidiye Çeşmesi

 

Gülhane Parkı Çeşmesi-Hamidiye Çeşmesi

Gülhane parkı dış duvarında, Zeynep Sultan camisinin bahçesine açılan kapının dışındadır. Rokoko tarzı süslü bu sebil camiye ait değildir. Çünkü Zeynep Sultan tarafından değil, Sultan I. Abdülhamit tarafından, 1779 yılında yaptırılmış ve Bahçekapıda’ki Abdülhamit türbesinin bulunduğu cadde genişletilirken, yerinden sökülüp buraya taşınarak yerleştirilmiştir.

Bu sebile “Hamidiye Sebili” denir. Sebil: çifte sütunlarla dört bölüme ayrılmıştır. Üstü kubbeyle örtülmüştür. İki yandaki çeşmelerin üstünü, geniş saçaklık örter. Sebilin her bölümünün üstünde: kitabeler görülür.

cafer-aga-medresesi-2
İstanbul Gülhane Parkı Cafer Ağa Medresesi

 

Cafer Ağa Medresesi

Zeynep Sultan camisinin karşısındadır. Ancak, burada yoğun olarak bulunan hediyelik eşya satan dükkanlar arasında ilk anda görülmez.

İki siyahi kardeş olan Cafer ve Gazanfer ağalar: Kanuni Sultan Süleyman döneminde “Baş hadım ağası” olarak görevliydiler.

1554 yılında, Mimar Sinan, bu yapıyı yapmaya başladığında, aynı zamanda en büyük eserlerinden olan Süleymaniye Külliyesini de sürdürüyordu. Ancak, bu sırada medresenin sahibi Cafer Ağa ölür ve bunun üzerine kardeşi Gazanfer Ağa masrafları üstlenir, inşaat devam eder ve 1559 yılında tamamlanır.

Medrese avlusundaki küçük odaların içlerinde, bir zamanlar buraları ısıtmak için kullanılan ocaklar bulunmaktadır. Medresenin suyu ise Yerebatan Sarnıcından gelirdi. Yakın zaman öncesinde büyük bir restorasyondan geçirilen medresede, günümüzde, sivri kemerli revakların altındaki kubbeli odalarda el sanatları ürünleri yapan ve satanlar bulunmaktadır.

Lala Hayrettin Camii-St Mary Chalkoprateia Kilisesi

Zeynep Sultan camisinin arkasındadır.

Lala Hayrettin: Fatih Sultan Mehmet döneminde sarayın Arpa Emiri’dir.

Lala Hayrettin: buradaki camiyi, St Mary Chalkoprateia (burada o dönemde bakırcılar loncası bulunduğundan Bakır Pazarı Meryem’i kilisesi de denmektedir) isimli bir eski Bizans kilisesi üzerine; 1485 yılında, Sultan II. Beyazıt döneminde yapılmıştır. Bu küçük kilise, Bizanslılar tarafından çok önemseniyordu.

Bu kilise, daha önce yine burada bulunan bir sinagog üstüne, 450 yılında inşa edilmiştir. Ayasofya: 532 yılında Nika isyanında yerle bir olunca, bu kilise bir süre için onun yerini almış ve katedral olarak hizmet vermiştir. Bu kilisenin içinde, bir zamanlar kutsal emanet olarak “Meryem Ananın kuşağı” nın bulunduğu söyleniyor. Camiye dönüşümden bir süre sonra: acemi ağalardan biri olan Ahmet ağa tarafından cami onarttırılır. 18 yüzyılın sonlarında ise, bir yangın sonucu cami yanarak yok olur.

İstanbul Arkeoloji Müzesi tanıtımı ve gezilecek yerlerle ilgili yazım için.

İstanbul günlük gezi planı hakkındaki yazım için.