İstanbul Topkapı Sarayı-Müzesi

İstanbul Topkapı Sarayı-Müzesi

İstanbul Topkapı Sarayı-Müzesi; Gerek ülkemizin ve gerekse ülkemiz dışında, büyük bir üne sahip, en büyük müzelerden biri: Topkapı Müzesi. Gerek konumu, gerek yapısı ve gerekse sergilenen eserler yönünden, muhteşem ve muhteşem ötesi bir kültür hazinesi.

Ama: daha önce de söylediğim gibi: tanıtım gerek. Bilmek gerek. Elbette: başınızda bir rehber olmadan da; sizlerin gidip burayı rahat ve bilinçli olarak gezebilmeniz gerek.

Gerçekten; iddia ediyorum ki; Topkapı Sarayı/Müzesi üzerine yazılan güzel bir yazı okuyacaksınız.

Aslında; yazının sonuna geldiğimde; biraz fazla uzun olduğunu düşündüm. Ancak; inanın, gerek içinde bulunan muhteşem ve eşsiz güzellikler ve gerekse mimari yapı ve tarihi geçmişi düşündüğünüzde; burada, anlatılanların belki de yetersiz geldiğini düşündüğünüz anlar olabilecek.

Ama; şuna inanın ki; bu kültür bizim, bu eserler, bu hazineler, bu kutsal emanetler bizim. Bunların bizim olması; elbette kişisel olarak muhteşem bir gurur kaynağı.

Uzun lafın kısası; okuyun, yazıcıdan çıktınızı yanınıza alın ve gidin Topkapı Sarayına (Müzesine) doya doya gezin. Kesinlikle; muhteşem keyif alacağınız bir gün yaşayacaksınız. İşte; en güzel, en ayrıntılı, Topkapı Sarayı, Topkapı Müzesi gezi yazısı. Topkapı Sarayının tarihi süreç içindeki yeri, ne zaman yapılmış, kim yaptırmış, nasıl yapılmış? Hepsi burada.

ULAŞIM

İstanbul Topkapı Sarayı-Müzesi; Evet: buraya ulaşmak için, bir şekilde, bulunduğunuz yerden; toplu ulaşım araçları veya taksi kullanmanızı öneriyorum. Sakın kendi özel aracınız ile gitmeye kalkmayın. Park yeri bulamazsınız.

Çünkü; mevcut park yerlerine veya park edilebilecek ve hatta park edilmemesi gereken yerlere; yalnızca resmi plakalı araçları park etmiş göreceksiniz ve sinirleriniz bozulacak.

Bırakın aracınızı park etmeyi, yürümek için bile zorluk çekeceksiniz. Lütfen; yetkililer sesimizi duyuyorsa, buraya ve buraya ulaşılan ara yollara lütfen araç park ettirmeyin, özellikle yabancı turistlere ayıp oluyor.

İLK YAPILAN SARAY-ESKİ SARAY

İstanbul Topkapı Sarayı-Müzesi; Fatih Sultan Mehmet; İstanbul’u ele geçirip başkent yaptıktan sonra; bir saray yaptırılır. Bu saray; bugün, Beyazıt Meydanı olan bölgeden, Süleymaniye’ye doğru uzanan alanda; duvarlarla çevrili bir saraydı.

Ancak; bu saray, her ne kadar şehir merkezinde olsa da, şehre hakim olmayan bir bölgede yapılmıştı. Bunun üzerine; Fatih, yeni bir saray yapımı için; yer arayışına yönelir ve bugün bulunduğu bölgeye, Topkapı Sarayı’nı yaptırır.

Topkapı sarayı; ilk yapıldığında; daha çok, idare bir merkez olarak kullanılması düşünülmüştü. Eski sarayda ise; yalnızca harem bulunuyordu. Bu durum: Kanuni Sultan Süleyman dönemine kadar sürdü. Bu dönemde ise; eski saray; yine işlevlerini tam olarak yitirmedi.

Ölen padişahların Topkapı Sarayında yaşayan eş ve cariyeleri; eski saraya gönderildi. Ancak; yine de, eski saray; gün geçtikçe önemini kaybetti ve yangınlar sonucu yok oldu. Bugün; eski saraydan günümüze ulaşan herhangi bir yapı kalıntısı yok. Yalnızca; Matrakçı Nasuh isimli sanatçının, bir minyatür eserinde, eski sarayın resmi görülmekte.

TOPKAPI SARAYI YAPILIYOR

İstanbul Topkapı Sarayı-Müzesi; Evet; Topkapı sarayı. Saray; daha önce de söylediğim gibi, Fatih Sultan Mehmet döneminde: 1460-1478 yılları arasında yapılır. Yapıldığı yer; İstanbul’un tarihi süreç içindeki ilk kuruluş yeri olan: Akropoldür.

19’ncu yüzyıla kadar ; gerek padişahların yaşadığı bir saray ve gerekse Osmanlı Devletini bir idare merkezi olarak kullanılır. Bölgede; büyük bir saray yapımından önce; birkaç köşk yapılır. (Çinili köşk ve Fatih köşkleri) Sonra ise; asıl saray bölümü yapılır.

Ancak; her yeni padişahla birlikte; sarayda değişiklikler gündeme gelir. Yeni yaşam şekline ve mevcut yaşama yeterli gelmediği düşünüldüğünde; yeni binalar, daireler, iç avlular, havuzlar eklenir. Sonuçta ise; karmaşık bir yapılaşma ortaya çıkar.

18’nci yüzyıldan itibaren; mimari stilde de farklılaşmaya gidilerek; barok ve rokoko tarzı mimari stil; yapılarda daha etkin olmaya başlar. Bunun en güzel örneği: diğer köşkler gibi, yine bir teras üzerine inşa edilmiş olan, Mecidiye köşkü.

Evet, yeni yapılar ve eklentiler, özellikle: Sarayburnu bölümünde yapılır. İstanbul manzarasına hakim teras üzerinde; köşkler yaptırılır. Bağdat ve Revan isimli bu köşkler: klasik Osmanlı mimari stilinin son örnekleri olması açısından önemli.

Burada; ayrıca: üzerinde Osmanlı çini sanatının en güzel örnekleri bulunan: “Sünnet Odası” da görülüyor. Bu köşk ve diğer yapıların üzerine yapıldığı terasların arasında; lale ve gül bahçeleri var.

Topkapı Sarayı; yaklaşık 380 yıl boyunca, Osmanlı imparatorluğunun yönetim merkezi ve padişahların evi olarak kullanılmış. Daha sonra; 19’ncu yüzyılın ortalarında; büyük ölçüde terk edilmiş. 1853 yılında, Sultanlar, daha gösterişli olan Dolmabahçe sarayına taşınmışlar. Evet, elbette terk edilince, Topkapı Sarayı, hızla harap olmaya başlamış.

TOPKAPI SARAYI MÜZE OLUYOR

İstanbul Topkapı Sarayı-Müzesi; Ancak; 1924 yılında, Ulusumuzun büyük önderi, Mustafa Kemal Atatürk’ün; o dahi ileri görüşlülüğü, her konuda olduğu gibi; burada da gündeme geliyor. Evet; Saray; Atatürk’ün emriyle, Müze haline getirilir.

Kubbealtı, Arz odası, Mecidiye Köşkü, Hekimbaşı Odası, Mustafapaşa Köşkü, Bağdat Kasrı ve Harem Dairesinin bazı bölümleri, onarıldıktan sonra, 1927 yılında ziyaretine açılır. İç hazinede: silah koleksiyonu, Seferli Koğuşunda Çin porselenleri, III. Selim hamamında gümüş ve kristal takımları, Enderun Hazinesinde mücevherler, Eski Hazine Koğuşunda da işlemeler ve padişah portreleri sergilenmeye başlanır.

Evet; bu muhteşem abide, içinde barındırdığı güzelliklerle birlikte; Cumhuriyet dönemi boyunca sürdürülen onarımlar ve restorasyonlar ile; eski canlığına kavuşturulur.

Bugün, dünyada benzeri bulunmayan, nadir bir saray müzesi olarak varlığını sürdürmektedir. Sergilenen müze parçalarının pek çoğu; dünyada eşi ve benzeri bulunmayan güzelliktedir.

GENEL ÖZELLİKLERİ

İstanbul Topkapı Sarayı-Müzesi; Dünyadaki saraylardan; günümüze kadar ulaşabilen ve ayakta kalanların en eskisi ve büyüğü. Haliç, Boğaziçi ve Marmara Denizine hakim konumu; muhteşem bir manzaraya sahip. Tarihi; üçgen, İstanbul yarımadasının en uç noktasında. Çevresi; 5 km. uzunluğu aşan surlarla çevrili.

Sarayın bulunduğu bölgenin yerleşim alanı; 700 bin m. kare. Sarayda, özel yaşam dışında; sosyal tesislerde bulunmakta. Özel avluda bulunan okulda; eğitimini tamamlayan memurlar; geniş imparatorluğun yönetimi ve örgütlenmesinde, büyük başarı göstermişlerdi. Vezir ve Sadrazamların büyük çoğunluğu, bu okulun mezunlarından seçilmişlerdi.

GİRİŞ GÜN-SAATLERİ VE ÜCRETLERİ

İstanbul Topkapı Sarayı-Müzesi; Topkapı Sarayı-Müzesi giriş ücreti 100 TL dir. 18 yaş altı öğrenciler için giriş ücretsizdir. Müze kart geçerlidir. Harem bölümünde müze kart geçmez. Harem bölümü giriş ücreti: 70 TL dir. Topkapı sarayı Salı günü ziyarete kapalıdır. Ziyaret saatleri: 09.00-18.00 arasındadır.

GEZİ ROTASI

GİRİŞ YERİ

İstanbul Topkapı Sarayı-Müzesi; Sarayın ana girişi; Sultanahmet meydanına açılan; “Bab-ı Hümayun” dur. Kapı dışında; bir anıt çeşme var. Bu çeşme; 18’nci yüzyıldan kalma. Türk sanatının; en güzel örneklerinden biri.

Görkemli kapının; demir dövme kapı kanatları; 1525 yılında; “Gayb Bin Mehmet” adlı bir usta tarafından yapılmış. Yanlarda iki kule var. Kule altındaki odalarda: saray kapıcıları kalırdı. Burada; bazı dönemlerde, geçici olarak, vezirler hapsedilmiş.

BİRİNCİ AVLU

İstanbul Topkapı Sarayı-Müzesi; İmparatorluk kapısından girilince, buradan; Alay Meydanına geçilir. Bu meydanın bulunduğu yerde: sarayın dış hizmet binaları bulunur. Bunlar; saray fırınları, silah ve cephane deposu olarak kullanılan Aya İrini kilisesi, muhafız alayı, darphane, odun depoları ve aşağıdaki düzlükte ise; özel sebze bahçeleri vardı. Bu yapılardan; günümüze yalnızca; Aya İrini ve Darphane ulaşabilmiş.

Girişi takiben, Aya İrini Kilisesi görülüyor. (Osmanlı Darphanesi ve Aya İrini Kilisesi hakkında ayrıntılı bilgi ve gezi planı; yine bu sitede, ayrı bir başlık altında yazılmıştır, orada bulabilirsiniz.) Bu avluda; sarayın ilk yapıları olan; Çinili Köşk görülüyor. Ayrıca; Arkeoloji Müzesi de, bu avluda.

(Çinili Köşk ve Arkeoloji Müzesi de; yine bu sitede, ayrı başlık altında, ayrıntılı olarak incelenmiş, gezi planı yapılmıştır, ayrı başlık altında bulabilirsiniz.)

İKİNCİ AVLU

İstanbul Topkapı Sarayı-Müzesi: Birinci avludan sonra ikinci avlu geliyor. Burası; ön avlu ve aynı zamanda saray müzesinin ana girişi. Kapladığı alanın ölçüleri: 160 x 130 m. ve 22 dönümlük bir alan üzerine yerleşilmiş . Bu avlunun sol tarafında: Harem, Kubbealtı, Has Ahır, Zülüflü Baltacılar Koğuşu, İç hazine gibi bölümler var. Sağ tarafta ise: mutfaklar bulunuyor.

İçinde bulunduğunuz bu önemli avlu: “ Alay Meydanı “ olarak anılıyor. Burası; önemli merasimlerin yapıldığı bir alan. Burası; devlet ve hükumetin yönetim merkezi. Yalnızca; sultanlar, bu avluya at ile girebilirlerdi.

Bu avluda; halktan resmi işi olanlar, özel ödeme günlerinde maaş alan yeniçerilerin temsilcileri, yabancı ülke elçilerinin kabulleri ve devlet törenleri yapılırdı. Özellikle; padişahların cülus merasimleri ile, üç ayda bir yeniçerilere ulufe dağıtımı merasimleri çok görkemli olurdu.

Törenlerde; padişahın altın tahtı; bu kapının saçağı altındaki taşlığa kurulurdu. 5-10 bin kişinin katılabileceği kapasitedeki törenlerde, tam bir sessizlik hüküm sürerdi ve katılanlar; bir saygı ifadesi olarak, elleri önlerine kavuşturulmuş olarak dururlardı.

Sefere çıkılırken; Padişah, Serdar-ı Ekrem’e, buradaki taşın altında, deliğe saplı bulunan, sancağı teslim ederdi..

Evet, gezimize mutfak bölümünden başlıyoruz.

MUTFAK BÖLÜMÜ

İstanbul Topkapı Sarayı-Müzesi: Fatih Sultan Mehmet tarafından yaptırılan ve daha sonraki dönemlerde ünlü Türk mimarı, Mimar Sinan tarafından onarılan, 20 bacalı, 1200 aşçının çalıştığı ünlü saray mutfağı, ikinci avlunun hemen sağ tarafında. Pişirilen yemekler; sarayın değişik bölümlerine gönderilir.

Mutfakların bir bölümü; eskisi gibi muhafaza edilmiş, diğer bölümde ise; porselen ve cam eşyalar sergileniyor. Ayrı bir bölümde; gümüş eşya ve Avrupa porselenleri koleksiyonları da var.

Sağdaki taş yoldan, bu bölümleri görerek gezmeye başlayın. Önce; Çin ve Japon porselenleri.

Eski saray mutfaklarında teşhir edilen, bu koleksiyonun tamamı: 12 bin adet. Ancak, bunun 2500 kadarı teşhir edilebilmekte. Çin hükümdar sülalesi devrine göre tertiplenen bu bölümün:

1’nci Kısmında: 10 ve 13’ncü yüzyıllarda yapılmış, soluk yeşil renkli, Çin’de imal edilen porselenler var. İçine konulduğunda zehri belli eden bu kaplar; özellikle Sultanlar tarafından tercih ediliyormuş. Sultanların, bu kaplardan yemek yedikleri söylenir. Böylece; muhtemel bir zehirlenmeye karşı tedbir almış olsalar gerek.

Yeşil renkli, bu Çin yapımı porselenler (seladonlar) karşısında; 14’ncü yüzyıl, “Yuan Devri” ne ait mavi-beyaz porselenler ile ortadaki vitrinlerde 14 ve 17’nci yüzyıllar arasındaki dönemlere ait “Ming Devri” porselenleri sergileniyor.

2’nci Kısımda: yine Ming devri: mavi-beyazları var. Bu porselenler: özellikle Kanuni Sultan Süleyman’ın beğenisini kazandığından; saraya bol miktarda girmiş. 3 ve 4’ncü Kısımlarda ise; 17 ve 20’nci yüzyıllar arasında yapılmış, çok renkli Ch’ing devri porselenleri var.

Son bölümde sergilenen, kendine özgü tip ve desenleriyle, beğeni kazanan Japon porselenlerinden sonra, yandaki Türk mutfağının sergilendiği bölüme geçeceksiniz. Burada; eski Türk mutfağının özelliklerini içeren, kap-kacaklar teşhir ediliyor.

Bu bölümün karşısındaki özel koleksiyonu da görün ve sonra sarayın esas kısmını gezmek için, önce; sütunların süslediği; 2’nci avluda bulunan, “Bab-üs Selam” kapısına gelin.

Bu kapı; Beyaz harem ağalarınca korunduğu için; “Akağalar Kapısı “ olarak da anılıyordu. Kapının sağında, kapı ağasının dairesi, solunda akağalar koğuşu vardı. İçi ve dışı, kitabelerle süslü bu kapının tam karşısında ise; Arz odası vardı.

Divan toplantıları, Fatih Sultan Mehmet’in emri gereği, bu, Arz Odasında yapılırmış. Ayrıca; kapı önüne; avluya kurulan tahtta; bayram ve cülus merasimleri kabul edilirmiş.

Evet; şimdi, arz odasını görmek için, Akağalar Kapısından içeriye girelim.

Buradan; Sultan’ın özel avlusundan giriliyor. (3’ncü avlu) Bu özel avluya: hiç kimse geçemiyor. Burada: Saray üniversitesi, taht odası, Sultanın hazine dairesi ve Kutsal Emanetler bölümü var.

Sultan: taht odasında: elçi kabullerini yapıyor ve yüksek devlet memurları ile görüşüyormuş. Taht odası giriş kapısındaki görevliler: güvenlik nedeniyle, sağır-dilsizlerden seçilir. Sultan’ın değişik hizmetlerini gören; personel; aynı zamanda, Saray Üniversitesinde çalışıyorlardı.

Avlunun ortasında bir kütüphane var. Burası; 18’nci yüzyılda, Sultan III. Ahmet döneminde yapılmış. Barok üslubunda, Türk mimarisine uygun olarak yapılmış.

ARZ ODASI

İstanbul Topkapı Sarayı-Müzesi; Üçüncü avlunun sağ yan bölümünde. Birkaç mermer basamakla çıkılıyor. İçten; aynalı tonozla, dıştan ise çatı ile örtülü. Sultanlar; elçileri burada kabul ediyorlardı.

İsminden de anlaşılacağı üzere; burada, Sultanlar ile konuşulur ve arzda bulunulurmuş. Fatih devrinden kalan, ancak 1856 yılında, bugünkü şekliyle onarılarak, günümüze erişebilen bu bina; küçüklüğü yanında, birçok tarihi olaya sahne olmuştur.

Burada; içi; klasik Türk motifleriyle süslü, aynalı tonozla örtülü taht hemen göze çarpıyor. Tahtın üstü; inci ve zümrüt gibi değerli taşlarla süslü yastıklarla döşeli. Tavandan sarkan, kıymetli taşlarla süslü askı, tahtın görkemini arttırıyor.

Tahtın yanında; bronzdan yapılmış; Türk döküm işçiliğinin güzel örneği bir ocak var. Ufak bir çeşme ve nişler içinde bulunan Çin vazoları; odaya ayrı bir hava katmış. Odanın dışındaki çeşme; odanın içindeki konuşmalar duyulmasın diye, sürekli açık bırakılıyormuş.

Burada yapılan elçi kabulleri: Osmanlı imparatorluğunun gücünü ve ihtişamını yansıtacak bir şekilde yapılırdı. Ancak; arza kabul edilecek elçiler, önce Kubbealtı denilen bölümde, arza hazırlanırlarmış.

Evet; arz odasını gördükten sonra; sağ tarafta bulunan, önü kubbeli yapıya doğru gidin.

Fatih Sultan Mehmet devrinden kalma bu bina; 1859 yılında Sultan Abdülmecit tarafından değiştirilerek, bugünkü şeklini almış. Eski; Seferli koğuşu olan yapı, bugün padişah elbiselerinin sergilenmesine ayrılmış.

İstanbul Topkapı Sarayı-Müzesi: Burada: padişahların elbiseleri sergileniyor. Buradaki sultan elbiseleri koleksiyonu; dünyada tek. Fatih’ten başlayarak, Sultan V. Mehmet Reşat’a kadar uzanan döneme ait bir kronolojik sıra takip ediliyor. Çatma, kakma, kadife, atlas, canfes gibi Türk kumaşlarından yapılmış olan elbiseler, renk ve motifleriyle göz kamaştıracak güzellikte.

Gerek Sultanların elbiselerinin birini hazineye bağışlama adeti, gerekse padişahların sırtına geçirildiği için kutsal sayılmaları ve ölümlerinden sonra, hepsinin toplanarak bohçalarda saklanması sebebiyle, bugün Osmanlı Sultanlarının elbiselerinin eksiksiz bir koleksiyonuna sahip olunabilmiştir.

Özel saray tezgahlarında, elde dokunmuş kumaşlardan dikilen bu elbiseler; 15’nci yüzyıldan beri; itina ile bohçalanıp, özel sandıklarda saklanmış. Tamamı: 2500 tane. Altın ve gümüş simlerle işlenmişler. Burada; elbiseler yanında; Sultanların kullandıkları: ipek halı ve seccade örnekleri de teşhir ediliyor. İç bölümde; ayrıca şehzade giysileri, kumaş örnekleri ve kıymetli seccadeler sergileniyor.

Burada, birkaç basamaklı merdivenle inildiğinde, önü sütunlu bir yapıya geliniyor.

Burası; eski hamam ve Fatih Köşkü olup, sonradan hazine haline getirilmiş. Şimdi, 4 Salon halindeki bu bölümde, dünyanın en zengin hazinesi sergileniyor.

HAZİNE DAİRESİ

İstanbul Topkapı Sarayı-Müzesi; Buraya girişte; ilave bilet alınması gerekiyor. Enderun avlusundaki, Fatih Köşkü; hazine dairesi olarak, objelerin sergilendiği yer. Zaten; eskiden de, burası saray hazinesi olarak kullanılıyormuş.

Önceki dönemlerde. Sarayda, birçok hazine bulunuyordu. Örneğin; yabancı ülkelere giden elçilere emaneten verilen eşyaların saklandığı “Elçi Hazinesi”, Hırka-i Saadet’de ki kıymetli eşyaların içinde saklandığı “Emanet Hazinesi”, şimdi silah müzesi olan “İç Hazine”, bir de kıymetli koşum takımlarının bulunduğu has ahırdaki “Raht Hazinesi” vardı. Osmanlı Sultanlarının esas hazinelerinin, Yedikule’de bulunduğu söylenir.

Şimdi gezeceğiniz hazine; “Hazine-i Hümayun “ denilen, padişah hazinesidir.,

Bu hazine; çeşitli ganimetlerden, İstanbul’a gelen elçilerin Sultanlara getirdikleri hediyelerden, padişahların tahta geçiş törenlerindeki armağanlardan ve satın alınan kıymetli eşyalardan oluşmuştur.

Özellikle; Yavuz Sultan Selim’in Çaldıran Seferinden sonra, hazine, o kadar çok zenginleşmiştir ki; Sultan Selim: “ Benim altınla doldurduğum hazineyi ahvadımdan kim mangırla doldurursa, onun mührü ile mühürlensin” dediği söylenir. Ve o günden, son zamanlara kadar, Hazine-i Hümayun, Yavuz Sultan Selim’in mührü ile mühürlenmiştir.

Hazine eşyası; Sultan Abdülmecit zamanına kadar, sandık ve dolaplarda, depo halindeydi. Saray kanunlarına göre: tahta geçen padişah, hazineyi ziyaret ederdi. Bu nedenle; tahta geçen Abdülmecit, sandıklarda depolanan hazineyi görmüş. Kırım Seferi sırasında da; bazılarının teşhirini emretmiş.

Bunu takiben; Sultan Abdülaziz ve Sultan II. Abdülhamit zamanında da; diğer eşyalar teşhir edilir. Zaman zaman, yabancı elçilere gösterilen “Hazine-i Hümayun Dairesi”; böylece bugünkü müzenin ilk nüvesini oluşturmuş oldu.

Bu hazineye, yalnızca padişahlar tek başına girebilirler, padişah olmadığı zamanlarda: ancak 40 kişilik bir ekiple açılabilirdi. Hazine; bir yandan dolar, bir yandan boşalırdı. Çünkü; hazineden de birçok vesilelerle armağanlar verilirdi. Her sene; Hz. Muhammed’in mezarına sürre alayı ile bu hazineden birçok kıymetli eşya gitmesi gelenekti. Şimdi; göreceğimiz kıymetli eşyaların çoğu, sonradan tekrar bize geri gelen bu eşyalardandır.

Hazine ile ilgili bir olay, şöyle gelişmiştir. Daha önce söylediğim gibi, Topkapı Sarayında, hazine dairesinden hiçbir şey dışarı çıkarılamazdı. Sultan II. Abdülhamit; kızı Ayşe’ye taç yaptırmak için, model olarak kullanılmak üzere, Sultan III. Mehmet’in sorgucunu; Saray Kahya’sından ister.

Kahya; Padişah’tan, muayyen vadeli bir senet almadan, sorgucu vermez. Bu tutum; Sultan Abdülhamit’in çok hoşuna gider. Kahya’ya 100 altın hediye eder. Süresi geldiğinde ise; sorgucu, Kahya’ya iade ederek, vermiş olduğu senedi geri alır.

Evet; eserlerin sergilendiği dört oda (salon) var. Bu odalar; 2001 yılında, modernize edilerek restore edilmiş.

I.SALON

İstanbul Topkapı Sarayı-Müzesi; İlk salona girdiğinizde, soldaki 1’nci vitrinde: Sultan III. Mustafa’ya ait bir zırh var. Önceden; Sultan IV. Murat’a ait olduğu sanılan bu zırhın arşiv çalışmaları ile, Sultan III. Mustafa’ya ait olduğu kanıtlanmış. Zırh; ince çelik ağdan yapılmış olup, üzerinde altın plakalar ve kıymetli taşlar görülüyor. Başı ve bütün vücudu örtecek şekilde hazırlanmış. Yine, kıymetli taşlı kılıç, kalkan, eldiven ve üzengiler; zırhı tamamlayan ögeler. Evet: devam ediyoruz.

Şimdi: 2’nci vitrindeki ögeleri görelim. Burada; üstleri incilerle bezeli, Sultanlara ait Kur’an kapları var. Bunlardan bir tanesi, Sultan Abdülaziz’in oğlu Mahmut Celalettin Efendiye ait olup, siyah kadife üzerine incilerle süslenmiş. Orta kısmında, elmasla “Maşallah” yazılı. Alttan üç ince püskül sarkıyor. Diğer bir Kur’an kabı da, Sultan Abdülmecit’in kızı Cemile Sultana ait.

3’ncü vitrinde: Sultan IV. Murat’a ait abanoz ağacından, fildişi ve sedef kakma taht var. 17’nci yüzyıl, Türk el işlemeciliğinin en güzel örneklerinden biri olan bir örtü ile örtülmüş.

Yandaki: 4’ncü vitrinde: 16 ve 17’nci yüzyıllarda yapılmış, Türk-İran işi: sürahiler, kupalar ve kaseler, ibrik ve mataralar var.

Karşıda yer alan, 5’nci vitrinde: Mısır Valisi Mehmet Ali Paşaya ait; altın şamdanlar, Van Valisi Mustafa Paşaya ait altın nargile, mum söndürme makasları var.

Bunun yanındaki 6’ncı vitrinde: som yeşimden, kase vazolar ile önde pırlantalar ile süslü II. Wilhelm’in , Sultan II. Abdulhamit’e hediyesi olan, asa görülüyor.

7’nci vitrinde: Sultan II. Mahmut’un annesi; Nakşidil Valide Sultana ait altın şamdan, Sultan II. Abdülhamit’e ait altın şerbet takımı, leğen ve ibrik; altın eserlerin en güzel örneklerini oluşturuyor.

Kapının yanındaki, 8’nci vitrinde: 17’nci yüzyıl, Hint işi müzik dolabını görün ve ortadaki vitrine yönelin. Burada; mücevherli hançerler, ok sadakları, kılıçlar, süslü tabancalar, nargileler, Yavuz Sultan Selim’in annesi Mihrişah Sultana ait tatlı hokkası, Kaçar Şahlarından Fath Ali’ye ait; 1816 yılı imali kılıç, fincan zarfları ve Sultan Abdülaziz’e hediye edilmiş, incili bir heykelcik var.

II.SALON

İstanbul Topkapı Sarayı-Müzesi: Salona girdiğinizde: sağdaki vitrinde: zebercetler, zümrüt tespihler, ok sadakları var. Ok sadakları; 16’ncı yüzyıl, Türk eseri olup, 35 x 67 cm. ebadında ve dışı altındır. Karşıdaki, sadağın üzeri; çiçek motifleriyle süslenmiş ve elmas, yakut, zümrütle bezenmiş.

2’nci vitrinde: En üstte, çevresi altınla çevrili köşeli, üç iri zümrütten yapılmış, Sultan Abdülhamit’e ait askı; salonun en göz alıcı eseri. Üç iri zümrütten oluşmuş. Zümrütler, bir üçgen oluşturacak şekilde konulmuş. Etrafı; yapraklarla tezyin edilmiş. Altın bir çerçeve ile çevrelenmiş.

Alttan; 48 dizi inci bir püskül şeklinde sarkmakta. Bu askıda; diğerleri gibi, Sultan I. Abdülhamit tarafından, Hz. Muhammed’in mezarına, her sene giden Sürre Alayı ile hediye olarak gönderilmiş. Daha sonra; 97 parça olan bu kıymetli mücevherler, Türkiye sınırları dışında kalması nedeniyle, Mekke ve Medine muhafızı Fahrettin Paşa’nın çabaları sonucu, tekrar İstanbul’a getirtilerek, hazinedeki yerlerini almışlar.

Bu insanın, bu gayreti olmasaydı; bu kıymetli eserleri şu anda burada görebilmemiz mümkün olmayacaktı. Düşünebiliyor musunuz; Türk tarihi ve geçmişinde, nice adı bilinmeyen fedakar insanlardan biri de; işte bu Fahrettin Paşa. Bu insanın, bu dikkat ve gayreti olmasaydı; tüm bu değerli objeler; şu an; Suudi Arabistan Krallarının şatolarını süslerdi.

Yine aynı vitrinde: som zümrütten, 6 köşeli olarak yapılmış askı; Sultan I. Ahmet’e ait. Altı inci ayak üzerine oturtulmuş gövdenin her kenarı altın çerçeve ile kaplanmış. Kapağı; altından kafes şeklinde olup, kubbe şeklindedir ve dış yüzü elmas ve yakutla işlenmiştir.

Alt kısmındaki altın plaka üzerinde bulunan 17’nci yüzyıl Türk işi sorguç; 8 cm. uzunluğunda, altın bir iğne üzerine tutturulmuş olup, sorgucun üzeri, 5 cm. uzunluğunda, iki adet zümrüt ve bir Seylan taşı ile süslüdür. Ayrıca; altın yapraklarda çeşitli büyüklükte elmaslar yer almakta. İki yanında; dört adet inci dizili zinciri bulunmakta. Bu vitrinde, Sultan I. Ahmet’e ait bir askı da sergileniyor.

3’ncü vitrinde: en üstte, Sultan Mustafa’ya ait, zümrüt askı ile Sultan IV. Mehmet’e ait zümrütlü hançer var. Turhan Sultan’ın; Eminönü Meydanındaki; Yeni Caminin açılışı dolayısı ile, oğlu Sultan IV. Mehmet’e armağan ettiği, 17’nci yüzyıl Türk sanatının güzel bir örneği olan, 31 cm. uzunluğundaki bu hançerin sapı, som zümrütten; kını, altın üzerine kıymetli taşlarla süslenmiş. Burada yer alan, zümrüt askı ise, 19 cm. lik zümrüt üzerine, üstten altın kabartma bir kılıf ile alttan kancaya bağlanmış 38 adet inci dizisinden oluşuyor.

4’ncü vitrinde: buranın en göz kamaştırıcı eseri, zümrütten bir askı. 55 cm. uzunluğundaki bu askının en üstünde, 4 cm. lik bir zümrüt var. Bunun altında da, etrafı elmaslarla süslü, altın plaka bulunuyor. 8 x 9 cm. boyutlarındaki altın plakaların iki tarafında da; Sultan I. Abdülmecit’in kitabesi var.

Altta; damla incilerin süslediği: altıgen ve yuvarlak zümrütler ile en üstte 17 sıra inci dizisinden oluşan bir püskül; askının güzelliğini tamamlıyor. Aynı vitrinde: kahve fincanı zarfı ve nadide sorguçlar da teşhir ediliyor.

5’nci vitrinde: burada; sorguçlar, ok ve yay sadakları ile bir zehirli ok atma yüzüğü sergileniyor. Alttaki; zümrüt ve diğer kıymetli taşlarla süslü ok sadağı, son derece ilginç.

6’ncı vitrinde: burada: “Topkapı Hançeri” sergileniyor. Bu hançer: “Topkapı” filminden dolayı, turistik bir ün kazanmış. Sultan I. Mahmut; İran Şahı Nadir Şah için, 1741 yılında, Saray atölyesinde bir hançer yaptırır.

Üzerindeki dört zümrüt taşından biri, dünyanın en büyük zümrüdü ve 3260 gram ağırlığında. Hançerin boyu ise: 55 cm. dir. Kabzasında: her biri deve gözü kadar olan zümrütlerle süslüdür. Bu zümrütlerin çevresinde ise; elmaslar var. En tepesine; “London” markalı bir saat yerleştirilmiş. Saatin kapağının çevresi ve de kabzasının her iki yanı; yine elmaslarla bezeli. Hançerin bir diğer yüzü de; sedef kakmalı ve renkli mine işlemeli.

Kını da; altın üzerine elmas işlemeli. En ucunda da; irice bir zümrüt var. Evet; Topkapı hançeri, bu şekilde, muhteşem güzellikte yapılır. Ancak: Şaha hediye edilmek üzere yola çıkarılan hançer; İran’da bir ayaklanma olması ve Şahın öldürülmesi nedeniyle, Saraya geri getirilir ve o günden bu yana; dünyanın en değerli hançeri, Saray’da muhafaza edilmektedir. İçimden ne demek geliyor? İyi ki geri getirilmiş.

Bu muhteşem sanat eseri ve değeri paha biçilemeyecek hançerin; bugün Topkapı’da sergileniyor olması, kesinlikle beni çok mutlu etti. Eğer; gönderildiği yere ulaşsaydı; kesinlikle bugün, bu muhteşem eseri görmemiz mümkün olmayacaktı. Veya; Almanlara hediye edilen, Bergama Zeus Sunağı gibi, Berlin’e gidip, Müzeyi girip, görmemiz gerekirdi.

Evet; Ortadaki vitrine geçiyoruz. Burada: 17’nci yüzyıl, ağaç işçiliğinin şaheseri olan, Sultan I. Ahmet’in tahtı var. Sarayın sedef ustası Mehmet Ağa tarafından yapılan bu taht; ceviz ağacından olup, üzeri bağa ve sedef kaplanmış. Ayrıca: üzerinde irili ufaklı değerli taşlar bulunmakta.

Karşıdaki 7’nci vitrin: Burada: nadide el oymaları, necef ve yeşimden yapılmış çeşitli eserler var.

8’nci vitrinde: Sultanların doğduğu zaman, padişaha gösterilmek üzere içine konulduğu, altın beşik var. 103 x 54 cm. ebatlarındaki altın beşiğin, dış yüzü çiçek motiflidir. Üzeri elmas ve zümrütle zenginleştirilmiştir. Aynı vitrinin üstündeki askı ise, bu güzelliği tamamlamaktadır.

III.SALON

İstanbul Topkapı Sarayı-Müzesi: Bir kapı ile, 3’ncü Salona geçiliyor. Bu bölümde: daha çok : elmas ve altın eserler sergileniyor.

Girişte, solda yer alan 1’nci vitrinde: değerli taşlarla süslü Kur’an kapları görülür.

Sağ taraftaki, 2’nci vitrinde: Sultan II. Abdülhamit’e ait; tatlı takımı, altın buhurdan ve mineli şerbet takımı var.

3’ncü vitrinde: en üstte, Sultan II. Mahmut’a ait tuğralı bir askı var. Mavi ve pembe mine üzerine elmaslarla, Sultan II. Mahmut’un tuğrası işlenmiş. Zinciri altın. 38 cm. uzunluğunda. Altında: 45 sıra dizi inci püskül var.

Aynı vitrinde: “Kevkeb-i Dürri” elması, “Silahtar Mustafa Paşa” elması ve “Şebçerağ” elması, gözlerinizi kamaştıracak güzellikte. Şebçerağ elması; oval, gümüş bir plakaya tutturulmuş, çeşitli büyüklükteki elmaslardan oluşmuş. Broşlar, yüzükler, elmaslı ve zümrütlü güzel takımlar; vitrini süsleyen diğer eserler.

4’ncü vitrinde: altın bir tepsi ve altın buhurdan sergilenmiş.

5’nci vitrinde: bu bölüm pencereler arasına yerleştirilmiş. Salonun; en göz kamaştırıcı eseri: “Kaşıkçı Elması”. Dünyada en çok tanınan ve en değerli, 22 elmas arasında. Dünyanın en büyük elmaslarının; isimleri, bulunuş yerleri, büyüklükleri nedir? Dünyanın en büyük elması; “Işık Dağı” yada “Kuh-i Nur” adıyla tanınan ve Hindistan’da bulunan ve günümüzde İngiltere krallık hazinesinde saklanan, 191 kıratlık elmastır.

İkinci olarak; “Işık Denizi” yada “Derya-ı Nur” adıyla bilinen, uçuk pembe renkli, yassı bir taş olan ve günümüzde İran Milli Bankasında saklanan, 185 kıratlık elmastır. Daha sonra; 1853 yılımda, Brezilya’da bulunan 128 kıratlık, “Güney Yıldızı” isimli elmas ve takiben bizdeki, yani burada göreceğiniz 86 kıratlık, “Kaşıkçı Elması” var. Elmasın büyüklüğü: 4.91 cm. küp kadardır.

Evet; bu elmasa, neden kaşıkçı elması deniyor? Bununla ilgili çeşitli söylentiler var. Ben bunları size anlatayım, elmasın ismi hakkındaki söylentinin hangisinin doğru olduğuna siz karar verin.

Elmasın kesiminin oval olması ve dolayısı ile, kaşığa benzemesi, ona bu ismi verdirmiştir.

Elmasın; Osmanlı Sarayına nasıl girdiği hakkındaki rivayet ise şöyle: 1774 yılında; Pigot adında bir Fransız Subayı, bu elması, Hindistan’ın Madros Mihracesinden satın alır. Fransa’ya götürür. Bir zaman sonra, tekrar satılığa çıkarılan elmas, Fransız ünlü asker ve siyaset adamı Napolyon’un annesi tarafından satın alınır.

Annesi, bu elması uzun süre taşır. Ne var ki; Napolyon, sürgüne gönderildiği zaman, oğlunu kurtarabilmek için; elması satışa çıkarır. İşte, o sırada, Fransa’da bulunan Tepedelenli Ali Paşanın bir adamı, Paşa adına, 150 bin altın ödeyerek, bu elması satın alır ve Paşa’ya getirir.

Takip eden tarihi süreçte: Sultan II. Mahmut zamanında, Tepedelenli Ali Paşa; devlete karşı ayaklandığı gerekçesiyle öldürülür. Paşanın varlıklarına el konulur ve hepsi Osmanlı hazinesine aktarılır. Böylelikle; Napolyon’un annesinden satın alınan elmas da, Osmanlı hazinesine girmiş olur.

Bir başka rivayete göre; 1679 yılında, İstanbul’da, Eğrikapı çöplüğünde dolaşan, fakir bir balıkçı , yuvarlak bir taş bulur. Cam zannettiği bu taşı; bir kaşıkçıya giderek, yalnızca üç tahta kaşık ile değişir. Elmasın ismi de, buradan gelmektedir. Kaşıkçı; elması götürür ve bir kuyumcuya; 10 akçeye satar. Kuyumcu, taşı arkadaşlarından birine gösterir.

Kıymetli bir elmas olduğu anlaşılınca; arkadaşı sus payı ister. Aralarında kavga çıkar. Olay; kuyumcu başına intikal eder. Kuyumcu başı; kavgacıların ellerine birer kese altın vererek, elması onlardan alır. Fakat; bu kez de; Sadrazam Köprülü Fazıl Paşa, elması duymuştur. Elması; kendi adına satın almaya çalışırken, bu kez, elmasın varlığı Padişaha aksettirilir.

Bu kez; Sultan 4.Mehmet; elması, Saraya getirtir ve saraydaki sanatçılara işlettirir. Eğrikapı çöplüğünde bulunan taş; işlenince, ortaya 86 kıratlık, muhteşem bir elmas çıkar. Evet; elmasın çevresinde bir sıra daha başka taş göreceksiniz. 18’nci yüzyıl ortalarında; elmasın çevresine, iki sıra halinde, 49 adet pırlanta taş yerleştirilir.

Bu haliyle; elmas, yıldızların ortasında pırıl pırıl parlayan ve gökyüzünü aydınlatan bir dolunayı andırır. (Hayallerinizi harekete geçirin, gerçekten böyle olduğu aşikar)

Ortadaki iki vitrinde: 48 kg. ağırlığında ve 6666 adet çeşitli boyuttaki elmasla süslü, Sultan Abdülmecit tuğralı altın şamdanlar var.

Yine; ortada, büyük bir vitrin içinde: değerli taşlarla süslü, mineli eserler, Padişahlara: Romanya, Yugoslavya, Fransa, İsveç ve Siyam gibi ülkeler tarafından sunulan, yabancı nişanlar, madalyalar sergileniyor.

Karşıdaki 6’ncı vitrinde: muhteşem törenlere sahne olmuş, nice padişahların üzerinde oturarak tebrikleri kabul ettikleri taht görülüyor. Altın kaplama ve değerli taşlarla süslü bu bayram tahtı; padişahların Topkapı Sarayını terk etmelerinden sonra bile; geleneklere uyularak, bayram ve cülus tebriklerinde, Dolmabahçe Sarayına getirtilmiş ve kullanılmış.

Bu altın, bayram tahtı; 108 x 178 cm. boyutlarında ve 250 kilo ağırlığında. Üzerinde: 954 adet zebercet var. 1585 yılında, Sultan III. Murat’a; Mısır Valisi İbrahim Paşa tarafından hediye edilmiş.

Kapının sol tarafındaki vitrinde ise; çeşitli süslü yazı takımları görülüyor.

Buradan çıkarak karşıdaki son hazine dairesine gelin.

Ancak; üçüncü odayı, dördüncü odaya bağlayan bölümde; muhteşem manzaralı bir balkon var. Bu balkondan; Boğaziçi’nin girişine ve Asya sahillerine kadar uzanan bir manzara hakim. Mutlaka görün.

IV.SALON

İstanbul Topkapı Sarayı-Müzesi: Bu salonda, ilk dikkati çeken eser: Türk-Hint işi taht. Geniş bir koltuğu andıran bu taht; İran Şahı; Nadir Şah tarafından, Sultan I. Mahmut’a hediye edilmiş.

Üzeri: yeşil ve kırmızı zeminde, inci ve zümrüt işlemeli. 46 cm. boyundaki, dört ayaklı bu taht; uzun zaman, Şah İsmail’e mal edilmiş, arşiv çalışmalarından sonra, 1746 yılında, Nadir Şahın hediye ettiği ortaya çıkmıştır. Sağdaki vitrinde ise; işli kaseler ve fildişi el aynası var.

Karşıdaki vitrinlerde: Kandil, Hırka-i Saadet muhafazası, kaşıklar, tespihler, kılıçlar, tüfekler, gürzler ve topuzlar var.

Osmanlı Sultanlarının, bu değerli hazinelerini gördükten sonra, Müze Müdüriyetinin önündeki taş yoldan geçerek, portre ve minyatürlerin sergilendiği, padişah portreleri ve minyatürleri galerisini gezelim.

SULTAN PORTRELERİ-RESİM GALERİSİ

İstanbul Topkapı Sarayı-Müzesi: Bu bölümde: alt katta: Türk ve İslam dünyasında, 13’ncü yüzyıldan, 19’ncu yüzyıla kadar yapılmış, minyatür ve tezhip örnekleri var.

Üst katta ise; balkon şeklindeki galerinin duvarlarında, Sultan I. Osman’dan başlayarak, son padişah Vahdettin’e kadar, Osmanlı Sultanlarının yağlı boya portreleri sergileniyor.

SAAT KOLEKSİYONU BÖLÜMÜ

İstanbul Topkapı Sarayı-Müzesi: Bu bölümün solunda: Kutsal Emanetlerin yanındaki odada: değerli saatlerin bulunduğu: saat bölümü var. Dünyanın en zengin saat koleksiyonu burada sergileniyor.

16’ncı yüzyıldan, 20’nci yüzyıla kadar; yerli ve yabancı çeşitli saatler teşhir ediliyor. Buradaki eserlerden dikkati çekenler şunlar: İstanbul Sanayi Nefise Mektebinde yapılmış, 1884 tarihli arabesk motifli, konsol şeklindeki saat. Kapının tam karşısında; 3.5 m. boyunda ve 1 m. eninde, sedef kakmalı, orglu, çalarlı, rokoko üslubundaki İngiliz boy saati.

Haliç Tersanelerinde yapılmış, bağa kaplama masa saati. Çar II. Nikola’nın Sultan Abdülhamit’e hediye ettiği: pırlantalı ve sfenks biçimindeki saat. Cep saatleri arasında ilgi çekenler ise; Sultan Abdülmecit ve Abdülaziz’in portrelerinin de içinde bulunduğu saatler. Kubbeden, aşağıya sarkan kuş kafesinin altında; ilginç mineli bir saat var.

Buradan çıktıktan sonra; Kutsal Emanetlerin sergilendiği, Hırka-i Saadet Dairesine gideceğiz.

KUTSAL EMANETLER-HIRKA-I SAADET DAİRESİ

İstanbul Topkapı Sarayı-Müzesi; Yavuz Sultan Selim’in, 1517 yılında, Mısır’ı fethinden sonra; ; Saraya getirilen İslam dünyasının kutsal emanetleri, o tarihten bu yana, Sarayda bulunuyor

Burası: kubbeli mekanlar halinde. Girişte, arka arkaya, iki kubbeli mekanın duvarları; 16 ve 17’nci yüzyıl, İznik çinileriyle bezenmiş ve göz kamaştırıcı bir güzelliğe sahip. Ayrıca: ahşap işçiliğin en güzel örneklerini sergileyen dolap ve pencere kapakları, bu güzelliği tamamlıyor.

Ortada yer alan mermer niyet havuzu da son derece ilginç. Giriş bölümü olarak kabul edilen; şadırvanlı sofada; Kabe’ye ait objeler sergileniyor. Buradaki sergi alanına eklenen Kabe Maketi; sarayın deposunda tesadüfen bulunmuş.

Sultan I. Ahmet’in 20 cm. büyüklüğündeki bu Kabe Maketi çevresinde, bir zamanlar, tavaf ettiği söyleniyor. Maketin sergilendiği vitrinin zeminini kaplayan kum; Mekke’den getirtilmiş.

Bu bölümde: semavi dinleri ve Peygamberleri simgeleyen objeler: bir arada sunuluyor. Ortadaki vitrinde; Hz. Muhammed’in bambu ağacından yapılma yayı ile Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman’ın kılıçları sergileniyor.

Giriş kapısının sağına ve soluna konan; üçer sahabe kılıcı, birer nöbetçi gibi, vitrinde dikey duruyor. Hz. Muhammed’in yatık durumda duran kılıç, yay ve oklarının sergilendiği vitrinin iki yanında; dört halifeye ait kılıçlar var. Kutsal kılıçların teşhir biçimi orijinal. Hz. Muhammed’e ait olanların dışında sergilenen tüm kılıçlar; vitrinlerde, havada duruyormuş gibi görünüyor.

Kılıçlar; askeri teamüllere göre; barışı simgeleyecek biçimde, uçları aşağıya bakar halde yerleştirilmiş. Yöntemin; eserlere zararının bulunmadığı, İstanbul Teknik Üniversitesi ilgililerince de araştırılarak belirlenmiş.

Sanki havada asılı duruyormuş gibi sergileniyorlar. Bunun sırrı; 2007 yılında, burada sergilemede, mıknatıs yönteminin kullanılması. Bunun sonucunda: kılıçlar, sanki havada duruyor gibi gözüküyor.

Tam karşıda ise; Sultan III. Murat tarafından, 1592 yılında, Kabe’nin tamiri sırasında saraya getirilen; tövbe kapısı görülüyor. Ayrıca: Duvarları süsleyen, altın yaldızlı ahşap çerçeveler içindeki ayetler; ziyaretçilerin dikkatini çekici nitelikte. Buradaki dev vitrinin tasarımında: Semavi dinlerin doğduğu topraklardaki; çölü ve kumu çağrıştırabilmek amacıyla, cam ve mermer kullanılmış.

Camlara; milli renk olan türkuaz uygulanmış. Bir dönem: saat teşhir bölümü olarak kullanıldıktan sonra ziyarete kapatılan kutsal emanetlerin bulunduğu buranın son salonunda; dönüşümlü olarak, değişik objeler sergileniyor.

Bu salonda kurulan; biraz önce söz ettiğim; 11.5 x 4.5 x 3.5 m. ölçülerindeki dev vitrin; dünyanın en büyük birkaç müze vitrini alması bakımından ilginç.

Buradan; soldaki odaya geçiliyor. Burası: mozaiklerle süslü bir kubbeyle örtülü. Yan duvarlar; 16’ncı yüzyıl çinileri ve çepeçevre dolaşan ayet friziyle bezenmiş. Odanın ortasındaki vitrinde; Hz. Osman’ın şehit edildiği anda okumakta olduğu rivayet edilen ve ceylan derisine yazılmış ilk Kur’an var. Nişlerde ise; altın kaplamalı Hırka-i Saadet sandıkları, Kabe kilitleri ve Hacerülesved’in altın muhafazası teşhir ediliyor. Tavanda görülen oluklar ise; Kabe’nin olukları.

Buradan çıktığınızda; sağda kalan ilk odayı gireceksiniz. Üstü kubbe ile örtülü ve duvarları çinilerle kaplı. Üst tarafı; ayet friziyle süslenmiş. Ortadaki büyük vitrin içinde; Hz. Muhammed’e ait kutsal eşyalar teşhir ediliyor. Bunlar; altın kutu içinde korunan; mektup, kabir toprağı, sakalından birkaç kıl tanesi, ayak izi ve mübarek dişi.

Sol tarafa döndüğünüzde; Müzenin en kutsal yeri olan; “Hırka-i Saadet Odası” görülür. Tel bir kafesle kapatılmış, ayrı bir bölüm halinde düzenlenmiş. Eskiden “Has Oda” diye anılan bu dairede, Padişahlar, günlük devlet işlerini görürlerdi.

Önce; burada tahta çıkarlardı. Yani; daha önceleri burası taht odası olarak kullanılırmış. Has Oda olarak kullanıldığı yıllarda; burayı ziyaret edenlere, ayrılırken mendil ve gül suyu ikram ediliyormuş.

Sultanlar; Dolmabahçe Sarayına taşınınca, bu oda, Mukaddes Emanetlere ayrılmış, adı da “Hırka-i Saadet” dairesi olmuş.

Evet; burada, tam karşıda; mukaddes emanetlerin, yüzyıllardır içinde korunduğu: som gümüşten, işlemeli bir muhafaza görülüyor. Bu muhafaza, büyük Türk seyyahı Evliya Çelebinin babası Zilli Mehmet Efendinin eseri.

Bu muhafazanın altında; Sultan Abdülaziz tarafından yaptırılan ve iç içe iki altın sandık içinde; Peygamberimizin hırkası var. Diğer tarafta ise, kınları değerli taşlarla süslü, iki kılıcı bulunuyor.

Ziyarete kapalı Has Odaya girişi olan; Arzhanede; eskiden olduğu gibi, Hz. Muhammed’e ait objeler sergileniyor.

Kutsal emanetler; fonlardaki fotoğraflarla desteklenmiş. Örneğin; Hz. Musa’nın asası, Musevilerin kutsal kabul ettiği Sina Dağı fotoğraflarıyla; Hz. Davut’un kılıcı ise Davut Kulesi fotoğraflarının önünde sergileniyor. Kabe anahtarları ve kilitleri de; Kabe kapısı fotoğrafı önünde, kapıya asılı duruyormuş gibi düzenlenerek sergileniyor.

Sancak-ı Şerif; bu bölümün en ilginç eserlerinden biri . Çünkü; Peygamberin bayrağı olduğu için, sefere çıkan Osmanlı Padişahları, bunu da yanlarına alırlarmış. Bu yüzden, çok yıpranmış ve şimdi bir kutu içinde muhafaza ediliyor.

Buradan, bir kapı ile: Revan ve Bağdat Köşklerinin bulunduğu, havuzlu taşlığa çıkılıyor. Her iki köşk de; Sultan IV. Murat’ın Revan ve Bağdat seferlerinin hatırası için yaptırılmış. Bu nedenledir ki; yapı formlarında Osmanlı tesiri görülüyor.

Evet, buradan yürüyerek, Revan ve Bağdat Köşklerinin bulunduğu yere geçiyoruz.

REVAN KÖŞKÜ

İstanbul Topkapı Sarayı-Müzesi; Sultan IV. Murat tarafından, Revan Seferi anısına, 1635 yılında yaptırılmış. Onun için de, bu adla anılıyor. Muhtemelen Mimar Sinan tarafından yapılmış. Bağdat Köşkünün, küçük bir örneği gibi. Sekizgen planlı, tek bir odadan ibaret. Hırka-ı Saadet revakı önünde inşa edilmiş.

Kubbesi: altın yaldızla işlenmiş. Kubbe kenarındaki tavan nakışları; deri üzerine yapılmış. Kubbenin; dört penceresi, yapının ışık alma özelliğini oluşturmuş. Odanın çıkıntılarından ikisi, kitaplık olarak yapılmış.

Bu yapının; dergah çilehanelerini andıran, basık tavanlı, bir de odası var. Tavanı işlemeli olan bu odanın, ne için kullanıldığı, tam olarak bilinmiyor.

Alt pencereler hizasına kadar; mermerle kaplanmış. Üst tarafı ise; çinilerle bezenmiş. Pencere kapakları; sedef ve bağa kaplamalı. Ortadaki mangal, Fransa kralı XV. Louis’in, Sultan I. Mahmut’a armağanı. Mangal; devrin ünlü bronz ustalarından, “Duplesisa” tarafından yapılmış. Bu köşke; Sultanların sarıklarının bulunmasından dolayı, “Sarık Odası” denilmiş.

Bağdat Köşkü’ne doğru giderken, solda, cephesi muhteşem çinilerle kaplı; Sünnet odası ve hemen yanında, iftariye kameriyesi gezilebilir.

Kameriye; Sultan I. İbrahim zamanında, 1640 yılında yaptırılmış. Burada; Sultanlar, iftar ederler, manzara seyrederlermiş.

Siz de, burada; güzel İstanbul’u içinize sindirerek seyredin. Biraz sonra; ilerideki Bağdat Köşkü’nü görmek üzere, oraya gideceğiz.

BAĞDAT KÖŞKÜ

İstanbul Topkapı Sarayı-Müzesi: Evet; Bağdat Köşkü’ne geliyoruz. Sultan IV. Murat tarafından, Bağdat’ın ele geçirilmesi anısına; 1639 yılında yaptırılmış. Sarayın; dördüncü avlusunda. Bütün İstanbul Boğazını ve Eyüp’e kadar Haliç’i görür. Mimarı bilinmiyor. Köşkün; mermer sütunlar üzerine oturtulan ve çevresini saran geniş saçağı; önemli bir özelliği. Dış duvarların alt kısmı; mermerden ve renkli taşlarla süslenmiş.

Üst kısmı ise; çinilerle kaplı. Pencere ve kanatları; fildişi sedef ve bağa ile işlenmiş. İç duvarlar ve kemerler; kubbeye kadar çinilerle süslü. Köşkün 32 penceresinden, üsttekiler renkli camlı. Pencere arasındaki boşluklarda, mavi üzerine beyaz ile; Kur’an dan ayetler işlenmiş Yaldızlı kubbe; hafif kabartmalarla süslü.

Kubbeden aşağıya, zemini kırmızı üzerine altın yaldızlı kafes bulunan; bir kandil sallanıyor. Dolap, pencere ve kapılardan arta kalan bölümler; nefis çinilerle bezenmiş. Ayrıca; alt pencere üzerlerinde; Mahmut Çelebinin, mavi çini üzerine yazdığı, “Ayet-El-Kürsi” bulunuyor. Orta bölümün çevresinde yer alan çıkmalar da görülen kırmızı çatma kadife sedirler ve bronz yaşmaklı ocak; köşkün renk cümbüşünü tamamlıyor. Bu ocağın yanları; kuş figürlü yekpare çinilerle kaplanmış.

Bağdat Köşkünü görüp; doya doya İstanbul’u seyrettikten sonra; Revan Köşkünün iki yanındaki merdivenden, aşağıya inerek, 4’ncü Avluya geleceğiz.

Yanda görülen köşk; Mecidiye Köşküdür. Mecidiye Köşkü; saraya inşa edilen en son yapı. Köşkün alt katı: günümüzde, halen, ziyaretçilere hizmet verilen lokanta. Bağdat Köşkünün önündeki teras: Haliç, Galata bölümü ve eski İstanbul’un kubbeleri ve minarelerinden oluşan, eşsiz manzaranın seyredilebileceği güzel bir yer.

Güzel İstanbul’un değişik bir manzarasını görmek isterseniz, Mecidiye Köşküne kadar inin. Aralıklı bir yoldan; tekrar Hazine Bölümünün bulunduğu avluya çıkın. Hırka-ı Saadet dairesi yanında bulunan: yazı ve tezhip bölümüne giderek, gezimize devam edeceğiz.

Bu bölümde: Türk ve İslam dünyasına ait, çeşitli devirlerde yapılan yazı ve tezhip örnekleriyle çeşitli kitapları görmek mümkün. Bu bölümün tam karşısında ise, tamamen mermerlerle kaplanmış, Sultan III. Ahmet Kütüphanesi, göze çarpıyor.

SULTAN III.AHMET KÜTÜPHANESİ

İstanbul Topkapı Sarayı-Müzesi: Sultan III. Ahmet tarafından, 1718 yılında, Lale Devri üslubuna göre yaptırılmış. Kubbe ve tonozlarla örtülü olan bu yapının, iç duvarları göz alıcı İznik çinileriyle bezenmiş olup kapı ve pencere kapakları ahşap üzerine, sedef ve fildişi kakma olarak yaptırılmış.

Kubbeli orta bölüm; sütunlarla ayrılan aynalı tonozlarla örtülü, üç bölüm, minderli sedirlerle döşenmiş ve önlerine ahşap oymalı rahleler koyulmuş. Arkalarında kitapların muhafazası için, telli dolaplar var. Kütüphanenin en ilginç eşyalarından biri de; vitrin içinde sergilenen, Sultanahmet Cami ve Kütüphanenin temel atma törenlerinde kullanılan kazma.

Evet, bu şirin kütüphaneyi gördükten sonra, gezi yolumuza, Türk işlemeleri bölümünü görmekle devam edelim.

Bu bölümde; özellikle, Osmanlı imparatorluğu döneminde, bazı tezgahlarda dokunan kumaşlar ve ayrıca imparatorluk dönemine ait bazı giysiler ile Karagöz gölge oyunu sanatına ait motifler teşhir ediliyor.

Bab-ı Saadet kapısından geçerek, sağa doğru dönüp, biraz ilerlediğinizde, bir zamanlar, sarayın iç hazinesi olan, Silah Bölümü ile karşılaşacaksınız.

SİLAH BÖLÜMÜ

Bu bölümde: Sekiz kubbeli ve geniş saçaklı binada; zengin eski silah koleksiyonu sergileniyor. Türk ve İslam dünyasına ait, çeşitli devirlerde yapılmış savaş aletlerinden: kılıçlar, zırhlar, tüfekler, tabancalar, kalkanlar, mızraklar, ok ve yaylar, ziyaretçilerin büyük ölçüde dikkatini çekiyor. Sultanların kullandığı: zırh ve silahlar ile saray ve ordu mensuplarının, değişik dönemlerde kullandıkları silahlar ve diğer ülkelerden ele geçirilen ganimet silahlar, burada teşhir ediliyor.

Silah bölümünden sonra, yüzyıllar boyunca, Osmanlı siyasetinde, önemli kararların alındığı “Kubbe altına” geliniyor.

KUBBEALTI

Burası; Divan-ı Hümayun’un (Bakanlar Kurulu) toplantı yeri. Bina; Kanuni Sultan Süleyman zamanında yapılmış. Fatih Sultan Mehmet, Padişahların divana başkanlık etme adetlerini kaldırmış, bundan sonra, bu görevi Sadrazamlar yürütmüş. Divan toplantıları: Sadrazam başkanlığında; vezirler ve katipler ile burada yapılırmış.

Karşımıza gelen duvardaki kafesli pencere; Harem’e açılıyor. Padişah; istediği zaman, bu kafesin arkasından, varlığı hissedilmeden, Divan toplantılarını izleyebiliyormuş.

Yabancı elçiyi; önce Sadrazam, “Kubbealtı” denen yerde kabul eder, ağırlar, ziyafetlerden sonra, kendisine ağır bir hilat (kaftan) armağan ederdi. Boyunu aşan ağır kaftan içinde; kendini küçülmüş gibi hisseden elçinin kollarına; iki, iriyarı yeniçeri girerdi. Yine; yeniçerilerden oluşan bir kordon altında: taht odasına götürülürdü. Gerek bu muamele, gerek ihtişamlı dekor içinde, Sultan ile yaptığı görüşme, elçiyi, bir daha unutamayacağı, bir şaşkınlık ve hayranlık içinde bırakırdı.

Sağdaki bölüm; Divit (kalem) odasıdır. Divan kararları, burada kaleme alınırmış. Bu binanın arkasında yükselen kulenin kaidesi; Fatih Sultan Mehmet devrinden kalma. Sarayın; tek, kulesi de burada. Giriş kapısı: harem tarafında. Devlet adaletinin bu divanda dağıtılmasından dolayı; bu kuleye, “Adalet Kulesi” ismi verilmiş. Bu kuleden; bütün İstanbul ve liman görülüyor. Üst kısmı ise, Sultan II. Mahmut devrinde onarılmış.

Osmanlı devrinde; Adil veya Adalet Köşkü diye anılırmış. Bu ilk haliyle, sarayın Fatih devrinde, bir iç kale olarak inşa edildiği ve kulenin de, tek olmayıp, altı adet olduğu; kalan izlerden ve Matrakçı Nasuh’un minyatürlerinden anlaşılmakta.

HAREM

Osmanlı Sarayının en merak edilen yerlerinden birisidir. Buranın: örf ve adetleri de, Topkapı’da olduğu gibi, Dolmabahçe Sarayında ve diğer Osmanlı Saraylarında da devam etmiştir. Biz; şimdi yaşantısıyla son derece ilginç olan bu yer hakkında biraz bilgi verelim.

Asıl adı: “Dar-üs-saadet” olan Harem; “girilmesi yasak, saadet evi “anlamına gelmektedir. Daha yaygın olarak, Harem denilen bu yer, ortada Sultanın yattığı yer ve bunun çevresinde; Valide Sultan, Kadınefendiler, Cariyeler, Sultanlar, Şehzadeler, Haremağaları Daireleri gibi, iç içe girmiş dairelerden oluşan bir yapı topluluğudur.

Tabii, Harem’in efendisi Sultandır. Ondan sonra gelen en nüfuzlu kişi ise, Valide Sultan denilen padişahın annesidir. Beylerbeyi, Valiler ve çeşitli yerlerden; Sultana; gönderilen hediyelerin yanı sıra; kusursuz ve çok güzel kızlar da armağan edilirdi. Bu küçük yaştaki kızlardan seçilen cariyeler; Harem’de; müsiki, edebiyat, saray adabı gibi birçok konuda, uzun süre eğitilirlerdi. Ancak, ondan sonra Padişaha takdim edilirlerdi. Padişah; eğitimini tamamlayan, kendisine takdim edilen, zeki ve güzel kızlar arasından beğendikleriyle evlenir, bunlar sırasıyla birinci, ikinci kadınefendi diye anılırlardı. Yabancılar tarafından garip karşılanan ve elbette ki günümüz şartlarına kesinlikle uymayan, dört ve daha fazla kadın ile evlenme geleneği ise; sanırım o yıllarda, özellikle tahta mutlaka bir erkek varis bırakma isteğinin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştı.

Osmanlı Sultanlarının, evlenecekleri kızları, haremlerinde yetiştirilen cariyelerden seçmelerinin anlamı; çeşitli aileleri, hanedanlığa ortak kılmamak, onları Osmanlı nüfusundan yararlandırmamak içindi. Çünkü: haremde yetiştirilen kızlar yani cariyelerin; geçmişleriyle herhangi bir bağlantıları kalmıyordu. Böylelikle; Osmanlı imparatorluğu, kuruluşunun ilk yıllarında uygulanan ve çok zararlı görülen, dışarıdan kız alma geleneğinden vazgeçilmiş, Padişaha eş olacak güzel kızlar, çok küçük yaşlarda hareme alınarak, özel olarak eğitildikten sonra seçilmişlerdir.

Cariyelerin çok az kısmı: padişah veya şehzadelerin odalığı olmakta, diğer büyük kısmı ise diğer dairelerde çalışırlardı. Örneğin; Sultan I. Mahmut döneminde (1730-1745) padişah dışında, padişahın birinci hanımı olan baş Kadınefendi dairesinde 20, diğerlerinde de 10-20 arasında cariye bulunduğu bilinmektedir. Sultan Abdülaziz döneminde (1861-1876) Dolmabahçe sarayında, Sultanın 58, Valide Sultanın 43, Şehzade Murad’ın 47, baş Kadınefendi’nin 15 kadar cariyeleri olduğu; saray arşivlerine kaydedilmiştir.

Evet; Haremde; büyük nüfus sahibi olan Valide Sultan’dan sonra; evlenme sırasına göre, Padişah hanımları da, büyük söz sahibiydiler. Bunlardan, erkek çocuğu olanlara “Haseki Sultan” denirdi. Kadınefendilerden sonra, sayıları dördü bulan ve “İkbal” adı verilen Padişah gözdeleri vardı. Bunlar da, haremde saygı görür, Sultanın ölen veya boşandığı nikahlı karısının yerine, baş ikbal; Sultan eşi olabilirdi.

İkballerden sonra, gözdeler gelirdi. Bunların da haremde büyük nüfusları vardı. Padişahın gözünden düşene kadar, bu nüfuslarını sürdürürlerdi. Sultanın çok yakınında, 16 kadar gözde bulunurdu. Sultan bunlarla da yetinmese, istediği kadar unvansız odalık alabilirdi.

Harem’in; kurucusu olarak bilinen Kanuni zamanında; 300 kadar olan cariye sayısı, gittikçe artmıştı. Sultan III. Murad zamanında, 500 e ulaştığı, Sultan Avcı Mehmet zamanında ise 700’e çıktığı, çeşitli kaynaklarda yazılıdır.

Bu kadar çok kadının bir yerde bulunması sonucu; kuşkusuz: ön sıraya girme, padişah eşi olma isteğinden doğan çekişmelerin olması gayet normaldi. Bu nedenledir ki; cariyeler; kendi aralarında, çeşitli oyunlara girişilerek, diğerlerinden üstün oldukları vasıflarını ispatlamaya çalışıyorlardı.

Tüm cariyelerin ideali; Sultana kendilerini beğendirerek, haremde saygı gören padişah eşi veya gözdesi olmak idi. Böylece; rüyaları gerçekleşebilecek, belki de koca ülkeye hükmedebilen birer kraliçe ya da imparatoriçe olabileceklerdi.

İlk defa; Kanuni Sultan Süleyman döneminde; Haremdeki bu çekişmelerden haberdar oluyoruz. Örneğin: Leh veya Rus asıllı cariye Hürrem Sultan, tüm rakiplerini geride bırakarak, Sultanın gözdesi olmayı başarmıştı. Belki çok güzel olmayan fakat son derece zeki, haris, entrikacı olan Hürrem; Sultana takdim edileceği günü sabırsızlıkla beklemiş, bu olaydan sonra unutulmamak için, tüm zekasını ve hünerlerini kullanarak, Osmanlı tarihinde derin izler bırakan bir “Hürrem Sultan Efsanesi “ yaratmayı başarabilmişti.

Günümüzde; burası, dar ve uzun koridorlar, küçük iç avlular ve bunların çevresine yerleştirilmiş, 400 kadar odadan oluşuyor. Tavan süslemeleri görülen buranın yapımı: 400 yıl sürmüş. Hareketli ve canlı günlerindeki renkli yaşamın izlerini görmek mümkün değil. Bugün; burada loş koridorlar ve boş odalar görülebiliyor. Yaşananlar; yalnızca ziyaretçilerin hayal gücünde canlanıyor.

HAREMİN GEZİLMESİ

Harem dairesi; çeşitli devirlerde yapılmış yapılardan oluşan, karmaşık bir plana sahip. Her devirden örnekler veren süslemeleriyle olduğu kadar, tarihi olayları ve entrikaları da dikkati çeker.

Bu nedenle; Topkapı Sarayının, şüphesiz en ilgi çeken bölümlerinin başında geliyor. Kanuni devrinde tesis edilen ve Sultan II. Mahmut zamanına kadar, her sultan zamanında yapılan yeni eklemeler ile genişleyerek, 6720 m. karelik bir alana yayılmıştır.

Üç veya beş katlı binalar var. Bu binalarda; 259 oda, 46 tuvalet, 12 sandık odası, 8 hamam dairesi, 8 geçit sofası, 1 hastane ve tecrit odası, 2 koğuş, 4 mutfak, 6 kiler dairesi, 1 yüzme havuzu vardır. Ayrıca; şehzade mektebi ve bodrumlarda Harem hapishaneleri bulunuyor.

Evet, harem bölümünün, günümüzde, ancak bir kısmı ziyarete açık. Buraya girişte; ilave bilet alınması gerekiyor.

Özellikle; yabancı turistlerin büyük ilgisini çeken bir mekan. Sanırım; yaşanan dönemde, buraya ulaşamayan insanların yarattıkları, buradaki yaşama ait hayallerden ibaret düşünceler; buranın, onların gözünde bambaşka bir havaya bürünmesine neden oluyor. Sultanların; yüzlerce, binlerce cariyeye sahip olmaları; sanırım kafalarında bambaşka düşünceler yaratmalarına sebep oluyor ve buraya özellikle görmek istiyorlar.

Evet: gezimize devam ediyoruz. Dediğim gibi, küçük bir bölüm ziyarete açık. Kubbealtı’nın arkasına düşen, eski dönemlerde araba kapısı olarak adlandırılan; küçük bir kapıdan giriliyor. Kadınefendiler ile Sultan Efendilerinin araba binmek için kullandıkları bu kapıdan, Hareme adımınızı attığınız anda; kendinizi “Dolaplı Kubbe” adı verilen bir bölümde bulacaksınız.

Bu dikdörtgen avluyu geçtikten sonra; duvarları muhteşem çinilerle bezenmiş, nöbet yeri diye isimlendirilen, ikinci bir bölüme geliniyor. Duvarları Kütahya çinileriyle kaplı bu bölüm, Haremağalarının nöbet yeridir. Buradan; soldan bir kapı ile “Siyahağalar Mescidi” ne geçilir. Tavana kadar çinilerle kaplı olan bu bölümde; sedef kakmalı, vaiz kürsüsü, son derece dikkat çekiyor.

Yolumuza devam ediyoruz. Önü revaklı taşlı bir yoldan ilerliyoruz, Siyah Ağalar koğuşuna ulaşıyoruz.

SİYAH AĞALAR KOĞUŞU

Uzunca bir koridor ve bunun etrafında sıralanan çeşitli odalardan meydana geliyor. Bu uzunca koridorun tam karşısında; mavi Kütahya çinileriyle kaplı, büyük bir ocak var.

Sağ taraftaki duvarda asılı olan ; Ramazan davulu ve falaka ise; ziyaretçilerin tüm ilgisini topluyor. Davul; ramazan ayında sahur zamanında, Harem halkını uyandırmak için, falakanın ise suç işleyen ağaları cezalandırmak amacıyla kullanıldığı söylenir. Alt kattaki odaları; oldukça kasvetli olan bu üç katlı binada, üst katlarda, genç ağalar, alt katlarda ise, yaşlı ağalar kalırmış.

Buradan ayrılıp; son derece zarif bir yapı olduğu; dıştan bile fark edilen, Kızlarağası Dairesi ve Şehzadelerin Mektebinin önünden ilerleyerek, bütün duvarları, çeşitli dönemlere ait çinilerle kaplı, bir taşlığa girelim.

Karşıda yer alan kapı; cümle kapısıdır. Bu kapıdan içeriye girildiğinde; üstü örtülü, geniş bir taşlıkla karşılaşılır. Eskiden Harem ağalarının nöbet tuttukları burada, üstü altın yaldızlarla bezeli, büyük endam aynaları var. Sonra: kadınefendiler taşlığına giden yola sapın. Yolun sol tarafında, yemeklerin konulması için mermer masalar var. Burayı da geçtikten sonra; kadınefendiler taşlığına ulaşılıyor. Soldaki, sütunlu ve revaklı kısımda; kadınefendiler hamamı ve bir çeşme var. Çeşmenin tam karşısındaki kapıdan, kadınefendiler dairesine geçiliyor.

KADINEFENDİLER DAİRESİ

Buradan; ahşap bir kapı ile, giriş holüne geliniyor. Sağdaki set üzerinde; ahşap işlemeli bir sandık ve gömme dolap var. Duvarlar; Kütahya çinileriyle kaplı ve yer yer tamir görmüşler. Buradan; dar bir koridora geçiliyor. Sağda: tuvalet, solda yukarı çıkan merdivenler var. Buradan; esas odaya geçilir.

Sağdaki duvarda: dolap, ocak ve çeşme var. Karşıdaki vitraylı pencereler tamir görmüş. Duvarları çinilerle kaplı odada; ipek kumaşlı sedirler ve ortada bir mangal süslüyor. Soldaki; küçük dolaplı oda ise, yüklük olarak kullanılmış.

Koridordaki merdivenlerle çıkılan yerde: kadınefendilere ait 9-10 kadar oda var. Sonra; tekrar taşlığa çıkıp, soldaki kapıdan, küçük bir antre ile, Valide Sultan dairesine girilir.

VALİDE SULTAN DAİRESİ

Burada, ilk görülen: ocaklı ve duvarları çinilerle kaplı oda: Valide Sultanın baş hizmetçisine ait. Duvarları çini kaplı ve gömme dolapları sedefli. Zemin; tuğla döşeli. Buradan; sağdaki ilk kapıdan; Valide Sultan dairesine giriliyor.

Buranın zemini de tuğla döşeli. Sedef geçme, gömme dolaplar var. Girişin sağ tarafında, mermer bir çeşme var, adaya ayrı bir güzellik veriyor.

Duvarların üst kısımları: kubbeye kadar, buzlu camlarla kaplı ve aydınlık sağlıyor. Duvarlarda pencere yok. Kubbe: asma yaprağı ve üzümlerle süslü. Karşıda, Valide Sultanın yemek odası var. Pencereler içinde Çin vazoları, ortada ise muhteşem güzellikte bir gümüş tepsi var. Burada; sedef kakmalı bir kapı ile yatak odasına geçilir.

Odanın, ahşap zemini üzerinde; altın yaldızlı sütunlu yatak yeri var. Önü, perde ile kapatılarak kullanılıyormuş. Buranın duvarları ve tavanı çinilerle bezenmiş. Sağda: namaz ve dua odası var.

Bunlar: iç içe. İçteki odanın duvarları pembe mermer olup bol pencereli. Birinci odanın duvarları: çini kaplı ve tavanı ise renkli kalem işi. Burası; yatak odası taşlığından, demir pencerelerle ayrılmış.

Buranın tam karşısındaki kapıdan, Hünkar Hamamına ulaşan, bir koridora geliyoruz.

Burası: mermer kaplamalı. Dolapların kapakları sedef kakmalı. Kapılar: ahşap boyamadır. Bu koridorun sağından, hamama geçiliyor.

HÜNKAR HAMAMI

Haremde bulunan hamamların en güzeli. Baştan başa beyaz mermerden yapılmış. Hamam: üç bölüm olarak yapılmış. Birinci bölüm: dinlenme ve masaj odası. Bu bölümdeki beyaz örtülü sedirler ortama ayrı bir hava veriyor.

Soyunma yerinde; altın yaldızlı bir ahşap dolap ve kristal bir ayna var. Üçüncü bölümde: hamam kısmı (halvet) bulunuyor. Solda görülen demir kafesli bölüm; sultanların yıkandığı yer. Madeni parmaklıklarla kapatılmış, çünkü: padişahın yıkanması sırasında, herhangi bir suikasta uğramaması için. Evet, burası bu kadar.

Buradan ayrılıp, soyunma odasının karşısındaki küçük bir kapıdan geçerek, Harem’in en görkemli köşesi olan, Hünkar Sofrasına geleceğiz.

HÜNKAR SOFRASI

Haremde; Sultan ile, harem kadınlarının birlikte; eğlence düzenledikleri, bayramlaştıkları buraya; Hünkar Sofrası deniliyor. Bu mekan; 16’ncı yüzyılda Mimar Sinan tarafından yapılmış, salonda kubbe var. Sultan III. Osman döneminde, esaslı bir restorasyona uğramış. Salonda: üst pencereler ile birlikte, 26 pencere var. B

urada: sultanın oturduğu bir de taht var. Tahtın iki yanına ise, büyük çini vazolar yerleştirilmiş. Sol tarafta kadife sedirler, bunların üst kısmında ise, orkestranın yer aldığı bir balkon görülüyor. Duvarın üst kısmında görülen yazılar ise, Kur’an dan alınmış ayetler. Simetrik olarak yerleştirilmiş saatler: İngiltere Kraliçesi Viktoria’nın hediyesi.

Yine; bir köşede yer alan ahşap koltuk: Alman İmparatoru Wilhelm tarafından Sultan II. Abdülhamit’e hediye edilmiş. Salonun üst köşesinde; ayna kaplı dolap kapağı; aslında bir kapı. Padişah, gerektiğinde bu kapıdan, gizlice Harem’in öbür bölümlerine geçiyormuş.

Mermerli sütunlarla ikiye ayrılan, çeşmelerle süslenmiş, görkemli kristal avizeleri olan, kristal aynaları bulunan bu bölümde ; bir zamanlar, kim bilir ne güzel eğlenceler düzenlenmiştir. Hayalleri geniş tutmak gerek.

Evet; gezimize devam ediyoruz. Sağdan yürüyerek sofaya geçin. Bu bölümde: mermer çeşme ve renkli duvar çinileri var, bunlar dikkat çekiyor. Bölümden ilerleyin, tavanı kubbeli bir hole geleceksiniz. Karşı duvarda: şömine ve buna uydurulmuş ayetler ve çeşitli çini panolar var.

Diğer duvarlar da aynı. Mercan kırmızısı çiniler, gerçekten muhteşem. Buradan: Sultan III. Murat’ın odasına geçiliyor. Kapıda; iki sütun göreceksiniz.

Bunları: Mimar Sinan; binanın oturup oturmadığını kontrol için yerleştirmiş. Mercan kırmızısı ve mavi çinili bu kapıdan; Sultan III. Murat’ın odasına girin.

SULTAN III.MURAT’IN ODASI

Haremin en güzel odalarından biri. Mimar Sinan tarafından yapılmış. 16’ncı yüzyılın tüm görkemini yansıtıyor. Mavi renk çiniler ve aralarına yerleştirilmiş mercan kırmızısı renk çinileriyle, göz kamaştırıyor. Burada kullanılan çiniler; bu yapıdan sonra, başka yerde kullanılmamış.

Bakır yaşmaklı ocak var, devrinin tüm güzelliklerine sahip. Gömme olarak yapılmış, üç kademeli mermer bir çeşme var. Bugün bile suları akabiliyor.

Çeşmelerin açık bırakılmasının sebebi; o dönemde, içeride yapılan konuşmaların, dışarıdan duyulmaması içinmiş. Burada; sedef kakmalı dolaplar, ahşap işçiliğinin en güzel örneklerini yansıtan kapılar, sedirler ve mangallar var.

Tam karşıdaki kapıdan ilerleyip, sağ tarafta alaturka bir tuvaletin yer aldığı kapı aralığından; Sultan I. Ahmet Kütüphanesine geçin.

SULTAN I.AHMET KÜTÜPHANESİ

Burada; dikkati çeken, güzel çiniler var. Pencerelerde bulunan kanatlar; sedef kakmalı. Bu bölümde; Harem’in küçük fakat en göz alıcı yerlerinden biri sayılan; “Yemiş Odası” görülecek.

YEMİŞ ODASI

Ziyaretçilerin büyük ilgisini çeken, çok sevimli bir oda. Sakın atlamayın ve mutlaka görün. Sultan III. Ahmet tarafından yaptırılmış. Duvarları: kalem işi panolarla süslenmiş. Bunlarda: baştan başa, tabak içinde: meyveler ve çiçek demetleri var. Sol tarafta bir ayna var. Sağ tarafta: ender güzellikteki bir mermer ocak var.

Pencereler içine; küçük ayaklı şamdanlar konulmuş. Zeminde ise; büyük bir sini görülüyor. Bu sini; ziyaretçilerin ilgisini çekiyor.

Evet; bu güzellikler, özellikle yabancı turistlerin büyük ilgisini çekiyor. Buradan; uzun süre ayrılamıyorlar. Sizlerde; mutlaka görün, gerçekten büyük sanat eseri, bu objeler.

Evet; buradan ayrılın ve tekrar geldiğiniz sofadan geçerek, solda, birkaç basamakla çıkılan: “Veliaht Dairesi” ne ulaşacaksınız.

VELİAHT DAİRESİ

Veliaht Dairesi: mermerlik diye bilinen kısımdaki; 2 bölümden oluşuyor. Birinci bölümün: kubbesi, keten üzerine çeşitli motifler halinde altın yaldızlarla bezenmiş. Bu muhteşem kubbe; yıllar boyunca, bir tavanla gizlenmiş.

Son onarımlarda; tavanın kaldırılması sonucu, varlığı öğrenilmiş ve ortaya çıkarılmış. Bu odanın; yan duvarları da, göz kamaştırıcı çinilerle süslü. Ocağın üzeri; kalem işleriyle bezenmiş. Vitraylar; çok güzel. Pencere içlerinde küçük musluklar var.

Buradan, küçük bir kapıyla; ikinci bölüme geçiliyor.

Sol tarafta; sevimli bir ocak var. Sağ yanda ise, bir mangal duruyor. Tavanı; çeşitli bitkisel ve geometrik motiflerle bezenmiş. Vitraylı pencereler ve ocağın iki yanında bulunan sedefli dolaplar, anlatılamayacak güzellikte. İnanın çok muhteşem. Bu zenginlikleri; ancak, görünce anlayacaksınız. Bu odanın; zeminindeki seviye farkı, son onarımlardan sonra ortaya çıkmış.

Evet; nice veliahtlar, büyük umutlar ve korkular içinde; günler, aylar, yıllarca buralarda yaşamışlar.

Gezimize devam ediyoruz. Solumuzda; gözdeler taşlığı, bunun aşağısında da “Cariyeler Havuzu” var.

Yürüdüğünüz yolun sağında; “Haseki odaları” var. Bu bina: çinili duvarları ile göze çarpıyor. Bu bölüm: Padişaha, erkek evlat veren eşlerine ait.

Yürümeye devam ettiğinizde; tam karşıda, bir camiye ait, sedefli bir kapı ile karşılaşacaksınız.

Sol tarafta; “Hırka-i Saadet” e giden yol var ve 16’ncı yüzyıla ait, 3 çini pano ile kapatılmış.

Evet; Harem’in en ünlü yerlerinden biri olan ;”Altın Yol” denilen koridora varıyoruz.

ALTIN YOL

46 metre uzunluğunda, dar bir sokak gibi. Bu loş koridorda; cariyeler, sokak özlemlerini giderirlermiş. Bunun dışında; burada bazı tarihi olaylar da yaşanmış. Sultan II. Mahmut’u öldürmeye kalkan asiler; fedakar Cevriye Kalfa tarafından, burada, gözlerine kül atılmak suretiyle durdurulmuşlar. Belki hatırlayanlarınız olabilir. Bu olay üzerine; Sultan II. Mahmut; Eminönü’nde Cevriye Kalfanın adını taşıyan bir okul yaptırır.

Evet, bu koridor, gerek görüntüsü ve gerekse yaşananlar nedeniyle; hiç de cazip değil. Ancak; bu ismi almasının nedeni: “Padişahların, dini bayramlar da ve seferlerden dönüşte, burada, toplananlara altın serpmeleri “ imiş.

Bu yolda ilerlediğimizde; tekrar, geldiğimiz yola, yani iki büyük aynı ile süslenmiş, nöbet odasıyla karşılaşıyoruz. Buradan; sola doğru kıvrılıp, yürümeye devam edelim. Bir zamanlar; Hareme yemek götürülen : Kuşhane Kapısından çıkarak gezimizi tamamlamış oluyoruz.

Aya İrini Müzesi tanıtımı ve gezilecek yerlerle ilgili yazım için. 

Ayasofya tanıtımı hakkındaki yazım için. 

İstanbul günlük gezi planı hakkındaki yazım için. 

İstanbul Arkeoloji Müzesi tanıtımı hakkındaki yazım için. 

İstanbul Kapalı Çarşı

İstanbul Kapalı Çarşı

İstanbul Kapalı Çarşı: Nuri Osmaniye ve Beyazıt Camileri ile Mahmutpaşa Çarşısı arasında.

Evet; buranın ilk çekirdeği; bugün eski Bedesten denilen, Bizans döneminden kalma bir yapı. Yani; Bizans döneminde de, burada dükkanlar bulunduğu biliniyor.

İstanbul Kapalı Çarşı

1460 yılında, Fatih Sultan Mehmet; eski saray yanına bir bedesten yaptırır. Burası; sonraları; Eski Bedesten, İç Bedesten ve Cevahir Bedesteni olarak anılmaya başlanır. Kapalıçarşı; bunun ilerisine yaptırılır.

Bir yolu pamuk, bir yolu ipekten dokunan ve sandal denilen bir nevi kumaş satışı yapıldığı için; Sandal Bedesteni adını alır. Her iki bedestende de; Fatih devri mimari özellikleri hakimdir. Esas amaç: Ayasofya’ya gelir sağlamak. Bu çarşı; daha sonraki süreçte; Kanuni Sultan Süleyman döneminde, ahşap olarak büyütülmüştür.

Bu bedestenlerden; Cevahir Bedesteni (Bedesten-i Atik=Eski Bedesten) bir mimari harikadır. Tuğla kemerlerle ayrılmış, 15 bölümden oluşur. Bu bölümlerin her biri; bir kubbeyle örtülmüştür. Bu dört kapılı bina; 45.5 x 30 m. ölçülerinde ve 136 metre karedir. Önceleri: aradaki dar yollardan, yüksekte, dolap denilen tezgahlar bulunurmuş.

Duvarların iç taraflarında da; küçük hücreler, gözler varmış. Kapalıçarşı’daki ikince bedesten olan Sandal Bedesten (Bedesten-i Cedid=Yeni Bedesten) ise; 12 paye ile 20 bölüme ayrılmış. Bunların üzerinde de; tuğladan, geniş kemerler atılmış.

Sandal Bedesteni; 50 kubbe ile örtülmüş. İçeriden ölçüleri: 40 x 32 m. ve 1280 m. karedir. Yani: diğer bedestenden biraz daha küçük yapılmıştır. Sandal Bedesteni; kubbe sayısı bakımından, Türk mimarisinde, bu çeşit eserlerin en büyüğü olması açısından önem taşır. Burada da; dış cepheye bitişik dükkanlar olup, dört taraftan girişi bulunmaktadır.

Bu iki bedesten: bir anlamda, Kapalıçarşı’nın iç kuleleridir. Her iki bedestenin duvarlarında, gözlerde bulunan kalın demir kasalarda; Osmanlı Devletinde, batı usulü bankalar kurulmadan önce, en değerli malların, mücevherlerin ve paraların saklandığı, tacirlerin sermaye ve tasarruflarını bıraktıkları, loncaların kayıt ve sicil defterlerini sakladıkları emniyet sandıklarıydı.

Fatih devrinde; Eski Bedesten de: 100’ü ayrı ve 28’i dükkanlarla beraber olmak üzere “Dolap” adı verilen 128 emanet sandığı kasası vardı. Dönemin zenginleri ve tüccarları; kıymetli eşya ve ziynetlerini, ücret karşılığında, burada saklarlardı. Buraya emanet edilen mallardan; belli bir süre sonunda takipçisi çıkmayan ya da unutulmuş olanlar, devlet tarafından, çeşitli kamu işlerinde kullanılırdı.

Çarşı; devletin; sosyal, kültürel ve ekonomik merkezi idi.

Evet, tarihi süreç içinde, ahşap yapılı ve üstü kiremitli olan Kapalıçarşı; 1512, 1546, 1565, 1618, 1622, 1658, 1750 ve 1766 yıllarındaki yangın ve depremlerden büyük zarar görür. Bunun üzerine; Sultan III. Mustafa (1757-1774) döneminde; kagir olarak, yeniden inşa edilir. Dükkanlar kagirleşip, bloklaşınca; yolların üstü de örtülür. 1894 yılındaki büyük depremden sonra, yeniden inşa ve tamirat yapılır. Depremde zarar görenler için, halktan toplanan yüz bine yakın altının, büyük çoğunluğunu bizzat Sultan II. Abdülhamit’in verdiği söylenir.

GEÇMİŞTEKİ İŞLEVLERİ

Geçmişte, burası, her sokağında belirli mesleklerin yer aldığı ve bunların da, el işi imalatının sıkı denetim altında bulundurulduğu, ticari ahlak ve törelere çok saygı gösterilen bir çarşı imiş.

Önceleri yalnızca kumaş ticareti yapılıyor iken, daha sonra, her türlü: değerli kumaş, mücevherat, silah, antika eşya, konusunda nesillerce uzmanlaşmış aileler tarafından, tam bir güven içinde satışa sunulurdu.

Bütün dükkanların genişliği aynı olacak şekilde inşa edilmiştir.

Kapalıçarşı; kuşluk vakti, dua ile açılırmış. Dua merasimi; Bölükbaşısı tarafından yapılıp, adına “Duacı” denirmiş. “Buyurun Duaya” nidasi üzerine, çarşının ortasındaki muhafızlık dolabının önünde toplanan esnaf ve ahali; devrin sultanı ve ordusunun selameti, gelmiş ve geçmiş bölükbaşı ve esnafın ruhlarına dua okurlarmış.

Duanın ardından, bölükbaşı, tellallara hitaben: “ Tavcılık yapılmayacak, mal kapatılmayacak, kefilsiz mal alınıp, satılmayacak” diye de nasihat de bulunurmuş. Çarşıda alışveriş, kuşluktan ikindiye kadar olurmuş. Pahalı malların satışı ise; Perşembe günleri yapılırmış.

Her sokakta; ayrı ürünün ustaları loncalar halinde bulunurdu. (yorgancılar, terlikçiler vs.) Satıcılar arasında rekabet, kesinlikle yasaktı. Hatta bir usta, tezgahını dükkanın önüne çıkarıp kalabalığa göstererek ürün işleyemezdi. Ürünlere devletin belirlediğinden yüksek fiyat konulamazdı.

Evet; her çeşit kıymetli malın ticaretinin yapıldığı ve üzeri kapalı çarşılara; Bedesten adı veriliyor. Kapalıçarşı’da da; İç Bedesten ve Sandal Bedesteni olmak üzere, iki bedesten var. Bunlar; Fatih devrinin mimari özelliklerini taşıyan yapılar. Bedesten’lerde; dünyanın her yerinden gelen; çeşitli kumaş, mücevher, altın, silah, kürk, halı ve daha pek çok kıymetli eşya toplanırdı. Buranın esnafı; aynı zamanda, şehrin en zengin esnafı idi. Cuma günleri tatil yapılırdı. Bütün bu mallara; son derece dürüst bekçiler muhafızlık ederlerdi.

1850’lerden sonra, Avrupa’dan kumaş ithali, yerli imalata sekte vurmuş, yavaş yavaş İstanbul’da bankaların açılması, Bedesten’in bir anlamdaki bankacılık işlevine son vermiştir. Böylece, Eski Bedesten, zamanla, bugünkü mücevherat, halı, antika eşya satışı yapılan şeklini almıştır. İç Bedesten’de: eski haritalar, antikalar, mücevherler, minyatürler, eski halı ve kilimler bulabilirsiniz.

Evet: 1943 ve 1955 yıllarındaki yangınlarda zarar gören çarşı: tamiratlarla son şeklini, yani bugünkü şeklini alır.

İstanbul Kapalı Çarşı

GENEL ÖZELLİKLERİ

Adeta bir şehri andıran ve bütünü ile örtülü bu site; zaman içinde sürekli olarak gelişip büyümüş. Bugün; dev ölçülü bir labirent gibi. Dünyanın en eski ve en büyük Kapalıçarşısı.

Ama, aynı zamanda, dünyanın en büyük kuyum çarşısıdır. Dünyada bir eşi daha bulunmayan; el emeği ve göz nuru kuyumlar; çevredeki hanlarda şekillenir ve çarşının vitrinlerinde satışa sunulur.

Bir zamanlar; göz kamaştırıcı müzayedelerin yapıldığı Büyük Bedesten ile yanı başındaki Sandal Bedesteni; günümüzde halıcıların mekanı olmuş. Sandal Bedesteni’nin hemen arkasında ise “Bitpazarı” olarak bilinen, ikinci el ev eşyalarının satıldığı dükkanların sıralandığı bir galeri var.

Türkiye ekonomisine bile adını verdiği, serbest piyasanın kalbinin attığı döviz piyasası, yine Kapalıçarşı’da doğmuş ve adı ile özdeşleşmiş.

Çarşının içindeki yer adları: esnaf ve zanaatkarlarla ilgili. Akikçiler, Altıncılar, Aynacılar, Basmacılar, Çadırcılar, Fesciler, Hakkaklar, İnciciler, Kalpakçılar, Kavaflar, Keseciler, Kuyumcular, Kürkçüler, Mahfazacılar, Okçular, Örücüler, Püskülcüler, Sahaflar, Takkeciler, Terziler, Varakçılar, Yağlıkçılar, Yorgancılar, Zenneciler adları; esnaf ve zanaatkarların hatırası olarak; zamanımıza kadar gelmiş ve cadde, sokak ve işyerlerinde hala kullanılmakta.

İstanbul Kapalı Çarşı

Bugün, kapsadığı alan: yaklaşık 47 bin metre karedir.

Günümüzde, Kapalıçarşı’ya; 8 kapıdan girilir. İçeride; 60 dar sokak, 4400 dükkan var. Ayrıca: 497 satış tezgahı, 2195 oda, 24 han, 12 mahzen, 2 bedesten, 2 lokanta, 5 cami, 10 mescit, 1 hamam, 16 çeşme, 7 çeşme, 8 kuyu, 1 akarsu, 1 sebil, 1 şadırvan, 18 kapı var. Ayrıca; binlerce atölye.

Yaklaşık; 30 bin kişi çalışıyor. Müslüman, Yahudi, Ermeni, Hıristiyan, Amerikalı, Çinli, Hintli, her dilden ve milletten insan, burada. Esnaf yada çalışan, patronu, satış temsilcisi, çaycısı, çorbacısı ile her gün 30 bin kişi, ekmek peşinde koşuyor.

Turizm sezonunda, günlük ziyaretçi sayısı: 250-400 bin kişi arasında değişiyor.

İstanbul’un görülmesi gereken, benzersiz bir merkezi.

İstanbul Kapalı Çarşı

KAPALIÇARŞIDA BUGÜN

Geçen yüzyılın sonlarında deprem ve birkaç büyük yangın geçiren Kapalıçarşı, eskisi gibi onarılmışsa da, geçmişteki özellikleri değişikliğe uğramıştır. Yorgancılar, terlikçiler, Fesciler gibi meslek grupları; yalnızca sokak ismi olarak kalmış.

Çarşının ana caddesi sayılan yerde; çoğunlukla; mücevher dükkanları ve buraya açılan yan sokaklarda ise, altıncılar var. Oldukça küçük olan bu dükkanlarda; değişen fiyat ve pazarlıkla satış yapılıyor.

Kapalıçarşı; renk ve atraksiyon olarak, her ne kadar eski canlılığını koruyor olsa da; 1970’li yıllardan sonra, İstanbul’u ziyarete gelen turist gurupları için, alışveriş olanakları, çarşının ana girişindeki modern ve büyük kuruluşlara ait yerlerde sağlanıyor.

Bu konforlu ve büyük mağazalarda: Türkiye’de imal edilen ve ihracatı yapılan, hemen bütün eşyalar satışa sunulmakta. El halıları ve mücevherat; geleneksel Türk sanatının en güzel örneklerini yansıtıyor. Bunlar; kaliteli ve orijin belgeleri ile satılıyor ve dünyanın her tarafına, garantili göndermeler yapılıyor.

Halı ve mücevheratın yanında ise, meşhur Türk işi, gümüşten yapılmış eserler, bakır, bronz, hediyelik ve dekoratif eşyalar, seramik, oniks ve deriden yapılan, üstün kaliteli, Türkiye hatıraları; bunların hepsi gerçekten zengin bir koleksiyon oluşturmakta. Ancak; Kapalıçarşı, bu yeni alışveriş merkezleriyle rekabette zorlanıyor.

Yine de; turist ziyaretleri burayı ayakta tutuyor. Kapalıçarşı; günün her saatinde hareketli ve kalabalıktır. Esnaf; ziyaretçileri, ısrarla kendi mağazalarına çağırır. Çarşının günlük ziyaretçi sayısı; zaman zaman 500 bini geçiyor.

Yine de; günümüzde, buranın en büyük sıkıntısı, biraz öncede söylediğim gibi; ziyaretçileri kendi mağazalarına çağıran, çeken, sürükleyen yani “hanutçuluk” yapan esnaf veya ayakçıları.

Aslında; buranın bu sistemini biliyor ve gerçekten bu uygulama nedeniyle, özellikle turistler adına, ülkemizden utanıyordum. Düşünün; biri bir kolunuzdan, diğeri öbür kolunuzdan tutup çekiştiren, önünüzde bir şeyler mırıldanın, arkanızda bir şeyler satmaya çalışan insanlar. Bunlar hoş olmayan görüntüler.

Polis desteğiyle, bunların çözüldüğünü duydum. Diğer yandan; Fas’a yaptığım ziyarette; bu uygulamaların çok daha kötüsünü, orada da gördüm. Yani; bu tür uygulamalar aslında, gelişmiş ülkeler dışında her yerde var.

Ama hoş değil. Keşke; insanlar, kendi beğeni ve tercihlerine göre, alışveriş yapacakları yerleri seçebilseler.

İstanbul Kapalı Çarşı

Alışverişi burada daha etkin kılmak elbette mümkün. Bu hanutçuluk olayının kaldırılması şart. Bunun yanında; kredi kartı ile alışveriş olanaklarının yaygınlaştığını görmek güzel. Ayrıca; bir banka şubesinin, Cumartesi günleri de, burada özel bir izinle açık bulundurulması, güzel uygulama.

İnsanlar; bir şeyler elde etmek istiyorlarsa, elbette gelen ziyaretçiler için uygun şartlar yaratmak zorundalar. Bu arada; biliyor musunuz, Kapalıçarşı da, büyük bir tuvalet sıkıntısı da maalesef var. Tek kelim ile durumu belirtmek gerekirse, burada, 50 bin kişiye, bir tuvalet düşüyor. Peki; buradaki esnaf, niye bu konuda önlem almaz?

Bu arada; Kapalıçarşı’da; Cuma günleri, namaz saatlerinde; dükkanlar kapalı. Ayrıca; Pazar günleri de çarşı tamamen kapalı. Özellikle: Cuma günleri, namaz saatinde; camiye sığmayan esnaf, çarşı sokaklarına taşıyor. Ama hem namaz kılmayan esnaf ve hem de alışveriş yapmak için dolaşanlar, cemaati rahatsız etmemek için azami dikkat gösteriyorlar.

GEZİ PLANI

İlk girişi: Beyazıt meydanındaki kapıdan yapmanızı öneriyorum. Bu kapının üstünde: “El-kasip Habibullah” kitabesi ve Sultan II. Abdülhamid’in tuğrasını göreceksiniz.

Karşınıza ilk olarak: kuyumcuların bulunduğu, Kalpakçılar Caddesi çıkar. Çarşının en geniş ve en ferah caddesi, ama yine de adım atacak yer olmadığını görüp şaşıracaksınız. Çarşının içlerine dalmak için; 50 m. sonra, çeşmenin bulunduğu yerden, sola dönün. Sipahiler Caddesi. Biraz ileride, ünlü “Şark Kahvesi” var.

Turistler, közde pişen Türk kahvesini yudumluyorlar. Sizde, girin ve aynı keyfi tadın. Dükkanların önündeki gençler; müşteri avında. Bazıları; turistini ele geçirmiş ve mağazaya sokmaya çalışıyor. Ama; unutulmaması gereken tek şey, burada sıkı pazarlıkların hakim olduğu. Yani; yerlisi de yabancısı da pazarlık yapmadan alışveriş yapmaması gerektiğini iyi biliyor.

Yağcılar caddesine doğru yürüyün. Kapalıçarşı gerçekten çok büyük ve nispeten karışık bir yapıda. Çünkü: tarihi süreç içinde, sürekli olarak yeni yapılaşmalar olmuş. Başlıca caddesi: doğu-batı yönündeki Kalpakçılar caddesi. Ayrıca: güney-kuzey yönündeki Yağlıkçılar caddesi var.

Büyük olasılıkla kaybolacaksınız, ancak girdiğiniz kapıyı veya çıkmak istediğiniz kapıyı daha önce bellerseniz, bu kapıları sora sora istediğiniz yere ulaşmanız mümkün, çünkü insanlar size yol göstermek için, gerekli yardımı seve seve yapacaklardır.

KAPALI ÇARŞIDA; NE YENİR, NE İÇİLİR, NE SATIN ALINIR, HEDİYELİK EŞYA ALIŞVERİŞ

Bu arada: Kapalıçarşı Esnaflar Derneğinin altında, kuzine sobada yemek yapan ve çok sevilen: Can Restoranda Osmanlı yemekleri yiyebilirsiniz. Şark Kahvesinde; odun ateşinde pişen Türk kahvesi içebilir veya kahve sevmeseniz; bitki çaylarını yudumlayarak, yorgunluk atabilirsiniz.

Çakırağa Caminin biraz ilerisindeki “İgus” tan, eşiniz için bir şal veya eşarp satın alabilirsiniz. Çarşıya göre, fiyatları uygun ve çeşitleri bol. Yağlıkçılar caddesindeki Cebeci Handa; alem ustalarını ziyaret edebilirsiniz.

Hacı Hasan Sokak da ki Antica Murrinaya uğrayabilirsiniz. Murrina; geleneksel İtalyan cam sanatının adı. En güzel el işi cam örneklerini burada görebilirsiniz.

İstanbul günlük gezi planı hakkındaki yazım için. 

İstanbul Eminönü tanıtımı ve gezilecek yerler,

İstanbul Beyazıt meydanı tanıtımı ve gezilecek yerler hakkındaki yazım için. 

İstanbul Kumkapı

İstanbul Kumkapı

 

Evet, İstanbul’da bulunduğunuz yerden, herhangi bir vasıta ile; Galata Köprüsünün ayağının hemen dibindeki, Eminönü Meydanı’na bir şekilde gelmeniz gerekli. Gezimize buradan başlayacağız.

Gezimizdeki ilk durak. Eminönü Meydanı. Meydan çok hareketli. Meydanın bir yanında; Yenicami, tüm ihtişamı ile duruyor. Öbür yanında ise; çiçek pazarı, tüm canlılığını koruyor. Bu görüntüleri tamamlayan, güvercinler de eksik değil. Çiçek pazarı: mevsim çiçeklerine meraklı tüm insanların ve hatta turistlerin, bir şey almasalar bile, önemli bir uğrak yeri.

Bu pazarın ilginç köşelerinden biri de; canlı hayvan satıcılarının bulunduğu yer. Papağanlar, muhabbet kuşları, balıklar, keklikler, paçalı tavuklar, tavşanlar, yavru köpekler, evet hepsi, yeni sahiplerini bekliyor.

Çiçek pazarının diğer renkli simalarının arasında; niyet tavşanlarını da saymadan olmaz. Tavşanın ağzı ile seçtiği niyeti okuduğunuzda, belki, gerçekten geleceğiniz ile ilgili önemli ipuçları yakalayabilirsiniz.

Evet, tüm bunları yani meydanı bir süre gezin. Ortamı teneffüs edin. Sonra, sıra da: Yenicami.

İstanbul Kumkapı Yenicami

Günümüzde: Eminönü’nün tartışmasız en güzel yapısı. Ayrıca; deniz kıyılarındaki sultan camilerinin en görkemlisi olarak, İstanbul silüetini tamamlar.

YENİCAMİ

İstanbul Kumkapı;  girmeden önce; Eminönü Meydanının vazgeçilmezleri olan güvercinleri görmelisiniz. Her tarafta, her yerde, gökte, pencerede, elektrik kablolarında, minarelerde, kubbelerde; aklınıza gelebilecek her yerde tünemiş durumdalar. Kuşlara yem atarak hem kuşları, hem de yemden gelir elde eden görme özürlü vatandaşlarımızı sevindirin.

Evet; meydanda tüm ihtişamı ile duran bu cami: Yenicami veya Valide Sultan cami olarak isimlendirilmiş. Caminin bulunduğu yer; eski İstanbul’un “Yahudhane” evlerinin bulunduğu yer. Bu evler yıkılarak cami inşa edilmiş. Ancak; Safiye Sultan, buradan çıkartılan ve geneli Balat semtine gönderilen hiçbir Yahudi vatandaşı mağdur etmemiş ve istimlak bedelleri eksiksiz ve hatta fazlası ile kendilerine ödenmiş. Bu arada, caminin temeli de ilginçtir.

Yarı bataklık ve yumuşak bir zeminde inşa edilen caminin temelleri için: uçlarına demir başlıklar geçirilmiş, sert tahta kazıklar kullanılmış. Zemini; deniz seviyesinden biraz daha yukarıda tutarak, bileşik kaplar prensibinin gazabına uğramasının önüne geçilmeye çalışılmış.
Evet, inşaat: 1597 yılında başlamış. Mimar: Davut Ağa. İnşaatı yaptıran ise; Sultan 3. Murat’ın eşi Safiye Sultan. Cami; Bizans döneminden kalma ilk İstanbul surlarının kalıntılarından birine dayanır. Daha doğrusu; caminin yanındaki “Hünkar Kasrı”; adı geçen sur parçasına yaslanır.

İnşaat sürerken; bir süre sonra 3.Murat vefat eder ve 1.Ahmet tahta geçerek, yeni Sultan olur. Eski Osmanlı Saray gelenekleri gereğince, bir önceki padişahın validesi ve eşi, Beyazıt’taki eski saraya gönderilir. Bu arada, caminin inşaatı sekteye uğrar. Kubbeyi taşıyacak olan kemerlere kadar yükselmiş olan inşaat, böylece, virane ve yarım bir halde beklemeye başlar.

Yeni Sultan 1.Ahmet; bu camiyi devam ettirmek yerine, Ayasofya’nın karşısına yeni bir cami yaptırmaya başlar. Halk arasında; yarım kalan caminin adı “Zulmiye”ye çıkar yani “cami kalıntısı”. Derken, takip eden dönemde Sultan olan, 4.Mehmet’in validesi Turhan Hatice Sultan tarafından, bizzat parası kendi tarafından karşılanarak, 1661 yılında, yarım kalmış caminin inşaatına yeniden başlanır. Bu kez mimar: Mustafa Ağa’dır.

Kubbe; bu camiye özgü bir özellikle, piramidi andırır şekilde yükselmekte. Sağda ve solda, üçer şerefeli, iki minare var. Kare planlı olarak yapılmış. Merdivenlerle, üç kapıdan giriliyor. Merkezi kubbe: çinilerle süslü, dört fil ayağına ve dört kemere oturuyor. Bu merkezi kubbeyi, dört yarım kubbe destekliyor. Köşelerdeki dört kubbe ile birlikte, toplam 66 kubbe bulunmakta. Mihrabı ve minberi: beyaz mermerden. Mihrabın solunda; değerli taşlarla süslü, mozaik bir tablo var.

Sonuçta: 1663 yılında, bir cuma namazı ile birlikte caminin açılışı yapılır. İsmi ise; külleri üzerinden yeniden doğan bir yapıya atfen verilmiş.
Yani; bu nefis yapı: yapımı boyunca, 3 mimar ve birkaç padişah görmüş. Yapımı en uzun süren cami rekorunu elinde bulunduruyor. Bir İstanbul caminin inşaatı, normal şartlarda 2-7 yıl sürerken, Yenicami’nin inşaatı tam 66 yıl sürmüş.

Evet, Yenicami’nin hemen arkasında; camiye gelir sağlamak için inşa edilen bir çarşı var. Mısır çarşısı.

İstanbul Kumkapı Mısır Çarşısı

MISIR ÇARŞISI

İstanbul Kumkapı; İstanbul’un ikinci büyük Kapalıçarşısı.

17’nci yüzyıldan bu yana varlığını sürdürmekte. Şehrin; en tanınan ve en büyük baharat çarşısı. Bu çarşı yapılmadan önce, burada, Bizans döneminde; bir kapalı çarşı bulunuyormuş ve semtte Yahudiler yaşıyormuş. Çarşının yapılması için; buradaki Yahudiler, istimlak bedeli ödenerek Balat semtine gönderilmişler.

Sultan 4.Mehmet’in annesi Hatice Turhan Sultan tarafından, Yenicami’ye gelir getirmesi için yaptırılmış. 1597 yılında başlanan inşaat, 1660 yılında tamamlanmış. Mimar: Mustafa Ağa.

İlk zamanlarda; Valide Çarşısı veya “Yeni çarşı” olarak da isimlendirilmiş. Ancak: Mısır’dan getirilen malların satıldığı bir yer olması nedeniyle, 18’nci yüzyılın ortalarından itibaren , “Mısır Çarşısı ” olarak isimlendirilmeye başlanmış.

Çarşının yaşadığı tarihi süreçte; en önemli olaylar: yangınlar. 1691 yılı yangını; 24 saat sürmüş ve tek bir eşya bile kurtarılamamış. 1940 yılında da, büyük bir yangın söz konusu. Önemli hasar görmüş ve eski görünümü tamamen kaybolmuş.
Bunun üzerine, 1940 ve 1943 yıllarında restorasyon çalışmaları görülür. Bu restorasyon çalışmaları sonucu, tarihsel görüntüsünü kaybeden çarşı bugünkü şeklini alır.

Çarşının kubbesi; Kapalıçarşı’ya oranla daha yüksek. Yapılış planı “L” biçimli. Yapımında. kesme taş, tuğla ve moloz taş kullanılmış. Bugün; bazıları kullanılmayan, 6 kapısı var. Bugün kullanılan girişler ise karşılıklı. Tıpkı Kapalıçarşı’da olduğu gibi, Mısır çarşısında da, 2 ana giriş kapısı var. Bu kapılar; Eminönü ve Sultanhamam arasında bağlantı kuruyorlar. Yan kapılar ise; Yenicami, Tahtakale, Yemiş iskelesi ve Süpürgecilere çıkış veriyor.

Hücreler; simetrik ve düzgün, üstü kapalı sokağa bakıyor. Uzun kolda; karşılıklı olarak 23 erden, 46 ve kısa kolda ise; 18 erden, 36 tane; eyvan ve dükkan var. Toplam dükkan sayısı: 88. Dışarıda ise, 17 dükkan daha var. Hepsinin toplamı: 105 dükkan.
Mısır çarşısında bulunan; baharatçı ve aktarların yanı sıra; meze, kuru yemiş, baharat, çiçek tohumları, nadir bitki kökleri ve kabukları, zeytin ve peynir, şifalı ot, bitki, kurutulmuş meyve, pestil, el sanatları ve giyim eşyası satan esnaf bulmakta mümkün.

Burada, son yıllarda çarşı içinde kuyumcu dükkanları da açılmış. Bu yeni dükkanlar; aslında çarşının tarihi dokusuna ve temel özelliğine pek uygun değil. Ama sonuçta; daha önce de söylediğim gibi, tarih boyunca her derde deva olmuş; kurutulmuş bitkilerin, çeşit çeşit otların ve yüzerce tür baharatın buluştuğu dev bir pazar burası.

Buradan ne satın alınır? Evde değirmende çekip, kokusu kaçmadan kullanmak isteyenler için tane karabiber, yemeklere lezzet veren safran bitkisi ve damla sakızı. Bu damla sakızlarını, buzdolabının soğuk bölümünde bekletebilir ve gerektiğinde döverek kullanabilirsiniz.

Özellikle; muhallebilere karıştırabilirsiniz. Suya atıp bekletirseniz, içme suyunuzun, mis gibi sakız aromalı olduğunu görürsünüz. Yine de, buradan alışveriş düşünüyorsanız, bir şeyi hatırlatmakta yarar var, gezi sırasında yanınızda ağırlık olmaması sanırım lehinize olur.

Evet, İki kolun birleşme bölümünün orta kısmı ise; çarşının dua meydanı. Burada; asma bir ezan yeri yapılmış.

Mısır çarşısının o güzel atmosferini içinize çekerek ve baharat kokularını hissederek yürüyün, vitrinlere bakın, zaman ayırın bir kahve için, gül lokumu deneyin. Özellikle; yabancı turistler buraya uğramadan edemiyorlar, siz de mutlaka zaman ayırın. Dikkat, burası pazar günleri kapalı.

Evet, Mısır çarşısını gezdik ve çıktık. Külliyenin hemen yanında, avlunun doğu ucunda bir türbe var.

 

HATİCE TURHAN SULTAN TÜRBESİ


İstanbul Kumkapı: Bu türbenin bir özelliği var. İçinde; beş padişah gömülü. Çok sayıda hanedan mensubu ile Osmanlı sülalesinin en büyük kabristanı. Türbenin kubbesinin çapı; 15 metreden fazla. Yapım yılı; Yenicami ile aynı dönem.

İstanbul Kumkapı Hidayet Camii

Türbenin önünden, Bankalar Caddesine doğru yürüyün. Köşede; Yenicami külliyesinden kalan “Sebil” karşınıza çıkacak. Aynı hizada, aynı köşede: Hidayet Camini göreceksiniz.

HİDAYET CAMİİ

Eminönü’n de iki büyük bina arasında sıkışmış, arada kalmış bir yapı.
Arapça da “hidayet” sözcüğü; Türkçe de “Yol gösterme, doğru yolu arama, doğru yola girme ” gibi anlamların karşılığı. Osmanlı döneminde; burada balıkçılar yaşarmış. Sultan 2.Mahmut bizzat gelip burayı gördüğünde, balıkçıların barınaklarını yıktırıp, yerine, ahşap bir cami yaptırır. Sanırım; balıkçıların yaşam şeklini beğenmez ve doğru yolu bulmaları adına, bu camiyi yaptırır.

Caminin ismini de “hidayet” koyar. Büyük ihtimalle; balıkçıların, doğru yoldan çıktıklarını düşünmüş olsa gerek. Aslında; Padişahın, sarayından çıkıp, balıkçı barınaklarını gezmesi, durumu yerinde incelemesi ve ondan sonra, “buraya bir cami yapıla” demesi, gerçekten ilginç bir durum. Zamanın; yönetim anlayışının ifadesi açısından ilginç.

Sonuçta; 1813 yılında, Padişah 2.Mahmut döneminde, buraya ahşap bir cami yaptırılır. Ancak, bu ilk yapılan ahşap caminin günümüze kadar gelen tek unsuru; avluya giriş kapısı.

Ahşap caminin yerine; 1887 yılında, Sultan Abdülhamit tarafından, bugünkü cami yaptırılır. 19’ncu yüzyılın, oryantalist üslüplu bir yapısı. Mimarı: Alexandre Vallaury. Mimar: Vallaury; İstanbul’da doğmuş, Fransız asıllı. İstanbul’da pek çok eser yapmış ve Osman Hamdi Bey tarafından ” Mimar-i Şehir” olarak tanımlanmış bir sanatçı.

Cami; yoldan yani avludan 3 m. yukarıda. Merdivenle çıkılıyor. Basamaklar, kısacık minarenin yanından kıvrılıyor. Giriş sahanlığı, sonradan, camekanla kapatılmış. Son cemaat yeri: ahşap ağırlıklı, küçük ve düz tavanlı. Buradan; ana mekana geçiliyor. Ana mekan: kare planlı. Yüksek bir tavan var.

Tepede; bir tek kubbe. Osmanlı camilerinde alışılmadık tarzda; sivri bir kubbe var. Kubbenin alt kenarlarında ise, pencereler dizili. Ama; asıl iki büyük pencere, karşılıklı iki duvarda. Vitraylarla süslenmiş pencerelerin üste doğru kıvrılarak sivrilen şekilleri ilginizi çekecektir.

Caminin iç süslemeleri; kalem işi. Çini kullanılmamış. Çiniler; alt kattaki camide. Aslında; bunu derken, bir gerçek ortaya çıkıyor. Hidayet cami; bir bakıma iki cami gibi. Cami; zeminden yüksekte inşa edildiği için, zaman içinde, alttaki boşluk, iş yerlerine dönüşmüş. Bir bankanın deposu olmuş, nakliyeciler büro açmışlar. Ancak; 1992 yılında, alt kat boşaltılmış ve camiye çevrilmiş.

Gerekçe: tarihi camide, cuma namazlarında yer kalmaması. Ancak, bugün cuma namazı dışında, bütün namazlar, alt kattaki cami de kılınıyor, tarihi cami ise, yalnızca cuma dan cumaya açılıyormuş. Belki de iyi oluyor çünkü kullanım halinde onarım gerekecek. 1999 depreminden sonra çatlayan duvarları görmek mümkün.

Buradan; Ankara Caddesine çıkın. Karşınıza: Sirkeci Garı çıkıyor.

İstanbul Kumkapı Sirkeci Garı

     

İstanbul Kumkapı Sirkeci Garı


SİRKECİ GARI


İstanbul’u demir yolu ile Avrupa’ya bağlayan yer olması nedeniyle önem taşır. Ayrıca: ünlü Orient-Expres’in son durağıdır.

Evet, şimdi, buranın yapılışını inceleyelim. Sirkeci Garının temeli, 1888 yılında atılır. 1890 yılında ise, inşaatı bitirilerek hizmete açılır. Mimarı: Alman A. Jasmund. Jasmund; Padişah 2.Abdülhamit’in güvenini kazanarak, Sarayın baş mimarı olur. Gar ile ilgili projeyi hazırlarken: İstanbul’un konumunu değerlendirir. Yani: batı ile doğunun birleşme noktası. Bu nedenle; binanın, oryantalist üslupla yapılmasını düşünür.

Aynı yapıda; gerek bölgesel ve gerekse ulusal biçimsel kalıplara yer verilmesi gerektiğini düşünür. Bu düşüncelerini yansıtmak için: cephede, tuğla bantlar kullanır. Pencereler sivri kemerli olur. Ortada ise, Selçuklu dönemi taş kapılarını anımsatan, geniş bir giriş kapısı yapar. Vitraylar, bu üslubu tamamlar.

Binanın kaidesi granitten, cephesi ise mermerden ve İtalya-Marsilya’dan getirilen taşlarla yapılır. Bekleme salonuna; Avusturya’dan getirilmiş büyük çini sobalar konur. Binanın aydınlatması için; çeşitli yerlere, 300 hava gazı feneri yerleştirilir. Orta girişin, iki yanında; iki saat kulesi yapılır. Bu iki kule arasında: orta salon, bekleme salonları ve yönetim odaları bulunur.


Buranın bir başka özelliği ise şu: Yedikule’de yapımına başlanan demir yolu, Yenikapı’ya geldiği zaman, hattın, Sarayburnu’na kadar uzanan Topkapı Sarayı bahçesinden geçirilmesi konusu, uzun tartışmalara neden olur. Ancak, Padişah Abdülaziz’in izniyle, hat Sirkeci’ye ulaştırılır.

Sirkeci’ye ulaşan demir yollarının yapımında, istimlak amacıyla, tarihi değerine paha biçilemeyen Bizans ve Osmanlı Saray ve Köşkleri yıkılır, sahil özelliğini tamamen yitirir. Yapıldığı zamanlar denize çok yakın olan Sirkeci Garı zamanla denizden uzaklaşır.

Ne zaman tarihi geçmişimize, tarihi eserlere sahip çıktık ki? Tarihi eserler, birçok insanımız tarafından, çoğu zaman, yalnızca birer taş parçası olmaktan öteye gidemedi.


Evet, biz yine binaya gelelim. Binanın saat kulesi cephesinde ise; büyük bir lokanta bulunur. Lokantaya; uzun mermer merdivenlerle çıkılır. Adını Orient-Expres’den alan tarihi lokantasında yemek yiyebilir, kafesinde oturup bir şeyler içebilirsiniz.

Buranın projesi: Orta Avrupa’daki birçok tren istasyonuna esin kaynağı olur.
Bu arada; Sirkeci Gar’ı içinde, bir müze var. İstanbul Demir yolları Müzesi. 145 metre karelik bir alanda hizmet veriyor.

2005 yılında açılan bu müzede; demir yolu tarihimiz ile ilgili objeler var ve giriş ücretsiz. Toplam: 300 adet eser sergileniyor. Evet; Sirkeci Garının karşısına geçip, binayı inceleyin. Zaman ayırabilirseniz; içine girin, tarihi lokantayı ve demir yolu müzesini gezin.

Devam ediyoruz. Buradan; Mimar Kemal Caddesine ilerleyin. Hemen karşısına tarihi Sansaryan Han çıkacak.

SANSARYAN HAN


Doğubank olarak bilinen elektronikçilerin bulunduğu sıradaki han. 1895 yılında yapılmış. Sütunlu pencereleriyle hemen dikkati çeken bir yapı. Mimarı: Bulgar kilisesini de projelendiren Ermeni Mimar Hovsep Aznavor. Mükemmele yakın, eski tarz bir asansörü var.

Bina; 1944 yılından, 1980’lere kadar, Gayrettepe’deki yeni bina yapılmadan önce, İstanbul Emniyet Müdürlüğü tarafından kullanılmış. Bir süre de, pasaport şubesi olarak kullanılmış. O yıllarda; bir kısım insanımızın burada yaşanan kötü anıları, hatıraları olduğu sıkça gündeme getirilen bir gerçek. Bugün, bu bina; Eminönü Adliyesi, hukuk-iş mahkemelerinin bulunduğu bir yer olarak kullanılıyor.

Yola devam ediyoruz. Buradan; daha önce gördüğümüz, Yenicami külliyesinden kalma Sebilden başlayan; Hamidiye caddesine geliyoruz. Karşı köşede: Padişah 1. Abdülhamit’e ait külliyeden kalan Abdülhamit Türbesi ve Medresesini göreceksiniz. Türbenin karşısındaki büyük yapı: Vakıf Han.

İstanbul Kumkapı Abdülhamit Türbesi

    

İstanbul Kumkapı Abdülhamit Türbesi


ABDÜLHAMİT TÜRBESİ


Abdülhamit külliyesinin bir parçası da bu türbe. Külliye; 1776-1777 yıllarında, Padişah 1.Abdülhamit tarafından yaptırılmış. Külliyeden günümüze ise, yalnızca bu türbe kalmış. Külliyenin Sebili ise; günümüzde, Gülhane Parkı karşısına taşınmış.

Türbe; mermer işçiliği yönünden son derece muntazam ve barok üslupta yapılmış. Köşeleri: yuvarlatılmış kare planlı. Tümü ile mermerden yapılmış. Önünde, avlusu var. Dış avlu kapısı üzerinde: sülüs yazı ile ayetler işlenmiş. Bu avludan: üç gözlü bir revak ile türbeye giriliyor.

Türbenin giriş kapısı üzerinde de; yine ayetler yazılı. Dıştan; iki katlı görünümdeki bu türbenin katları; birbirinden düz kornişli bir silme ile ayrılmış. Türbe; 26 pencere ile aydınlatılmış. İçerisi, kalem işleri ile süslenmiş.

Türbe içinde; 1918 yılında, 77 yaşında hastalanarak vefat eden, Padişah Abdülhamit gömülmüş. Ayrıca: şehzadeler ve Sultan yakınları da gömülü.
Buranın en büyük özelliği: kuzey duvarının ortasında, Peygamberimizin ayak izlerini kapsayan mermer bir pano bulunması.

İstanbul Kumkapı Vakıf Han
İstanbul Kumkapı Vakıf Han    

 

VAKIF HAN

Binanın, kesin yapım tarihini saptamak mümkün olmamış. Çünkü, üzerinde tarih yazıtı bulunamamış. Muhtemelen, 1918 yılında bitirildiği düşünülüyor. Milli mimarlık akımı temsilcilerinden, mimar Kemalettin Bey’in eseri.

Bodrumla birlikte 7 katlı. Duvarları kesme taştan, döşemeleri çelik kirişleme sistemiyle yapılmış. Üzeri : kiremit kaplı ve ahşap bir çatı ile örtülmüş. Kare planlı. Zemin katı; tek bir kiralık mekan olarak düzenlenmiş.

Üst katlarda ise; merdiven kovasını çevreleyen koridorun üzerine dizili; 10 adet büro ve koridor uçlarına yerleştirilen birer tuvalet yapılmış. Yapının cephesi; klasik Osmanlı mimarlığından esinlenen ögelerle bezenmiş.

İşgal yıllarında; Fransız askerleri tarafından karargah binası olarak kullanılmış. Daha sonraki yıllarda ise; İstanbul Menkul Kıymetler Borsası olarak kullanılırken, yeni binaya geçilince, Adliye’ye devredilmiş. Sonraki süreçte; Adliye tarafından da boşaltılan bina, uzun yıllar; bölgede yaşayan tinerci ve madde bağımlılarının mekanı olmuş.

2006 yılında restore edilerek, beş yıldızlı otel haline getirilmiş.

Evet, yürümeye devam ediyoruz. Türbenin yanındaki Vedat Bey Sokağından ilerliyoruz. Karşımıza: Büyük Postane çıkıyor. İstanbullu veya İstanbul’da yaşayanların, burada mutlaka anıları vardır. Bir zamanlar; yaşamımızın küçük bir bölümünde dahi olsa, mutlaka buraya uğramışızdır.

İstanbul Kumkapı Büyük Postane Binası

BÜYÜK POSTANE BİNASI

Türkiye’nin en büyük postane binası. Yapımına, 1905 yılında başlanır ve 1909 yılında tamamlanır. Mimarı: Vedat Tek. 4 katlı olan binanın girişi, basamaklarla yükseltilmiş. Ön cephesinin her iki köşesi de öne çıkarılmış, yükseltilmiş ve üzeri kubbe ile kapatılmış.

Binanın içinde; 3 kat boyunca yükselen, dikdörtgen bir orta mekan var. Bunu; odalar çevrelemiş. Burada; 1927-1936 yılları arasında, İstanbul radyosu da hizmet vermiş.

Günümüzde; İstanbul PTT Başmüdürlüğü olarak hizmet vermekte. Giriş katında; tam teşekküllü bir postane şubesi bulunuyor. Ayrıca: bina içinde, bir de “Pul Müzesi” var. Bugüne kadar, ülkemizde çıkarılan pulları, burada görmek mümkün. Filatelistlerin ilgi odağı olan bir pul müzesi.

Büyük postanenin hemen önündeki caddeden, kuzeye doğru yürüdüğünüzde, Ankara caddesi var. Buraya varınca, sağa doğru ilerleyin, bir süre sonra: İstanbul Vilayet Binasını göreceksiniz. Yola devam edin, sağda; İran Başkonsolosluğu binası var.

İRAN BAŞKONSOLOSLUĞU BİNASI

Güzel bir yapı. Bu binanın en önemli özelliği: tarihi yarımadadaki, tek konsolosluk binası olması. Çünkü; Osmanlılar, Müslüman olmayan ülkelerin, tarihi yarımada da, elçilik açmalarına izin vermiyorlardı.

Gayrimüslim ülkelerin bütün konsoloslukları, Beyoğlu’nda idi.

Evet, bu bina; 1980’lu yıllarda İstanbul’a gelen ve İstanbul mimarisini değiştiren İsviçreli-İtalyan Fossetti kardeşler tarafından yapılmış. İçeriye ayakkabı ile girilemeyen ve kadınların başörtüsü ile girmesi gereken tek konsolosluk.

Özellikle; çeşitli günlerde (aşure günü gibi) içeride, herhangi bir yerde, namaz kılan insanlar görmek mümkün. Bina; İslam devriminden önce yapıldığı için, bariz olarak fars etkisi görülmekte. Güzel aslan heykelleriyle süslü.

Buradan; Türkocağı Caddesine girin. Karşınıza; İstanbul Erkek Lisesi çıkacak.

İstanbul Kumkapı İstanbul Erkek Lisesi

İSTANBUL ERKEK LİSESİ

İstanbul Erkek Lisesi; 1884 yılında kurulmuş bir devlet okulu. Geçmişte, Osmanlı devletinin Batılı tarzdaki ilk eğitim kurumu. 1933 yılından sonra ise, eğitim, bugün bulunulan bu binada sürdürülüyor.

Ama, bugünkü bina; daha önceleri, bir süre “Duyun-u Umumiye” (Osmanlı Devleti Genel Borçlar Kurumu) Binası olarak da kullanılmış. Bina; saçaklı balkonlu girişiyle dikkati çekiyor. Konumu itibarı ile; eşsiz boğaz ve haliç manzarasına sahip.

Evet, yürümeye devam ediyoruz. Az ileride, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin bir dönem genel merkezi olarak kullanılmış ve günümüzde Cumhuriyet Gazetesi Arşivi olarak kullanılan bina görünecek.

Tekrar geri dönüyoruz. Kazım İsmail Gürkan caddesine giriyoruz. Burada karşımıza; Cağaloğlu Hamamı çıkıyor. Cağaloğlu’nda, Yerebatan caddesinin sağ yanında.

İstanbul Kumkapı Cağaloğlu Hamanı

CAĞALOĞLU HAMAMI


Ayasofya camine gelir sağlamak amacı ile, Padişah 1.Mahmut tarafından, 1741 yılında yaptırılmış. Mimarı ise bilinmiyor. Yapının içinde; barok üslup kullanılmış.

Ayrıca; klasik Osmanlı hamam mimarisinde bulunmayan, yenilikler de var. Ayrıca; Padişah 3.Mustafa tarafından, şehirde baş gösteren su ve odun sıkıntısı üzerine, büyük hamam yapımı yasaklanmadan önce yapılan son hamam olması da özellik.

Kadınlar ve erkekleri için, ayrı kısımları olan çifte bir hamam.

Erkek bölümünde; büyük bir kubbe ile örtülü soyunmalıktan, küçük bir kubbe ve yedi tonozla örtülü soğukluğa geçiliyor. Sıcaklık da, sekiz mermer sütunu bağlayan kemerlere oturan, büyük bir kubbe ile örtülü. Ortada, büyük bir göbek taşı var. Köşelerde, kubbeli halvet hücreleri bulunmakta.

Üç asırlık tarihi hamam, günümüzde faaliyetini sürdürmekte. Hamamın ortasındaki mermerli havuz çevresinde; kafe-bar olarak hizmet veren bir mekan mevcut. Gruplar için, açık büfeli organizasyonlar düzenleniyor. Zamanınız var mı bilmiyorum?

Ama söylenen şu ki; “Buraya girip te yıkanmayan insanlar, yıkandıklarını sanmasınlar ” şeklinde bir söz söylenmekte.

Gezimize devam ediyoruz. Soldaki: Alay Köşkü caddesinde: Beşir Ağa Camini göreceksiniz. Eski İstanbul Emniyet Müdürlüğü binasının hemen karşısında. Arkasında ise, Ayasofya var. Köşede sebili var.

BEŞİR AĞA CAMİ

Beşir Ağa; 1707 yılında, Osmanlı Sarayında, saray hazinedarı olarak görev yapar. Takip eden dönemlerde ise, Osmanlı saraylarında, 30 yıl boyunca: Darüssaade Ağasıdır. Bu sırada; İstanbul’un birçok yerinde: çeşmeler ve hayratlar yaptırır.

Babıali yakınlarında yaptırdığı cami yanındaki kütüphanede 1368 ve Eyüp semtindeki kütüphanesinde ise 219 cilt kitap bulunmaktadır. Bu kitaplar, bugün ayrılan bir bölümde muhafaza edilmektedir. 

Beşir Ağanın ilk kurulan matbaada da önemli bir rolü olduğu görülür. Şöyle ki, ilk kağıt fabrikası, Yalova’da, Beşir Ağa’nın çiftliği arazisine kurulur. Çiftliğin, bu iş için tahsisinden sonra, fabrika kurulur ve 1746 yılında, Beşir Ağa vefat eder. Eyüp Sultan’daki Türbesine gömülür.

Evet; Beşir Ağa bu. Camiye gelince. Cami, ilginç bir kubbeye sahip. Bizans tarzı gibi görünen bir kubbe. Kubbe gövdesinde, pencereler var. Bu da yabancı bir üsluptan söz etmemize neden oluyor. Burada, 12 hücreden oluşan bir tekke yapısı var.

Bu hücrelerde; önceki dönemlerde kapatılan siyasi partilerin eşyaları depolanmış. Uzun yıllardan beri ise; burada, Batı Trakya Türkleri Derneği olarak hizmet yürütülüyor. Medrese ise, Milli Eğitim İl Müdürlüğünün deposu olarak kullanılıyor. Caminin altında, 11 dükkan var.

İstanbul Kumkapı Alay Köşkü

ALAY KÖŞKÜ

Topkapı Sarayının dış suru üzerinde, padişahların geçit yapan asker alaylarını ve İstanbul halkını seyretmek için yaptırdıkları bir köşk. Askerlerin ve halkın, padişahı selamlama fırsatı bulmalarından dolayı, köşke “Selam Köşkü” de denilmekte. Burası; sarayın şehirle doğrudan doğruya temas eden tek parçası. En hareketli cadde üzerinde bulunuyor.

Bazı tarihi olaylara da sahne olmuş bir mekan. En önemli olay ise: Vaka-ı Vakvakiye’dir. Çınar ağacı vakası olarak da bilinen bu olay: hazine buhranından sonra, sikkelerin bakır miktarının arttırılması ve buna isyan eden isyancılar ile, Padişah 4.Mehmet’in, Alay Köşkünde karşılıklı görüşmeleri idi.

Evet, bugün köşkün bulunduğu yerde; 16’ncı yüzyılda, ahşap bir köşk bulunuyordu. Köşkün bugünkü binası, Padişah 2.Mahmut tarafından yaptırılmış. Yapım yılı olarak; 1819-1820 yılları arası tahmin ediliyor. Mimarının ise, kesin olmamakla birlikte; Kirkor Amira Balyan olduğu sanılıyor.

Gülhane Parkının içinden, geniş bir rampa ile çıkılan köşk; yuvarlak bir hünkar salonu ve buna ilaveten hizmet binalarından oluşuyor. Ahşap olarak inşa edilmiş. Üstü; tamamen kurşunla örtülmüş. Köşkün; üzeri kabartma süslü 7 cephesi var. Dış cephesi mermer kaplı.

Üstü; üst üste 12 dilimli bir külah ve onun altında bir kubbe ile örtülü. Bu örtü; geniş ve dışarı çıkıntılı saçakları ile yapıya bitişiyor. Padişaha ait yuvarlak esas salon; burcun tam üstüne oturtulmuş. Bir dizi taş konsolla, dışarıya doğru çıkıntı oluşturulmuş. Köşkün; en üst kısmında, sağda dört, solda iki oda var. Taht odasının sağında; biri surlara açılan, iki oda daha var.

Ayrıca; taht odasının önünde; Gülhane Parkına bir rampa ile ulaşılan, genişçe bir sofa ile antre var. İkinci katta ise: iki oda bulunuyor. En alt kat ise, bodrum. Burasının; Gülhane Parkına bakan, 14 penceresi ve kanatlı 2 kapısı bulunuyor.

Pencerelerin kemerleri; hattat İzzet Mollanın yazıları ile süslü. Pencereler, aynı zamanda demir parmaklıklarla süslenmiş. Bir zamanlar, bu demir parmaklıkların altın yaldızlı olduğu söyleniyor.


Dolmabahçe sarayı yapılıp ta, padişahlar burada ikamet etmeye başlayınca, bu köşk işlevini yitirir. Çünkü; aynı olay, Dolmabahçe sarayının yol kıyısında bulunan “Pembe Köşk” ünde sürdürülür. Bu köşk; yakınlarına yaptırılan “Telgrafhane” emrine tahsis edilir.

Daha sonra, Telgrafhanenin de buradan taşınması üzerine, uzun yıllar boş kalır. Cumhuriyetten sonra, çeşitli maksatlar için kullanılır. 1938 yılında, Topkapı Sarayı Müdürlüğüne bağlanan köşk, daha sonra önemli bir onarımdan geçirilmiş.

1960 yılında yapılan tamirat sonucunda, bazı bölümleri kaldırılır.
Sarayın en dış sınırında, bir zamanlar bulunan birçok köşk ve kasırdan, günümüze kalan son eser olması nedeniyle önem taşıyor. Burada günümüzde, Topkapı Müzesine bağışlanan, Kenan Özbel halk sanatları koleksiyonu sergileniyor.

Gezimize devam ediyoruz. Gülhane Parkının girişinin hemen karşısında: Hamidiye Sebili ve arkasında ise Zeynep Sultan Cami var. Gülhane Parkının karşısındaki Çocuk Muhakemelerinin bitişiğindeki cami. Caddenin kenarında büfe olarak kullanılan sebilin hemen yanında, bir bahçe giriş kapısı var. Buradan giriliyor. Arka taraftaki giriş ise, binaların içinden geçilerek sağlanıyor.

İstanbul Kumkapı Zeynep Sultan Camii

ZEYNEP SULTAN CAMİ

1769 yılında, Lale Devri Padişahlarından 3.Ahmet’in kızı, Zeynep Asime Sultan tarafından, mimar Mehmet Tahir Ağa’ya yaptırılmış. İlk bakışta, bir Bizans yapısı izlenimi veriyor. Çünkü: barok tarzda yapılmış ve yapıda kullanılan malzemeler ilginç. Kubbesi değişik, özellikle kubbeye bakın.


Tek şerefeli minaresi var. Bu minarenin taş basamak kenarları açıkta bırakılmış ve farklı bir renk ve desen yaratılmış. Şerefesinde; barok tarzı, bitki bezemeli demir korkuluklar var. Gövde: tuğladan yapılmış. İki yerde; hazire (çevresi çevrili mezarlık) var. Bu hazirelerde; kaderleri farklı biçimlerde gelişen, iki insanın naaşları var.

Bunlardan biri; Alemdar Mustafa Paşa. 1808 yılında ölen Alemdar Mustafa Paşa; Ruscuk’un tanınmış Beylerbeyidir. Padişah 3.Selim’in yenilikçi ve reformcu yönünü beğenir ve onu izler. Padişah 3.Selim; halası Zeynep Asime Sultan’ın kocası Melek Mehmet Paşa’nın kendisine sadrazamlık yaptığı sırada: Nizam-ı Cedit yani yeni orduyu kurar.

Fakat; 4.Mustafa, 1807 yılında, amca oğlunu, 3.Selim’i tahttan indirir ve saraya hapseder. Alemdar, Nizam-ı Cedid askerlerinden oluşan büyük bir ordu ile, İstanbul’a girer. 3.Selim’i yeniden tahta çıkarmak ister, ancak 4.Mustafa, Alemdar’ın İstanbul’a gelmekte olduğunu öğrenince, sarayda bulunan 3.Selim’i öldürtür.

Kardeşi 2. Mahmut’un da, Alemdar’ın tahta çıkarmasından korktuğundan öldürülmesini ister. Ancak, saray mensuplarından bir kısmı, sarayın damına çıkartarak, 2. Mahmut’u gizlerler.

Alemdar, saraya gelip 2. Mahmut’u tahta çıkarır ve kendisi de sadrazam olur. Aslında, bunlar tarihi size tarihi hikaye gibi gelmekte ama, gerçekten ilginizi çekebileceğini düşündüğüm olaylar, özellikle son bağlantı ilginç.

Evet; reformlar devam ettirilir. Bu defa; Sekban-ı Cedid ordusu kurulur. Bu arada; bozulan devlet düzeninin geri sağlanması için; Padişah ile tebaası arasında, Sened-i İttifak isimli antlaşma imzalanır.

Fakat, bu uygulama kısa sürer. Tarihte ilk defa, bir Padişah, yönettikleriyle sözleşme imzalamış ve bu durum Padişah 2.Mahmut’un hiç hoşuna gitmemiştir. O sıralarda, yeniçeriler de kendi gelecekleri açısından rahatsızdırlar. Derken, Alemdar’ın sadrazamlığının dördüncü ayında, yeniçeriler tekrar ayaklanır, Alemdar Mustafa Paşa’nın evini kuşatırlar.

Hatta, konağın çatısına çıkıp, yıkmaya başlarlar. Kurtuluş ümidi olmadığını fark eden Alemdar, konağın barut deposuna iner ve daha fazla yeniçerinin, barut fıçılarının etkinlik alanına girmesini bekledikten sonra, tabancası ile barut fıçılarını ateşler ve kendisiyle birlikte 100 yeniçerinin de ölmesine sebep olur.

Hatta, bu sayıyı 500 ila 800 arasında söyleyen tarihçiler bile bulunmaktadır. Zaten kızgın olan yeniçeriler, büsbütün sinirlenirler. İki gün sonra, yıkıntılar arasında, Alemdar’ın cesedini çıkarırlar. Sürükleyerek Aksaray’daki bir ağaca asarlar. İki gün sonra da, hırslarını alamayıp, Yedikule’de bir kuyuya atarlar.

Bu kargaşa sırasında; Padişah 2.Mahmut da, 4. Mustafa’yı öldürtür ve ilk fırsatta Sened-i İttifak sözleşmesi yok edilir. Yeniçeriler ve Sekbanlar arasındaki bu çatışma sırasında, İstanbul, adeta bir kan gölüne döner. Sokaklar, cesetlerden geçilmez olur. Çıkan yangınlarda, büyük mahalleler, evler, eşyalar kül olur.


1908 yılında, 2’nci Meşrutiyetten sonra, ceset kuyudan çıkarılır. Alemdar’ın adının verildiği cadde üzerinde bulunan Zeynep Asime Sultan caminin haziresine gömülür.

Ölümünün üzerinden tam 100 yıl geçtikten sonra, bu caminin haziresine gömülmüş ve bir kahraman olarak ilan edilmiştir. 4 ay sadrazamlık yapan Alemdar Mustafa Paşa’nın şansı mı, yoksa Zeynep Asime Sultan’ın şansızlığımı bilinmez? Cami haziresi, her iki kabre de, biraz garip ev sahipliği yapıyordu. Birisi; gömülü olduğu yerden çıkarılıp, tekrar toprakla buluşmak için tam 38 yıl bir bodrum katında bekler. Diğeri ise, tam 100 yıl, yani bir asır boyunca atıldığı bir kuyudan çıkarılıp, buraya getirilir.


Aynı gariplik; camiye ait çeşme ve sebilde de var. Atlı tramvay yolu için; ikisi de yıkılmış. Ama; bugün, orada bir çeşme ve sebil var. Evet var. Bunlar, Zeynep Asime Sultan camine ait orijinaller değil.

Onlar; Sirkeci’deki 1.Abdülhamit külliyesine ait çeşme ve sebil. 4.Vakıf Han’ın yapılması sırasında; kabir yıkılıp yeni yerine taşınınca, çeşmesi ve sebili de bu camiye taşınmış ve daha önce burada yapılan vahşi yıkımın sıkıntısı bir nebze de olsa onarılmaya çalışılmış. Ne kadar başarılı olduğunu, gördüğünüzde siz takdir edin? Hikayesi bu.

Caminin bodrumu ise, 1963 yılında restore edilerek, ibadete açılır. Eskiden sebil olarak kullanılan kısım ise; günümüzde Vakıflar tarafından kiraya verilmiş ve büfe olarak işletilmekte.

Evet, yokuştan yukarı doğru yürüyün. Karşınıza; Cafer Ağa Medresesi gelecek. Medrese; Ayasofya Müzesinin arkasındaki Soğukkuyu sokağa bağlı, soğukkuyu çıkmazında bulunuyor. Burada; basık kemerli bir kapıdan giriliyor.

İstanbul Kumkapı Cafer Ağa Medresesi

CAFER AĞA MEDRESESİ

16’ncı yüzyılda, sanatçıları korumasıyla tanınan, devlet adamı Cafer Ağa tarafından, 1559 yılında, Mimar Sinan’a yaptırılır. Mekan; dikdörtgen planlı bir avlu ve onu çevreleyen 16 odadan oluşuyor. O dönemdeki öğrenciler için; bir ders mekanı olarak kullanılır. Yapının dış cephesinde, göze çarpan en önemli özellik ise: bacalar. Zaman içinde değişikliğe uğrayan medresenin bacaları; günümüze kadar gelmeyi başarmış. Kurşunla örtülü olan baca biçimleri, dönemin diğer bacalarından farklı. Bu durum, Osmanlı mimarlık tarihi açısından önem taşıyor.

Cumhuriyet dönemiyle birlikte, medresenin işlevleri sona erer. 1989 yılında, Dışişleri Bakanlığının öncülüğünde, Türk Kültürüne Hizmet Vakfının koruma altına alması ile, bina yeniden onarılır. Restorasyon çalışmalarının ardından, bir sanat merkezi olarak hizmete açılır. Vakfın asıl amacı: Türk kültürünü yaşatmak. Unutulmaya yüz tutmuş, geleneksel Türk el sanatları, yıllardır yeni nesillere öğretilerek yaşatılmaya çalışılıyor.

Bugün; Türk el sanatlarının; tanıtılması ve geliştirilmesi amacıyla, her yaştan insana hizmet verilmekte. Ebru, hat, Osmanlıca, tezhip, minyatür, kuyumculuk, ahşap dekoratif süsleme, ev içi dekoratif süsleme, porselen süsleme, resim, vitray, takı, ud, ney, gitar, bağlama şeklinde oldukça geniş bir yelpazede kurslar ve eğitimler sunulmakta.

Medresede yer alan odacıklardan birinde ise; Vakfın çıkardığı kitapların bulunduğu kitaplık var. Diğer odacıkların bir kısmı atölye çalışmaları için ayrılmış, bazılarında ise hediyelik eşya sergisi ve satışları yapılmakta. İstanbul’da yaşayan veya turist olarak gelen yabancılar; bu tarihi mekanda, uygulamalı olarak, geleneksel Türk el sanatlarını tanıma fırsatı buluyorlar. Kafe olarak işletilen avlusu ise, özellikle yaz aylarında, bu tarihi havayı koklamak ve sanatla iç içe olarak vakit geçirmek isteyenler ile dolup taşıyor. Zamanınız varsa, buraya, bu kafeye uğramayı sakın ihmal etmeyin.

Daha yukarı yürüyoruz. Yerebatan caddesinin başında, karşıda: Yerebatan Sarnıcı var.

İstanbul Kumkapı Yerebatın Sarnıcı

YEREBATAN SARNICI

Buraya. Ayasofya meydanı batısındaki, küçük binadan giriliyor. 52 basamaklı bir merdivenle iniliyor.
Sarnıcın bugün bulunduğu yerde; daha önceleri, muhtemelen 3 yada 4 ncü yüzyılda yapılmış büyük bir Basilika bulunmakta imiş. Burada: ticaret ve hukuk işleriyle bilim ve sanat faaliyetleri yürütülürmüş. Ancak; 476 yılındaki büyük yangında, bu Basilika tamamen yanar, daha sonra ise imparator İlius tarafından yeniden yaptırılır.

Yeni yapı; yeni bir yangın felaketinden ve 532 yılında şehri kasıp kavuran Nike ayaklanmasından etkilenir. Söylentiye göre: bu bazilikanın çevresi; sütunlarla çevrili ve üstü açık avlusunda, Ayasofya’ya dönük, eli çenesinde, Hz. Süleyman’ın heykeli bulunmaktadır. Bu heykelin bulunmasının sebebi ise; Hz. Süleyman’ın, Kudüs’te yaptırdığı mabetten daha muhteşem olan Ayasofya’dan etkilenmesi imiş. Çünkü: İsrail hükümdarı I. Basilius (867-886) tarafından, Hz. Süleyman’a Kudüs’te yaptırılan mabet, yeryüzünde, Ayasofya yapılıncaya kadar ki en muhteşem mabet imiş.

Neyse, Bizans İmparatoru Justinianus, yangında yok olan büyük bazilikanın yerine; 532 yılında, rivayete göre 7000 kölenin çalıştığı bu sarnıcı yaptırır. Amaç; çevredeki saraylara, su sağlamak. Çünkü: İstanbul’da tarihler boyunca su sıkıntısı yaşanmış. Yeni yaptırılan sarnıç; ismini, yakındaki İlius Bazilikasından alır. Bazilika sarnıcının suyu; imparator Valens tarafından, 368 yılında yaptırılan 971 m. uzunluğundaki Valens (Bozdoğan) kemeri ve imparator Justinianus tarafından yaptırılan, 115 m. uzunluğundaki Mağlova Kemeri yardımıyla, şehre 19 km. uzaklıktaki Belgrad Ormanlarındaki Eğrikapı su taksim merkezinden getirilmiştir. Yaptırılan sarnıca; aynı dönemde, “Basilica Cistern” ismi verilir.

Şehirdeki, en büyük ve en muhteşem sarnıç. Tarihi yarımadanın tam ortasında bulunuyor.

İçeri girdiğinizde; sütun ormanı gibi görünümlü bir mekanla karşılaşıyorsunuz. Suyun içinde yükselen sütunlar; uçsuz bucaksız bir ormanı hatırlatmakta ve sarnıca girer girmez ziyaretçiyi etkilemekte. Bunun sonucu olarak da; sarnıca “Yerebatan” sarnıcı ismi verilmiştir.

Belirli aralıklarla dikilen bu sütunlar; her sırada 28 tane olmak üzere, 12 sıralı. Yani; 28 x 12 sıralı sütunların toplamı: 336 adet. Sütunların başlıkları da yer yer farklı özellikler taşır. Bunlardan 98 tanesi korint üslubu ile süslenmiştir. Diğer bir kısmında ise, Dor üslubu görülür. Sütunların uzunluğu: 9 m. Bu sütunların çoğunluğu; daha eski yapılardan toplanmış. Diğerleri ise; mermer ve granitten yontularak yapılmış.

Büyük kısmı tek parçadan, bir kısmı ise, üst üste iki parçadan oluşmuştur. Büyük bölümü; silindir biçiminde. Bir kısmı ise; köşeli veya yivli biçimde. Bir söylentiye göre; sütunlar üzerindeki şekillerin, göz yaşına benzemesi; büyük bazilikanın yapımında ölen yüzlerce köleyi anlatır.

Yapı: 145 m. uzunluğunda ve 65 m. genişliğinde. 9800 metre karelik bir alanı kapsıyor. 100 bin ton su depolama kapasitesine sahip.

Tavan tuğla örülü ve çapraz tonuzludur. Tavan ağırlığı; haç biçiminde tonozlar ve yuvarlak kemerlerle sütunlara aktarılmış. Duvarlar: 4.80 m. kalınlığında ve tuğladan örülmüş. Zemin ise, tuğla döşeli ve horasan harcından kalın bir tabaka ile sıvanarak, su geçirmez hale getirilmiş. İçerideki su seviyesi, mevsimlere göre değişiyor. Su seviyelerinin bıraktığı izler, sütunlarda görülebiliyor. Doğu duvarındaki borulardan, dışarıya su veriliyor.

Fetihten sonra, sarnıç bir süre kullanılır ve padişahların oturduğu Topkapı Sarayının bahçelerine buradan su verilir. Ancak, durgun su yerine, çeşme suyunu yani akan suyu tercih eden Osmanlılar, şehirde, kendi su tesislerini kurduktan sonra, burayı kullanmamışlar. Kullanımdan kalkınca, bu dönemde, yaklaşık 100 yıl süresince, sarnıcın varlığı unutulmuş.

Ancak; bodrumlarda su biriktiren ve deliklerden sepetle balık tutan insanların varlığının anlaşılmasıyla, sarnıç keşfedilmiş. Bu keşfin yapılmasında; 1544-1550 yılları arasında, Bizans kalıntılarını araştırmak için, İstanbul’a gelen Hollandalı gezgin P. Gyllius’ un da büyük etkisi olur. Daha sonraki Osmanlı döneminde, iki kez restore edilmiştir. İlk onarım; Padişah 3.Ahmet döneminde, 1723 yılında, mimar Kayserili Mehmet Ağa tarafından yapılır. İkinci onarım ise; Padişah 2.Abdülhamit döneminde, 1876 yılında yaptırılır.

Cumhuriyet döneminde; 1940 yılında, sarnıcın giriş kısmındaki evler, Belediye tarafından istimlak edilerek, giriş için düzenli bir bina yaptırılır. Daha sonra ise, 1987 yılında, sarnıçta büyük bir temizlik faaliyeti görülür. Bu faaliyette, zemin temizlenir. Yaklaşık; 1 metreden fazla çamur temizlendiğinde; orijinal tuğla taban ve iki sütun altında “Medusa” kafası, mermer bloklar ortaya çıkarılmış. Bir gezi platformu yapılarak, sarnıç içinde dolaşmak mümkün hale getirilmiş.

Özellikle; sarnıcın kuzeybatı köşesindeki iki sütun altında, kaide olarak kullanılan, bu Medusa başları; Roma çağı heykeltıraşlık sanatının birer şaheseri olarak örnekleniyor. Bunların; antik bir yapıdan sökülerek buraya getirildikleri tahmin edilse de, hangi yapıdan alınarak buraya getirildikleri bilinmiyor. Ancak, o kadar güzel yerleştirilmişler ki; ışığın yansıma pozisyonlarına göre, Medusa başlarını; normal, ters ve yan olmak üzere üç ayrı pozisyonda görmek mümkün.

Medusa ile ilgili mitolojiye dayandırılan birçok efsane, bu sarnıcı daha da gizemli hale getiriyor. Şöyle ki: bir söylentiye göre: Medusa, yeraltı dünyasının dişi canavarı olarak bilinen üç gorgoman’dan biridir. Bu üç kız kardeş, yalnızca, yılan başlı Medusa: olumlu ve kendisine bakanları taşa çevirme gücüne sahiptir. O dönemde, büyük yapıların ve özel yerlerin, kötülerden korunması amacıyla; Medusa kafasının buraya yerleştirildiği sanılmaktadır. Sarnıcı ziyarete gelenler, hayretler içinde, bu Medusa başlarını izlerler.

İçi kuru olmasına rağmen, son restorasyonda su gelmiş ve halen içinde 1-2 m. arasında su bulunmaktadır.

Günümüzde, halen burası Müze haline getirilmiş ve İstanbul Büyükşehir Belediyesinin çeşitli; ulusal ve uluslararası kültür etkinlikleri gerçekleştirilmekte. Bu etkinliklerden; Müzik Konserleri ve Mevlevi Sanat gösterileri, Yerebatan Şiir Akşamları ve Sergiler sayılabilir. 800 metre karelik etkinlik alanı ve 500 kişi kapasiteli kokteyl mekanı çeşitli organizasyonlar için kullanılmakta. Buraya, bugüne kadar birçok insan konuk oldu. Mutlaka gidin, mutlaka görün diyorum.

Evet, yeniden Sultanahmet Meydanına dönüyoruz. Divanyolu caddesi üzerinde Firuzağa cami var. Caminin hemen karşısında ise; Padişah 2. Mahmut’a karşı yapılan bir saldırıyı önleyen, saray halayıklarından Cevriye Kalfa için yaptırılan ilkokulu görmek mümkün. İstanbul’da yalnız hanımların değil, gündelikçi kalfaların da ilkokul yaptırdıklarını görmek açısından ilginç.

Burası; bugün “Türk Edebiyatı Kütüphanesi” olarak kullanılıyor. Firuz Ağa caminin hemen arkasındaki parkta ise; eski kalıntılar var. Bu kalıntılar; eksiden: Antiohos ve Lausos adlı, iki zengin kişinin sarayına ait kalıntılar.

İstanbul Kumkapı Firuz Ağa Camii

FİRUZ AĞA CAMİ

Divanyolu caddesi üzerinde. Sultanahmet At meydanında. Padişah 2. Beyazıt’ın Hazinedarbaşı Firuz Ağa tarafından, 1491 yılında yaptırılmış. Fetihten, yalnızca 38 yıl sonra yapılmış olması nedeniyle, klasik Osmanlı camilerinden önceki dönemi yansıtan, önemli bir yapı. Düşünün, bu cami yapıldığında, daha Sultanahmet caminin yapılmasına 120 yıl vardı.

Cami; kubbesi 8 köşeli kasnağa oturtulmuş olup Bursa üslubunda. Kare planlı. Beyaz kesme taşlardan örülü. Tek kubbede: 4 sütun ve 3 kemer var. Kubbenin boyutları ise; dıştan dışa yaklaşık 13.5 x 13.5 m. ebatlarında. Son cemaat yeri; merdivenli. Dış avluya giriş kapısı; tramvay yolu üzerinde parmaklıklı bir duvar. Kapı: camiyi küçük göstermemek ve soğuk havalarda içeriyi soğutmamak için küçük fakat çok uyumlu ölçülerde yapılmış.

Caminin minaresi; tek şerefeli. Yapılırken, diğer tek minareli camilerin aksine, kıbleye göre sola inşa edilmiş olması ilginçtir. Diğer bir özelliği ise; minaresinin ters olması. Caminin minaresi: arkada ve solda. Neden? Bu cami, İstanbul’un fethinden sonra yapılan ilk camilerden. O tarihte, İstanbul’un yaklaşık yüzde 80 i Rum imiş. Cami; şehrin merkezi yerinde. Etrafında, büyük ihtimalle Rum yerleşim yerleri vardı. Söylenenlere göre: oraya cami yapılmasına karar verildiğinde, caminin hemen sağında ve oldukça yakınında oturan Rum vatandaşların, ezan sesinden rahatsız olmamaları düşünülmüş olabilir.

Bir de, Ege bölgesinde Rumlardan geriye kalan evlerde de dikkat çektiği üzere, bir binanın, diğer bir binanın güneş ışığını kesmemesi konusunda, Rumların büyük hassasiyetleri vardı. Bu da etkili olabilir. Sonuçta; Osmanlının, yönetim anlayışındaki hoşgörü gerçekten görülmeye değer. Yoksa; Rum vatandaşların ricası ile, cami minaresinin yerinin değiştirilmesi? Düşünebiliyor musunuz?

1512 yılında ölen Firuz Ağa’nın mezarı da caminin bahçesinde. Bahçedeki beyaz mermerden yontulmuş bu tek lahdin dört yüzünde, gül demetleri var.
Camiye ait diğer bir özellik ise: Uzun yıllardır, ikindi ezanlarının; Sultanahmet cami ile karşılıklı olarak okunmasıdır.

Önce, Sultanahmet caminin müezzini ezana başlar, ardından Firuzağa caminin müezzini buna karşılık verir şekilde ezanın aynı bölümünü tekrarlar. Her iki cami arasında, karşılıklı olarak başından sonuna kadar, ezan, yankılı olarak okunur. Her iki caminin müezzini de, seçme ve güzel sesli olduklarından, 5 dakikalık bu süreçte, iç titreten bir ahenk yaşanır. Alman çeşmesi ile at meydanı; bu iki ibadethanenin tam ortasında kaldığından, ezan sesleri, en iyi bu bölgelerden dinlenebilir. Ayasofya’nın cami olduğu dönemlerde, bu karşılıklı okuma faslı, Sultanahmet ile Ayasofya müezzinleri arasında yapılırmış.

Tekrar, Divanyolu caddesine dönüp, Klot Farer Sokaktan içeri girin. Solda, parkın altında, ikinci büyük bir kapalı su sarnıcı var. Binbirdirek Sarnıcı. Klot Farer Sokaktan aşağıya doğru yürüyün. Karşınıza; Keçecizade Fuat Paşa Camii ve Türbesi çıkacak. Buradan, biraz daha aşağıya yürüdüğünüzde ise, sağdan Su Terazisi Sokağa girin ve sağa dönün. Karşınızda: Sokullu Mehmet Paşa Cami.

İstanbul Kumkapı Binbirdirek Sarnıcı

BİNBİRDİREK SARNICI

Sultanahmet semtinde, Adliye sarayının üst tarafında, küçük bir meydanda bulunuyor. Hipodromun batısında. Yerebatan sarnıcından sonra, İstanbul’un ikinci büyük su haznesi.

Eski Bizans kaynaklarına göre, MS. 4’ncü yüzyılda, imparator Büyük Konstantinus devrinden kalma. Yaptıranın ise; Filoksenis olduğu sanılıyor. İmparator I. Konstantinus; şehri yeniden kurduğunda, Roma’daki bazı senato üyelerini buraya gelip yerleşmeye zorlar. Bunlardan; Filoksenus; sarayını, hipodromun komşusu olarak buraya yaptırır ve sarayın su ihtiyacını karşılamak üzere de, bu sarnıcı inşa ettirir.

Yapının boyutları: 64 x 56 x 40 m. ebatlarında. Etrafı: kalın duvarlarla çevrilidir. 3584 metre kare büyüklüğündedir.
Sarnıçta, adıyla çelişircesine, 224 sütun var. Bunlardan, 212 tanesi günümüze kadar ayakta kalarak gelmiş. Sütunların başlıkları işlemesizdir. Piramit biçiminde başlıklar vardır. Böylece; sütun ve başlıklar, devşirme malzeme olmayıp, yalnızca burası için yapılmıştır.

Sütunlar, birbirinden 3.75 m. aralıkla sıralanır. Bunlar; birbirine kemerlerle bağlanır ve çapraz tonozlar taşırlar. Sütunlar; üst üste bindirilmiş iki gövdeden meydana gelir. Bunların arasına, dışa taşkın birer bilezik yapılmıştır. Sütunlar; alttan 5 m. kadar toprağa gömülmüştür. Aslında, bunların yüksekliği tam olarak; 12.5 m. bulmaktadır. Sütun gövdelerinde, çok sayıda, Grekçe harfin işlenmiş olması dikkat çeker. Bunların; sarnıcın yapımında çalışan ve sütunları işleyen taşçıların işaretleri olabileceği düşünülmektedir.

Türk dönemi başladığında, bu sarnıçta su bulunmadığı sanılıyor. Sarnıcın Türk dönemindeki adı: ” çokluk ” anlamındaki bin bir teriminden gelmiş olabileceği gibi, bazı yazarların ifade ettikleri gibi, sütun gövdelerinin üst üste bindirilmiş oluşundan dolayı da, “bin bir” isminin kullanıldığı düşünülebilir.
16’ncı yüzyılda, İstanbul’a gelen, Alman gezgin R.Lubenau; bu sarnıçta, ipek ipliği işleyen tezgahların bulunduğunu yazar. Halbuki; 18’nci yüzyılda, burada su bulunduğunu yazanlar da var.

Osmanlı döneminde; su haznesinin üstüne, bazı büyük konaklar inşa edilir. Yalnız; yangınlar sonucu, daha sonraki dönemde, su haznesinin üstü uzun süre, boş arsa olarak kalır. Sarnıç, üstündeki meydanda kurulan sem pazarının deposu olarak kullanılır. Osmanlı döneminde, burada yaşandığı iddia edilen bir hikaye var. Şöyle ki: ” Padişah 4.Murat döneminde, Fazlı Paşa’nın kızı Gevherli hanım; güzel ve genç cariyesi aracılığı ile, saraya çektiği varlıklı kişileri, sarayın altındaki bu mahzende hapseder, servetlerini ele geçirir ve öldürür” imiş. Ne derece doğrudur bilinmez? Efsane, hikaye.

Yakın zamanda temizlenerek, bir galeriyle, yanından geçen yola bağlanmış. Kolay gezilen, enteresan ve güzel bir ziyaret yeri. Küçük satış reyonları ve sergi alanları ve sarnıcın ortasında bulunan, sütunların orijinal boyunun görülebildiği çukur bölüm, tadilat sırasında yapılmış. Bugün sarnıçta: 1500 kişilik oturma düzeniyle yemek verilebilmektedir. Ayrıca: 4500 kişilik kokteyl düzeni ve 6000 kişilik parti kapasitesine sahiptir. Sarnıç, bu kapasiteler ile, İstanbul’un turizm ve eğlence hayatında, önemli bir yer tutmaktadır.

İstanbul Kumkapı Sokullu Mehmet Paşa Camii

SOKULLU MEHMET PAŞA CAMİİ

Sultanahmet cami ve Küçük Ayasofya cami arasında: Kadırga-Şehit Mehmet Paşa yokuşunda. Dik yokuşlardan oluşan sokaklarda kurulmuş bir külliye. Çevresi: 2 metrelik duvarla çevrilerek kapatılmış.

3 Osmanlı Padişahına sadrazamlık yapan, Sırp asıllı Sokullu Mehmet Paşa adına; 1571 yılında, karısı Padişah 2.Selim’in kızı Esma Sultan tarafından yaptırılmış. Bu sadrazamın boyu 2.m. yi aşmakta imiş ve zamanın en uzun boylu sadrazamı imiş.
Avluda; mermer bir şadırvan var. Çevresinde ise, medrese bölümleri sıralı. Sultanahmet tarafındaki avlu kapısından ve hemen karşısında kapıdan ve kıble’ye bakan merdivenli kapıdan girildiğinde; avluya girilir.

İlk iki kapı girişlerinde; mezarlıklar var. Camide; İznik çinileri ve orijinal kalem işleri görülmeye değer. Zaten ününü; göz alıcı bu İznik Çinileriyle berraklaşan, dengeli ve aydınlık iç mekanına borçlu. Tek minareli, tek kubbeli. Kuzeyde; şerefe kısmından üstü yıkılmış, eski bir tuğla minare daha var. Mihrap çevresinde; insan boyundan büyük, iki mum ve mihrap üzerinde hat sanatlı çini süslemeler var. Caminin; ses ve aydınlatma sistemi, her Sinan caminde olduğu gibi mükemmel.

Mimar Sinan’ın en güzel eserlerinden biri. Bu camiye has bir özellik var. Şöyle: bu camide “Hacerülesved” taşı parçaları gömülü. Hacerülesved taşının, Kabe’den getirilmiş küçük parçalarından dördü, inşaat sırasında burada: mihrap, minber ve kubbe duvarları içine gömülmüş.

Gezimize devam ediyoruz. Caminin diğer kapısından çıkınca, karşımızda: Özbekler Tekkesi.

İstanbul Kumkapı Özbekler Tekkesi

ÖZBEKLER TEKKESİ

Diğer adı: Buhara Tekkesi mescidi. İstanbul Defterdarı İsmail Bey tarafından, 1692 yılında yaptırılmış. Yıllar içinde harap olan tekkenin; 1887 yılında; Padişah 2.Abdülhamit tarafından onarımı yaptırılır ve günümüze kadar ulaşmış bir yapı.

Tekke: Asya’dan İstanbul’a gelen, Müslüman dervişlerin, seyyahların ve misafirlerin konakladığı bir yer olarak kullanılmış. Özellikle: Buhara’dan gelen şeyhler burada kalmış. Özbek ve Buharalı Türklerin, İstanbul’daki ikametgahları. Ayrıca; burada gömülü ünlü kişilerin bulunması, burayı daha ilginç hale getirmekte.

Restorasyon çalışmaları 2008 yılında tamamlanır ve tekke eski ihtişamlı yapısına kavuşur. Günümüzde: Eminönü Belediyesi tarafından, uluslararası tasarım merkezi olarak hizmet vermektedir.

Evet, Özbekler Tekkesini de gördük. Şimdi; Şehit Mehmet Paşa Sokakta, tam karşıda; Çardaklı Hamam var. Hamamın hemen sağına dönünce, Küçük Ayasofya Camisi’ni göreceksiniz.

İstanbul Kumkapı Küçük Ayasofya Camii
İstanbul Kumkapı Küçük Ayasofya Camii

 

KÜÇÜK AYASOFYA CAMİİ

Cankurtaran ile Kadırga arasında, Küçük Ayasofya caddesinin sonunda. Evet; burası, günümüzde, İstanbul’un kullanılabilir en eski tarihli yapısı olma özelliğini taşıyor. Kiliseden çevrilme camilerden. Önceki adı, yani kilise iken adı: “Sergius ve Bacchus Kilisesi ” imiş.

İmparator Anastasus döneminde; I. Justinianus ve amcası I. Justinus; imparator aleyhine bir ayaklanmaya karışırlar. Yakalanırlar ve idama mahkum edilirler. Hüküm yerine getirilmeden bir gece önce; çifte azizler St. Sergius ve St.Bacchus; imparator Anastasus’un rüyasına girer ve idam hükümlülerinin suçsuz olduklarını söylerler.

Bu olaydan etkilenen imparator; idam mahkumlarını afeder. Daha sonraki dönemde; I. Justinianus imparator olur ve tahta çıkar. Çifte azizlere karşı, şükran borcunu ödemek için, adak kilisesi olarak, burayı yaptırır. Evet, kilisenin yapım tarihi, 527 ve yaptıran ise imparator I. Justinianus. Zaten, bugünde görülebilen alt sütunlar üzerindeki kitabede: tapınağın I. Justinyen’in St.Sergiyos ve St.Bacchus adlı azizler adına, bu kiliseyi yaptırdığı yazılı. Yapı: yaklaşık 1000 yıla yakın süre, kilise olarak hizmet verir.

Birinci dönem Bizans kiliselerinin, tipik bir örneğidir.
Kilisenin, yapıldığı dönemlerde içi duvarlarının mozaiklerle süslü olduğu sanılmaktadır. Ancak, günümüzde bir şey kalmamış. Yapının iç yüzeyi, tamamen sıvalı. Yapıda; Bizans dönemine ait tek süsleme: orta mekanın çevresinde, galeri katı seviyesinde, çok ince işçiliğe sahip: üzüm salkımı ve yaprağı motiflerinden oluşan bölüm. Buna göre; yapının putperestlik döneminde, şarap tanrısı Bakus adına yapılmış olan bir tapınağın üzerine inşa edildiği ve ardından Bacchus’un da buraya geldiği rivayet ediliyor.

İstanbul’un fethinden sonra; 1504 yılında, Padişah 2. Beyazıt döneminde; mimar Hüseyin Ağa tarafından, kilise, bir minare eklenerek camiye dönüştürülmüş. Güneybatı köşeye inşa edilen minare, esas yapıdan bağımsız olarak yapılmış. Ama, bugün bu minarenin nasıl olduğu hakkında bilgi ve belge yok. Bugün kullanılan tek şerefeli minare; 1955 yılında inşa edilmiş.

Evet, kilisenin camiye dönüştürülmesi sırasında; yapının iç süslemeleri değiştirilmiş ve iç kısmında; güneydoğuya minber, kuzeybatıya müezzin yeri, dış kısmında da; batı duvarı önüne son cemaat yeri olmak üzere, camiye özgü bazı bölümler eklenmiş. Cephelerinde: Osmanlı mimari özelliklerine bağlı olarak farklı boyutlarda pek çok pencere açılmış. Mevcut pencerelerin bir kısmı ise kapatılmış. 1870-1870 yılları arasında; yapı ile deniz surları arasında kalan bölgede, yapıya yaklaşık 5 m. mesafeden geçecek şekilde demir yolu döşenir.

Zemin seviyesinden 1 m. yükseklikte bulunan demir yolu, 50 yıl, tek hat olarak burada hizmet verir. Ancak, her tren geçişinde, yapının güney duvarlarındaki taşlar sarsılır ve zamanla dökülmeye başlar. Tedbir olarak: 1877 yılında, Osmanlı örgü üslubuyla, buraya bir duvar örülür. 20’nci yüzyılın başlarında ise; demir yolu zemin seviyesinden 3 m. yükseltilir ve çift hatlı hale getirilerek, tren trafiği nispeten azaltılır.

Yapı: tuğladan; dört köşe olarak inşa edilmiş. Kubbesi: 19 m. yüksekliğinde ve sekiz ayaklı kemerlere oturtulmuş. Yeşil ve kırmızı renkte; 16 altta ve 18 üstte olmak üzere, 34 mermer sütun var. Önündeki; 5 kubbeli ve 6 sütunlu son cemaat yeri; sonradan yapılmış. Orta mekan üzerinde; köşelerindeki sekiz büyük ayak ile taşınan, 16 dilimli bir kubbe bulunur. Bahçede; Hüseyin Ağa’nın türbesi var.
Evet, cami; Balkan Savaşı sırasında; savaştan kaçan göçmenler tarafından, barınma mekanı olarak kullanılır.

1937 ve 1955 yıllarında, iki büyük onarımı geçirir. Evet; günümüzde halen cami olarak kullanılan bu yapı, yazının başında belirttiğim gibi, İstanbul’da halen kullanılmakta olan en eski yapı özelliğini taşımaktadır. Ancak; özellikle kuzeydoğu ve güneydoğu bölümlerindeki duvarlarda, yoğun çatlaklar görülmektedir. Bu çatlakların derhal onarılmasının gerektiğini düşünmemek elde değil, yoksa gerek yazının başında ve gerekse sonunda belirttiğim özellik, yani en eski kullanılabilir yapı özelliği ortadan kalkmak üzere.

Evet, Küçük Ayasofya Camiini de gördükten sonra; buradan denize doğru yürüyün. Sola dönünce; Bizans döneminde; Porta Leonis (Arslan Kapı) olarak adlandırılan, Çatladıkapı’ya ulaşacaksınız.

İstanbul Kumkapı Çatladı Kapı
İstanbul Kumkapı Çatladı Kapı

 

ÇATLADI KAPI

Burası: Bizans imparatorluğu zamanında; Pora Leonis (Arslan Kapı) olarak isimlendirilmiş. Ancak; 1532 yılındaki bir depremde; burada bulunan kapı çatlamış olduğu için, bu isimle anılıyor.

Bu kapının hemen yanındaki kale bedeni üstünde; İmparator Justinyen’in Kukaleon sarayının harabeleri var. Bu harabeler, yetkililerin ilgisizlikleri sonucu, tamamen virane halde. Özellikle; 2010 yılında, İstanbul UNESCO tarafından Kültür Başkent’i olarak seçilmesi sonucu, belki de milyonlarca insan buralara gelecek ve zamanında büyük bir imparatora saraylık yapmış bu yapının, bu harap durumunu görecekler. Ayrıca; açılan Bizans sergisine Türkiye olarak çağırılmadığımız zaman feveran ediyoruz.

Acaba, ülkemizdeki Bizans eserlerine gerekli titizlik ve hassasiyeti gösteriyor muyuz da, bu feveranı kendimize hak görüyoruz. Sanmıyorum? Gidin bakın, bu sarayın bugünkü haline. İngiltere’de bir müzeye gittiğinizde (çok özeller hariç), 100 yıl önce kullandıkları ütüyü bile, antika niyetine müzeye koymuşlar. Biz ise; binlerce yıllık tarihi, sırf kökeni veya dini açısından kabullenmeme gibi bir gaflet içine girmişiz.

Evet, neyse, sonuçta biz gezimize devam edelim. Zamanınız varsa, Sarayburnu’na doğru ilerlediğinizde Bukaleon sarayı kalıntılarını uzaktan görebilirsiniz. Sonra: tekrar geri dönün ve bir zamanlar liman olan Kadırga Limanı meydanına gelin. Denize yakın kısımda ise, Cinci Meydanı var. Buralar; 60-70 yıl öncesine kadar, İstanbul’un bayram yerleri imiş.

KADIRGA LİMANI MEYDANI

Eskiden; kadırgaların barındığı büyük bir limanı olan ve Kadırga Meydanını da içinde bulunduran semt. Bizans döneminin, en eski limanı burası. Tarih boyunca: Pontus Novuz (Yeni Liman) Limanı, İustinus Limanı ve Sophia Limanı olarak isimlendirilmiş. Limanı; imparator İustinus yaptırmış. Çünkü: Marmara kıyılarındaki irili-ufaklı tüm girintiler liman haline getiriliyormuş.

Ayasofya ve At Meydanından, denize inen yolun üzerinde ve imparator sarayının (Bukeleon) da yakınında bulunduğundan; Bizans’ın en önemli merkezlerinden biri imiş. Burada; muhtelif heykeller ve abideler ve tüccarlar için Sigma denilen toplantı alanı varmış. Ancak; daha sonraki yıllarda, gemicilikteki teknolojik gelişmeler sonucu; kürekle çekilen küçük teknelerin yerini yelkenli büyük tekneler alınca; bu küçük limanlar da pratik olmaktan çıkmış. Yine de, burası, yani Kadırga Limanı, Bizans imparatorluğunun sonuna kadar kullanılmış.

Osmanlıların, şehri fetih etmesinden sonra ise; küçük çaplı gemilere iskele olarak kullanılmış. Ama; zamanla liman bölgesi dolmuş ve bugünkü haline gelmiş.

Kadırga Meydanı; günümüzde, civar halkın mesire yeri ve mahalle çocuklarının bir oyun yeri olarak kullanılıyor. Caddeden batıya doğru yürüdüğünüzde, solda, bir taraçayı andıran, dört köşe küçük bir bina göreceksiniz. Burası; Padişah 3. Ahmet’in kızı Esma Sultan tarafından yaptırılan namazgah. Yani, bir açık hava ibadethanesi. Burada, birde çeşme var.

Çeşmenin iki cephesinde bulunan kitabede; inşa tarihi olarak: 1779 yılı yazılı. Merdivenle çıkılan üst kısmında ise; namazgah var. Kadırga ve Cinci Meydanları; 1950’lere kadar İstanbul’un başlıca bayram yerleri olarak kullanılmış. Karagözcüler, tuluatçılar, cambazhaneler buraya gelirlermiş. Meydanın doğu ucunda, karşılıklı iki küçük kahvehane var. Bunlar, eskiden, Küçük Ayasofya’da tulumbalarını gördüğümüz tulumbacıların devam ettikleri kahvehanelermiş.

Günümüzde ise; bu meydan, asırlık ağaçların bulunduğu sakin bir yer.

Meydanın güneybatı ucundan, denize doğru inilen dar sokaklara girdiğinizde, Marmara Surlarının bir bölümünü daha göreceksiniz. Bu surların, şimdiki deniz kıyısından bayağı içeride olması, deniz kıyısında kurulan küçük limanlardan bir başkasının kıyısında olduğumuzun en büyük kanıtı. Bugün; Kumkapı olarak bilinen semt, o zamanlar, “Kontoskalion ” adıyla anılan bir liman imiş. Bu surların kemerleri içinde, şimdi küçük ve mütevazi evler var.

Yeniden Kadırga caddesine çıkıyoruz. Yolun sağında; oldukça büyük bir Rum Ortodoks Kilisesi göreceksiniz. Atia Kiryaki. Kilise vakfının dükkanları, caddede sıralanıyor. Onların üstündeki yükseltide ise, kilise var. Osmanlılar İstanbul’u fethettikten sonra; kubbeyi, camilere özgü bir mimari öge saymışlar.

Gayrimüslimlerin yaptıkları ibadethanelerinde, kubbe yapmalarını istememişler. Bu nedenle, ancak 19’ncu yüzyıl sonlarında, Tanzimat Fermanı ve onu izleyen hukuki düzenlemeler sonucunda, Hıristiyanlar da yeniden kubbe yapmaya başlarlar. Aya Kiryaki, bu dönemin erken örneklerinden biridir.

Mimari ise: Tiadis. Evet, Aya Kiryaki’den biraz ileride, onunla aynı zamanda yapılmış bir başka Ortodoks kilisesi, Panayia Elpida var. Geçen yüzyıl sonunda, Kumkapı-Gedikpaşa arasında oturan ve deniz tarafındakileri daha zengin olan Rumlar tarafından, aynı zamanda yaptırılmış iki kilise. Yapı olarak, güzel yapılar. Ermenilerin Surp Harutyun Kilisesi de, Aya Kiryaki’nin karşısına düşen sokaklar içinde bulunuyor. İşte, böyle. Bu istikametteki gezimizin sonuna geldik.

İstanbul günlük gezi planı hakkındaki yazım için.