Kitabesinde, 1443 yılında yapıldığı kaydedilmekte ise de kim tarafından yaptırıldığı bilinmemektedir.
Ulucanlar caddesinin seviyesi alçaltılmış olduğundan, Mescit, cadde yanında teşkil olunan bir platform üzerinde kalmaktadır. 9.70 x 6.60 metre ebadında, dıştan taş temeller üzerinde, ahşap hatıllı ve kerpiç duvarlı, çok basit ve ufak bir yapıdır.
Dış görünüş itibarıyla, hiçbir sanat değeri bulunmayan mescidin, kıble duvarındaki alçı mihrabı, tetkike değerdir.
İki sıralı, dikdörtgen pencerelerle aydınlatılan mekanı örten ahşap tavan da, pek fazla değer taşımıyor.
Tavan hizasına kadar yükselen bir sıra palmet ile nihayetlenen alçı mihrabı, beden duvarlarından hafif çıkıntı teşkil etmekte olup, niş yarım silindirik ve üzeri mukarnaslıdır.
Niş üzerindeki kısımlar ise, kabartma olarak geometrik motiflerle süslenmiş ve bütün çevresi, Kelime-i Tevhit yazılı bir kitabe ile çevrilmiştir. Kuzey kısmında, sonradan ilave edilmiş kadınlar mahfilinin ortası, ileri doğru bir çıkma meydana getirir.
Ankara kenti topraklarına, çok eski tarihlerde yerleşilmiştir. Türkiye’nin en eski kentsel yerleşim alanlarından biridir. Türkiye’nin en eski kenti olduğu düşünülen İstanbul, MÖ. 667 tarihinde, Megaralılar tarafından kurulmuş olmasına rağmen, Ankara, MÖ. 14’ncü yüzyılda, bir Hitit kenti olarak kurulmuştur.
Anadolu yolları üzerindeki konumu; kentin, tarihi süreç içinde, daima önemli bir konumda olmasını sağlamıştır. Bent deresinin dar vadisi, Ankara kalesinin bulunduğu tepeyi, yaylanın ovaya dik kenarından ayırarak, korunmaya elverişli bir yer hazırlamıştır. Kent: Hititliler, Frigyalılar ve Galatlar döneminde, hep aynı yerde konumlanmıştır. Selçuklular ve Osmanlılar döneminde de yerini değiştirmemiştir. Zaten, günümüzde bile, ova zeminde yükselen kale, hemen dikkati çeker.
Kentin adı; eski dönemlerden, günümüze kadar, çok az değişiklik geçirir. Hititliler döneminde, kentin ne isimle anıldığı bilinmiyordu. Hititlilerin, yazılı kaynaklarında “Ankuva” ismiyle geçen kentin, burada kurulduğu söylense de, bu konudaki bulgular yetersizdir. Buna karşılık; Frigya döneminde, kentin adının; “Ankyra” olduğu bilinmektedir. Bu adın; gemi çapası anlamına gelen, ankerden türetildiği, Frig kralı Midas’ın, bir gemi çapası bulduğu yerde, kenti kurarak, bu adı verdiği ileri sürülmektedir.
Ama; bir kısım tarihçide; kenti, Galya’dan (bugünkü Fransa) başladıkları büyük göç sonunda buraya gelen Galat’ların (Keltler) kurduğunu ve Mısır’lılar ile yaptıkları bir savaşta ellerine geçirdikleri Mısır gemilerinin çapalarını, zafer ganimeti ve hatırası olarak yanlarına aldıklarını, bundan esinlenerek, burada kurdukları kente, “Ankyra” adını verdiklerini ileri sürerler.
MÖ.7’nci yüzyılda, kentte, Lidya egemenliği görülür.
MÖ. 547-331 yılları arasında ise; bölge Pers imparatorluğunun egemenliğine girer. Hatta; İran’lılar, kentin ekonomik ve stratejik durumunun çok iyi olması nedeniyle, burayı bir eyalet valiliği merkezi yaparlar. Mezopotamya’daki Susa şehrinden başlayıp, Anadolu’yu boydan boya geçen ve Sardis şehrinde son bulan ve buradan Ege denizine çıkan, ünlü kral yolu, Ankara’dan geçer. Yani; Ankara, gerçekten, döneminin en büyük üretim ve ticaret merkezi konumunda olmuş.
MÖ. 333 yılında, Büyük İskender, doğuya doğru yaptığı ilerlemesi sırasında, Ankara’yı da egemenliği altına alır. Büyük İskender’in ölümü üzerine ise, birçok yerde olduğu gibi, burada da otorite boşluğu doğar. Nitekim, kendilerine yurt arayan bazı Kelt kabileleri, Balkanlardan Anadolu’ya geçerek, MÖ. 278-277 yıllarında, Kızılırmak ve Sakarya nehirlerinin meydana getirdiği yay içindeki bölgeyi, kendilerine vatan edinirler.
Galat’ların bir kabilesi olan Tektosaglar ise; Ankara’yı kendilerine merkez edinirler ve burada, 250 yıl sürecek devleti kurarlar. Galatlar; ana vatanları Galya’da ve ele geçirdikleri diğer şehirlerde olduğu gibi, burayı da, kale gibi inşa ederler. Kentin, savunmaya en elverişli yüksek kayalık tepesine, bir kale inşa ederek, herhangi bir savaşta, buraya son çekilme noktası haline getirirler.
Kaba yontulmuş iri taşlardan, dairesel bir plan dahilinde yapılan ve surlarla çevrilen bu alana; oppidium denir. Ankara kalesinin, bugünkü planına bakıldığında, aynı modeli görmek mümkündür. Yani, Ankara kalesinin ilk hali, Galatlar tarafından yapılmıştır.
Ankara’daki Galat egemenliği, Roma’nın bu toprakları, MÖ. 189 yılında ele geçirmesiyle biter. Hatta, Galat kralı Tektosaglar’ın son savaşta, ordusunun yenilmesi üzerine, kaleye sığındığı yazılı kaynaklarda belirtilir. Romalılar, kentin ekonomik ve stratejik konumunu fark ederek, burayı bir eyalet merkezi haline getirirler. Kent, bu dönemde, muhteşem ve görkemli bir hale gelir.
1073 yılında, Selçuklular yöreyi ele geçirirler. 1832 yılından itibaren ise, Osmanlı egemenliği görülür.
1973-1977 yılları arasında, zamanın Ankara Belediye Başkanı tarafından, Ankara’nın simgesi olarak, Hitit Güneşi seçiliyor ve bu anıt, buraya yaptırılıyor. Ancak: anıtın yapım aşamasında o kadar çok problem var ki, inanılmaz rezillikler. Ayrıntıya girmek istemiyorum.
Şöyle ki: Hititliler; Anadolu’da İslam öncesi bir uygarlık olmaları nedeniyle, bir kısım ideoloji yanlıları tarafından ; Türklerin Anadolu’ya gelmelerinden önce Anadolu’da yaşamış bir uygarlık olmaları nedeniyle de, diğer bir kısım ideoloji taraftarları tarafından sevilemediler, bunun doğal sonucu olarak da, onların kutsal simgesi, dini törenlerinde en önde ve en yüksekte taşıdıkları ve kralları öldüklerinde mezarlarına koydukları; güneş kursu, Ankara’nın simgesi olarak kabul görmedi.
Ama; elbette bir siyasi kesim tarafından kabul gördü ve uzun yıllar Ankara’nın simgesi olarak gündemde yerini aldı.
O siyasi kesim, iktidarda iken simge olan bu güneş kursu, anılan siyasi kesim iktidardan inince, otomatik olarak, simge olmaktan çıktı.
Evet, hala kabul görmüyor, nedenini merek edenler varsa, sanırım bu. Çünkü; Hititliler, Türklerin atası olarak kabul edilmezler. Hatta: bu güneş kursunun, Hititlerden önce, Anadolu’da yerleşik “Hatti Krallığının” bir kültür simgesi olduğu bilinmektedir.
Evet, biraz önce sözünü ettiğim gibi, Türkler; malum, Orta Asya’dan göçüp, Anadolu’ya gelmişler.
Geldiklerinde de; Hitit uygarlığı: başlamış, gelişmiş, büyümüş ve bitmiştir. Yani; bizim atalarımızın Hititlilerle bir bağlantısı söz konusu değildir derken, elbette hayır; biz Anadolu’da yaşamış insanlar olarak; bizlerden önce, bu topraklarda yaşamış, büyük bir uygarlık kurmuş bu ulusun varlığını inkar etmek mümkün mü?
Tabii ki hayır.
Yani: her ne kadar, Hattiler olsun ve takip eden dönemde, onların uygarlık eserlerini benimseyen Hititlilerin bizim soy geçmişimizde bir bağlantısı olmasa da, bu topraklar üzerinde yaşamış, ortak kültürün bir parçası olarak, sanırım onları kabullenmek gerekir.
Neyse, biz gelelim, Sıhhiye’deki hitit anıtına
Bu anıt: geyik figürlü bir güneş kursu. Alacahöyük’te bulunan, yaklaşık 4250 yıllık bir Hitit eserinin kopyası. Hattiler ve takip eden dönemde Hititliler: bu güneş kursunu, biraz öncede söylediğim gibi, kutsal törenlerinde kullanıyorlar.
Bronz güneş kursu üzerinde bulunan sallantılar, dini törenlerde sallandığında çıkardıkları ses ile, törene katılanların huşu içinde bulunmalarını sağlıyor ve tören bitiminde, güneş kursu, kralın mezarına, ölü hediyesi olarak bırakılıyordu.
Malum, onların zamanlarında tek tanrılı din yok, güneşe tapıyorlar ve onu ifade ettiğini düşündükleri bu simgeyi kutsal kabul ediyorlar.
Evet; zamanın Ankara Belediyesi tarafından simge olarak kabul edilen güneş kursunun anıtı: büyük sıkıntılar ve çekişmeler sonucu tamamlanır ve bugün bulunduğu yere yerleştirilir.
15 Ağustos 1978 günü, anıtın açılışı yapılacaktır. Birçok insan açılışa davet edilir. Ancak; bu davetlilerden biri olan, anıtın mimarı, heykeltıraş Nusret Suman bulunamaz.
İstanbul’da Güzel Sanatlar Akademisinde, öğretim üyesi olan Suman, Anıtkabir’deki Barış Kulesinin iç duvarındaki kabartmalar ve ülkenin çeşitli yerlerinde, 20 ye yakın yaptığı anıt çalışmasında, sürekli olarak Atatürk’ü konu edinen bir sanatçı olarak tanınmaktadır.
Evet; anıtın açılış töreni yapılacak ve eserin yaratıcısı yok. Neyse; açılış yapılır.
Bu sırada; İzmit yakınlarında meydana gelen bir trafik kazasında, arabası ile şarampole yuvarlanarak kaza yapan ve ölen bir kişinin üzerinde, herhangi bir kimlik belgesi çıkmaz ve cenaze, İzmit kimsesizler mezarlığına defnedilir.
Evet; sanırım tahmin ettiniz, Sıhhiye’deki Hitit Anıtının yaratıcısı, heykeltıraş Nusret Suman; anıtın açılışının yapılacağı gün, İstanbul’dan hareket eder ve İzmit yakınlarında geçirdiği trafik kazasında, maalesef ölür.
Bir sanatçı için çok acı bir son olsa gerek, eserinin açılışını göremeden ölmek. Hazin bir son, hazin bir hikaye.
Güneş kursu; 1977-1995 yılları arasında, yani 18 yıl, Ankara Belediyesinin bir simgesi olarak kullanıldı. Turuncu zemin üzerine işlenen güneş kursu, başta Belediye Otobüsleri olmak üzere, çoğu yerde, yıllarca karşımıza çıktı.
Daha sonra ise, Belediye yönetimi başka bir siyasi iktidara geçince, anıt, daha doğrusu güneş kursu, Belediyenin simgesi-logosu olmaktan çıkarılır. Yeni Belediye, logo bitince, anıtı da benimsemez, ama anıtı yıkmayı da sağlayamaz.
Bunun üzerine, anıta ceza verilir ve bulunduğu yerin çevresi, tamamen yollarla çevrilerek, insanların anıtın yanına yaklaşmaları engellenir. Anıt, bir anlamda, tek başına, yalnızlığın içine itilir.
Evet; Sıhhiye semtinde, anıtın yanına yaklaşmanız mümkün değil. Sanki; yanına kimse yaklaşmasın diye, çevresi tamamen yoğun bir trafik olan yollarla çevrilmiş.
Özellikle; son yıllarda, yapılan “U” geçitlerle, anıtın alanı iyice daraltılmış.
Yapımı aşamasında yaşanan siyasi karmaşaya rağmen, yıllarca orada haşmetle durmakta, ne anlam ifade ettiğini bilmeyen, milyonlarca insan yanından, karşısından geçmekte.
Siz; zamanınız olduğunda, anıta gözünüz takıldığında, bir zamanlar yaşananları, hani bir çırpıda hatırlamanız açısından, bunları yazdım. Bir tek gerçek var, günümüzde bile, bu güneş kursu, hala, siyasi çekişmelere maalesef alet edilmekte.