Uçaktan inerken, Fas’ta çalıştığınız söyleyen bir Türk yolcu tarafından, mutlaka Argan yağı almamız söylendi.
Evet şimdi Fas Argan Yağı tanıtımı, özellikleri.
Bu ülkeye girdiğimde ise; Argan yağının bu ülkedeki önemini hissetmemek mümkün değil.
Nasıl üretilir
Yalnızca Fas’ta yetişen bir ağaçtan üretiliyor. Ağacın yaprakları, zeytin ağacına benziyor. Aslında, ağaçta zeytine benziyor.
Bu ağacın; fındık gibi sert kabuklu meyveleri, keçiler tarafından yeniliyor, ama daha sonra meyvenin içindeki çekirdek, ağız yolu ile geri çıkarılıyor. Bu çekirdeğin içindeki badem, güneşte kurutuluyor ve taş dibeklerde ezilerek Argan yağı üretiliyor.
Özellikleri
Fas Argan yağı; özellikle kozmetikte kullanılıyor. Cilt ve saç için çok büyük faydaları var. Derinin yaşlanmasını önlüyor ve çatlamış derinin hızlı iyileşmesini sağlıyor. Şampuan, cilt kremi, sabun yapılıyor. Ama; kullanım alanı, özellikle kozmetik. Derideki lekeleri önlediği söyleniyor.
Yani; bu yağı, doğrudan cilde sürmek veya bu yağdan yapılan kremleri kullanmak mümkün. Yani “E” vitamini açısından zengin. Sulandırıldığında ise, salatalarda kullanılabiliyormuş. Ama; yağ sökücü, idrar söktürücü gibi faydaları yok.
Belki zeytinyağına alternatif olarak düşünülebilir, ancak, ısıtılamıyor, yalnızca sos olarak kullanılabiliyor. Kolesterole de iyi geldiği söylenmektedir.
Nereden satın alınır
Ama; elbette Fas Argan yağını nerden alacaksınız? Bu yağın safını bulmak pek mümkün değil. Safa yakınını bile bulsanız, şans veya büyük para ödemeniz gerekir. Çünkü: yaklaşık 100 kilo çekirdek bademinden, yaklaşık 1 kilo Argan yağı elde ediliyormuş.
Yani, bayağı meşakkatli bir iş. Bunun sonucu olarak, elbette safı çok pahalı, safa yakını ise, nispeten daha uygun fiyatlı. Saf olmayanın içine de, ne katıldığı meçhul.
Yani; faydası olsun diye bir yağ alacaksınız, ama içine ne katıldığı meçhul, zararı olabilecek yan ürünlerin katılması mümkün.
Ben almadım. Çünkü, safını bulmak imkansız gibi. Safa yakın olduğunu sandığım ise çok pahalı idi. Küçük bir şişe yağa, birçok Euro ödemek saçma geldi.
Çünkü; içindeki katkı maddesini bilmek olanaksız. Ama mutlaka size, Argan yağından bahsedenler olacaktır. Tercih sizin.
Fas Casablanca: Otoyol var. Yaklaşık 3 saat sürüyor. Yalnız, yol üzerinde, tek bir tesis var.
O da, Merrakech çıkışında yani daha sonra yol üzerindeki 2.5 saatlik sürede, herhangi bir tesis yok. Yol boyunca, tarım arazileri görebilirsiniz, pek keyifli bir yolculuk değil, sıkıcı.
ŞEHİR HAKKINDA GENEL BİLGİ:
Casablanca Arap kökenli bir isim değil. İspanyolca. Şehre adını veren beyaz evler, Merrakech’deki gibi günümüzde maalesef tek bir renk olarak kalmamış.
Şehirdeki yerleşim birimlerinin rengi, çoğunlukla beyaz. Ama, değişik bir beyaz, kirli beyaz. Okyanus rüzgarı ve şehrin kumlarının kirlettiği bir beyaz.
Fas’ın en büyük liman kenti. Fas ekonomisinin merkezi konumunda. Ülkenin diğer şehirlerine nazaran, daha modern.
Binalar, Avrupa mimarisini andırır tarzda yapılmış, modern görünümlü. Caddeler geniş ve düzenli. İki tarafı da ağaçlar süslüyor. Ağaçsız ve yarı çıplak bir çöl kenti beklerken, karşınızda, yemyeşil bir kent buluyorsunuz. Şehrin büyük bölümünü palmiye ağaçları süslüyor.
Casablanca’da, ilk bakışta, ülkenin tüm şehirlerinde olduğu gibi, iki ayrı şehir göreceksiniz.
Birincisi, Medina olarak isimlendirilen yer.
Yalnız, Fas’ın diğer şehirlerinden farklılık, burada göçmen nüfusun bulunması. Göçler nedeniyle, buradaki insan yapısı biraz farklılaşmış.
Yani yaşayan insanlar daha fevri, stresli, kavgacı gibi. Yankesicilik yaygın, özellikle otel kapı önlerinde ve kalabalık yerlerde, mutlaka: çanta, cep telefonu, cüzdan, fotoğraf makinası, video kamerası gibi eşyalarınıza daha çok sahip çıkmanız gerekiyor.
Şehrin diğer bir özelliği de; Paris’ten küçük olmasına rağmen, Paris’tekilerden iki kat daha fazla kafe bulunması. Her yerde kafe var. Bunların bir çoğu; bulundukları mekandan taşmış, cadde ve sokaklara masa ve sandalye atılmış.
Buralarda oturmak gerçekten keyifli, oturun ve çevrenize bakının, en çok ne içiliyor, ona göre sipariş verin. Tavsiyem; kahve veya nane çayı.
ŞEHİR GEZİ PLANI:
Otoyoldan çıkıp, şehre girdiğinizde, yoğun bir trafik ile karşılaşacaksınız. Bu trafik ve insan kalabalığı, yalnızca cuma günleri, cuma namazı saatlerinde ve sonrasında sakinleşiyor. Çünkü: cuma namazı saatlerinde ve bir zaman sonraki saatlerde, şehirdeki bütün hayat duruyor. Bu sürede, restoranlarda yemek dahi bulabilmeniz mümkün değil.
Evet, girişte; yolun her iki yakasında sağlı sollu villalar göreceksiniz. Devam ettiğinizde, sağ yanınızda Casablanca şehrindeki teknoloji ile uğraşan tüm firmaların bir arada bulunduğu yapıları göreceksiniz. Teknoloji geliştirmeye odaklanmış bir yer. Ayrıca, banka merkezleri de var. Yazılım firmaları da. İyi derecede Fransızca konuşuluyor olması ve ucuz işçilik. Özellikle, Fransız firmalarının buralara gelmesine neden oluyor.
Yola devam edildiğinde, bir mahalleye geliniyor.
Burası, şehrin en önemli ve en pahalı, zenginlerin ikamet ettikleri bir mahalle. Bunun nedeni ise, bir zamanlar, burada, berberi kabileleri ikamet ediyormuş.
Faslı, bir zamanlar dedelerinin ikamet ettikleri, hayvan otlattıkları, at koşturdukları bu topraklarda, bugün yaşayabilmenin karşılığı olarak, burada ev-villa sahibi olabilmek için büyük fedakarlıklar yapmak zorunda imiş.
Şehirde yaşayan bütün köklü ailelerin, burada villaları varmış. Villalar alınıyor, yapılıyor ama asla satılmıyormuş. Oturdukları bu araziye asla terk etmiyorlarmış.
İlerlerken, sağınızda “Megala” denilen bir yer görünecek. Burası, dünyanın en büyük sinema ekranı (571 metre kare) bulunan sineması. Yalnız, açık alan değil, kapalı alanda, bu ölçüde büyük ekran bulunması ilginç.
Yürüyüş yolu nedeniyle, yenileme çalışmaları var. İlerlemek pek mümkün değil. Yine de, ilk durak olan okyanus kıyısına ulaşıyorsunuz.
Unutmamak gereken konu, gezi güzergahı yalnızca merkezde yürüyerek yapılabilir. Yani, yürüyerek sur içindeki çarşı, yeni şehir, meydanlar gezilebilir.
Diğer yerlere (okyanus kıyısı, II. Hasan Camii gibi) gidiş için sanırım taksi kullanmanız şart.
OKYANUS KIYISI:
Fas Casablanca denince, akla hemen okyanus kıyısı geliyor. Zaten, bu kıyıda göreceğiniz güzellikler, gerçekten sizi şaşırtacak düzeyde. Önce okyanus kıyısına gidin. Okyanus kıyısında sahil uzunluğu, yaklaşık 3000 metre.
Kıyının güney ucuna gittiğinizde, bir ada göreceksiniz. Ama, tam olarak denizin içinde kalan bir ada değil. Kıyıya bitişik. Sular çekildiğinde yarımada, geri geldiğinde ise ada oluyormuş. İsmi orijinal: büyücüler adası.
Ama aynı zamanda, kurşun adası da deniliyor. Bunun nedeni ise, bu adada, kurşun dökülmesi imiş. Adanın üzerinde, bir miktar baraka tipi ev var. Uzaktan bakıldığında, insanlar da seçilebiliyor. Nazara karşı kurşun dökülmesi ile ünlenen adada, bugün 3-5 ton kurşun bulunduğu söyleniyor.
Bu değişik adayı uzaktan izledikten sonra, kıyıda ilerlemeye devam ediyoruz.
Kıyıda, çok sayıda kafeterya ve peş peşe beach clubler var.
Mc.Donalt burada. Caferlerden birine oturup, kıyının sessizliğini ve beyaz köpükler çıkararak, bir çizgi halinde kıyıya paralel gelen dalgaları izleyin. Kesinlikle, büyük keyif alacaksınız.
Bu uzun kıyı parçasının, büyük bölümü hala bakir. Faslılar ve kendini faslı gibi görenler, bu uzun kıyının güzelliği ile gurur duyuyorlar, ama bizim ülkemizde de aynı tür bir çok kıyının bulunduğu kesin.
Ayrıca, bu güzel görünümün diğer yanı, yanı deniz yanının tam anlamı ile güzel olduğunu söylemek mümkün değil.
Malum, okyanus hani girmek kolayda, çıkmak zor, zor bir deniz, zor olduğu kadar da tehlikeli. Dolayısı ile, kıyı ne ölçüde güzel olursa olsun, girilecek deniz olmadıktan sonra anlamlı olduğunu kabul etmiyorum.
Yalnız; inanın seyri mükemmel. Oturun bir kafeye ve seyredin, sonuçta seyrettiğiniz okyanus ve dünyanın birçok yerinde okyanus görme şansınız yok.
Belki, bu açıdan da seyir keyifli oluyor, okyanus seyrettiğinizi düşünerek, yoksa sonuçta, görünen büyük bir su tabakası, yani deniz. Gidin Antalya’ya, oturun yat limanında kayaların üzerinde, aynı görüntüyü yani denizi, deniz mavisini, gökyüzü mavisini görmeniz mümkün.
Ama burada biliyorsunuz ki, karşınızda okyanus, ilginç olan sanırım bu, yani isim.
Evet, bulunduğum dönemde, kıyıda ve şehrin büyük bölümünde, yol ve inşaat faaliyetleri nedeniyle gerek araç trafiği ve gerekse yaya trafiği olumsuz etkilenmiş durumda. her yer kazılmış, kaldırım ve orta refüj yapılıyor.
Sanırsınız ki, şehirde seçim var, seçim yatırımı için muhteşem bir inşaat faaliyetlerine girişilmiş, hayır. Şunu duydum ki, kral, yavaş giden çalışmalar nedeniyle, mevcut valiyi görevden almış ve yerine yeni bir vali atamış.
Yine de, buranın insanı, kıyıda, belirli bir bölümde, yürüyüş, koşu ve köpek gezdirme gibi faaliyetlerini sürdürmeye çalışıyor.
Okyanus kıyısında araç ile ilerlemeye devam ediyorsunuz. Solunuzda film platoları kalıyor.
FİLM PLATOLARI:
Buralarda, daha önce söylediğim gibi, Fas’a güneş ışınlarının dik gelmesi nedeniyle, birçok filim çekilmiş. Özellikle: Truva filminin burada çekilmiş olması ilginç.
Filmi ilk kez gördüğümde, bizim ülkemizdeki geçmişi anlatan bu filmin, neden bizim ülkemizde çekilmediğini uzun uzun düşünmüş ve üzülmüştüm.
Ama, gerçekten, Fas’ta gerek bu filmin ve gerekse diğer birçok filmin çekilmesi için mantıklı ve geçerli bir sebep, bu ışık olayı.
Çünkü: açık havada, güneş ışınları yere dik geldiği için, hiçbir objede, gölgeleme yapmıyor, bu büyük bir avantaj, çünkü gölgeleme olsa, filmi çekenler bu gölgelemeleri önlemek için ilave ışık kaynakları kullanmak zorunda kalacaklar.
Halbuki, burada öyle bir zorunluluk yok, doğal ışık. Ve, doğal ışığın dünya üzerinde, bu şekilde başkaca bir ülkede bulunması mümkün değil.
Evet, devam ettiğinizde, uzaktan, muhteşem minaresinin boyutu ile, Kral II. Hasan Camii görünmeye başlıyor. Caminin yanına gitmeden önce, resim alabilmek için mutlaka mola verin. Çünkü, caminin yanına gittiğinizde, tek kare fotoğrafta, bu muhteşem büyük yapıyı sığdırmanız pek mümkün olmayacak.
KRAL II.HASAN CAMİİ:
Evet, araç park yerleri müsait, caminin yakınına kadar gidebiliyorsunuz.
1986-1993 yılları arasında yapılmış ve halen bir kısım bölümde inşaat faaliyetleri devam etmekte. Caminin inşaatında, 2500 işçi, günde çift vardiya çalışmış. Tüm inşaatın, 800 milyon dolara mal olduğu söyleniyor.
Mekke ve Medine’dekiler dışında, dünyanın en büyük camii. Atlantik okyanusu kıyısında, denizin doldurulması ile elde edilen alan üzerinde, deniz kenarındaki kayalık bloklar üzerine kurulmuş.
Bunun nedeni; hani daha önce anlatmıştım, hatırlarsanız, Arap akıncıları, her yeri Müslümanlaştırarak kuzey Afrika’da ilerlerken, bu denizle karşılaşırlar ve dururlar ” bu deniz olmasaydı, biz bu dini bütün dünyaya yayardık ” şeklinde bir söz söylenir.
İşte; Afrika kıtasının en batı ucuna, akınların denizde son bulduğu noktaya bu caminin yapılması, bu nedenle anlamlı.
Denize bakan batı bölümü, tehlike arz ettiği için kullanıma kapalı.
Cami, toplam: 20 bin metre karelik bir alanı kapsıyor. Dünyanın en büyük inşaat firmasına yaptırılmış (Fransız), mimarı da Fransız.
Fas kralı II. Hasan, aslında bu camiyi, ihtiyaca binaen yaptırmamış. 1986 yılında, Fildişi Sahilleri Ülkesinde, dünyanın en büyük katedrali yapılır.
Bunun üzerine, kral ” benim temsil ettiğim dinin bulunduğu bu kıtada, dünyanın en büyük yapısı, katedral olamaz, cami olmalı ” Bu düşüncenin sonucu olarak, bu büyük cami yapılır.
Minaresi 210 metre yükseklikte. Dünyanın en uzun cami minaresi. Ama, ülkedeki cami yapıları, daha öncede söylediğim gibi değişik. Bir kere kubbe yok, çatılar düz. Ayrıca, minareler, bizdeki gibi silindirik değil, dik dörtkendir.
Bu durumda, uzunluğu bir hayli fazla olan minare yapmak mümkün. Yapının tepesindeki çatı bölümü, hareket edebiliyormuş. Özellikle, kadir gecesi, ibadet edenlerin gökyüzünü görebilmeleri için, caminin tepesindeki çatı bölümü açılıyormuş.
Aynı anda, içeride 25 ve dışarıda ise 85 bin kişinin ibadet etmesi mümkün imiş.
Müslüman olmayanların camiye girmesine izin verilmiyor. Bunu nasıl anlıyorlar. Cami girişinde görevliler var. Yanlarına yaklaştığınızda, yabancıları gayet güzel anlıyorlar. Ve bir sınava sokuluyorsunuz, ” Kelime-i Şahadet ” getirmeniz isteniyor, söyleyince, birkaç dua ( örneğin Fatiha) söylemeniz daha isteniyor, bu sınavı geçerseniz camiye girmenize izin veriliyor.
Bir de şu var, elbette, burası bir ibadet yeri, elinizde veya boynunuzda fotoğraf makinası, video kamerası ile girmenizi hoş karşılamıyorlar ve de özellikle çekim yapmanızı kesinlikle hoş karşılamıyorlar, sıkıntı yaşamamak için dikkat.
Caminin içi de, dışı gibi pırıl pırıl. Çok bakımlı tutuluyor. İçeri girerken, ayakkabılarınızı koymanız için size torba veriliyor. Girişin solunda, merdivenlerden aşağıya indiğinizde abdest alma yerleri ve tuvaletler var.
Yalnız, tuvalet ve abdest alma yerlerinin birlikte olması bence saçma olmuş. Abdest alma olayı, mistik bir olay, aynı anda, tuvaletlerden gelen kötü kokuların, ortamın mistikliğini olumsuz etkilemesi mümkün değil.
Buradaki cuma namazları, normalden daha uzun sürüyormuş.
Ayrıca, o kadar muhteşem bir kalabalık giriyor ki, sanırsınız tüm şehir camiye akın ediyor. Elbette çıkışta büyük bir izdiham, sakın kalabalığın arasında kalıp, sıkıntı yaşamayın. Dikkatli olmakta yarar var.
Evet, caminin bahçesinde oturmak için mutlaka zaman ayırın. Caminin bahçesinde, duvarlar üzerine oturun ve bir süre okyanusu seyredin, ilerdeki deniz fenerini izleyin. Caminin minaresinin, muhteşem işlemelerini, oya gibi yapılmış, rengareng boyanmış, tüm minare tam bir sanat eseri gibi işlenmiş.
Bir süre, bu muhteşem minareyi ve üzerindeki işlemeleri mutlaka izleyin. Yapının, kapıları tamamen gümüşten, kesin tonlarca gümüş kullanılmış olmalı.
Evet, gezimize devam ediyoruz. Şimdiki rota, halen günümüz Fas Kralının ikamet olarak kullandığı sarayın da bulunduğu, Habous Semti.
HABOUS SEMTİ VE ÇARŞISI:
Halen kralın yaşam yeri olan saray burada. Saraya hizmet eden çeşitli meslek guruplarına ait kişilerin saraya giriş çıkışı için kapılar var. Balıkçılar kapısı, sepetçiler kapısı, demirciler kapısı gibi.
Neden? Çünkü, sarayın muhtelif ihtiyaçlarını gören ve her gün başvurulan bu kişiler, saray dışında konuşlanıyorlar. Göreceğiniz çarşı, bu kişilerin konuşlandıkları bir bölüm.
Evet, Fransızlar, işgal bitip, bölgeden ayrıldıktan sonra, onlarca boşaltılan gayrimenkuller, Fas’da Habous Bakanlığına geçer.
Bakanlık, burada kurulu. Semtin adı da, otomatikman, Habous olarak anılmaya başlanır. Bu bakanlığın meşkuliyeti ise, Fransızların terk ettikleri gayrimenkullere, yörenin insanlarının yerleştirilmesi.
Çünkü; birileri yani Fransızlar yurtdışına göçerken, yurt içinde hareketlilik olur. Zaten; alışkanlıklar gereği, berberi aileleri çocuklarını, büyük şehirlerdeki yakınlarının yanına, okusun, meslek öğrensin gibi nedenlerle, sık sık gönderirler.
Dolayısı ile, şehirde zamanla muhteşem bir nüfus artışı olur. Şehrin 70-80 bin kişilik nüfusu, bugün 6 milyona ulaşmıştır. Habous Bakanlığı, bu nüfus artışını dengeleyecek şekilde, Fransızlardan kalan gayrimenkulleri, yerel halka, dar gelirlilere küçük bedeller karşılığı kiralar.
Evet, çarşı orijinal. Yine; küçük küçük dükkanlar, dar ara sokaklar. Ama, burada satıcılar, kolunuzdan çekiştirmiyor, daha sakinler. Fazla, dilenci yok. Ama, cuma günü buraya gelmiş olmanın verdiği hüznü yaşıyoruz.
Çünkü, tüm dükkanlar kapalı. Cuma namazından sonra açılacağı söylense de, hayır, açılmıyor, çoğunluğu yani yüzde doksanı kapalı. Böyle bir durumu bile bile buraya getirilmiş olmak, gerçekten saçma.
Özellikle, bunu bile bile, bir saat mola verilmesi, sizlerin boş sokaklarda, kapalı dükkanların kapıları önünde boş boş dolaşmanıza neden oluyor. Veya, çarşı girişindeki kafeye gidip oturabilirsiniz, ama tabii içinizden şunu söylememek elde değil, ” kafeye oturmak için mi, buralara kadar geldiniz? ”
Tek orijinallik, hemen çarşının girişinde, sol yandaki ilk sokaktaki pastane.
Buraya, mutlaka uğrayın. Arap kültürüne ait, birçok farklı tür ve lezzette kurabiye ve tatlı var. Tatabilme şansınız da mevcut. Tadın ve beğendiklerinizden, kendinize veya ülkedeki yakınlarınıza bir hediye tatlı paketi yaptırabilirsiniz.
Mutlaka düşünün, fiyatlar da uygun. Daha önce dediğim gibi, benim bu bildiğimi her kez biliyor. Ama sizde bilin. Cuma namazına giden bu insanlar, namazdan sonra geleneksel olarak mutlaka evlerine gidip kuskus yiyorlar ve daha sonra bir süre uyku alışkanlıkları var.
Yani; cuma namazı ve sonrasında, bir müddet, tüm şehirde hayat duruyor. Bunu bile bile, çarşı dolaşmaya çıkmamalı.
Evet, bu çoğu kapalı dükkandan oluşan çarşıdan ayrılıyoruz. Yol üzerinde, Birleşmiş Milletler Meydanı ve Kral 5.Hasan Meydanı var.
MEYDANLAR:
Evet, Fas Casablanca’da, gezilebilecek iki meydan var. Bunlar; pek orijinalliği olmayan meydanlar. Yani görseniz de olur, görmeseniz de olur cinsinden. Birleşmiş Milletler Meydanı, bir yanında Adalet Bakanlığı binası, diğer yanında büyücek bir havuz ve havuzun çevresinde, yerlerde satış yapan birkaç satıcı, yörenin insan kalabalığı.
Burada, ilginçtir, bir turizm ofisi göreceksiniz. Ofise girip harita isterseniz, hayır bulamayacaksınız, peki ne var, bol miktarda, Fransızca broşür. Peki, Fransızca bilmeyenler için, hiç. Zaten görevli bile, doğru dürüst İngilizce bilmiyor, yalnızca Fransızca.
Evet, meydandan batıya doğru yürümeye devam edin.
Sağınızda büyük caddeler kalacak. Bu caddelere girin, özellikle giysi üzerine alışveriş mağazaları görmeniz mümkün. Güzel mağazalar var. Seyyar satıcılar ve bol miktarda dilenci de göreceksiniz. Kendinizi bir kafeye atıp, güzel ve buraya has bir kahve içebilirsiniz ve yoldan geçenleri izleyerek, bir miktar zamanınızı değerlendirebilirsiniz.
Yine de, buraya gelmiş olmak, kafede oturmak olmamalı bence, gezmeye, yürümeye devam edin. Ancak; daha önce söylediğim gibi, buranın güvenlik durumu biraz problemli. Yolda yürürken bir bakıyorsunuz, caddenin kenarında, ölü gibi boylu boyunca yatan, üstü başı perişan insanlar göreceksiniz.
Dilenciler o kadar bol ki, tek güzel yanı, pek rahatsız edici değiller. Dilencilerin büyük bölümü, hareketli değil, yerlere, köşe başlarına oturmuş sabit duruyorlar.
Evet, yeni çarşıdan, doğuya ve güneye doğru yürümeye devam ettiğinizde, surları göreceksiniz. Sur içinde, malum eski çarşı yani Medina.
MEDİNA-ÇARŞI:
Burası, Fas Casablanca da şehrin tam merkezinde. Sarımtırak renkli surlarla çevrili. Hemen girişte, büyük bir saat kulesi ilgi çekiyor. Tarihi dokusu, labirent gibi düzenlenmiş sokakları olan bir yer. Diğer şehirlerdeki Medina’lardan farklı olarak, burada yüksek volümlü Arap müziği çalınması.
Bol miktarda, kopya müzik ve film cd. si satan tahta ve tekerlekli tezgahlar var. Bunlardan yükselen yüksek volümlü Arap müziği bir nebze sizi şaşırtıyor. Neyse, devam ettiğinizde; ara ve dar sokakların ilerlediğini görüyorsunuz, ama güvenlik problemi yaşanması nedeniyle, sakın ola, bu ara sokaklara tam olarak dalıp kaybolmayı düşünmeyin, burada halk gerçekten çok fakir bir görüntü sunuyor. Burada; halk yoksul.
Her elli metrede bir, dilenci görmek mümkün.
Ama, bu dilenciler, bazı internet sitelerinde yazıldığı gibi, sakin duran dilenciler değil. Peşinizden geliyor, önünüze atılıyor ve yolunuza dikiliyor, dikkat etmekte fayda var. Dilenciler, burada, rahatsız edecek düzeyde.
Sanırım, yapmanız gereken, asla kalabalık yerlerden ayrılmayın ve ara sokaklara dalmayın. Sabahın erken saatlerinde buraya gelirseniz, sokaklarda çöp yığınları göreceksiniz. Çünkü; halk çöplerini sokaklara ve açığa bırakıyor.
Bir süre sonra, öğleye doğru çöpçüler el arabaları ile gelip çöpleri topluyorlar. Tabii bu aradaki zaman zarfında, çöpler, gerek insanlar ve gerekse kedi, köpekler tarafından kurcalanıyor. İnsanlar dahi, çöpten buldukları ile beslenmeye çalışıyorlar, böyle görüntüler, işte buranın insanını yoksulluğu hakkında sanırım size yeteri kadar bilgi verecektir.
Evet, Medina, ülkenin diğer şehirlerinde olduğu gibi, sur içinde toplanmış dükkanlardan oluşuyor. Satıcılar biraz daha fevri, yani stresli gibi, yani burası pek alışverişe uygun değil gibi. Tercih sizin.
Yalnızca görme babından gezip çıkmakta yarar var diye düşünüyor ve tavsiye ediyorum. Yoksa, almayı son ana bıraktığınız bazı şeyleri burada bulsanız dahi, fiyatı nedeniyle almakta zorlanacaksınız çünkü pek pazarlık etme şansı olacağını sanmıyorum.
Evet, işte Casablanca, ismi filmlere konu olmuş meşhur Casablanca bu.
Bu arada, Casablanca filminin burada çekilmiş olmadığını hatırlatmadan geçmemek gerek. Evet, şehri mümkün olduğunca gezmeye çalıştık. Önemli olan zaman. Eyer, bir günden fazla zamanınız varsa bu şehirde, mutlaka okyanus kıyısındaki kafelere gitmeyi tercih edin. Bunun dışında, şehirde yapabileceğiniz başkaca bir şey olduğunu sanmıyorum.
Yoksa, gidip Birleşmiş Milletler Meydanında dolaşmak, bir kafeye oturup gelip geçeni seyretmek, pek orijinal değil. En azından, bulunduğunuz yerden kalkıp, binlerce kilometre öteye gidiyorsunuz, insan orijinal bir şeyler arıyor değil mi, ama yok işte. Bu kadar.
Son olarak; şehir ile havaalanı arasındaki mesafe bayağı uzun.
Özellikle, trafiğe takılma sıkıntısını da değerlendirerek, uçak kalkış saatinden çok önce, havaalanı yönünde hareket etmenizde yarar var.
Bir de havaalanındaki sürekli kontrol mekanizmalarından geçerken zaman kaybedeceğinizi hatırlayın, dönüş için form doldurmayı unutmayın, yanınızda dirhem kalmamasına dikkat edin, yoksa hatıra kalır, free shop mağazalarında gezebilmek için birazcık da olsa zaman ayırın. Evet, hoşça kalın, iyi yolculuklar.
Casablanca ile Merrakech şehirleri arasındaki yol: otoban. Güzel bir yol ama sürücüler hızlı ve biraz çılgınca araç kullanıyor. Bu otoyol üzerinde, maalesef bir veya iki istasyondan başkaca, duracak yer yok. Zaten; bu istasyonda, öyle her şeyi bulabileceğiniz bir düzen yok. Yalnızca; tuvalet ihtiyacını karşılayabilirsiniz.
Bunun yanında: bir kaç parça, yiyecek ve içecek bulmak da mümkün. Evet; daha öncede yazdığım gibi, yanınızda sürekli bozuk para bulundurmanız gerek. Çünkü; tuvaletler tüm ülkede ücretli ama bunun yanında pis.
Neyse, uçaktan inince, o yorgunluğun üzerine, üç saat karayolu inanın çekilmiyor. Aslında; Casablanca ile Merrakech arasında, iç hatlar ile de uçuş yapılabilir.
Ama; fiyatlar yüksek. Tur firmaları, bu aradaki mesafeyi karayolu ile geçmeyi tercih ediyorlar. Özellikle; karanlıkta bu yolu gitmek, inanın çok zor çekiliyor, çünkü hiçbir yeri yani çevreyi görme şansınız da yok.
FAS MERRAKECH ŞEHRİ HAKKINDA GENEL:
Bu şehrin kelime anlamı: ” kalma git”. Ayrıca: ” güneyin incisi ve mücevheri ” gibi isimlerde, buraya yakıştırılmış. Kızıl şehir diye de anılıyor. Yapıların, bir kısmı ve özellikle surlar; kızıl renk ve tonlarında.
Meraklıları için; şehirde iki tane casino yani kumarhane var. Sadi otel ve Revamunya otelde. Şehrin ana bulvarı üzerindeki yaya kaldırımlarında; bol miktarda turunç ağacı ve meyvesi görebilirsiniz.
Bunlar; mandalina değil, portakal değil. İkisinin de anası. Şehir süslemelerinin bir parçası olarak dikilmiş. Koparmamak gerek, çünkü: yenmesi mümkün değil. Tadı; ekşi ve acımtırak. Bunlardan yalnızca reçel yapılıyor.
Reçel yaparken bile, acı ve ekşimsi tadı dengelemek için normal reçele göre, üç kat şeker ilave etmek gerekiyor. Şehrin, bugünkü nüfusu: 1.5 milyon civarında. Bu şehir: aynı zamanda, hem karmaşayı ve hem de sakinliği bir arada yaşayabileceğiniz ortamlar sunuyor.
Atlas dağlarının eteğinde, verimli bir vahada kurulmuş. Bu dağlar; bir sıra şeklinde, ufukta sürekli görülmekte. Şehirdeki ısı, 30 derece civarında bile olsa, bu dağların üzerinde karlı zirveler görmek mümkün.
Ama, çoğunlukla, havanın kötü olması ve sis, bu muhteşem görüntüyü engelliyor, umarım kaldığınız sürede, bu dağları izleme fırsatınız olur, uzaktan da olsa görebilmek, muhteşem.
Şehir; eski ve yeni şehir olarak ikiye ayrılıyor.
Bu, eski ve yeninin büyüleyici ortamından dolayı, şehre, “Ağa Han” uluslararası mimarlık ödülü verilmiş. Eski şehirde: büyüleyici yapılar, camiler, saraylar, dar sokaklar ve bu dar sokaklarda bulunan küçük el işi atölyeleri var.
Yeni şehirde ise; modern yapılar, yüksek binalar, lüks kafeteryalar var. Zaten; Avrupa sosyetesinin çok sevdiği bir şehir. İnanılmaz evler, Malikaneler görmeniz mümkün.
Bu şehirde gezmenin en güzel yolu: kendinizi dar ara sokaklara atıp kaybolmak. İnsanlar; fevri değil. Güvenlik problemi yaşanmıyor. Buranın insanı, paraya değer veriyor ama kesinlikle fevri ve kavgacı yapılı değil. Evet, bazı sokaklar o kadar dar ki, üç kişi bile yan yana yürümesi mümkün olmuyor.
Ama kendinizi kuytuda veya sıkıntıda hissetmiyorsunuz, çünkü: çevredeki yapılar yüksek değil, yani bu dar sokaklar havadar. Tek sıkıntı; bir eşek, bir at arabası geldiğinde veya bir motosiklet geldiğinde (bunlar çok miktarda, sık sık geliyor) kendinizi en yakın duvar dibine veya dükkana atmanız gerekmesi.
Aksi halde; çarpmamaları mümkün değil diye düşünüyorsunuz, ama bir yandan da, bu insanlar, buranın kalabalığına, sokakların darlığına ve kullandıkları at olsun, eşek olsun, motosiklet olsun, iyice alışmışlar ve çevik, atik bir şekilde kullanıyorlar, asla çarpmıyorlar.
TARİHSEL SÜREÇ:
Kuzey Afrika; oldum olası, büyük güçlerin hep dikkatini çekmiş. Çünkü: ister istemez, Akdeniz’e sahil şeridi olan bir kıta. Romalılar, bunun belli bir tarafını tüketmişler. Araplar ise, başka bir kısmını tüketmiş. Akdeniz’in en büyük doğal limanı; Tunus’taki Kartaca.
Kartaca; MÖ.146 yılında, Romalılar tarafından yok edilmiş. Güney Akdeniz’de; Kartaca benzeri, başkaca bir doğal liman yok.
Ama: Fas, Cebelitarık boğazı üzerinden İspanya ile o kadar yakın ki (14 km.); Tanca şehri taraflarında, zamanla yeni liman noktaları oluşturulmuş. Binlerce yıl sonra, Osmanlının, Fas ile ilgilenmesinin sebebi de, bu liman noktaları.
Hem ticaret, hem askeri açıdan önemli. Her ne kadar, bölgeye Romalılar geldi ise de, bunlar pek fazla aşağılara inmemişler.
Hatırlarsanız; “Simyacı” isimli bir roman vardı. Bu romanı okuyanlar; bu romanda yazılı bir kısım bölümü, belki de anlayamamışlardı.
Örneğin; orada “morlardan” söz edilir. Buraları gördükten sonra; bu romanda yazılı ve muallakta kalan bölümleri anlamak, daha bir kolay oluyor. Morlar, bugün Fas’ın güneyinde, bugünkü Moritanya’da yaşayan insanlar.
Ama; bir zamanlar, buralarda bulunmuşlar. Bugün; her ne kadar Arap ülkesi olsa da, o zamanki yerli nüfus, bugünkü bütün Fas’a hakim imiş ve Romalılar ile çok sıkı ilişkiler kurmuşlar.
Zaten; Romanın ezici askeri üstünlüğü karşısında hiç kimsenin dayanması mümkün değil. Romalılarda, buraları ele geçirince, vali bırakıp, yerel halktan aldıkları kendi yandaşları yöneticiler ile ülkeyi yönetmişler.
Daha sonra, Roma, doğu ve batı olarak ikiye ayrılınca, Tunus’taki askeri güçler Bizans’a kalmış. Sonra; İslamiyet doğunca, Araplar, çok kısa bir sürede (5 yıl) kuzey Afrika’nın Tunus’a kadar olan bölümlerini ele geçirmişler.
Tunus’ta; Bizans direnişi olmuş. Tunusun Araplar tarafından alınması, İstanbul’un Türkler tarafından alınmasına benzer. Ancak; sekizinci kuşatmada ve 35 yıllık sürenin bitiminde, Tunus, Araplar tarafından ele geçirilir.
Orası düştükten sonra, bugünkü Cezayir ve Fas’ta düşer.
Araplar, o arazileri ele geçirirler ve Okyanusa gelirler ve okyanus kıyısına dayanınca; ” Bu deniz olmasaydı, bu dini bütün dünyaya yayardık” derler. Daha batıya gidemedikleri için, kuzeye çıkarlar.
İspanya’da meşhur Endülüs akımı, kültürü doğar. Medeniyet denilemez, sonuçta Arap kökenlidir, özellikle Fas kökenle.
Tabii bu durum, kısa sürede olan bir olgu değil. Fas’ı ele geçirmek, Fas’tan çıkıp Endülüs’ü kurmak, aradan 500 sene geçer. Araplar, buraya gelince, yerli toplumlar ile kaynaşırlar. Yerli toplamlarda: berberi denen toplum.
Roma döneminde burada yaşayan morlar ise, güneye çekilirler. Buralarda, dağlık bölgelerde, belli noktalarda berberiler kalır. Berberiler kimdir? Bunların kim olduklarını söylemek çok zor. Bunlar; tarihte, adı konmuş ilk insan topluluğudur.
Anadolu’da, örneğin Karain mağarasına gidersiniz, MÖ.10 binli yıllardan kalma bu bölgede, Karain denilen bir yer adı vardır. Ama orada yaşayan insanların adı yoktur.
Onlara; genel anlamı ile, neolitik denir. Orda kalır. Ama, berberi denen toplum yapısı; MÖ.10’lu yıllara dayanır ve bir adı vardır; onlara berberi denir. Adı konmuş bir toplumdur bunlar.
Berberiler bu bölgeye Yemen’den gelirler.
Ama, Yemen’e nereden geldikleri meçhul. Göçebe hayatı sürdürmüşlerdir. Göçebe; sürekli göçmüş, belli bir şehir kurmamıştır ki, o şehir veya o bölge bugün kazılsın ve onların geçmiş kültürlerini ifade edebilecek herhangi bir kalıntı çıkarılabilsin. Göçebe yaşam sürdürdükleri için, böyle bir olanak yok.
Berberiler ile birlikte, bölgeye Hıristiyanlar gelir. Yahudilik gelir ama pek itibar görmez. Zaten, Araplar topluca bütün bölge halkını Müslümanlaştırır.
Ancak; 789 yılında; Peygamber torunu, 1’nci İdris bölgeye gelir. İdris’in, buraya gelmesinin nedeni; onunla beraber doğan dini mezhebin varlığıdır. Bunlar; harici mezhebi.
Bunun anlamı ise: çıkanlar, gidenler. Bunları; Şiilik veya Alevilik ile karıştırmamak gerek. Neden? Çünkü; halifelik kavgasında, 1’nci İdris kaybeder ve oralardan, Bağdat şehrinden kalkıp, buralara gelir.
Burada ise; dönemin en büyük kabilesinin reisinin kızı ile evlenir. Bir süre sonra ise ölür. Eşi hamile. Doğan çocuğa; 2’nci İdris adı verilir. Baba, 1’nci İdris, 789 yılında ülkeyi kurar. Oğul, 2’nci İdris ise, 809 yılında Fes Şehrini kurar.
Ulaşabildiği tüm kabileleri Müslümanlaştırır.
Bir süre sonra; Müslümanlaştırılan kabileler, Fes şehrine yerleşmiş Arapların, öğrettikleri din ile yaşadıkları hayat arasında büyük uçurumlar olduğunu görürler. Bunların yaptıkları tek şeyin; vergi almak olduğunu düşünürler.
Bunun üzerine; göçebeler arasında ayaklanmalar başlar. Bunlar; her ayaklanmada; Sahra Çölünü (2000 km.) geçerek, başkente, yani Fes şehrine ulaşmak durumunda kalırlar.
Başkente ulaşmak, orada çatışmak, yöneticileri değiştirmek, tüm bunlar zor gelir. Bunun üzerine; başka bir başkent kurma fikri ağır basar ve 1062 yılında, Fas Merrakech şehrini kurarlar.
İkinci başkent kurulduktan sonra; yabancı devletler tarafından da, Fas Merrakech şehri muhatap alınmaya başlanır. Bu dönemde; Fas Merrakech şehrinde: sıra ile dört hanedan yaşar. İlk üç hanedan: 150 şer yıl ve toplamda 450 yıl hüküm sürerler.
Bu süre, çok güzel geçer. Ancak; zamanla, Endülüs’ün kaybedilmesi ve oradaki nüfusun buralara göçmesi sonucu; belli bir dağınıklık yaşanır. Sıradan insanlar bölgeye gelip yerleşirler. Bunlar gelirken, yanlarında veba hastalığını da getirirler.
Veba; her girdiği toplumda, orada yaşayanların, genç-yaşlı, kadın-erkek ayırımı yapmadan yarısını yani yüzde ellisini öldürür. Veba sonucu; Fas Merrakech şehrinde, Saadi Hanedanlığından, tahta geçecek varis dahi kalmaz.
1650’li yıllarda;
Suudi Arabistan’dan, güney Sahrayı takip ederek, Fas’ın güney bölgesine bir kabile gelir. Geldikleri dönem, Fas’ın anarşi içinde bulunduğu bir dönem.
Veba, ülkeye girmiş ve insanları telef etmiş. Kabileler toplanıp, bu yeni gelen kabileye teklifte bulunurlar, çünkü bunların peygamber torunu soyundan olduklarına inanılır.
” Siz peygamber torunusunuz, bizim başımıza geçin, bizi toparlayın”. Yeni gelen kabile, yaklaşık 13 yıl, bu tekliflere direnir ve kabul etmez. “Bizim devlet işi ile ilgimiz olmaz”, derler.
Ancak, bir süre sonra baskılara dayanamazlar ve teklifleri kabul edip, tahta geçmek zorunda kalırlar. O günden, bu güne tahtta en fazla kalan (400 yıl) aile, bunlardır. Bilindiği gibi; taht babadan oğula, oğul yoksa kardeşe geçer. Bazen kardeş bulunmaz ise, yeğene geçer.
Osmanlılar;
Fas’ta tam bir egemenlik kurmuşlar denilemez. Yerel yöneticilerin istekleri üzerine, birkaç kez Osmanlı güçleri, Fas’a girmiş, ancak liman ve para yani yeni vergiler üzerine yapılan antlaşmalardan sonra, Fas’tan ayrılmışlar. Yoksa; uzun süreli bir egemenlik söz konusu değil. Neden? Bilinmez.
Devlet; 1912 yılına kadar, başarılı şekilde yönetilir. Bu dönemde; Osmanlı Fas’a hiç gelmez. Niye? Çünkü: dönemin galip devletleri olan İngiliz ve Fransızlar, dünyanın çoğu yerinde olduğu gibi, bu bölgeyi de paylaşırlar.
Fransa, 1912 yılında, Fas’a el koyar, ama ” sizin korunmaya ihtiyacınız var” diyerek el koyar ve bu doğrultuda bir antlaşma imzalanır. Yani: işin adı, himaye olur, sömürgecilik değil. 44 sene süren bir himaye.
Sonuçta, Fransızların; buradan giderken, yaka silkerek gittikleri rivayet edilir. Özellikle; Cezayir’den çıkarken, geride 1.5 milyon ölü insan bırakan Fransa, Fas’ı terk ederken, tek bir kurşun dahi atılmamış.
ŞEHİR GEZİ PLANI:
Araç ile; otelinizden ayrılıp; sağlı-sollu otellerin bulunduğu yollardan bir süre ilerledikten sonra, Kral 6’ncı Muhammed ( günümüz Fas kralıdır) bulvarından geçip, bir meydana geleceksiniz.
Yol boyunca; havuzlar ve bulvar ortasındaki bölümdeki güllerin yoğunluğu, sizdeki, bir çöl ülkesinde bulunduğunuz fikrini zedeleyecek görüntüler.
Bulvar boyunca; silme gül var.
Sol yanınızda, ufuk çizgisinde, Atlas Dağlarını görmek mümkün. Aslında; hava şartları ve genelde sis nedeniyle, bu dağları pek net görmek mümkün olmuyor, şansınız varsa, hava sıcaklığı ne olursa olsun, zirveleri sürekli karlı, bu sıra sıra dağları görmeniz mümkün olur.
Evet, solunuzda, muhteşem bir görüntü, ufuk çizgisinde,, zirveleri karlı Atlas dağları. Meydana varınca, araçtan iniyorsunuz.
MANERA BAHÇELERİ:
Meydanda bir kapıdan giriş ve sonra yaklaşık 300 metrelik bir yol. Bu yolda ilerlerken, sağ ve solunuzda zeytin ağaçları. Arkanızda; caddenin tam ortasında yükselen bir minare, Koutubiye camiinin minaresi. Sol yanınızda, ufuk çizgisinde atlas dağları.
Yolda ilerledikten sonra, önünüze büyükçe bir havuz geliyor. Bulanık suları olan, sularına ekmek atıldığında görülen balıkların bulunduğu bir havuz. Sağ yanında, boş trübünler. Sol yanında, küçük bir mermer yapı. Diğer yanlar, boş.
Faslı; ne yaparsa yapsın, çoğu konularda başarılı olmuş. Başarısız oldukları tek ve başlıca örnek ise; işte, tam burada.
Bu havuzun bulunduğu bölümde, akşamları, bir zamanlar ses ve ışık gösterisi yapılıyormuş.
Derinliği yaklaşık, 3 metre olan havuzun suyu üzerinde, iskeleler varmış.
Ama, bu gösteri; izleyenler tarafından hiç tutulmamış. İptal edilmiş, trübünler de zamanla bulundukları yerden kaldırılacakmış.
Bu havuz; eski dönemlerde ise, aynı zamanda, denizle pek ilgisi olmayan göçebe çöl toplumu olan Faslının, suya yatkınlığını sağlamak amacı ile kullanılmış.
Yani; yöre halkına: yüzme, denizcilik gibi alışkanlıklar kazandırılmaya çalışılmış.
Bahçenin tamamı; 440 dönüm.
Zeytin ağaçları, yaklaşık 200 yıllık. Bahçeye dikkat ettiğinizde; zeytin ağaçlarının, bahçe düzeninde dikildiğini göreceksiniz.
Yani; 200 yıl önce, Faslı, bahçe düzenine göre zeytin ağacı dikmiş. Bu ağaçlar arasında, traktör ile dolaşmak mümkün. Ege bölgemizdeki, gelişigüzel dikilmiş zeytin ağaçlarını ve zeytinliklerini düşünmemek elde değil.
Evet; gezimize devam ediyoruz. Surların içine gireceğiz. İstanbul ile bir paralellik düşünülürse, sur içi, tarihi yarımada gibi. Surlar; kerpiçten ve akşamları çok güzel ışıklandırılıyor.
Tamamen, kızıl bir renk hakim. Delikler; kerpicin, sıcak ve kuru havada çatlamaması için yapılmış. İlerlerken, sağ yanınızda, bir şantiye göreceksiniz. Burası; Fas’ın en meşhur oteli.
“Revamunya otel”. Dünya sıralamasında, halen dünyanın en muhteşem beşinci oteli. Ama; yine de, bu derece yeterli gelmemiş, en iyi ilk dörde girmek için otel tadilatta.
” Fas, ucuz turist isteyen bir ülke değil, paralı ve lüks tüketime yönelik turizmi tercih etmiş bir ülke” Bu sözleri umarım duyacaksınız. Ama duyduğunuz andaki hislerinize sakın kapılmayın, birde Fas’ı yaşadıktan sonra, bu sözleri değerlendirin.
Açlıktan, adım başı dilenciler tarafından yolunuz kesilen bir ülkede, nasıl lüks tüketim, nasıl zengin turist. Kesinlikle; bu sözleri sizlere söyleyenlerin, bazı şeyleri daha mantıklı düşünmeleri gerektiği kesin.
Evet; Koutobıa camiinin önünde, araçtan iniyoruz. Yaklaşık; araçla 5 dakika, yürüyerek yarım saatlik bir mesafe.
KOUTOBIA CAMİİ:
Kelime anlamı; kütüphane, kitap. Bu cami; şehrin simgesi. 1120 yılında inşa edilmiş. Minaresi: 77 metre. 1993 yılında, II. Hasan Camii, inşa edilinceye kadar, Fas’ın ve tüm Arap dünyasının, en yüksek minaresi.
Özellikle; minaresi ve dört duvarla çevrili bahçesi görülmeye değer. Tarihi yapı olması nedeniyle, her zaman ibadete açık değil. Gittiğinizde, içeriye girebilmek için, şansınızı denemekten başka çare yok. Daha önce anlatmıştım.
Fay hattı üzerinde olmamasına rağmen; 1700’lü yıllarda, fay hattı üzerindeki Portekiz’in Porta şehrinin tamamen yıkıldığı depremde, Fas Merrakech şehri de yıkılmış.
Bunun üzerine, özellikle camilerin minarelerinin yapımında, Arap mimarlar, minarenin boyunun beşte biri oranında, taban boyu yapmak gibi bir mimari deha ortaya çıkarmışlar. Bu durumdaki minareler, her türlü yer sarsıntısına dayanabiliyormuş.
Buranın başka bir özelliği ise; bu cami yapılmadan önce, burada başka bir hanedan tarafından yapılmakta olan cami; kıblesinin yanlış olduğu bahane edilerek, yapımı engellenmiş ve temellerinin üstü kapatılmış.
Yeni yani bugünkü cami, temelleri kapatılan bu cami inşaatının üstüne yapılmış. Dolayısı ile; caminin önündeki boşluk alan; normal zeminden yüksekte. Çünkü; altta bir önceki caminin toprakla doldurulan temelleri varmış.
Evet, devam ediyoruz. Şimdi sırada, Bahia Sarayı. Bu saray da, sur içinde.
BAHİA SARAYI:
Derler ki: ” Fas’ta saray gezemezsiniz, sarayların hiçbiri müze değildir”. Evet, saray gezemezsiniz, ama Riyat gezersiniz.
Riyat: ” dar ev” kelimesinin çoğuludur.
Bahia konağı, evi, ev kompleksi. 1880’li yılların sonunda inşa edilir. 1902 yılına kadar; Adalet ve Maliye Bakanlığı yapmış olan bakanlar tarafından kullanılır.
Arap kültüründe, özellikle Fas’ta, Fas’ı kuran ailelerin çok köklü aileler olması nedeniyle, bakanlıklar bile, yüzyıllarca, babadan oğula, abiden kardeşe geçen mevkiler olmuştur.
Buranın inşaatını yaptıran, Ahmet adında bir vezir. Ama, Ahmet’e Ahmet denilmiyor, adının başına “ba” takısı takılıyor. Sebebi; hizmet ettiği sultan ölünce, yerine sultanın genç yaşındaki oğlu geçer.
Yaşı: 11. 11 yaşındaki çocuğa eşlik eden vezir, babalık yapmış olur bir nebze. Bu yüzden, ona baba Ahmet adı takılır ve ba Ahmet diye hitap edilir.
Ahmet ölünce yerine kardeşi geçer. Ta ki, 1912 yılında, Fransızlar buraları işgal edene kadar, bu konakta yaşarlar.
İşgalden sonra ise; şehirde valilik yapacak olan Fransız general, burayı üs olarak kullanmaya başlar.
Yapı; ülkemizde, Diyarbakır’a gitmiş olanlar belki görmüş olabilirler. Diyarbakır’da; şair Cahit Sıtkı Tarancı’nın evi vardır. Girersiniz; bir avlu, buna yaşam alanı denir.
Bunun dört tarafı, duvarlarla çevrilidir. Genelde; dışarıya hiçbir zaman pencere açılmaz.
Pencerelerin tümü, avluya bakar.
O yüzden avluya, yaşam alanı denir.
Yazlık, kışlık ve baharlık kanatlar yanında, dördüncü olarak kiler kanadı bulunur.
İşte; Bahia sarayının yerleşim düzeni, bu örneğe uygundur.
İşgal bitip, Fransızlar gittikten sonra; ören yeri olarak halka açılır. Ama; Fransızlar, giderken, sarayın içinde ne var ne yoksa alıp götürürler.
Ellerinden gelse, sarayı da tekerlek takıp götürürler diye düşünmemek elde değil. Çünkü; tamamen boşaltmışlar, hiç bir şey kalmamış.
Evet; sarayı gezmeye başlıyoruz. Hatırlarsanız; saraya girerken, yol üzerinde bir kaldırımdan geçtik. O yol; şehirde Medina ile Medinanın içindeki Mallah mahallesini ayıran yol. Mellah mahallesinde Yahudiler yaşıyor.
Aynı ve benzer toplumlarda bile, bir arada yaşayan insanlar, bin bir sebepten dolayı kavga edip mahkemelik olabiliyorlar. Düşünün ki, aynı yerde yaşayan, iki farklı toplum, onları yanlızca bir yol ayırıyor birbirlerinden.
Yani, iç içe girmiş halde yaşamayı öğrenmişler. Ve, ilginç olanı şu ki; bu iki toplumu ayıran yol üzerinde, Bahia sarayı, yani adalet bakanlığı. İki toplumun kesiştiği noktaya yapılmış.
İlk yer; duruşma için bekleme avlusu, sonra duruşma avlusu. Saray; toplam 45 dönüm araziye kurulu. Ziyaretçiler için açık olmayan bölümlerde, hala ikamet edenler var.
Avluda göze çarpan bitkiler, ağaçlar göreceksiniz.
Dünyada: bahçecilik sanatında, İngiliz ve Fransız bahçeciliği konuşulur ve tartışılır. Ama, bunlara esin kaynağı olmuş Endülüs bahçeciliği var.
Burada: Endülüs bahçeciliğinin çok küçük bir örneğini görmek mümkün. Bunlardan, yani bu tür minik bahçelerden şehirde yaklaşık 20 bin civarında bulunduğu söyleniyor.
Bitkiler dışında, yerde ne var? Yerde: ne çini, ne mozaik, ne fayans olan, yalnızca Fas’a has, Fas sanatçılarının dünyaya ihraç ettikleri, “zelli”denen, pişirilmiş, boyanmış, sırlanmış toprak parçaları var. Toprak parçaları kesilmiş, boyanmış ve yerleştirilmiş.
Bunların hiçbiri, doğrudan monte edilmez, görülen cepheye, hepsi yerde ve tersten birleştirilerek, üzerine derz dökülerek ve yapıştırılarak, duvara monte edilir. Hepsi; tek tek, elle, hatta keserlerle kesilir.
Makine, kalıp yok. Çok zengin bir sanattır. Bunu algılayabilmek için, gözün alışması gerekir. Göz alıştıktan sonra, daha kolay görülür. Gözün alışması için ise, çok zaman ister. Güzel şekil denen olay bile, gözün alıştığı standartlıklardaki güzelliktir.
Bütün iç mekanı kaplayan, 155 in üzerinde, ahşap şerit var. Derinlik hissi vermesi açısından önemli. Onun üzerinde alçı var. Kartonpiyer değil.
Ahşap bölümler ise: sedir ağacından. Fas’ta, dünyanın en büyük sedir ormanları mevcut. Sedir, çok dayanıklı bir ağaç. Mısırda, MÖ.2000 li yıllardan kalan, sedir ağacı kalıntılarını günümüzde görmek mümkün.
İşgal yıllarında;
Fransızlar üşür ve bunun üzerine, belli noktalara şömine yapılır ve yapının orijinalliği yer yer bozulur. Ancak: Fas Merrakech şehrinde, asla tüken baca göremezsiniz. Çünkü: burada halk, mevsimine göre giyinmeyi iyi bilir. Isınmak için; soba vs. yakılmaz.
İşgal yıllarının bir diğer uygulaması ise, yapının çeşitli bölümlerine ayna yerleştirilmesi. Faslı, ayna kullanır. Ama, aynayı asla açık bırakmaz, örter.
Neden? Çünkü, aynanın şehvet uyandırıcı olduğunu düşünür. İkincisi ise, aynanın cinler alemine geçişin aracısı olduğuna inanır. Bu yüzden, aynayı örtülü bulundurur.
Gezimize devam ediyoruz. Cariyelerin yaşam bölümündeyiz. Cariye denince, şeri kanunların dört kadın alma hakkı ile ilgili hükümleri hakkında, burada ayrıntılara girmek istemiyorum. Çünkü, böyle bir uygulamanın doğru olduğunu düşünmüyorum.
Burada: üç odanın bulunması, dördüncü cariye için niye oda bulunmaması gibi, birinci cariyenin odasının başka bölümde bulunması, diğer cariyelerin birinci cariyeye hizmet için alındıkları, dünya üzerindeki kadın-erkek oranlarının yüzdesi vb. gibi bir sürü saçma sapan olduğunu düşündüğüm konulara girmek istemiyorum.
Sonuçta; burası bir ev kompleksi ve zamanında insanlar yaşamış. Kendi adetleri, gelenek ve göreneklerine göre yaşamış oldukları kadar ne olabilir?
Evet, geziye devam ediyoruz.
Odalar, çok basit ve sade. Büyük bir avluya geliyoruz. Burada, tüm saray halkı toplanıp yemek yiyormuş. Bu avlu, aynı zamanda, birçok filme mekan olmuş.
Bu avluda çekilen tanıyabileceğiniz filim ise; İngiliz hasta. O filmde, Noel kutlaması var. Kadının kocası, Noel baba kıyafetinde, askerler, balonlar var.
Kadının aşığı ise, hemen içeride, pencereden kadınla konuşuyor, o filmi tekrar seyrederseniz, bu sahnelerin çekildiği bu mekanı hatırlayacaksınız. Doğal ışığa ihtiyaç duyulan tüm filimler, burada çekilmekte.
Cariyeler avlusundan sonra; büyük bir avluya geçiyoruz. Burası, meşhur Endülüs bahçeciliğinin en büyük örneği. Greyfurt var, yeni dünya var, palmiye ağacı var. Palmiye ağaç mıdır? Çiçek midir? Hayır, Palmiye otgiller dendir.
Gövdesine bakın, milyonlarca dallaşmış köklerin bir araya gelmesinden ve bunların ağaçlaşmasından oluştuğunu görürsünüz.
Bahçenin bu bölümünde, arkada bambu bile görebilirsiniz. Burada; karşıdaki oda da eğitim verilirmiş. Tahtaya tebeşirle yazdıkları ayetleri silmeleri gerektiğinde, beyaz tebeşir tozlarını bir araya toplayıp, özel bir kuyuya dökerlermiş.
Günümüzde, Fas Kralının iki çocuğu; halen halkın çocuklarının devam ettikleri okullarda eğitim görmekteymişler. Halka karışmaları açısından, buna çok önem veriliyormuş. Bu bölümde, yine ahşap, yine sedir, yine bol bol motif var. Ama ilave olarak, duvarlardaki şeritlerde, kurandan ayetler yazılı.
Bunların çoğu; korunma amaçlı yazılmış ayetler. Nazar duası, akşam yatıp uykuda öldüğünde cennete gitmek için dua, göze gelmemek için dualar.
Ülkemizde de, belki görmüşsünüzdür, Anadolu’da bahçe kapılarında hep dualar vardır. Yolculuk duası, bereket duası, karınca duası, nazar duası gibi.
Fas; özellikle Arap-İslam kültürünün bittiği nokta.
İki çeşit aktarım var. Biri: kaynak çok zengin ve kaynaktan uzaklaştıkça azalan aktarım. Diğeri; kaynakta birikimi olan ve her geçtiği kültürden etkilenen, biraz biraz alan ve son noktada zirve yapan aktarım.
Zirveye burada ulaşılmıyor. Endülüs’te ulaşılıyor. Buraya kadar, devşirilen tüm toplum, göçebe. Göçebede ise, sanat pek aranmıyor. Yaşam şartları, doğal koşullar uymuyor. Ama, bunlar Endülüse geçince, zirve noktasına ulaşıyorlar.
Araplar, Endülüs’ten dönerken, ihtiyaç duymadıkları tüm eşyalarını bırakıyorlar. Bırakılan bu eşyalar, araç ve gereçler ile, İspanyollar kutup yıldızını buluyorlar ve daha nicesini.
Evet: Bahia Sarayı bitti, saraydan çıkıyoruz. Yürümeye devam ederek, Jamaa El Fna Meydanına geçiyoruz.
JAMAA EL FNA MEYDANI:
Koutubıye Camiinin hemen yanında, yaklaşık 300 metre. Meydanın her yerinde, caminin minaresini görmek mümkün. Bu minareye göre; yönünüzü ve meydanın yerini tayin edebilirsiniz.
Bu meydanın kelime anlamı: kıyamet meydanı. 20’nci yüzyılda, yani yakın zamanlara kadar, bu meydanda, Fırankovari yerel yönetimler, idam cezaları infaz ediyorlarmış, bu nedenle bu isimle anılıyor.
Diğer adı: ölüler meydanı. Bu meydan; şehrin kalbi. Günümüz Afrika’sının, en hareketli şehir meydanı. Fas’ta görülmesi ve gezilmesi gereken yerlerin başında. UNESCO tarafından, milli miraslar listesine alınmış, dünya üzerindeki ender meydanlardan.
Burada; uzun saatler geçirmek için, mutlaka zaman ayırın. Turistler yanında, yerel halkta meydanda. Özellikle; eğlence ve yemek için; kızlı-erkekli gurupların buluşma, toplanma yeri.
Meydanın hemen girişinde, çok sayıda fayton var.
Muhteşem kötü bir koku. Dayanabilirseniz, yanlarına gidin ve pazarlık yapın. Bir saatlik çevre gezisi için, sizden 350 dirhem ister, yalnızca 200 dirheme gezebilirsiniz. Faytona mutlaka binin, gerçekten keyifli.
Ama binmeden önce; faytoncunun oyununa gelmemek için mutlaka pazarlık yapın. Fiyatta anlaşın, faytoncunun herhangi bir alışveriş mekanına gitmek istemesi durumunda, asla kabul etmeyin. Yoksa; kısa bir turdan sonra, fayton bir yere yanaşıyor, faytoncu kolunuzdan tuta tuta sizi bir alışveriş mekanına sokuyor.
İçerde; aniden halı-kilim şovu başlıyor. Her ne kadar, satın almak istemediğinizi söyleseniz de, bu şov yaklaşık yarım saatten fazla zamanınızı çalıyor ve satın almadan ayrıldığınızda, arkanızda asık suratlı bir çok insan bırakıyorsunuz.
Yani; tabiri caizse, hanutçuluk yapan faytoncu. Ama, bunun yanı sıra, fayton ile gezerken, dar sokaklarda, sıkışık trafikte, bu faytoncuların nasıl muhteşem bir şekilde faytonlarını kullandıklarını görebilirsiniz.
Ayrıca; otelinize veya belli bir adrese giderken de, faytondan yararlanabilirsiniz.
Şöyle ki;
otel adres kartını faytoncuya gösterin ve pazarlık yapın. Verdiğiniz rakamı kabul etmez ise, yanından ayrılır gibi yapın, inanın arkanızdan sizin verdiğiniz rakamı kabul ettiğini haykıracaktır, çünkü o kadar çok fayton var ki, boş durmalarının bir anlamının olmadığını mutlaka anlıyorlar. Meydandan, ortalama yarım saat sürecek bir adrese, 40 dirheme rahatlıkla gidebilirsiniz.
Burada; gündüz saatlerinde; meddahlar, yılan oynatıcıları, dövmeciler, hokkabazlar, cambazlar, geleneksel dansçılar gösteri yapıyorlar. Müzik sesi duyduğunuz yere yaklaştığınızda, özel kafeslerinden çıkarılan yılanların, müziğin ritmine uygun olarak hareket ettiklerini göreceksiniz. Halbuki; yılan sağır bir hayvandır.
Müzik sesini duymaz, onun yaptığı ritmik hareketler, yalnızca korunma içgüdüsü ile yaptığı hareketlerdir inanın.
Yine de, bakın. Bu arada; büyük boyutlu yılanları, boynunuza dolamak isteyenler olacaktır, bunu bilen ve böyle bir durum olmasını istemez iseniz, yılan oynatılan yerlere yaklaşmamanızı tavsiye ediyorum.
Dövmeciler; ellerinde, uçları küt, iğne şırıngaları var, içende ise, uygun kıvama getirilmiş kına.
Bir dövmeciye yaklaşıyorsunuz, hani düşünüyorsunuz ki, yaptırmak istediğiniz dövmenin bir kitaptan, şeklini gösteresiniz.
Hayır. Nerde? Dövmeci, es kaza, elinizi yakalayınca, başlıyor boyamaya, dövme yapmaya. Tabi, ortaya istemediğiniz bir şekil ve bir süre dövme yapılan elinizi, kolunuzu kullanamama gibi bir durum çıkıyor.
Bu nedenle; tedbirli olun, dövme yaptırmak için ya bolca zaman ayırın, yapılan dövmenin kurumasını beklemeniz gerekiyor (muhtemelen 2 saat) ya da, hiç dövme yaptırmayın, zaten yaptıkları şekiller hiçbir şeye benzemiyor.
Ama, bu arada dikkat, herhangi bir dövmeciye yaklaştığınızda, elinizi kaparsa, inanın asla bırakmıyor ve başlıyor boyamaya. Sonuçta, elbette para.
Falcılar var. Nasıl baktıklarını bilmiyorum. Ama zaten dil olarak anlaşma şansımız olmadığından, fal baktırmayı pek düşünmedim. Hani deniyor ya, her dilde fala bakanlar var diye.
Kesinlikle inanmayın, bırakın her dili, yalnızca Arapça ve belki de birazcık Fransızca konuşabildiklerini düşünüyorum.
Falcı olarak bulunanların tiplerini gördüğünüzde, bana hak vereceksiniz.
Falcılar yanında; daha ilginç olanını, büyücüleri göreceksiniz.
İnsan vücudunu ifade eden bir bebek, ne yaptığını anlamadığım ama büyücü olduğunu hissettiğim tipler ve çevresinde toplanan insanlar.
Dansçılar var.
Yerel ve ilginç rengarenk kıyafetleri içinde, müzik eşliğinde dans ediyorlar. Aman dikkat, elinizdeki fotoğraf makinasını veya video kamerasını onlara çevirir veya doğrultursanız, çekip çekmediğinize bakmadan, koşarak yanınıza geliyor ve ısrarla para istiyorlar ve para almadan asla gitmiyorlar, bu arada kolunuzdan çekiştirmek de cabası.
Hadi, rahatsızsınız, şikayet edin, kime? Mecbur, para veriyorsunuz.
Kötü olan şu ki, verdiğiniz paranın miktarını beğenmiyorlar yani en az 20-30 dirhem vermeniz şart. Ama; bu şart, içten gelen bir olay değil, mecburiyet.
Bu arada; bu durum, bu meydandaki tüm gösteriler ve etkinlikler için geçerli olduğunu söylemeliyim, yani bir yılan göstericisinin gösterisini seyrettiğinizde de, mutlaka para vermeniz gerektiğini sakın unutmayın.
Maymununu yanına alıp gelenler var. Bir maymun, boynunda bir zincir. Yanına yaklaşırsanız veya yanından geçerseniz, maymun hemen omuzunuza veya kucağınıza atlıyor.
İster fotoğraf çektirin, isterseniz çektirmeyin, maymunu sevin, yeter ki sahibine para verin. Yani ve sanki, zorla para vermeniz gereken durumlar yaratılıyor.
İnternette diğer yazılanları okuyunca ve burada bambaşka şeylerle karşılaşınca şaşırmamak elde değil.
Ama gerçekten böyle. Bu muhteşem ve egzotik olduğunu düşündüğünüz meydan, yerel halkın para hırsı yüzünden, turistlerin sürekli rahatsız edildikleri, kolundan tutup çekiştirildikleri, sözle taciz edildikleri, farklı fiyat uygulamaları ile kandırıldıkları bir yer haline gelmiş.
Bu durumda, elbette diyeceksiniz ki, niye gideyim bu rezilliği yaşamaya. Her şeye rağmen, buraya kadar geldiniz, gelmedi iseniz, bir eksiklik hissetmeyin, zaten onlar çok zengin turist istiyorlarmış, öyle söyleniyor.
Ben bunları yazarken, haberlerde ilginç bir haber vardı. Amerika’da, New York kentinde, başı kapalı, gözünde gözlükleri olan, kimliği ve ismi belirsiz birinin, meydanda, önünde sıraya giren herkese en az 50 şer olmak üzere, binlerce dolar dağıttığı söyleniyordu.
Sanırım, Fas gezinizde de, sizin böyle bir rol üstlenmeniz gerekecek. Yani; bir eliniz cebinizde, sürekli para dağıtmak durumunda kalacaksınız veya kalmanız gerekecek desek sanırım daha doğru olur.
Madem, oraya kadar gittiniz, bari cebinizde küçük oranlı paralar bulundurun diyeceğim, o da sıkıntılı, çünkü küçük para verdiğinizde mutlu olmuyorlar ki. Neyse, tercih sizin.
Evet, akşam olmaya, güneş batmaya başladığında,
Meydanda başka hummalı bir faaliyet başlıyor. Küçük kamyonetler, at ve eşek arabaları ile taşınan; uzun demir çubuklar, borular, oturma yerleri, ocaklar, lambalar kuruluyor. Güneş battıktan bir süre sonra, ocaklar, ızgaralar yakılıyor ve muhteşem bir duman ve yemek kokusu, gökyüzüne ve meydana egemen oluyor.
Hani; Fas’ta tüten baca göremezsiniz denilmişti, ama Fas’ta tüten koca bir meydan göreceksiniz, şaşırmayın. Evet; insanlar akın akın meydana gelmeye başlıyorlar.
Turistlerin yanında, muhteşem bir yoğunlukla, yerli halk da buraya geliyor. O kadar kalabalık oluyor ki; ” iğne atsan yere düşmez ” deyimi, sanki burası için söylenmiş diye düşüneceksiniz. Kendinizi, bambaşka bir dünyada hissedeceksiniz.
Evet, başlayın yürümeye, ama tabii yürüyebilirseniz. Açık hava restoranları her yer. Her türlü yiyecek maddesini bulmanız mümkün olan restoranlar var.
Başlıyorsunuz, bunların çevresinde, aralarında gezinmeye ve gerçek festival o anda başlıyor.
Bir kolunuzdan biri, diğer kolunuzdan başka biri tutup çekiştiriyor, kendi restoranında yemek yemeniz için, önünüze atlayan biri, bir şeyler söyleyip sizi kendi mekanına sokmaya çalışıyor.
Hani; derseniz ki,
ben bakıp görüp beğenirsem bir yere gireyim, hayır, öyle bir şansınız yok. Bu çekiciler o kadar fazla ki, birinin mıntıkasından ayrıldığınızda, o sizin kolunuzu yani sizi çekiştirmeyi bırakıyor, diğerinin mıntıkasına giriyorsunuz, başlıyor başka biri çekiştirmeye ve anlamadığınız bir şeyler söylemeye.
Tam bir festival. O kadar çok ve değişik yemek türü görmeniz mümkün. Değişik kokular hissetmeniz, bu kokuların üzerinize kıyafetlerinize sinmesi mümkün. Cesaret edebilirseniz, oturup tadına da bakabilirsiniz elbette.
Örneğin; bir saç kavurma yaptırıp, sırf suyuna banarak bir ekmek bitirebilirsiniz. Her türlü; et ve et ürününü bulmanız mümkün.
Oturup; bir koyun kellesini, yanaklarını ayıklayarak, afiyetle yiyebilirsiniz.
Veya, bu ülkede bolca bulunan ve alışkanlık haline geldiğini düşündüğüm salyongoz yiyebilirsiniz.
Ve hatta; Faslı büyük küçük bir çok insanın bu salyangozları afiyetle yediğini görerek, yiyip yememek üzerine arkadaşlarınız ile iddiaya bile girebilirsiniz.
Burada; yörenin meşhur yemekleri, kuskus ve tajin de göreceksiniz.
Özellikle: tajin ve kuskusu burada yiyebilirsiniz, ama sonuçta yeterli hijyen olmadığından, tercihi yine de size bırakıyorum. Tajinin; birçok çeşidi var, etin türüne göre: kuzu, koyun, tavuk veya güvercin etinden tajin yiyebilirsiniz.
Tajini mutlaka deneyin, bizim damak tadımıza nispeten uygun. Tandıra benzeyen bir tadı var. Kuskus da yemeniz mümkün. İrmik üzerine yapılan; etli veya sebzeli olarak tercih edebileceğiniz kuskusu, bu ülkede kaldığınız sürede mutlaka deneyin.
Bizim damak tadımıza pek uygun olmasa da, ne bilim, belki beğenirsiniz, çünkü Faslılar, bunu çok sık ve mutlaka yiyorlar.
Burada; birde şuna dikkat etmenizi önereceğim. Sizi; kendi yemek yerine çekmek isteyenlerin elindeki fiyat listelerine mutlaka iyi bakın. Ayrıca; yemek yerine oturduğunuzda da, size sunulan fiyat listesini iyi inceleyin.
Çünkü; yemek bitip, hesabı istediğinizde, çok yüksek ve saçma sapan bir hesap önünüze koyuyorlar. Yani; turistlere ayrı fiyat listesi, yerli halka ayrı fiyat listesi var.
Bunlar, bu uygulamaları nerden öğrenmişler, inanın bu uygulamaları görünce elbette hemen itiraz ettim, ama bazı şeyleri hatırlayarak, minik bir gülümsemenin yüzüme yayıldığını hissetmemek elde değil.
Evet; masanıza yemek öncesi koydukları, minik tabaklar içindeki, bir-iki çeşit uvertür ve ekmek için bile, hesap istediğinizde, muhteşem bindirme yapmayı asla ihmal etmiyorlar.
Sakın ödemeyin, ödemediğiniz takdirde herhangi bir sıkıntı da yaratmıyorlar. Hani denir ya, ” yersen “. Ödersen, ne ala, ödemezsen, iyi.
Burası; yerli halkın eğlence mekanı.
Çünkü; birkaç müzik aleti, sandalyeler daire şeklinde yapılıyor ve ortada başlıyor, canlı müzik ve kısa süre sonra, oynayanlar, kollarından çekiştirilen ve oynamaya davet edilen turistler. Tabii bu davet; kolundan çekiştire çekiştire yapılan bir davet. Yani; sizin inisiyatifinize kalmayan bir davet.
Meydanda; bol miktarda portakal suyu satıcısı göreceksiniz. Hani, bu ülkede portakal bol diye düşünürken, portakal suyunun da ucuz veya ne bilim, uygun fiyatlı olduğunu düşünüyorsunuz değil mi. Hayır. Yanıldınız.
Portakal suyu fiyatı, şöyle ki bir bardak için yaklaşık 4 TL. ayrıca satıcı içine “buz atimmi” diyor, evet derseniz, o ne tür sudan yapıldığı belli olmayan birkaç buz taneciği içinde, ilave 3-4 dirhem vermeniz gerekiyor.
Sonuçta; gördüğünüz ortamdan o kadar etkileneceksiniz ki, hijyen yani temizlik, korkusu tüm benliğinizde egemen olacak ve belki de, hiç bir yemek veya içecekten tatmadan meydandan kaçar gibi ayrılacaksınız.
Bu da değil; bir iki şeyin tadına bakmakta yarar var diye düşünüyorum.
Örneğin; temiz olduğunu gözünüze kestirip ve daha da önemlisi, turistlikteki en büyük unsuru kullanıp (yerli halkın en çok yemek yediği yeri tercih edin, çünkü yerli halk iyi ve kaliteli yemeğin bulunduğu yeri tercih eder ve orayı doldurur) bir yere oturabilir ve yine çevrenize bakıp, en çok tercih edilen bir yemek ve içecek cinsini deneyebilirsiniz.
Meydanda; seyyar el arabalarında, çeşitli baharatlardan yapılmış tatlılar ve özel çeşnili çaylar göreceksiniz, deneyebilirsiniz.
Ben; zencefil tatlısı ve yanında çayını denedim, güzeldi, deneyin isterseniz.
Bu meydanın hemen kıyısında, güzel bir restoran var.
Argana restoran. İki katlı, özellikle üst katından meydanın görüntüsü mükemmel. Ancak, üst katta yalnızca yemek yiyenler, yemek yeme süresince oturabiliyor, alt katta ise içecek servisi var.
Burada: portakal suyu veya nane çayı, evet özellikle nane çayı deneyin, muhteşem. Üst katta ise; masaya oturan her kişinin yemek yemesini ister gibi bir huyları var.
Yani; iki kişi gidip, bir porsiyon yemek istediğinizde, servis yapmıyorlar.
Böyle bir saçmalığı yaşamak mümkün.
Meydanda bulunduğunuz süre içinde; bu restoranın tuvaletini de kullanmanız mümkün, herhangi bir sıkıntı yaratmıyorlar. Zaten; başkaca tuvalet de yok.
Birde; sakın unutmayın.
Burada; meydanda değil, normal bir restoranda verdiğiniz yemek siparişleri, bazen saatlerce çıkmıyor.
Bir yemek siparişi için, muhtemelen 2 saate yakın beklemek gerekiyor.
Yemek siparişi verirken, beklemeniz gereken süreyi de sorun, yoksa, bir yemek için zamanınızın büyük bölümünü, bir restoranda oturarak ve bekleyerek, sıkıntı içinde geçirmek mümkün.
Bu kadar kalabalık ve keşmekeş olunca, eksik olmayan ne kalır sizce?
Yankesicilik. Aman dikkat, zaten o kadar bol dilenci ve kağıt mendil satan çocuk var ki, şaşacaksınız.
Dilenciler ise, internette bazı sitelerde yazıldığı gibi, sakin, oturduğu yerde bekleyen dilenciler değil, hareket halinde, kolunuzdan çekiştiren, sırtınıza tık tık yapan dilenciler, çok rahatsız edici boyutta.
Hani, yemek yerlerinin çığırtkanları var ya, onların bulunmadığı demeyeceğim, bulunmadıkları yer yok, onlardan fırsat kaldığında, dilenciler başlıyor bu sefer, kolunuzdan çekiştirmeye.
Çok mu kötümserlik, hayır, ben bunları yaşadım, yaşadıklarımı anlatıyorum, abartımı? Asla.
Çünkü;
Sonuçta ben de oraya güzel şeyler yaşamak ve görmek için gittim, bunları yaşayıp görmeyi ben istemedim ki, bunlar oradaki yaşamın bir gerçeği.
Her şeye rağmen, giderseniz, mutlu olun, bu sıkıntılar yanında güzel olanı; kesinlikle herhangi bir cinsel taciz olayının asla olmaması.
Tüm bu rahatsızlıklar, belli bir boyutta kalıyor, bayanlar için asla cinsel taciz boyutuna vardırmıyorlar. En güzeli bu.
Evet; meydanın gündüz faslını gezdikten sonra; hava kararmadan önce, “Souk” yani çarşı bölümüne girmeniz gerek. Hava kararana kadar, çarşının sokaklarını gezin ve hava kararınca, yine meydana gelin.
Akşam, burada bir başka alem yaratılıyor. Argana restoranın hemen solundaki sokaktan çarşıya girin ve ilerlemeye başlayın. Bir süre ilerledikten sonra, sağa dönün, bir süre böyle ilerledikten sonra, tekrar sağa dönüp, büyük olasılıkla meydana çıkan yola veya sokaklara gireceksiniz.
Yok hayır, kaybolursanız da, insanlara meydanı sorun, ya tarif ederler, ya da yerinden kalkıp gösterirler, tabii ücreti karşılığı.
SOUK-MERRAKECH ÇARŞISI:
Meydana açılan yollar ve onların bağlandığı minik sokaklar çok keyifli. Geleneksel özellikleri olan bir yer. Dev bir labirenti andırıyor.
Labirent gibi dar sokaklarda kaybolmak mümkün. Buraya girmek çok kolay ama çıkmak zor. Çarşıyı bilen birinin yardımı olmaksızın çıkamazsınız.
Ara sokaklarda; ressamlar ve galeriler göreceksiniz. Bol miktarda: kasnaklarından çıkarılmış, taşınmaya hazır, yörenin özelliklerini ifade eden yağlı boya resimler. Berberi tabloları bunlar. Tercih sizin, beğendiyseniz satın alabilirsiniz.
Fiyat? Evet, ben birini beğendim, satıcı 650 dirhem istedi, 150 dirhem teklif ettim, kabul etmedi, arkamı dönüp çıkarken, arkamdan kabul ettiğini söyledi ve resmi aldım.
Unutulmaması gereken şu: pazarlığını yaptınız ve satıcı sizin teklif ettiğiniz fiyatı kabul etti.
Bu durumda,
O malı almak mecburiyetindesiniz. Bu yüzden; beğenmediğiniz malın pazarlığını yapmayın. Fiyatını yüksek bulduğunuz ve yüzde otuzu civarındaki pazarlık payı fiyatını vermeyi uygun bulduğunuz mal için pazarlığa başlayın.
Deri eşyalar, kilimler, vazolar, ahşap objeler, halılar, boyacılar, sele yapanlar, çeşit çeşit geleneksel giyim eşyası satanlar, birçok çeşit ve renk terlikler, gümüş takılar ve objeler, tajin kaplarının minyatür ve gerçek boyutundaki örnekleri, porselen vazo, tabak vs. gibi objeler, terlikler, bastonlar, muhtelif taşlar, baharatlar, meyveler, incir, hurma ( Fas’ta sakın hurma demeyin, onların dili gereği, “hurma” ahlaksız kadın anlamına gelmekte imiş) vb. gibi, birçok objeyi bulmanız mümkün.
Özellikle; belli objeleri satanlar, belli bölgelerde toplanmışlar.
Bu yüzden, gezerken buna dikkat ederek, çeşitli ve farklı bölgeleri gezmek gerek. Ayrıca; bir objeyi satın alırken, malum taşıma büyük problem, bunu unutmamak gerek.
Çok güzel ve beğendiğiniz porselen bir tabağın, taşınmasının, kırılmadan evinize ulaştırılmasının büyük problem olduğunu unutmamak gerek.
Birde, alışverişte şuna dikkat edilmeli; tercih edilen malın ülkemizde bulunup bulunmadığı ve fiyat avantajı olup olmadığı.
Ülkemizde bulunabilen bir malı, aynı veya çok yakın bir fiyata, ta oralardan almanın anlamı var mı, bilemiyorum, tercih sizin. Bunu söyleyince, bazı kişiler, aynı objenin ülkemizde bulunan çeşidi ile, burada satılan çeşidinin farklı olduğu hakkında yorumlar yapmaktan geri kalmıyor. Farklılığının ne olduğu ise, meçhul. Neyse, tercih sizin.
Yine de;
Alışveriş bölümünde belirttiğim gibi: buradan neler satın alınabilir? Bence; buraya has terlik, ufak bir porselen obje, gümüş takılar, başa takılan rengarenk örülmüş takkeler, belki bir yağlı boya tablo, birçok çeşidi bulunan deri çantalar-cüzdanlar, cins cins ve renk renk şallar, nane çayı demliği ve bardak takımı, belki bir miktar baharat vs.
Meydanın yakın çevresindeki pastanelerde, özellikle, Arap kültürüne has tatlılardan, mutlaka tadın.
Özellikle; üçgen, muska biçimli tatlıyı deneyin, gerçekten tatlı kültürleri üst düzeyde. Ama, hijyen sıkıntılı, tercih sizin.
TURİSTİK GEZİ OTOBÜSÜ:
Meydanın hemen yanında, Koutubıya Camiinin önünden kalkan, üstü açık bir otobüs. Tur fiyatı: 11 Euro. Gerek zaman ve gerekse gezi güzergahından hoşnut olmamam nedeniyle tercih etmedim.
Atlas dağlarının eteklerindeki Agdal bahçelerine kadar giden, kurak topraklar üzerindeki palmiyeleri de görme şansınızın olduğu bir tur. Tercih sizin.
CHEZ ALİ SHOW:
Şehirden yaklaşık yarım saat kadar uzaklıkta, özel olarak bu şov için dizayn edilmiş bir mekanda, çöl ortamında, çadırda verilen bir yemek sonrası, at gösterilerinin yapıldığı bir yer.
Bu topraklarda: Araplarla beraber yaşayan yerel toplum olan berberiler var.
At daha çok Berberilerin ata sporu. Kabileler arasındaki sürtüşmeleri, sportif bir yolla çözmek için, at sporu yaratılmış.
Her kabileden beş-on erkek veya bayan yarışmacıdan oluşan ekip, bunlar at üzerinde dört nala giderken tüfekle ateş ediyorlar.
Tüfeklerin tek ses çıkarması gerek, kolay değil, ekip halinde tek ses çıkarmak zorundalar.
Bugün Fas’ta halen 39 tane ekip var. Erkekler ve bayanlar olmak üzere, iki ligde yarışmalar düzenleniyor.
Bunlar, bu ülkede çok önemli faaliyetler imiş.
Evet; çadırlarda, yere bağdaş kurularak yenilen çok sıradan bir yemek.
Genelde, bu yemek kuskus ve meyve ile geçiştiriliyor.
Yemek esnasında: çeşitli berberi kavimlerini ifade eden insanlar, her biri farklı renkte kostümler içinde şarkı söylüyorlar.
Aynı kişileri, içeri girdiğiniz andan itibaren, çıkana kadar görebiliyorsunuz.
Berberilerin bütün kavimlerinde, farklı dil ve lehçeler konuşulduğundan, farklı etnik sesler duymanız mümkün.
Kapıdan girerken; kolunuza giriveren iki kadınla çekilen fotoğraflar ise, yüzünüzdeki şaşkınlık nedeniyle sevimsiz çıkıyor.
Yemek esnasında, 20 dirhem karşılığında satın almaz iseniz, gösteriler bittikten sonra, tanesini 5 dirheme satın alabilirsiniz.
Evet, yemek bitti.
Serin bir gece, sesler ve ışıkların eşliğinde, muhteşem bir atlı şov başlıyor. Atların gösterisi mükemmel.
Geniş bir alan etrafında türbünler var. Beton zemin üzerinde, akrobasi, develerin gösterisi, atla ateş etme, dansöz, düğün alayı, şarkı söyleyen gurupların selamlama geçişi töreni ve bir saatlik süreyi alan gösteri bitiyor.
Gidip gitmemek konusunda tercih sizin, yazılanlar ilginizi çekerse gidebilirsiniz.
Yemek pek orijinal değil, belki atların gösterisi ilginizi çekebilir.
Fiyat mı, belki biraz yüksek, 60 Euro.
SAADİAN TÜRBELERİ:
Fas Merrakeche gidip te, görmeden dönmenin olasılığı yüksek olan bir yer. Belki de, hani dünyanın bir ucuna gidiyoruz, türbe mi görmeye diye düşünenler olabilir.
Ama sonuçta, burası da ilginç bir yer. Şöyle ki: bunlar anıt mezarlar. 16’ncı yüzyılda, burada hüküm süren Saadin Kralları ve akrabaları için yapılan bu mezarlar, Sultan Mulay İsmail tarafından surlarla çevrilmiş.
Bütün; Saadin Hanedanlığına ait kalıntıları yok etmek isteyen ve yok eden Sultan İsmail, burası özel bir kraliyet mezarlığı olduğundan, saygısızlık etmemek için, yok edememiş ama etrafını surlarla çevreleyerek, burayı gözden saklamayı düşünmüş.
Dar bir yoldan ulaşılan mezarlığın üzeri, geometrik desenli taşlarla kaplı. İki tane mermer mozole var. Erkekler ve kadınlar ayrı yerlere defnedilmiş.
Burada bir palmiye ağacı var ve çok orijinal. Şöyle ki, metrelerce uzayıp giden tek kökte, beş gövdeyi bir arada barındırıyor.
Evet, tüm bunların dışında, bu şehirde yeterli zamanınız kalırsa, yeni şehir bölümünü de gezmelisiniz.
Ama, yeni şehir bölümü; her modern ülke ve şehirde görülebilecek manzaraları barındırıyor. Yani, büyük giyim mağazaları, restoranlar var.
Yemek konusunda tercih ederseniz: fast-food restoranları da yeni şehir bölümünde.
Surun dışında, yürüyerek yarım saatlik mesafede.
Siz, yine de, zamanınız olduğunda, mutlaka sur içindeki meydana gidin, çarşıda gezinin.
Ama, dedim ya, bir nebze de olsa sıkılacak ve isyan edeceksiniz, ama buraya geldiğinize göre, bunları yaşamanız gerek.
Şunu unutmamak gerek.
Burası yabancı bir ülke, yabancı bir dil. Fransızca veya Arapça bilmiyorsanız, işiniz gerçekten zor. Sanki; devlet, otorite yok gibi.
Bu meydanda, her an binlerce kişi var, ama faytoncuların arka bölümünde, yalnızca iki veya üç polis veya resmi giysili görevli görmeniz mümkün.
Dolayısı ile; başınıza bir şey gelmesine tahammül edecek durumunuz yok, derdinizi anlatacak kimse yok. Bu nedenle; gerçekten dikkatli olmakta yarar var.