İstanbul boğazının Rumeli kıyısındaki bu semtle ilgili olarak: antik dönemden kalma bir efsaneden söz edilmektedir. Buna göre: Kolkhis ülkesini ve altın postu arayan, antik dönemin kahraman denizcileri Argonotlar; buradan geçmişlerdir.
Ancak: önceleri Jason isimli kahramanı seven ve onunla evlenen, ama sonrasında ayrılan kötü yürekli ve hırs küpü Medeia: yüreğince ve ağzında sakladığı bütün zehri, geri dönmekte olan Argonotları engellemek için, burada, Tarabya kıyılarına döker.
Büyücü Medeia: kocasının ihanetine karşılık çocuklarını öldüren bir tragedyanın lanetli kişisi olarak bilinir.
Bu zehrin adı: tüm çağdaş dillerde ilaçlar için kullanılan zehir yani “Farmacia” dır ve İlaç biliminde kullanılan “Farmakoloji” bu sözcükten türemiştir.
Bizans döneminde: 5 yüzyılda bölgenin ismi olan “Farmacia” yı beğenmeyen Attikos isimli bir papaz: yöreye insanların ruhunu dinlendiren bir yer anlamında “Therapia” ismini koymuştur.
Çünkü, buranın havasının insanlara şifa verdiği düşünülmüştür. Hatta yine o dönemde, akıl hastalarını buraya getirip tedavi ettikleri söylenmektedir.
Bölge ile ilgili olarak, Bizans döneminden günümüze ulaşan pek fazla bilgi yoktur. Ancak, Bizans döneminde, burada önemli bir kilisenin varlığından söz edilmekte ve bu kilisenin 18 yüzyıla kadar burada bulunduğu belirtilmektedir. (Aya Yorgi isimli bu kiliseden aşağıda söz edeceğim)
1655 yılında burada bulunan küçük balıkçı Rum köyünün kaderi değişmiştir. Çünkü Terkos Metropolitliğinin merkezi, Terkos’dan Tarabya’ya yani buraya nakledilmiştir.
Osmanlı döneminde: Sultan II. Selim, Boğaziçi gezilerinden birinde, Tarabya koyunda oturup servi ağaçlarının gölgesinde dinlenmiştir. Hatta buraya “Tarabiye” yani “Keyif” adını verdiği söylenir.
Ardından ünlü Sadrazam Sokullu Mehmet Paşa: burada bir köy kurdurmuş ve kendi adına bir de köşk yaptırmıştır. 18 yüzyılda ise, Sultan III. Mustafa döneminde, Sadrazam Moldovalı Ali Paşa: İstanbul şehrinin güvenliğini sağlamak için burada bir Yeniçeri ocağı kurdurmuştur. Böylece: bölge kalabalıklaşmış ve hareketlenmiştir.
19 yüzyıla gelindiğinde ise: Sultan Abdülaziz: özellikle mimar kardeşler Balyanlara yaptırdığı Kalender Kasrı ile birlikte, Tarabya ve civarı, şehrin en ünlü ve zengin kişilerinin piknik yapıp eğlendikleri bir mesire alanına dönüşmüştür. Özellikle, Haliç kıyısında Fener semtinde yaşayan Rum soyluları, burayı sayfiye yeri olarak kullanmışlardır.
Çünkü Fener semtinin dar sokaklarında bulunan kasvetli evlerinden, daha havadar ve sağlıklı bir yere yani buraya taşınmayı uygun bulmuşlardır.
Ancak: 1821 yılında başlayan Mora isyanı sonrasında, bu Rum beyleri, Osmanlı nezdindeki tüm itibarlarını kaybetmişler ve Tarabya’da bulunan yazlık konutlarının büyük bölümü, padişah tarafından el konularak yabancı elçiliklere hediye edilmiştir.
I. Dünya savaşı ve büyük mübadele ve en son olarak 6-7 Eylül olaylarının ardından, Tarabya’da bulunan Rum nüfus hızla azalmıştır.
Tarabya ile ilgili yine ilginç bir not: Nazım Hikmet, vatanı terk ederken, son olarak burada bulunmuş ve buradan motorla Karadeniz’e doğru açılarak vatandan ayrılmıştır.
Büyük Tarabya Oteli
Tarabya koyunun kuzey köşesinde, deniz kıyısındadır. Günümüzde yıkılma aşamasında olan otel 1966 yılında açılmıştır ve hemen arkasında, 19 yüzyılda Boğaziçi’nin en lüks yapısı olan “Sumer Palas” oteli bulunuyormuş.
Ancak Sümer otelinden de önce, burada Kırım Savaşı için İstanbul’da konuşlandırılan İngiliz askerleri için yapılmış “Angleterre Otel” bulunuyormuş.
Sümer otel, günümüzdeki Tarabya Otelinden çok daha estetik bir görüntü veriyormuş.
Sümer Palas Oteli, 1800’lü yılların sonlarında: İngiliz, Alman, Rus ve Fransız Büyükelçiliklerinin yazlık konutları ve bazı ünlü zenginlerin burada muhteşem köşkler yaptırmaları nedeniyle, burada yapılan ilk otel olarak önem kazanmaktadır.
Otel, hemen arkasında bulunan koruluğu da ismini vermiştir. Otel, 1953 yılında çıkan bir yangın sonucunda yanarak yok olmuştur. Günümüzde sadece koyun güneyinde, garaj restoran denen yerde bazı duvarları durmaktadır.
İstanbul Vilayetler Evi
Kireçburnu’ndaki burası: set üstünde yani yüksekte bir restoranı ve hemen deniz kıyısında daha doğrusu cadde kıyısındaki kafesiyle, deniz kenarında muhteşem güzel bir tesis olarak öne çıkıyor.
Ama burada özellikle: kafe bölümünde, 250 yıllık olduğu iddia edilen çınar ağacını mutlaka görmelisiniz. Ayrıca: hemen dış bölümde, deniz kıyısındaki Osmanlı dönemi çeşme de ilgi çekmektedir. Çeşme: kitabesine göre: 1814 yılında Sultan II. Mahmut döneminde yapılmıştır.
Aya Yorgi Kilisesi
Bizans döneminde, Tarabya’da “Azize Eufemia” adında bir kilise bulunuyormuş. Ama en ilginç olan: 1655 yılında Metropolitlik, Trakya’daki Terkos (Derkon) denen yerden buraya taşınmıştır. Yani, kilisenin hemen yanında Metropolitlik binası yapılmıştır.
Bu kilise: Tarabya koyunun bitiminde, günümüzdeki Tarabya otelinin alanı içinde kalıyordu ve bu kilise: 1950’li yılların sonuna kadar, Terkos Metropolitliğinin merkez kilisesi olarak kullanılmıştır. Yazılı kayıtlara göre: bu kilise: bazilikalı, tek nefli, zemini mermer kaplı ve çatısı kiremit örtülü, kagir bir yapıdır.
Özellikle: yortu günü olan 23 Nisan tarihinde, Rumlar tarafından doldurulurdu. Ancak 1955 yılındaki 6-7 Eylül olayları sırasında, buradaki Metropolitlik binası yakılarak yok edildi. 1958 yılında ise, Aya Yorgi kilisesi, Sarıyer Belediyesi tarafından istimlak edilerek yıkıldı.
İpsilanti Yalısı
Günümüzde İtalyan Elçiliği olarak kullanılan yapının ön yüzü: İpsilanti Yalısı olarak isimlenmektedir.
18 yüzyılda yaptırılan bu yalı: bir süre: Eflak Voyvodası Aleksandre İpsilanti isimli bir Rum soylusu tarafından kullanılmıştır ve ismi buradan gelmektedir.
İpsilanti: o dönemde Fener semtinde yaşıyordu ve dönemin Sultanı Abdülhamit’e ulaşmayı başaran ve yakın ilişkileri olan Rum soylulardan biriydi. 1774 yılında Babaali’ye baş tercüman olarak atanmıştı. Özellikle Sultan II. Selim döneminde, devlet kademesinde bayağı yükselmişti.
Ancak, daha sonraları, Eflak-Boğdan eyaletlerinin Osmanlının elinden çıkması çabalarına karıştığı anlaşılınca, (çünkü buradaki görevi sırasında, gizli çalışmalarla silahlı bir güç oluşturdu) istifa etmek zorunda kaldı, 1787 yılındaki Osmanlı-Rus savaşında, Osmanlılara esir düştü.
Sonra tekrar af edilerek 1796 yılında yine Eflak voyvodası oldu. Ancak 2 yıl sonra yine istifa etmek zorunda kaldı. Ancak ihtilalci damgası yediği için bir süre hapiste kaldı ve 1806 yılında öldü.
Alexander İpsilanti: 1799 yılında, Rusya’ya kaçınca, bu yalı 1807 yılında Sultan III. Selim tarafından, dönemin Fransa Büyükelçisi Fransa İmparatoru Napolyon’un çok yakın arkadaşı olan General Horace Sebastiani’ye elçilik tarafından kullanılmak üzere tahsis edilir.
1850 yılında, oldukça harap durumdaki yalı: büyük onarımlar geçirir. 1913 yılında çıkan bir yangında ise, yapının büyük kısmı yanarak yok olur. Sadece sonradan elçilik tarafından inşa ettirilen ek bina kalır. Ardından, yalı büyük bir onarım geçirir ve 1989 yılından bu yana, Marmara Üniversitesi tarafından kullanılmaktadır. Evet, yalı 3 katlıdır ve bir Türk konağı şeklinde inşa edilmiştir.
Sahil Güvenlik Marmara ve Boğaziçi Bölge Komutanlığı
Sarıyer’e gelmeden hemen önce, Büyükdere mevkiinde, sahilde kazıklı yol üstündedir. Yaklaşık 100 yıllık yapı: (Sultan Vahdettin’in 1902 yılında inşa edilen av köşkü) birinci ulusal mimari akımı stilinde, sivri kemerli, pencereli ve çinilidir. Oranlarının düzgünlüğüyle dikkat çekmektedir.
Cezayirli Gazi Hasan Paşa Camii
1551 yılında Sultan III. Murat döneminde, Kaptan-ı Derya Kılıç Ali Paşanın cerrahı Mehmet Efendi tarafından yaptırılan bu küçük cami (yeterli parası olmadığından cami küçük olmuştur) : Komutanlığın hemen yakınındadır. Osmanlı döneminde caminin bulunduğu yer: Sultan II. Selim’in av sahası olarak bilinen Çayırbaşı denen yerdir. Eskiden hemen sahilde, deniz kıyısında olan cami, daha sonra kıyının doldurulması nedeniyle günümüzde bir hayli içeride kalmıştır.
Cami: Cezayirli Gazi Hasan Paşa tarafından yenilendiği için, bu isimle anılmaktadır. Çünkü Gazi Hasan Paşanın yolu, bir gün bu camiye düşer ve pek harap halde gördüğü camiyi 1782 yılında tamir ettirir. Bir de çeşme ekletir.
Ancak kesme taştan yapılmış bu çeşmenin teknesi, yol yapımına kurban gitmiştir. Çeşmenin kitabesinde bir “çapa” göze çarpar. Bu çapa arması, denizcileri simgelemektedir. Öte yandan: bu cami: Sarıyer Çayırbaşı Büyükdere girişindeki fidanlığın hemen önünde bulunması nedeniyle, Çayırbaşı Camisi diye de bilinmektedir.
Kagir duvarlı, kırmızı boyalı cami: ahşap ve kiremit örtülü çatıya sahiptir. Kesme taştan yapılan minare, camiyle aynı renge boyanmıştır. Geniş silindir bir gövdeyle basık bir görüntüsü vardır. Minarenin hemen yanındaki hazirede: caminin ilk banisi Cerrah Mahmut Efendinin mezarı görülür.
İstanbul günlük gezi planı hakkındaki yazım için.
çok güzel bir yer antalyada hasret kaldık buralara