Bu güzel şehrimiz düşünüldüğünde, elbette ilk akla gelenlerden biri de: Boğaziçi. İstanbul’a gelen, İstanbul’u ziyaret eden, İstanbul’u gezdim, İstanbul’u gördüm diyen herkesin, mutlaka bir şekilde: Boğaziçi’nde gezmesi, buraları görmesi gerek. Anadolu yakası, boğazın bir kıyısı. Benim size önerim: zamanınız kısıtlı ise, vapurla gezin. Zamanınız varsa: vapurla gidin, dönüşü kısa turlar halinde, otobüs, minibüs veya taksilerle yapın. Yazıyı okuyunca, kendiniz için belli duraklar seçebilirsiniz.
Boğaziçi’nin Asya yakasından; vapurla gezdiğinizi düşünerek, geriye doğru gezmeyi sürdürelim. Aksi halde; yazının sonundan başlamanız gerekecek.
Evet; sırasıyla: Kabakoz, Anadolu Feneri, Poyrazköy ve Anadolu Kavağı görülecek.
KABAKOZ
Kabakoz: Beykoz Anadolu Fenerinde, en eski yerleşim yerlerinden birisidir. Şile’ye 10 kilometre ve İstanbul’a 40 dakika uzaklıktadır. Şile-Ağva sahil yolunda, Ağva’ya doğru gidildiğinde, ilk karşınıza çıkan köydür.
Yerleşik nüfus bakımından İstanbul’un en büyük köylerindendir. Köyün meydanında yaklaşık 650 yıllık olduğu tahmin edilen bir çınar ağacı vardır. Yani, buradaki yerleşimin muhtemelen 1350’li yıllara kadar uzandığı düşünülmektedir.
Son dönemlerde: köy merkezinin dışında, sahil tarafından, köyden bağımsız olarak geniş bir araziye, yazlık evler yapılmıştır. Hatta bu yazlık evlerin sayısı, köyün merkezindeki yerleşik hane sayısından daha fazladır. Yani bu bölgede “Kabakoz Tatil Köyü” adında, gayrı resmi olarak bağımsız bir olgu ortaya çıkmıştır. Ancak birçok ev yapılmış olmasına rağmen, turistik tesis yoktur ve bu yüzden, buraların ismi, turizmde pek duyulmamıştır. Turizmden öte, buraya, sadece kendi yazlığını yaptıran kişiler uğrar ve ayrıca yaz aylarında, bölge günü birlikçi ziyaretçilerin akınına şahit olur.
ANADOLU FENERİ
Beykoz’dan Anadolu Fenerine, düzenli belediye otobüsleri vardır. Yol: pek kötü değil, Beykoz yaklaşık 15 km uzaklıktadır ve ulaşım 15 dakika sürer.
Anadolu Feneri: İstanbul’un Asya yakasında, İstanbul Boğazının Karadeniz’le birleştiği en kuzey uçta “Yon Burnu” üzerindedir.
Fener: ilk olarak 1834 yılında yapılmıştır. 1858 yılında ise, Fransızlar tarafından yenilerek kullanılmaya devam etmiştir. Kırım Savaşı sırasında, Fransız ve İngiliz gemilerinin, boğazın ve Karadeniz’in girişini görebilmeleri için yapılmıştır. 1933 yılına gelindiğinde ise, fenerin, Fransızlara verilen 100 yıllık işletme hakkı iptal edilmiş ve fenerin işletimi, Türklere geçmiştir.
Fener yapıldığı gibi orijinal olarak muhafaza edilmektedir. Sadece fenerin kristalini döndüren motor ve ampul sonradan eklenmiştir. İlk günkü gibi korunan fenerin ışığı: açık havalarda 16 deniz mili uzaklıktan görülebiliyor ve böylece İstanbul’un Karadeniz’e açılan kapılarından birinde, gemilere rehberlik yapılıyor.
Karşıdaki Rumeli Fenerinden 2 deniz mili uzaklıktadır. Denizden 75 metre yükseklikteki fenerin kendi yüksekliği 20 metredir. Beyaz taştan yapılmıştır. Sadece: Beykoz’a dönük yüzünün dar kısmı karanlıkta kalır. Fener: sabit silindir kristalinin içindeki 1000 vatlık ampul: kristalin çevresinde, elektrik motoruyla dönen bir paravan sayesinde yanıp sönüyor. 18 saniye bekler, 1 saniye ışık verir ve yine 18 saniye bekler. Elektrik kesintilerinde ise, aydınlanma için bütan gaz desteği kullanılıyor.
Fenerin bulunduğu köy de, aynı isimle anılıyor. Fener’e giderken, sahile inen yokuşu kullanmayıp, düz devam ederek fenere ulaşırsanız, fenere komşu olan caminin balkonundan, çevrenin güzel manzarasını izleme şansınız olur. Bu seyir terasından: Boğaz, İstanbul ve gökdelenlerin silüetlerini görebilirsiniz.
POYRAZKÖY
Anadolu yakasında, boğazın sonlarındaki bir köydür. Buraya iki yoldan gitmek mümkündür. Birinci yol: deniz yoludur ve sadece yaz aylarında mümkündür. İkinci yol ise: otobüs veya kendi aracınızla kara yolundan gitmektir. Beykoz’u geçtikten sonra: 14 km daha gitmek gerekir ve Poyrazköye varılır. Sonuç olarak, Poyrazköy İstanbul içi olmasına rağmen, ulaşımı biraz zahmetlidir. Yani, burayı ziyaret etmek isteyenler, yolculuk zorluklarına katlanmayı göze almalıdır.
Poyrazköy’ün tarihi 600 yıl öncesine kadar dayanmaktadır. Buraya ilk yerleşenler: Cenevizlilerdir, ardından Bizanslılar gelmiştir. Sonradan: Karadeniz’den gelen göçmenler, buraya yerleşmiştir.
Poyraz kale: Garipçe kalesiyle karşı karşıyadır ve aynı dönemde inşa edilmiştir. Kale: Cezayirli Derya Hasan Paşa tarafından, 1760 yılında Fransız mimar “De Totto” ya yaptırılmıştır. Kara kısmında, çok az bir bölümü görülen kale: askeri amaçlar için kullanılıyordu.
Evet: güzel bir manzaraya sahip Poyrazköy’de: temiz bir deniz, plajlar ve balıkçı lokantaları bulunmaktadır. Ayrıca, buranın limanında, İstanbul’da pek görülmeyen büyük balıkçı tekneleri görülür. Yani: burası tam bir balıkçı kasabası havasındadır. Renkli takalar, iskelenin üzerine yığılı ağlar, sakinlik ve sessizlik. Kıyıda ise: iki tane plaj vardır. Bunlar: köye girmeden sola ayrılan yoldadır. Plaj: fazla büyük olmayan bir kumsal ve çevresinde irili ufaklı tesislerden oluşmaktadır.
ANADOLU KAVAĞI
İstanbul’dan buraya özel aracınız ile ulaşımı düşünürseniz: ormanın içinden, askeri bölgenin yanından kıvrıla kıvrıla buraya ulaşırsınız.
Burası: bakir bir köşe, tam bir balıkçı cennetidir. Burada birçok balıkçı lokantası vardır ve fiyatları da uygundur. Özellikle: buraya yolu düşenlerin midye tava ve dondurma tatmalarını öneririm.
Tepede: Cenevizliler tarafından inşa edilmiş “Yoros Kalesi” bulunmaktadır. 14 yüzyılda Osmanlılar tarafından gözetleme kulesi olarak kullanılan bu kale: 1980’lerde halkın ziyaretine açılmıştır.
YOROS KALESİ
İstanbul boğazının Karadeniz’e açıldığı yerde, Asya yakasının en görkemli tepelerinden birisinin üstündedir. Bazı tarihçilere göre: kale ismini; Yunancada “tepe, dağ” anlamına gelen “Oros” kelimesinden almıştır. Bazı tarihçelere göre ise: kalenin ismi “Kutsal Yer” anlamına gelen “Hieron” kelimesinden gelmektedir. Bu varsayıma göre: Boğazın Karadeniz’e açılan bu bölgesinde: kalenin bulunduğu yerde daha öncesinde 12 tanrı adına yapılmış bir mabet olabilir. Çünkü burada bulunan bazı antik mimari parçaların, sözü edilen bu mabede ait olduğu düşünülüyor.
Kale: Bizanslılar tarafından, boğaz trafiğinin denetiminin sağlanması için yapılmıştır. Bazı kaynaklara göre ise, kale Cenevizliler tarafından yapılmıştır. Ancak: kulelerden birinde görülen, tuğladan harflerle yazılmış “Grekçe” kitabe: buranın Bizans yapısı olduğunu kanıtlamaktadır.
1305 yılında kale, Türklerin eline geçmiştir. Bir zamanların muhteşem Bizans imparatorluğu: son 200 yılda ekonomik ve iç sorunların artması nedeniyle doğudan gelen Türklere karşı topraklarını kaybetmeye başlamış, fetih öncesinde Osmanlı askerleri tarafından, Anadolu’daki bu burçlar da ele geçirilmiş ve Bizans’a kuzeyden gelebilecek yardımların önü kesilmiştir. Yani Yoros Kalesinin Osmanlılar tarafından ele geçirilmesi, Bizanslılara vurulan en yıkıcı darbelerden biridir.
Evliya Çelebi: Yoros hakkındaki yazılarında, kaleyi “Yormaz” olarak isimlendirmiş ve Osmanlının son dönemlerine kadar, burada cami, hamam ve evler bulunan küçük bir köy yerleşiminden söz etmiştir. Ancak Yoros geçen yüzyıllar içinde, Boğaziçi’nde daha kullanışlı tabyaların yapılmasıyla birlikte önemini kaybetmiş ve 19 yüzyılda terk edilmiştir.
Burayı ziyarete gittiğinizde: duvarlarda ve kulelerde çeşitli armaları göreceksiniz.
Geç bir dönemde: örülerek kapatılan ana girişin iki yanındaki, haşmetli kulelerin yani çifte burcun cephelerinde: kapıya dönen yüzlerinde: mermere işlenmiş bir haçı çevreleyen dairenin içinde; “İesos Hristos Zafer” anlamındaki kelimelerin kısaltma harfleri görülür.
Örülü esas kapının iç tarafında yani girişin dışa bakan tarafındaki kapı üzerinde; yukarıda bulunan bir mermer levhada: iki küçük sütun kabartmasında, kemer biçiminde bir çerçevenin içinde bir “haç” görülür. Bu haçın çevresinde “Hz İsa” adı yazılıdır. Bu; Yoros kalesini koruması için yapılmıştır.
İçe bakan tarafta ise: bir mermer üzerinde: yine kısaltma olduğu düşünülen “dört harf” vardır. Kaleyi inceleyen gezginler: harflerin Bizans devletinin klasik formülü olan “dört B” yi teşhis ettiklerini sanmışlardır. Buradaki “dört harf”: “Ey sahip, despot Mihael Palaeologos’a kurtarıcı ol” anlamına gelen, dört kelimenin baş harfleri olarak okunmaktadır.
Böylece: kalenin şehri 1204 yılında işgal eden Latinlerden 1261 yılında İmparator VIII. Mihael Palaeologos (1261-1282) tarafından geri alındığı anlaşılmaktadır.
Karadeniz’e paralel olarak araziye yerleştirilen kalenin uzunluğu, doğudan batıya doğru 500 metredir. Genişlik ise yer yer 60-130 metre arasında değişir. Kalenin boğaz tarafında olan bölümü: daha alçak iki tepe üstündedir. Kalenin en güçlü kısmı: yüksek tepenin, doğuya yani Anadolu’ya bakan tarafındadır. Bu da: kalenin Boğaz girişini kontrol etmek kadar, kara tarafından gelebilecek bir tehlikeyi karşılamak üzere de yapıldığını göstermektedir.
Yükseklikleri 20 metre olan, yuvarlak iki burç arasından açılan, tuğla kemerli giriş kapısı: sonradan örülmüştür. Günümüzde kalenin girişi: doğu tarafında, 120 metre kadar yükseklikte, tepenin üstündeki en hakim noktadadır.
Girişteki çift kulelerin içlerinde: dört kollu haç biçiminde mekanlar vardır. Bu mekanların üstlerindeki duvar tekniği değişiktir. Buna bakılarak: bunların geç bir dönemde yükseltildiği ve kule içlerine birer kat eklendiği anlaşılmaktadır.
Güney duvarının sonunda: günümüzde, bir kapı açıklığı gibi görülen parça da aslında bir burçtur. Kalıntılardan anlaşıldığı gibi: büyük kulelerin benzeri olarak, içinde haç biçiminde dört kemerli ve kubbeli tonozla örtülü, yüksek bir mekan kalıntıları görülmektedir. Ancak bu burç, bilinmeyen bir dönemde yarısına kadar yıkılmıştır.
Kalenin kıyıya kadar indiği ve burada en azından bir iskelesi ve bu iskeleyi koruyan bir burcu daha olduğu düşünülmektedir. Hatta: tarihi süreç içindeki gravürlerde: burada hangi döneme ait olduğu anlaşılamayan bir de fener bulunduğu görülmektedir.
Burayı ziyaret ederseniz: hala ayakta kalmış olan iki büyük kulesi ve yeşillikler içinde Boğazı seyredebilirsiniz.
BEYKOZ
Beykoz tanıtımı ve gezilecek yerlerle ilgili yazım için.
ÇUBUKLU
Çubuklu tanıtımı ve gezilecek yerlerle ilgili yazım için.
PAŞABAHÇE
Paşabahçe tanıtımı ve gezilecek yerlerle ilgili yazım için.
KANLICA
Kanlıca da ineklerin sütü, yediği özel bir ottan dolayı, pembe olurmuş. Yoğurdun ünü de buradan gelirmiş. Kanlıca da İskele yanındaki çay bahçelerinde yoğurt yemek, bugün de fena değil. Mutlaka tadına bakın. Bu arada, yalılardan kalan boşluklar da olta balıkçılarının mekanı olmuş. Olta takımınız yoksa, kiralayıp balık tutmayı deneyebilirsiniz. Kanlıca içindeki sokaklardan birine girip, Kanlıca sırtlarına çıkıldığında, Boğaziçi’nin belki de en şirin noktalarından birine, Mihrabad Korusuna çıkabilirsiniz. Bu koru, adını: Nevşehirli Damat İbrahim Paşanın sadrazamlığı sırasında, Sultan III. Ahmet için yaptırdığı ama sonradan yıkılan Mihrabad Kasrı’ndan almış. 25 hektarlık koru, Boğazın hakim bitki örtüsünü, en çok da erguvan ağaçlarıyla, fıstık çamlarını barındırıyor. Koru: Orman İşletmesinin idaresinde.
Kıyıda: Asaf Paşa , Şefik Bey, Hacı Ahmet Bey, Ethem Pertev, Ferruh Efendi, Prenses Rukiye, Hekimbaşı Salih Efendi, Marki Necip yalıları; Kanlıca’nın önemli yapıları. Buradaki en ilginç yapı: 1699 tarihi yapımı olan, en eski ahşap Osmanlı evi sıfatını taşıyan; Amcazade Yalısı’ndan geriye kalan divanhanesi. Ne yazık ki; o da, 2003 yılındaki yağmurlardan sonra; yıkılmak üzere.
Hekimbaşı Yalısı
Hekimbaşı Salih Efendi (1817-1905); 1843 yılında, Türkiye’nin ilk Tıp Okulundan mezun olmuştur. Üç değişik Sultanın doktorluğunu yapmış ve kentteki bütün tıbbi kuruluşları denetlemiştir. Botanik meraklısı olduğundan, bir güle, onun adı verilmiştir. Soyundan gelenler, hala, yalıda yaşamaktadırlar.
Evet, gezimize devam ediyoruz. Yolumuz üzerinde; Anadoluhisarı var.
ANADOLU HİSARI
14’ncü yüzyılda, Sultan I. Beyazıt (Yıldırım) ın, Boğazın en dar yerine yaptırdığı kalenin adlandırıldığı yer. Göksu deresi ile deniz arasında, kireç ve şist katmanlarından meydana gelen tepenin üzerindedir. Eski kaynaklarda: “Güzelhisar, Güzelcehisar, Yenihisar, Yenicehisar, Akhisar” isimleriyle de anılır.
Doğu-Batı çapı:65 m. ve Kuzey-Güney çapı ise 80 m. Dış surların kalındığı: 2 ile 5 m. arasında olup bu dış surların üzerinde, topların yerleştirildiği menfezler bulunur. Hisarın surlarını korumak için, surun üzerine, silindir şeklinde, 3 kule yapılmıştır.
Asıl kalesinde ve iç surlarında, araları harçla doldurulmuş blok taşlar kullanılmıştır. Anadolu Hisarının, Osmanlı tarihinde önemli bir yeri vardır. Yıldırım Beyazıt, Ankara Savaşında yenilince, oğlu Süleyman Çelebi, bir süre burada saklanmıştır. Sultan II. Murat devrinde, Haçlı ve Macar ordusunu durdurmak üzere yola çıkan ordunun Rumeli’ye geçmesinde, bu hisardan yararlanılmıştır. Sultan II. Murat, Yalova yolu ile buraya gelmiş, Çandarlı Halil Paşa’da, karşı kıyıdan top ateşiyle padişahı korumuş, Papalık ve Venedik donanmasına rağmen, rahatlıkla karşı kıyıya geçilmişti.
İstanbul’un fethinden sonra askeri önemini yitirmiş, çevresi zamanla bir yerleşim bölgesi durumuna gelmiştir. Hisar civarında, önce askerler yerleştirilmiş, daha sonra sivil halk da iskan edilmeye başlanmıştır. Bugün bazı bölümleri yıkık olan Anadolu Hisarının ortasından yol geçmektedir.
Küçüksu’nun en ünlü yapısı: Küçüksu Çeşmesi ve Küçüksu Kasrı’dır.
KÜÇÜKSU
Küçüksu: geçen yüzyıl sonunda: kasrı, çayırı ve hemen yanı başındaki Göksu deresi ile anılırdı. Bir zamanlar; mehtap seyrederek kayıkla dolaşılan, kaçamak göz süzüşlerle delikanlıların yüreklerini hoplatan güzellere şarkılar yazılan Göksu’ya şimdi bakıp “Bütün bunlar burada mı yaşanmış?” diye şaşırmamak elde değil. O zamandan bugüne, Küçüksu Kasrı ve yanındaki çeşme ulaşmış. Ama, onunla birlikte anılan Küçüksu Çayırından eser kalmamış. Çayır; 2’nci boğaz köprüsü sırasında şantiye olarak kullanılmış ve bütün özelliğini yitirmiş.
Küçüksu Kasrı
19’ncu yüzyılda; Sultan Abdülmecit, Küçüksu’da, daha önce inşa edilmiş olan eski ve ahşap yapıyı yıktırarak yerine bugünkü kasrı yaptırır. Döneminde: av ve dinlenme amaçlı kullanılıyordu. Bodrumu ile birlikte, 3 katlı olan kasır; geleneksel Türk evi plan tipini yansıtıyor. Oda ve salonları, değerli eserlerle döşenmiş olan eşsiz bir sanat müzesi niteliğindeki kasır; Cumhuriyet döneminde de bir süre, devlet konuk evi olarak kullanılmış. Günümüzde ise; bir müze-saray işlevini kazanmış.
Küçüksu’dan sonra yükselen arazide, güzel bir koru var. Tepe; bir aşk hikayesinden dolayı “Sevda Tepesi” olarak biliniyor.
Sevda Tepesi
Kandilliden Küçüksu’ya gelirken, yukarılarda, evlenmesine izin verilmeyen iki gencin intihar etmesinden adını alan ve birçok Türk filminde görülen Sevda Tepesini görebilirsiniz. Yakın geçmişte, bu tepenin Araplara satılma durumu vardı, belki duymuşsunuzdur.
Gezimize devam ediyoruz. Çok seçkin kişilerin yaşadığı: Kandillideki sahil saraylarının, köşklerin, yalıların ne yazık ki çoğu, yangınlar sonucu yanıp kül olmuş gitmiş. Geriye kalanlar arasında: Kıbrıslı, Abud Efendi, Kont Ostrorog, Hadi Semi, Edip Efendi yalıları sayılabilir.
Kıbrıslı Yalısı
64 metrelik bir sahile sahiptir. 18’nci yüzyılda yapılmıştır. Doğu salonu zemini taşlardan yapılmış ve ortasında mermer bir fıskiye vardır. Kıbrıslı Mehmet Emin Paşa; dürüst ve yetenekli bir devlet adamıdır. 3 değişik Sultana Sadrazamlık ve Rusya Büyükelçiliği yapmıştır. Yalıyı; 1840 yılında satın almış ve o zamandan beri aynı ailede kalmaktadır. Boğazın en eski ve sürekli oturulan yalısıdır. Bu yalı; Piyer Loti ve Yahya Kemal gibi yazarların, çok sevdiği bir toplantı yeriydi ve Iraklı kral Faysal ve Fransız Prensesi Eugenie gibi ünlüleri ağırlamıştır.
Kont Ostrorog Yalısı
Polonya doğumlu, şeriat hukukunun batılı uzmanı, Osmanlının Hukuk Danışmanı Leon Ostrorog; burayı, 1904 yılında satın almıştır. Karısı, önde gelen Levanten ailelerden birinin kızıydı. Ostrorog’ un kişisel eşyaları ve kitapları, hala burada sergilenmektedir.
Kandilli de, ayrıca: Kandilli Camii, Surp Yergodasan Arekelotz Ermeni Kilisesi, Hristos Metamophosis Rum Ortodoks Kilisesi, Fransız Katolik Kilisesi gibi dini yapılar da dikkat çeker.
Adile Sultan Sarayı
Sarayın ilk sahibi olan Adile Sultan; Osmanlı tarihinin en ilgi çeken kadınlarından biridir. II. Mahmut’un kızı olan Sultan, çok iyi eğitim almış ve hanedana mensup divan sahibi tek kadın şair olarak biliniyor. Saray; 1899 yılında, bizzat Adile Sultan tarafından bir kız okulu yapılması dileğiyle Milli Eğitim Bakanlığına bağışlanmıştır. Kandilli Kız Lisesi olarak eğitim verdiği dönemde; 1986 yılında çıkan büyük yangın sonrasında, büyük hasar gören yapı; Sakıp Sabancı tarafından yapılan bağışla restore edilmiştir.
Milli Eğitim Bakanlığı, İstanbul Valiliği, Sakıp Sabancı, Hacı Ömer Sabancı Vakfı, Kandilli Kız Lisesi Eğitim ve Kültür Vakfının destekleriyle, yeniden hayata geçirilen merkez; saygın organizasyonlara ev sahipliği yapmak üzere, 2006 yılında açılmış.
Saray boğaz manzarasına hakim bir konumda olup, altın varak işlemeli, yüksek tavanlı salonlara sahiptir. Sarayda: ziyaret ve toplantı amaçlı 500 kişi kapasiteli Oval Salon, 200 kişi kapasiteli 2 toplantı salonu var.
Vaniköy’e geldiğinizde: Kadıefendi, Fazıl Bey, Nazif Paşa, Koç-Kıraç, Mahmut Nedim yalılarının yanı sıra, Kuleli Askeri Lisesi görülebilir.
Kuleli Askeri Lisesi
Evet, uzunca bir tarihte yer almış Kuleli Askeri Lisesi, günümüzde her ne kadar kapatılmış olsa da, bu şanlı okulun tarihi, o tarihi bina orada durdukça mutlaka ilginizi çekecektir. .
Fatih Sultan Mehmet; İstanbul’u aldığı zaman, Kulelinin şimdi bulunduğu yerde, bir koru ve içerisinde de bir manastır ve bir kule bulunuyordu. Yavuz Sultan Selim devrinde (1512-1520) bu manastır; yeniçerilere kışla olarak verilmişti. Hatta, bu kışla mevki, Bostancıbaşı Odaları diye anılırken, zamanla güzel ve süslü bir bahçe haline gelişinden olacak, Kuleli Bahçesi diye tanınmıştı.
Kanuni Sultan Süleyman (1520-1577) padişah olunca, bahçede, yüksek bir kulesi bulunan, 9 katlı ve her katı fıskiyeli havuzlarla süslenen büyük bir kasır yaptırmıştı. Sultan III. Ahmet (1703-1730) devrinde, kule bahçesi ve etrafı; has olarak kendisine verilmişti. Bizans devrinden kalan kule yıktırıldı. Sadrazam Nevşehirli İbrahim Paşa’nın damadı Kaymak Mustafa Paşa tarafından sahilde bir mescit yaptırıldı. (1744)
Sultan II. Mahmut döneminde (1808-1839); Bostancıbaşı Odaları mevki; yani okulun şimdi bulunduğu yerdeki bu kışla, Kuleli Askeri Lisesinin ilk yapısını oluşturmuştur. Abdülmecit devrinde (1839-1861) kışla yanınca, yerine, yarı kagir olarak yenisi inşa edilir. (1843). İki tarafına da kuleler yapıldığı için, kışlaya bu tarihten itibaren Kuleli Kışla denilmeye başlanır. 1847 yılında, su yolları tamamlanarak kışlanın su işi de halledilir.
Kırım Savaşına katılmak üzere, İstanbul’a gelen Fransız ve İngiliz askerlerinin bir kısmı: Fransa’nın İstanbul Maslahatgüzarının isteğine uyularak, bu kışlaya yerleştirilirler. (1854) Burası: müttefik askerlerinin: kışla ve hastanesi haline getirilir. Harpte yaralanan ve tedavileri sırasında ölen müttefik askerleri; kışlanın kuzeyindeki mezarlığa gömüldüğü için, yakın zamana kadar, bu mezarlığa İngiliz Mezarlığı deniliyordu.
Kışla: 1856 yılında, İngilizler tarafından boşaltılırken, çıkarılan kasıtlı bir yangınla: tamamen harap olmuştur. Sultan Abdülaziz döneminde (1861-1876) kışla ana duvarları kagir, iç bölmeleri, tavan ve tabanları ahşap olarak, iki kat halinde inşa edilir ve böylece bugünkü kışla ortaya çıkar. (1871)
Kuleli Askeri Lisesi; “Mekteb-i Fünun-ı İdadiye” adı altında, 21 Eylül 1845 tarihinde, bugün İstanbul Teknik Üniversitesi olarak kullanılan; Maçka Kışlasında kurulmuştur. 1872 yılında ise; Kuleli Kışlasına taşınmıştır. Bu tarihten sonra okul “Kuleli İdadisi” adıyla anılmaya başlanır.
Okul; tarihi süreç içinde; 1925 yılında, bugünkü adını almış, Kuleli Askeri Lisesi olarak anılmaya başlanmıştır.
Bu yapılar; Çengelköy’e doğru Boğaz’ın ahşap camilerinden: Kaynak Mustafa Paşa Camii, Koru Restoran, yeni yalılar, Ayios Yeoryios Kilisesi, Çengelköy Meydanı, Karakol, Lahana Çeşmesi, Hamdullah Paşa Camii, Abdullah Ağa, Serezli Faik Bey, Sadullah Paşa yalıları izliyor.
Sadullah Paşa Yalısı
Çengelköy’de vapur iskelesine gelmeden önce görülür. Boğazın en eski ve içi dışı en güzel klasik ahşap yalılarından biridir. Yaklaşık 200 yıllık. Ortadaki oval salondan, sekiz küçük odaya geçilen, geleneksel Osmanlı yalı mimarisinde yapılmıştır.
Yalı; Sadullah Paşanın uzak bir akrabası olan Emel Esin’e aittir. Eşi Necibe Hanımın Viyana’da ölen kocasını; yalının penceresinde, 25 yıl beklemesi, hala anlatılan bir öyküdür. Önünde bir de çeşme var.
Çengelköy; koca çınarları, salatalığı, armudu, bademi, Ortadoks’ ların geleneksel denize haç atma ve çıkarma töreni ile, tarihi dokusunu kısmen koruyan şirin bir köydür.
Devam ettiğimizde: Beylerbeyi. Beylerbeyi semtinin en renkli yeri. İskele çevresi. Semtin ana binası da: Beylerbeyi Sarayı.
BEYLERBEYİ
Beylerbeyi Sarayını geçip, İskeleye çıkan dar sokaklara girildiğinde, turistik eşya satan dükkanları, rıhtıma ve yola atılmış masalarıyla midyecileri, balıkçı lokantaları, çayhaneleri, küçük balıkçı barınağı üzerinde hiç eksik olmayan midye ayıklayıcıları göreceksiniz. Gerçekten; çok renkli ve çekici bir dünya. İskeleye bitişik Hamidievvel Cami, Boğaziçi’nin en güzel camilerindendir. 1788 yılında, Sultan I. Abdülhamit zamanında yaptırılmıştır. Mimari ise Tahir Ağa.
Beylerbeyi Sarayı
Beylerbeyi ve çevresinin yerleşim alanı olarak kullanılması, tarihte oldukça eskilere, Bizans dönemine kadar gider. Şöyle ki; 18’nci yüzyılda yaşamış ünlü bir gezgine göre: İmparator Büyük Konstantinus’un diktirdiği bir haçtan dolayı, Bizans döneminde “İstavroz Bahçeleri” adıyla anılan yöre, Osmanlılar döneminde, padişahların “Has Bahçelerinden” biri olarak kullanılmıştır. Buraya; Beylerbeyi adının verilme sebebi ise: 16’ncı yüzyılda, Beylerbeyi Mehmet Paşanın burada bulunan köşkünden kaynaklanmaktadır.
1829 yılında; Sultan II. Mahmut’un yaptırdığı ahşap Sahil Sarayı ile, bölge hareketlilik kazanır. Takip eden dönemde ise; Sultan Abdülaziz tarafından, Sultan II. Mahmut’un ahşap sahil sarayı yıktırılarak; 1861-1865 yılları arasında yaptırılmıştır. Mimar Sarkis Balyan. Yapımı: 4 yıl sürmüş ve inşaatında, 5000 kişi çalışmıştır. Çalışan işçilere moral ve şevk vermek amacıyla, müzisyenler sürekli müzik çalmışlardır. Denize düşkünlüğü ile bilinen Sultan Abdülaziz; ayrıca tavanları bol miktarda deniz ve gemi tabloları ile döşetmiştir.
Saray genellikle, yaz aylarında: özellikle de yabancı devlet başkanlarının ağırlanmasında kullanılır. Tahttan indirilince Selanik’e gönderilen II. Abdülhamit; Balkan Savaşı çıkınca; 1918 yılında Beylerbeyi Sarayına getirilmiş ve ömrünün son altı yılını burada geçirir ve bu sarayda ölmüştür.
Çeşitli batı ve doğu üsluplarının kaynaştığı sarayı iç mimarisi; geleneksel Türk evi planına benzerlikler gösterir. Bu sarayda: Fransa kralı III. Napoleon’ın karısı İmparatoriçe Eugeine, Avusturya İmparatoru Franz Joseph, İran Şahı Nasreddin, İngiltere kralı VIII. Edward ve Madam Simpson kalmış.
Harem ve Selamlık olarak iki ana bölümden oluşan sarayda; Selamlık, donatım ve süsleme açısından Harem’den daha zengin tutulmuş. Yazlık bir saray olarak kullanıldığından, ısıtma tertibatı yoktur. Serinlik vermesi açısından ve yapılan görüşmelerin duyulmaması için, sarayın içine havuz yaptırılmıştır. Sahilde: iki küçük seyir köşkü bulunmaktadır.
3 giriş, 6 banyo, 6 salon ve 24 oda içeren sarayda: Set bahçeleri, bu bahçelerde bulunan köşkler ve büyük bir havuz bulunuyor. Üst set bahçesinde bulunan havuzun çevresinde yer alan: Sarı Köşk, Ahır Köşk ve Mermer Köşk; Osmanlı Saray mimarisinin günümüze gelen önemli yapılarını oluşturuyor.
Rutubete ve sıcağı karşı; döşemeleri, orjinalleri Mısır’dan getirilen hasırlarla kaplanmıştır. Çoğunluğu “Hereke” yapımı, büyük boyutlu halı ve kilimleri, Bohemya kristal avizeleri, Fransız saatleri, Çin, Japon, Fransız Yıldız vazoları, görülmeye değer sanat yapılarının yalnızca bir bölümüdür.
Batı ile ilişkilerin güçlendiği bir dönemde yapılan Beylerbeyi Sarayının en ilginç yanı; Set Bahçelerinin altından geçen tarihsel tüneldir. Tünelin ortasında yer alan çeşmenin yazıtında, Sultan II. Mahmut’un adı geçmekte ve yapının tarihlendirilmesinde önemli bir ip ucu oluşturmaktadır. Tünel girişinde, ayrıca Osmanlı tulumbacılarından kalan aletler vardır.
Üst set bahçesindeki büyük havuz ve Mermer Köşk gibi II. Mahmut döneminden kalan bu tünel, kıyı yolunun işlevini sürdürmesini sağlarken, aynı zamanda yüksek duvarların ötesiyle, bahçelerin bağlantısını da kurmaktadır.
Bahçeleri, kafeteryası, satış reyonuyla; müze-saray olarak hizmet vermekle birlikte, sarayda önceden belirlenen ve alınan izinlere bağlı olarak: ulusal ve uluslar arası nitelikte resepsiyonlar da düzenleniyor. Bugüne kadar, yalnız Harem ve Selamlık bölümleri gezilebilmekteydi. Yapılan son çalışmalarla, Anadolu yakasının önemli doğal güzelliklerini içeren “Set Bahçeleri” ve sarayın değerli bir bölümünü teşkil eden “Sarı köşk”, “Mermer köşk” ve “Ahır köşk” de; tümüyle ele alınarak restore edilmiş ve ziyarete açılmıştır.
Beylerbeyi-Paşalimanı arasında kalan; Kuzguncuk, belki de Boğaziçi’nin en kozmopolit yeri olmuştur. Musevilerin bir ara çok önem verdikleri bu semtte de: Aşağı Sinagog (Kal de Aboşo/Beth Yaakov-1878), Yukarı Sinagog (Virane/Kal de Aria-1840’lı yıllar) , Ayios Panteleymon, Ayios Yeoryios, Surp Krikor Lusavoriç Kiliseleri, Üryanizade Mescidi, Yeni Cami semtin dini yapılarıdır.
Kuzguncuk’daki Fethi Ahmet Paşa Yalısı ise, ünlü mimar Le Corbusier’ye ilham kaynağı olmuş.
PAŞALİMANI
Kuzguncuk’un güneyine doğru ilerlerken, Üsküdar yolu üzerinde bulunan Paşalimanı: ismini “Amiral Piyale Paşa” nın, burada kendisine bir saray yaptırması nedeniyle almıştır. Ancak bu saray günümüzde bulunmamaktadır. Günümüzde burada: 1923 yılında mimar Vedat Tek tarafından yapılan ve bir zaman Nemlizade Tütün Deposu olarak kullanılan bir yapı vardır ve yapı, günümüzde Ciner Holding Merkezi olarak kullanılmaktadır. Tam karşı çaprazda bulunan eski tütün deposu ise, İstanbul Devlet Opera ve Balesi tarafından kullanılmaktadır. İçinde, gösterilerin yapıldığı tiyatro salonu bulunuyor.
KUZGUNCUK
Farklı inanıştaki insanların, iyi komşuluk ilişkileri içinde yaşadıkları Kuzguncuk’ta, cami ile kilisenin komşu olması, hoşgörünün ifadesi gibidir. Kuzguncuk, buraya yerleşen aydınları, yerli halkı ile geçmiş kültürü yaşatmaya çalışıyor. Bir hayli de başarılı oluyor.
Kuzguncuk; Yahudiler tarafından “Kutsal Topraklara Gitmeden Önceki son durak” olarak kabul edilmiştir. Bu yüzden de, kutsal topraklara gidemeyenler, burada yaşamak ve hiç değilse buraya gömülmek istemişlerdir. İlk olarak 15’nci yüzyılda İspanya’daki zulümden kaçan Yahudilerin yerleştiği semt, 17’nci yüzyıla gelindiğinde bir Yahudi köyü halini almıştır.
Bu yüzden “Küçük Kudüs” olarak isimlendirilmiştir. 18’nci yüzyılda Rumların ve Ermenilerin gelmesi, bu sahil kasabasına ayrı bir kültürel zenginlik katmıştır. Türkler nedense pek rağbet etmemişlerdir. Kuzguncuk’a ve Paşalimanı çevresine yerleşmeyi tercih etmişlerdir. Günümüzde, gayrimüslim nüfusun çok azaldığı semtte, İstanbul’da yaşayan yabancılar rağbet etmektedir.
Semtin ilk adı olan “Hrisokeramos” un “Altın Kiremit” anlamına geldiği ve kiremitleri altın yaldızlı bir kiliseden kaynaklandığı düşünülmektedir. Bizans döneminin Kosinitsa’sı Evliya Çelebiye göre adını 15’nci yüzyılda burada yaşayan evliya “Kuzgun Baba” dan almıştır. Kosinitsa’nın Türkçeleştirilip Kuzguncuk olma ihtimali ise daha yüksektir.
Kuzguncuk’taki Camiler
Deniz kıyısındaki Üryanizade Cami 1860 yılında, II. Abdülhamid’in şeyhülislamlarından Üryanizade Ömer Efendi tarafından yaptırılmıştır. Hem tarzının en güzel örnekleri arasında sayılan saçaklı ahşap minaresiyle hem de şirin bir yalıya benzeyen görüntüsüyle dikkati çeker.
Kuzguncuk Camii’ne, 1952 yılında yapıldığı için Yeni Cami denmektedir. Ermeni kilisesi Surp Kirkor Lusavoriç’le yan yana olan ve zarif işçiliğiyle göz dolduran caminin yapımına Ermeni cemaati hem para hem de iş gücü desteği vermiştir. Camiyle kilisenin kubbesi aynı şekilde yükselmektedir.
Kuzguncuk’taki Kiliseler
Ana caddedeki Ermeni kilisesi Surp Krikor Lusavoriç, 1831 yılında yapılmıştır. 1860 yılında yeniden yapılmıştır. İcadiye Caddesindeki Ayios Panteleimon Rum Ortodoks Kilisesi, tarihi 550 senesine kadar uzanan eski bir kilisenin yerine 1821 yılında yapılmıştır. 1911 yılından kalma görkemli çan kulesi aynı zamanda giriş kapısı gibi kullanılmaktadır. Ayios Yeorgios’a adanan küçük kilise ise Beth Ya’akov Sinagogu’nun yanındadır.
Kuzguncuk’taki Sinagoglar
İcadiye caddesinde Beth Ya’kov Sinagoğu, 1878 yılında yapılmış ve yaz aylarında kullanılmıştır. Arınma töreni içinse hemen yanındaki hamam tercih edilmiştir. Kışın Yahudi cemaati, ibadetleri için Yakup Sokak’ta bulunan ve 1840 yılında yapılan Kal de Ariva Sinagoguna giderlermiş. Bu adı vermelerinin sebebi, Bath Ya’kov Sinagogunun aynı zamanda Kal de Abaşo diye geçmesidir.
Fethi Ahmet Paşa Yalısı
Kuzguncuk’ta görülecek en muhteşem yapı “Fethi Ahmet Paşa Yalısı” dır. Buranın diğer ismi ise “Pembe Yalı” dır. Yapı, 18’nci yüzyılda geleneksel mimari üslupla yapılmıştır. Fethi Ahmet Paşa: Sultan Abdülmecid’in ablası Atiye Sultan ile evliymiş ve sarayların dekorasyonundan sorumluymuş. 1911 ve 1948 yıllarında İstanbul’u ziyaret eden İsviçreli mimar Le Corbusier, yalıya hayran kaldığını belirtmiştir.
Besteci Franz Liszts burada misafir edilmiştir. Ancak günümüze yalının sadece selamlık kısmı ulaşmıştır. Harem bölümü, 1927 yılında çıkan yangında kül olmuştur. Yalının arka tarafındaki koru da aynı adı taşır ve Fethi Paşa Korusu olarak halka açık, içinde belediyenin güzel manzaralı bir işletmesi vardır.
Cemil Molla Köşkü
Kuzguncuk’tan kuzeye, Beylerbeyi’ne doğru ilerlendiğinde; Sahildeki Deniz Kuvvetlerine ait okul nedeniyle, yol içeriye doğru döner. Yolun hemen döndüğü yerde, sağ tarafta görülen: kuleli, ahşap köşk, 1884 yılında II. Abdülhamid’in Adalet Bakanı Mahmut Cemil Efendi için İtalyan mimar Alberti tarafından yapılmıştır. Doğu ve Batı üsluplarının birleştiği varaklarla bezendiği, pencerelerinin vitraylarla süslendiği köşk gerçekten muhteşemdir.
Hatta bazı kişiler tarafından, dünyanın sekizinci harikası olarak nitelendirilecek kadar güzel mermer hamamında, sıcaklığını her zaman koruyabilmesi için: zemin kalorifer sistemiyle döşenmiştir. II. Abdülhamit döneminde bir kültür merkezi görevi üstlenen Cemil Molla Köşkünde sık sık şiir ve musiki geceleri düzenlenirmiş. Sadece sanata değil aynı zamanda yeniliklere olan düşkünlüğü ile tanınan Cemil Molla, köşke jeneratör koydurmuştur.
O yıllarda elektrikle aydınlatılan tek bina Yıldız Sarayı olmasına rağmen Padişahın tahta çıkmasının yıl dönümü kutlamalarında binayı ışıklandırarak sultanın öfkesini çekme riskini de göze almıştır. Böylesine önemli bir günü kutlamanın tek yolunun her tarafı elektrikle ışıklandırmak olduğunu söyleyerek hem kendini kurtarmış hem de şehrin geri kalanının ışıklandırılması yolunda ilk adımı atmıştır. Köşkte ayrıca imparatorluğun ilk telefonlarından biri, özel sinema salonu ve fotoğraf stüdyosu da varmış. Geçmişi sanat ve bilimle dolu köşkün şu anda atıl bırakılmıştır.
Nakkaştepe
Kuzey taraftaki Nakkaştepe’nin yamaçlarında bulunan, çevresi duvarlarla çevrili Kuzguncuk Yahudi Mezarlığına girildiğinde mezar taşlarının üzerinde İbranice, Ladino (Sefarad Yahudilerinin konuştuğu Ortaçağ İspanyolcası), Osmanlıca ve Türkçe dillerinde yazıların bulunduğu dikkati çeker. Koç Holding merkezinin de bulunduğu Nakkaştepe’de manzara muhteşemdir. Hatta bazen Çamlıca Tepesi diye, yabancı konuklar buradaki kafelere getirilmektedirler.
Abdülmecit Efendi Köşkü
Yahudi mezarlığının tam karşısında, Gümüşyolu Caddesi’nde çok güzel ve renkli bir köşk vardır. Şehzade ve Son Halife Abdülmecid Efendi, 200 dönümlük bir bahçenin içindeki bu köşkte 29 yıl yaşamıştır. Ona bu köşkü veren kuzeni Sultan II. Abdülhamid, Abdülmecid Efendinin şehre gelmesine izin vermemiştir.
O yüzden Abdülmecid Efendi Pierre Loti’ye burayı mezar gibi gördüğünü söylemiştir. Zaman geçirmek için partiler vermiş, tablolar yapmıştır. Bina 1870’lerde Hidiv İsmail Paşa için av köşkü olarak inşa edilmiştir. Günümüze sadece selamlık bölümü ulaşmıştır. Neo-Türk üslubuna karşı mimarının Alexander Vallaury olduğu düşünülüyor. Şu anda Yapı Kredi Bankasına ait olan köşkte geçtiğimiz yıllarda bu son halifenin eserlerinden oluşan bir sergi açılmıştır.
Aslında: köşkün önemini anlamak için biraz da Abdülmecid Efendi’den söz etmek istiyorum. Sultan Abdülaziz’in oğlu olan Abdülmecit Efendi, 1868 yılında doğmuştur. Sultan olma şansını bir kaç yıl geç doğduğu için kaybetmiştir. 1922 yılında saltanatın kaldırılması üzerine halifeliğe getirilmiştir. 1924 yılında halifeliğin kaldırılmasıyla sürgüne gönderilmiş, 1944 yılında Paris’te ölmüştür.
Türk devletinden izin çıkmayınca yıllarca Paris Camii morgunda bekletilen naaşı Mekke’ye götürülmüştür. Çok başarılı bir ressam olan Abdülmecit Efendinin eserlerini Dolmabahçe Sarayı, Aşiyan ve İstanbul Modern’de görmek mümkündür.
Evet, Boğaziçi’nin Anadolu yakasında da; yapacağımız gezi burada bitiyor.
İstanbul günlük gezi planı hakkındaki yazım için.
verilen yerlerin altlarında adreslerininde verilmesi daha iyi olur diye düşünüyorum
lütfen düzeltin, poyrazköy le ilgili bilgiler eksik ve yanlıştır. 1-poyrazköy ilçeye uzaklığı 14 km.dır. 2- poyraz kale ve kulesi cenevizliler değil cezayırlı derya hasan paşa tarafından fıransız mimar de totto ya 1760 yıllarında yaptırılmıştır.
İstanbul’da yaşayıp bilmediğimiz yerleri sitenizde bulduk. Teşekkür ederiz. NK