Menemen denilince, malum güzel ilçemiz Menemen yanında, yaz aylarının çok tercih edilen bir yemek türü olan Menemen’de gündeme geliyor. Umarım, yemek olarak düşünülen Menemen aradığınızda, bu satırlar karşınıza çıkmaz. Ama, yine de bu ilçemizin turizm yönü hakkında yazılan bu yazıyı okuyun, belki ilginizi çekebilir.
ULAŞIM
İlçe: İzmir-Afyon-Bandırma demir yolu üzerindedir. Kara yolu düşünüldüğünde ise: Menemen ilçesi: İzmir-Bergama-Çanakkale kara yolu üzerindedir. İzmir il merkezine uzaklık: 33 km. dir.
TARİH
İlçenin: MÖ.1000 yıllarında, günümüzdeki Yahşeli köyü civarında, kurulduğu sanılıyor. Ancak, MÖ.263-241 yılları arasında, ilçe merkezi, Asarlık köyü yakınlarına taşınmıştır. Anadolu Beylikleri döneminde ise, bugünkü yerine taşınmıştır.
Tarihi süreç içinde, bölgede: İonyalılar ve Frigyalılar egemen olmuşlardır. Daha sonra, Lidyalılar bölgeye gelirler. MÖ.546 yılında, Lidyalıların yenilmesiyle, Persler bölgede egemenliği ele geçirirler. MÖ.334 yılında, İskender tarafından Pers istilası bitirilir. İskender’in yenmesiyle, Persler’de bölgede biter ve Bergama krallığı dönemi başlar. MÖ.64 yılında, Romalılar bölgeyi ele geçirirler. Daha sonra ise, Bizanslılar.
1084 yılında, Selçuklular tarafından, Menemen bölgesi ele geçirilir. Germiyanoğulları Beylerinden, Saruhan Bey; 1313 yıllarında bölgeyi ele geçirir.
Osmanlılar: Yıldırım Beyazıt ile, bölgede egemenliği alırlar. Ancak, 1342 yılındaki yenilgiyle biten Ankara savaşı sonrasında: bölgede, yeniden Saruhan Beyliği kurulur. Ancak, Mehmet Çelebi, Saruhan Bey’i öldürterek, bir asırdır devam eden Saruhan Beyliğine son verir. Menemen ve çevresi, yeniden Osmanlı imparatorluğunun egemenliğine girer.
1425 yılında, Sultan II. Murat tarafından, Menemen ve yöresi, kesin olarak Osmanlılara bağlanır. 1850 yılında, Manisa’dan ayrılıp, İzmir’e bağlanır. Derken, 1919 yılında, Yunanlıların işgali görülür. Üç yıldan fazla süren işgal, 1922 yılında bitirilir. Bu işgal sırasında: özellikle Kaymakam Kemal Bey’in Yunanlılar tarafından şehit edilmesi tarihin sayfalarına bir acı anı olarak geçer.
Menemen isminin kaynağı: Bizans egemenliği sırasında: şehre “Maınemenau” adının verildiği söylenir. Zaman içinde bu isim, değişerek “Menemen” ismini alır. Yalnız: şehrin isminin değiştirilmeden 400 yıl önce, sürekli olarak “Melemen” olarak söylenir olduğudur. Evliya Çelebi, 1671 yılında geldiği şehirde, şehir adını “Melemen” şeklinde yazmıştır.
GENEL
İlçe merkezinin denizden yüksekliği: 20 metredir. İklim: Akdeniz ikliminin, Ege bölgesinde görülen karakteristik özellikleri görülür. Kışları ılık ve yağışlı, yazları ise sıcak ve kuraktır. İlçe ekonomisi: tarıma dayalıdır. Özellikle: kavun ve çilek üretimi yaygındır. İhracata yönelik: deri ve deri ürünlerinin üretildiği önemli bir merkezdir.
KUBİLAY OLAYI
23 Aralık 1930 tarihinde, sabahın ilk saatlerinde: Derviş Mehmet isimli bir yobaz ve beraberindeki silahlı 6 kişiyle birlikte, Manisa’dan, Menemen ilçesine gelirler.
Menemen Müftü Camisine girerler ve üzerinde dini ibareler bulunan bir bayrakla, camide bulunanlar ve merakla cami önünde toplananları: kendileriyle birlikte, şeriat istemek üzere, hareket etmeye davet ederler.
Öğle saatlerine kadar, kendileriyle birlikte olmayanların ise, arkalarından gelecek 70 bin kişilik Halife Ordusu tarafından, kılıçtan geçirilerek öldürüleceklerini söyler. Tabii, kasabaya “Halife Ordusunun” geleceği söylentisi, yerel halkı korkutur.
Olaylar: ilçede bulunan askeri birlikte duyulur. Bunun üzerine: Alay Komutanı: yedek subay Kubilay’ı, bir manga askerle birlikte, olay yerine gönderir.
Kubilay: 1906 yılında, Adana-Kozan’da dünyaya gelir. Ancak, ekonomik zorluklar nedeniyle, daha sonraki tarihlerde İzmir’e göç ederler. Kubilay ise: 1926 yılında, Bursa Öğretmen Okulunu bitirir ve aynı yıl, Aydın ilinde öğretmen olarak göreve başlar.
Daha sonra ise, Menemen’e gelerek, Zafer İlkokulunda, öğretmen olarak görev yapar. Daha Sonra ise: Menemen’deki askeri birlikte, yedek subay olarak askerlik hizmetini yapmaktadır.
Kubilay: askerlerle birlikte olay yerine gider. Ancak, söylenenlere göre: askerlerin silahlarında kuru-sıkı mermi bulunmaktadır. Ayrıca, silahlarda süngü takılıdır.
Kubilay: askerleri, meydanın girişine bırakarak, göstericilerden “teslim olmalarını” ister. Ancak, aynı anda, guruptan ateş açılır ve Kubilay yaralanarak yere düşer. Askerler de ateş açarlar, ancak mermiler, kuru-sıkı olduğu için gurubu etkilemez.
Hatta: guruptakiler, kuru-sıkı mermiden haberdar olmadıkları için, kurşunların kendilerini etkilemediğini ve mehdi olduklarını düşünür ve haykırırlar.
Kubilay, yaralı halde, cami avlusuna sığınır. Derviş Mehmet ve arkadaşları ise, peşinden camiye girerler. Derviş Mehmet; çantasından çıkardığı, testere ağızlı bağ bıçağı ile: 24 yaşındaki, yaralı yedek subay Kubilay’ın başını keser ve kesik başı: yeşil bayrağın sopasına takar.
Bu sırada: olay yerine: bekçi Hasan gelir. Ateş açar ve guruptan birini yaralar. Ancak, gurup tarafından ateş açılarak, o da öldürülür. Arkadaşının yardımına koşan, bekçi Şevki de, guruptan açılan ateş sonucu öldürülür.
Tüm bunlar olduktan sonra: daha büyük bir askeri birlik olay yerine yetişir ve “teslim ol” çağrısı yapar. Ancak, olay çatışmaya dönüşür ve askeri birlik ateş açar. Derviş Mehmet ve bir kısım gösterici ölür ve bazıları ise kaçar.
Kubilay olayı: Şeyh Sait isyanı sonrasında, genç Türkiye Cumhuriyetinin yaşadığı, ikinci irtica olayıdır. Devlet, olaya sert tepki gösterir. 31 Aralık 1930 tarihinde, Menemen ilçesi ve Manisa ile Balıkesir il merkezlerinde, sıkıyönetim ilan edilir.
Evet, göstericilerden kaçanlar yakalanır. 105 sanık, 15 Ocak 1931 tarihinden itibaren, Divan-ı Harp’te yargılanmaya başlanırlar. 29 Ocak 1931 tarihinde, mahkeme, 36 kişiyi idam cezasına çarptırır. Bunlardan: 28 sanık: 3 Şubat 1931 günü Menemen’de idam edilirler.
Olayın ardından, Menemen’de, devrim şehidi iki bekçi ve Kubilay adına, anıt dikilir. Anıtın üzerinde şöyle yazar: “ İnandılar, dövüştüler, öldüler. Bıraktıkları emanetin bekçileriyiz.”
NE YENİR.NE İÇİLİR
Menemen ilçesinde olup ta “Menemen” yememek olur mu hiç. Elbette olmaz, burada menemen yemelisiniz. Ayrıca: Meydan Pide’de: nefis döner ve her türlü pide lezzetle tatmanızı bekliyor. Menemen’de: yayık ayranı meşhur. Yol üzerinde, sağda, hemen garaja gelmeden “Meşhur Ramo” bu yayık ayranını içebileceğiniz en güzel yer. Mutlaka deneyin. Ayrıca: buradan, koyun yoğurdu satın alabilirsiniz.
NE SATIN ALINIR
Menemen ilçesinde: çanak, çömlek, testi, saksı, renkli seramik ürünleri ve sepetçilik meşhur. Meşhur menemen testi ve sepetleri: İzmir-Çanakkale otoyolunun üzerinde kurulmuş, derme-çatma satış yerlerinde sergileniyor.
Arzu ederseniz, satın alabilirsiniz. Bunun dışında: Yıldız Mandıradan: peynir, yoğurt, ayran gibi Menemen’e özel, süt ürünlerinden satın alabilirsiniz.
GEZİLECEK YERLER
TAŞHAN
Bölgede bulunan en önemli tarih miraslarındandır. Türk-İslam mimarisinin özelliklerini taşır.
Kitabesi olmadığından, ne zaman ve kim tarafından yapıldığı bilinmemektedir. Ancak: Taşhan’ın yapımında çalıştığı bilinen ve Taşhan bitişiğinde türbesi bulunan Şıh Kamil’in: 1600’lü yıllarda yaşadığı bilinmektedir.
Yani, Taşhan’ın da, 1600’lü yıllarda yapıldığı düşünülmektedir. Yani: Sultan I. Ahmet (1603-1617) veya Genç Osman (1618-1622) dönemlerinde.
Yapının mimari özellikleri: kare planlı, simetrik, moloz taş ve tuğlalardan yapılmıştır. 2 katlıdır. Üst katta: 24 konaklama odası, alt katta ise ahır ve depolar bulunmaktadır.
Avlu kare şeklinde olup, avlunun dört tarafında, tabanları granit taştan yapılmış, tuğla kemer ve çapraz tonozlardan oluşan revaklar var. Girişin hemen sağında, üst kata: 13 basamaklı bir merdivenle çıkılıyor.
KARAGÖL
Yamanlar dağında, zirveye yakın bölümdedir. Uzun ve virajlı yollar: buraya pikniğe gitmeyi düşünenler için, göze alınması gereken sıkıntılar. Virajlar ve yokuşlardan bıkacak olanlar, buraya gitmeyi düşünmesinler. Deniz seviyesinden, 1000 metre yüksekliktedir.
Krater gölüdür. Çevresi, çam ormanlarıyla kaplıdır. Burada, piknik yapmak mümkün. Orman işletmesi tarafından, gölün doğu kesimindeki düzlüğe: masalar koyulmuş, oturma yerleri ve çeşmeler ile güzel bir piknik alanı yaratılmış.
Gölde alabalık bulunuyor, olta balıkçılığı yapabilirsiniz. Ancak, krater gölü olması nedeniyle, derinliği oldukça fazladır. Özellikle: çobanlar ve göl çevresinde oturanlar, gölün dibinin olmadığına inanırlar. Bu yüzden: buraya giderseniz, kesinlikle yüzmek gibi bir düşünceniz olmasın.
LARİSSA
İlçenin kuzeyinde, Gediz nehrine, 2 km. uzaklıktaki, Buruncuk köyünün üst kısmındaki dağ üzerinde kuruludur.
Biraz zahmetli bir tırmanıştan sonra, çok güzel ve estetik görünümlü duvar, yapı ve sarnıç kalıntılarının bulunduğu, antik kent ile karşılaşırsınız.
MÖ.1200 yıllarında kurulan şehir: MÖ.800 yılları sonunda, Yunanlıların egemenliğine girmiştir. Lydia ve Pers dönemlerinden sonra ise, Peleponnesses savaşlarında, tümüyle yıkılarak, tarih sahnesinden silinmiştir. Daha sonra yeniden inşa edilen kent, Galatlar tarafından yağmalanmıştır.
Ünlü coğrafya yazarı Strabon: “Larissalılarla ilgili, ortak bir özellik var. Toprakları, nehirlerin getirdiği alivyonlarla oluşmuştur. İşte, bu nedenle: bu kentlerin adı, Luwi dilinde “Lar-assa-isse” ögelerinden türetilmiştir ki bu kelime kum kenti anlamına gelir.”
Buruncuk köyü yakınlarındaki Larissa antik kenti de: eskiden deniz girintisi iken, Gediz nehri tarafından, kum dolgusu yığılarak oluşturulan bereketli Menemen ovasının yanı başındadır.
Belli aralıklarla burada yapılan kazılarda: surlarla çevrili ve Bizans öncesinden kalma bir kent kalıntısı ortaya çıkarılmıştır. Bu kent kalıntısının: birçok yerinde: su sarnıçları ve dehlizler var. Ayrıca, üç saray kalıntısı bulunmuştur.
Kazılar sırasında ele geçirilen eserlerin bir bölümü ise, İsveçliler tarafından çalınmış ve günümüzde Stockholm Müzesinde sergilenmektedir.
Bazı sütun başlıkları ve buluntular ise, İstanbul Arkeoloji Müzesinde sergileniyor. Yine de, şehrin büyük kısmı, günümüzde toprak ve kayalarla örtülüdür. Özellikle, tepeye giden 1 km. lik yol görülmeye değer.
TEMNOS (GÖRECE KALESİ)
Bu kalenin yıkıntıları: Hasanlar ve Görece köylerinin arasındaki hudut bölgesinde görülebiliyor. Ancak, günümüze kadar, burada herhangi bir resmi arkeolojik kazı yapılmamıştır. Evet, kale hakkında mevcut bilgiler şunlardır.
Bölge: I. Attales zamanında, Bergama krallığına katılır. Roma imparatoru Tiberius devrinde ise, büyük bir deprem yaşanır. Daha sonra: MS.17’nci yüzyılda, Temnos şehrinin sikkeleri basılmaya devam edilse de, şehir, gittikçe önemini kaybetmiştir. Bu tarihten sonra, tarihi kaynaklarda, şehre ait herhangi bir bilgiye rastlanmaz.
LEUKEY
Maltepe köyü yakınlarındadır. Yörenin en büyük höyüğünün bulunduğu tepenin güney kısmında: kalıntılar bulunmaktadır. Bu kalıntıların: Pers kralı Keyhaenus’a isyan eden, General Tahas tarafından kurulan, Leukey şehrinin kalıntıları olduğu düşünülmektedir. Buradaki resmi arkeoloji kazıları sürdürülmekte olup, kazılarda elde edilen buluntular açıklanmamıştır.
Halı mı desem, Karun Hazineleri mi, bilmiyorum, bu güzel İlimize, üç kez gittim, pek fazla kalmadım, ama özellikle son yıllarda Karun Hazineleri öne çıktı, yakınlardan geçerseniz, bu talihsiz hazinelerin sergilendiği Arkeoloji Müzesine mutlaka uğrayın, görün, niye talihsiz, çünkü bu güzel eserleri, herkes yıllardır birbirinden çalmış.
ULAŞIM
Şehir, İzmir-Ankara kara yolu üzerindedir. Uşak-İzmir arası uzaklık: 211 km. Uşak-Ankara arasında uzaklık: 368 km. Uşak-İstanbul arasındaki uzaklık: 499 km. Ankara’dan Uşak şehrine kara yolu ulaşımı: Afyon üzerinden sağlanıyor.
Demir yolu değerlendirildiğinde: Afyon-Uşak-İzmir demir yolu, il merkezinden geçmektedir. 1897 yılından bu yana hizmet veren hat, hızlı tren projesi kapsamına alınmıştır. Uşak demir yolu ile Ankara’ya uzaklık 560 km. İstanbul’a uzaklık 610 km. ve İzmir’e uzaklık 287 kilometredir.
Evet, şehirde hava alanı da bulunmaktadır. Uşak hava alanı, 1998 yılında hizmete açılmıştır. 2002 yılında ise hizmete kapatılmıştır.
TARİHİ
Kentin bilinen en eski adı: Temenothytia. Kent, bu adı: Heraklilerden, Aristomakhos’un oğlu Temenos’tan almıştır. Temenos: Roma imparatorluğu dönemi sikkeleri üzerindeki Temenos Oikistes ya da Ktistes yazıtları ve Temenos tasvirleriyle bilinmektedir.
Temenothyria: Flavuslardan sonra “Flaviopolis” adını alır. İl merkezinin eski adı: Uşşak. Uşşak kelimesi: iki anlama geliyor. Öncelikle: Aşıklar Diyarı. Evliya Çelebi, Seyahatnamesinde: bu adı “Aşıklar Diyarı” olarak yorumlanmıştır. Bunun yanı sıra; “Anadolu’daki tarihi yer adları” kitabında, Uşak isminin, buradaki “Obsekion” kentinin isminden türediği yazılmaktadır.
Ele geçen arkeolojik buluntular: Uşak ve çevresinin, MÖ. 4000 yıllarından itibaren, bazı toplumlar tarafından iskan edildiğini göstermektedir. MÖ. 2000 yıllarında, Anadolu’da, ilk siyasi birliği kuran Hititler, kendilerinin batısındaki bu medeniyete komşu olurlar. Afyon ve Kütahya illeri, bu medeniyetin batıdaki son yerleşim alanlarıdır.
MÖ. 620 yıllarında, Kimmerler bölgeyi istila ederler. Bu dönemde, bu bölge, Lidya hakimiyeti altındadır. Lidya kralı Cresüs, Pers imparatoru Cyrus’a yenilince, Uşak bölgesi Pers egemenliğine geçer. Bu durum: Büyük İskender’in bölgeye gelerek, Persleri yenmesine kadar devam eder. Büyük İskender’in komutanlarından Antiagosus, Anadolu seferinde, bu bölgeyi de, Büyük İskender’in topraklarına katar.
MÖ. 189 yılında,
Bölge, Roma Konsülü Manlius’un Anadolu seferi ile Roma hakimiyetine bağlanır. Romanın ikiye ayrılışı ile, 12.yüzyılda, Bizans hakimiyeti, bölgede egemen olur.
1071 yılındaki Malazgirt Savaşından sonra, Türkler, hızla Anadolu içlerinde yayılmaya başlarlar. Uşak ve çevresi, 1076 yılında, Kutalmışoğlu Süleyman Şah tarafından ele geçirilir. Sonraki dönemlerde, haçlı seferleri bölgeyi etkilemeye başlar. 1233 yılında, I. Alaaddin Keykubat tarafından, bölge tamamen Selçuklu egemenliği altına alınır.
Anadolu Selçuklu Devletinin parçalanması sonucu: Germiyanoğulları Beyliği, bölgede egemen olur. 1428 yılından sonra, Beylik, Osmanlı devletine katılır.
Bölge, Osmanlı döneminde, Suhte ve Celali isyanları hariç tutulursa, sakin ve barış içinde yaşamıştır. Şehir, Anadolu eyaletinin Kütahya sancağına bağlı bir kaza oldu.
29 Ağustos 1920 tarihinde, Uşak Yunanlılar tarafından işgal edildi. 2 Eylül 1922 günü, şehir düşman işgalinden kurtarıldı.
Burada, kurtuluş savaşı tarihimizin önemli olaylarından biri gelişti. 2 Eylül 1922 günü gecesi, saat: 22.30 sıralarında, Yunan Birlikleri Başkomutanı Trikopisin de bulunduğu bir kısım general, bölgede, Türk birliklerine teslim oldular.
Yunan komutanının Uşak’ta, Atatürk’ün huzuruna çıkarıldığı ev: şu an, müze olarak ziyarete açıktır.
EVREN DEDE EFSANESİ
Şehirde, saz ve söz ustası, birçok aşık yaşamıştır. Anlatılanlara göre: bir zamanlar, Uşak’ın Banaz ilçesinin günümüzde “Evren Dede” koruluğu olarak bilinen bölgesinde: türküler çalıp söyleyen bir Türkmen koca yaşamaktadır.
Bunun söyledikleri ezgiler, o kadar güzelmiş ki; ezgiyi duyan, sese doğru koşar ve Evren Dede susmadığı sürece de, onun yanından ayrılmazlarmış.
Bir gün gelir ve artık koruluktan ses gelmez olur. Koruluğa gidenler, Evren Dede’den, hiçbir iz bulamazlar. Ama, Uşaklılar, onun sazından gelen namelerin, bu koruluk bölgeye sindiğini ve hala rüzgar estikçe, onun sazının nağmelerinin duyulduğuna inanırlar.
UŞAK İSMİ
Uşak isminin aslı “Uşşak”, aşıklar diyarı demektir. Bu ismin kaynağına ait rivayetler, muhtelif. Şehrin güneyindeki Mende köyü, o zamanlar, büyük bir yerleşim yeri. İsmi: Menos.
Oğuz Türkmenleri, Menosu alır ve adını da “Mende” olarak değiştirirler. Kendilerine uygun hale getirirler.
O zamanlar, şimdiki Uşak’ın bulunduğu yer, boş bir arazi, Mende Bey’in mandırasıdır.
Mende Beyi, buraya, 7 kişilik yönetici, bakıcı gibi kişiler yerleştirir. Zamanla, anlar ki, bu 7 kişinin yedisi de, bir şeylere aşıktır. Kimisi işine, kimisi sanatına, kimisi ruh yüceliğine sahip.
Sekizinci aşık da, bizzat Bey, o da bu 7 kişinin aşıklıklarına aşık.
İçinden, biricik kızını, bunların en küçüğüne vermeyi geçirir. Kızının da bu kişiye, aşık olduğunu öğrenir.
Baba ve kızın katılımıyla, aşıkların sayısı 9 olur. Mandırada düğün yapılır. Mendeden göç ederek buraya yerleşir. 9 aşığın birleştiği bu yer de, yakışan ismi alır: “Uşşak”.
Uşak’ın köyü Aksede: 9 yatırlı bir kabristan bulunmaktadır. Bu 9 yatırın, Uşak’ın kurucusu olan 9 aşığa ait olduğu söylenir. Eski tapu kayıtlarına göre: kabristanın bulunduğu yörenin de “Aşıklar Mezarlığı” olarak yer aldığı belirtilmektedir.
GENEL
Şehir, Ege bölgesinde, Batı ve Orta Anadolu’yu birbirine bağlayan, İç Ege bölgesinde bulunmaktadır.
Dağlar: il topraklarının, % 37’ni kaplamaktadır. Dağlarda, çok sık ormanlara rastlanır. Çok çeşitli ağaç türlerinin olduğu bu ormanlarda, yaygın ağaç türleri: meşe, karaçam, kızılçam, dış budak, ahlat, karaağaç, çınar ve ardıçtır.
İklim olarak: Ege ve İç Anadolu ikliminin geçit yeridir. Genellikle: Ege bölgesinin yumuşak ve İç Anadolu bölgesinin sert hava şartları, bir arada görülür.
Yazları daha az sıcak ve kurak, kışları ise İç Anadolu’ya göre daha ılık geçer. Ege’den gelen bulutların getirdiği yağışlar, il iklimini, İç Anadolu ikliminden ayırır. Yazları sıcak ve kurak, kışları soğuk ve kar yağışlıdır.
Bölge, Ege bölgesinden daha soğuk olduğundan, Ege bölgesinin tipik bitki örtüsü olan: zeytin bu bölgede pek görülmüyor.
Şehirde, nüfus açısından dikkati çeken bir durum: özellikle yaz aylarında, Avrupa’nın çeşitli ülkelerinin plakalarını taşıyan çok sayıda araç görülmektedir. Bunun sebebi: 1960’lı yıllarda başlayan ve günümüzde de devam eden, büyük bir yurt dışı göçü bulunmasıdır.
İlin ekonomisi: tarihi gelişim sürecinde: halı, kilim ve buna benzer el sanatları öne çıkmıştır. Cumhuriyetin ilk yıllarında: Uşak Şeker Fabrikasının kurulması ile, şehirde sanayileşme başlamıştır.
Dokuma, tabakçılık, trikotaj ve toprak sanayisiyle, irili-ufaklı imalathaneler ve fabrikalar artmaya başlamıştır. Cumhuriyetin ilk yıllarında, Uşak, Türkiye’nin sanayileşme hamlesine önderlik eden il olmuştur.
Türkiye’nin ilk şeker fabrikalarından birisi, 1926 yılında Uşakta açılmıştır. Bu fabrika, Cumhuriyet Türkiye’sinin ilk özel yatırımıdır. Şehir, kamu yatırımı almadan büyüyen bir ildir. Bu durum, halkın ticarete olan ilgisine bağlanabilir.
Bu durum: Cumhuriyetin ilerleyen yıllarında: tekstil, deri ve seramik olarak devam etmiştir.
Evet, şehir ekonomik açıdan büyük hamleler yaparken, Türkiye’nin ve Avrupa’nın en zengin altın yatakları da, bölgede bulunmuştur.
Şehirde turizm gelişmemiştir. Halbuki, E-23 kara yolu şehirden geçmektedir. Ancak, tarihi ve doğal zenginliklere sahip olmasına rağmen, tesis azlığı ve yetersiz tanıtım nedeniyle, turizm sektörü, bölgede yeterince gelişmemiştir.
NE YENİR
Kente gelenler, meşhur Tarhana çorbasının yanı sıra, yumurta sızdırması, ciğerli bulgur, döndürme, Arap aşı, keşkek, köpük helvası ve tahin helvasından mutlaka tatmalı. Tahin helvası, günümüzde fabrikalaşmış. Küçük imalathanelerde yapılan günlük yapım olduğundan, tazelikten öte, sıcak sıcak yenmesidir. Her kentte bulunandan farkı, çok tazeliği ve özel yapılanında glikoz bulunmasıdır.
Bunun dışında, bu bölgeye has diğer lezzetler şunlardır: Çömlek eti (parça etlerden yapılan bir tür yemek), Tas kapama, Keşkek (dövülmüş buğdaydan yapılan bir yemektir) , Alacatene, Katmer, Bükme, Peksimet, Haşhaş sürtmesi, Un helvası, Aşure.
Uşak denilince, Tarhanadan daha ayrıntılı söz etmeden olmaz. Burada tarhanayı en iyi yaptığı söylenen Tarhana Babadır. Yeldanlızade Mustafa Yeldanlı, yani Tarhana baba. Mustafa Bey; tarhanayı tahta kaşıkla ikram ediyor. Farklı bir lezzet, adeta ilaç gibi.
Domates, biber, soğan, nane, yoğurt ve un karıştırılıyor. 3 hafta, fermantasyona tabi tutuluyor. Karıştırılıyor, teknelerde kurutuluyor, öğütülüyor, elekten geçiriliyor, un halinde paketleniyor.
Ancak şehir merkezinde de tarhana yapımı fabrikalaşmış, yani tarhana satın almak veya tatmak isterseniz büyük olasılıkla ev yapımı tarhana bulamayacaksınız. (Ben bulamadım)
Tarhana çorbasını pişirmek için, bir miktar yağ, salça, tuz, isot, sarımsak karıştırılarak kızartılıyor, bir litre su dökülüyor, 3 kaşık tarhana salınıp, top olmaması için kaynayıncaya kadar karıştırılıyor. Sonra servis yapılıyor. Uşak tarhanasının lezzeti: Sivaslı’nın biberi, yerli domates ve diğer malzemelerin kalitesinden dolayı farklıdır. Evet, mutlaka katın.
NE SATIN ALINIR
Bölgede: seccade ve halı meşhurdur. Kök boyasından yapılan kilimler, pamuklu dokumalar, pelüş battaniyeler ve deri giyim mamulleri, satın alabilirsiniz.
UŞAK HALISI
Türkmenler, dışarıdan gelip, Uşak ve civarına yerleşince, halı-kilim dokumacılığını da yanlarında getirmişler. Murat dağında ve vadilerde, kök boya için elverişli bitkiler olunca da, ortaya sanat eserleri çıkmış. Avrupa’da pazarlama işini de Rumlar yapmış. Uşak halıları, dünya çapında şöhret kazanmış. Avrupa ve Amerika’da Pazar bulmuş, bu ülkelerdeki saray ve müzelerin vazgeçilmezi olmuş.
14.yüzyılda, Uşak’a Avrupalı tüccarlar gelmiş, yüzyıllarca bu halılar İzmir limanından ihraç edilmiş. Özellikle; 1869 yılında, Alaşehir-Afyon demir yolunun tamamlanmasıyla, İzmir ve Uşak arasında ulaşım kolaylaşmış, Uşak kilim ve halılarının dünyaya açılması sağlanmıştır.
Avrupalı ressamlar tablolarında bu halıları işlemiş. 18.yüzyılda, Osmanlı nakkaşhanelerinde, Uşak halıları tasvir edilmiş. Cami ve saraylara, bu halılar serilmiş. 19.yüzyılda, bu halıların imalatı azalmış, kaliteden taviz verilmiş. Uzun süre geleneksel yöntemlerle üretilen, halı ve kilim girdileri (özellikle kök boyalı ipler) zamanla, üretimin artması sonucu, ihtiyaçları karşılamaya başlamıştır.
Bunun sonucunda, fabrikasyon üretimlere geçilmiştir. İlk yün ipliği fabrikası: 1905 yılında, Uşak şehrinde, Uşaklı özel girişimciler tarafından açılır. Takiben, 1917 yılında, yeni fabrikalar açılır. Ama bu fabrikaların devlet değil, özel kişiler tarafından açılması, Uşaklı girişimcilerin konuya yaklaşımlarının ifadesidir.
Uşak halısının ham maddesi: tamamen yün. Elyaf uzunluğu en az 10-15 cm. ve tek kırkım, 30 mikron kalındığının altında olmayacak, soğuk iklimde yetişen koyunun yününden olacaktır. Mutlaka kök boya kullanılacak. Desenler bitkisel ve estetik olacaktır. Düğüm sayısı da belli bir ölçüde olacaktır. Fiyatı yüksek ve tamamen sipariş üzerine üretilen bu halı, halk arasında iyi bilinmiyor.
Uşak halıları, madalyonlu ve yıldızlı olmak üzere iki tip üretilmektedir. En önemlisi olan “Madalyonlu” halıların boyu, 10 m.ye kadar ulaşmaktadır. 18.yüzyılın ortalarından sonra, yıldız motifli Uşak halıları dokunmaya başlanmıştır.
Ancak, biraz önce de söylediğim gibi: fabrikasyon üretime geçilmesi, 1930’lu yılları takip eden dönemde, Uşak halılarının kalitesinin düşmesine ve bu halılara olan ilginin azalmasına neden olmuştur.
Wılhelm Von Bode ve Ernest Kühnej adlı Alman araştırmacılar: Uşak halıcılığı hakkında yaptıkları araştırmalarda: 20. yüzyılın ilk çeyreğinde, gerek Hollanda ve gerek İngiltere’deki yüksek sınıfa mensup ailelerin evlerinde; 18. yüzyıldan kalma Uşak halılarının, bütün odaları kapladığından söz ederler. Bugün de, Berlin Bergama Müzesinde sergilenmekte olan 15.yüzyıla ait, madalyon tipli, büyük halı, Uşak halılarının o dönemdeki değerine en büyük örnek teşkil etmektedir.
Sonuç olarak, biraz önce Uşak yöresinden halı satın alabileceğinizden söz etmiştim. Ama, tercih sizin, halı satın almayı düşünürseniz, fabrikasyon üretim değil de, orijinal kök boyalı iplik kullanılan halıları bulmanızdan yanayım.
GEZİLECEK YERLER
KURTULUŞ ANITI
Vilayet binası önündeki meydandadır. Devasa bir anıt. Uşaklıların Milli Mücadelede yaptıklarını simgeler. Anıt: bir kaide üzerinde, üç ana grupta toplanan figürlerden oluşur. Birinci gurupta: Uşak’ın Türk süvarileri tarafından kurtarılışını simgeleyen süvari figürleri var. İkinci gurupta: Türk ulusunun tutsak edilemeyeceğini, sonsuza kadar özgür kalacağını simgeleyen zafer sütunu yükseliyor.
Bu sütunun önüne yerleştirilen Atatürk ile, üzerinde bilim ve sanat yazan kitapları taşıyan genç kız ve genç erkek figürleri ise, Cumhuriyetin kuruluşunu ve gençlere emanet edilişini, eğitime verilen önemi sembolize ediyor. Üçüncü gurupta ise: Türk kadının kahramanlığının ve cesaretinin, Kurtuluş Savaşında ordumuza verdiği desteği simgeleyen kadın figürleri ve mermi yüklü kağnı yer alıyor.
UŞAK ARKEOLOJİ MÜZESİ
Şehir merkezinde, Fatih Mahallesinde bulunan yeni Arkeoloji Müzesi: 2012-2018 yılları arasında yapılmış ve ziyarete açılmıştır. Yapı 3 katlıdır. İlk katta: kronolojik sıraya göre, Uşak sınırları içinde bulunan arkeolojik eserler sergileniyor.
İkinci yani asma katta: bulunduğu bölge itibarıyla para ve paranın tarihi, Lidya dönemine ve Karun hazinelerine ayrılmıştır. Bu alanda: Lidya döneminin günlük yaşantı örnekleri, ölü gömme adetleriyle ayrı bir alanda bulundukları tümülüslere göre Karun Hazineleri sergileniyor. Müzede teşhir anlamında son bölüm: Etnografya bölümüdür. Bu alanda, yakın tarihten örneklerle, Uşak’ın Etnografik kültüründen izler yansıtılmaktadır.
Ancak, elbette müzenin en önemli yeri: Karun Hazinelerinden parçalar sergilenen bölümdür. MÖ 7’nci yüzyıldan itibaren bölgede hakimiyet kuran Lidya krallığının hükümdarı Kroisos (Karun)’un paha biçilmez hazinesinin bir kısmı, inanılmaz güzellikleriyle dikkat çekiyor. “Bir kısmı” dedim, çünkü 450 parçalık hazinenin, çalınıp kaçırılan parçalarının dışında, sadece 300 parçalık bölümü sergileniyor.
Bunların dışında, müzede sergilenen eserler şunlar: Roma dönemine ait mermer heykel ve heykelcikler, madalyon ve kapı tipi mezar stelleri, Eski Tunç, Grek, Roma ve Bizans dönemine ait pişmiş topraktan çanak-çömlekler, kase ve tabaklar ile camdan yapılmış koku kapları, gözyaşı şişeleridir. Son olarak: Haziran 2019 tarihinde müzeyi gezdim.
Oldukça güzel, yeni bir bina, her yer pırıl pırıl, birçok müzede olmayan ama buraya yapılmış “yerlere gezi istikametini belirten oklar” bulunuyor.
Yani: oldukça büyük müzeyi gezerken, bu okları takip ederseniz, eserleri görmeden geçmiyorsunuz. Tuvaletleri gayet temiz, personel ilgili, sadece “Müze ziyaretçileri için bir defter” yoktu, umarım ziyaretçilerin duygularını ifade etmeleri için bir defter konur.
Müzeyi gezmek için 2 saat ayırmalısınız, ama fazla zamanınız yoksa, özellikle “Karun Hazineleri” bölümünü yani asma katı ve de özellikle “Kanatlı Deniz Atı” broşunu mutlaka görün.
Tüm bunların yanında: müze ziyaretçilerinin, müzeye girmeden, gezmeden önce: en alt bölümde yazdığım “Karun Hazinelerinin” başına gelenlerle ilgili öyküyü okumasını tavsiye ederim.
Kısa bir bilgi: bu hazineler o kadar çok yağmalanmış ki, defineciler yanında, özellikle bir müze müdürünün, bir zamanlar Uşak Müzesi Müdürü olan kişinin: kanatlı deniz atı broşunun bir benzerini yaptırıp, aslını çalması, yerine benzerini koyması ve aslını çok küçük bir bedelle başkalarına satması, inanılmaz öykü, ayrıntıları merak edenler en alt bölümü mutlaka okuyunuz.
DOKUREVİ (HALI DOKUMA VE UŞAK HALISI ÖRNEKLERİ)
İl merkezi Aybey mahallesindedir. Türk evi karakteristiğinin izlerini taşıyan Dokurevi: dış sofalı bir Uşak evidir. Sofa: eski evlerde: salona benzeyen ve yaz aylarında oturulup kalkılan, çevresi açık bir bölümdür.
Uşak’ta, o dönem yaygın olarak kullanılan hem işyeri, hem de konut olarak kullanılan evlerden bir tanesidir. Evde: misafirlerin kabul edildiği başoda ve ailelerin yaşadığı odalar vardır. Restorasyon çalışmalarının ardından, halı dokumacılığı için uygun hale getirilen Dokurevinde: 14, 15 ve 17’nci yüzyıllarda, tüm dünyada revaçta olan Uşak halıları; kursiyerler tarafından otantik olarak dokunmakta ve ziyaretçilere satılmaktadır.
Bu yapı: bir Osmanlı yapısıdır. Kent merkezinde bulunuyor. 1910 yılında: Uşaklı Kaftancı ailesi tarafından yaptırılmıştır. Ancak bir yazılı kaynakta: Bursa Valisi Ahmet Vefik Paşa’nın, 1879 yılında bu evde misafir kaldığı da yazılıdır.
Bu yüzden, yapım yılı net olarak bilinmemektedir. Ev: iki katlı, büyük bir konaktır. Kemerli kapısından geniş bir salona girilir.
Salonun sağ ve sol solunda odalar var. Çıkartmalı üst katın sağındaki geniş oda, Atatürk ün Uşakta bulunduğu 2-4 Eylül 1922 günlerinde yatak odası olarak kullanılmıştır. Çünkü, Kurtuluş Savaşında, Büyük Zaferin hemen ardından, 2 Eylül 1922 günü, Uşak’a giren Başkomutan Mustafa Kemal Atatürk ve beraberindekiler tarafından, bu bina, geçici karargah olarak kullanılmıştır.
Yapının en büyük özelliklerinden biri de: Kurtuluş savaşından sonra, esir alınan Yunan kuvvetleri Başkomutanı General Trikopis; 3 Eylül 1922 tarihinde, burada Atatürk’ün huzuruna çıkarılmış ve kılıcını Atatürk’e teslim etmiştir.
Kurtuluş savaşından sonra, yapı, sahipleri tarafından ev olarak kullanılmış. 1973 yılında ise, kamulaştırılmış ve onarımı yapılmıştır. 1 Eylül 1978 tarihinde, Müze olarak ziyarete açılmış ve 1986 yılında yeniden düzenlenmiştir.
Evet: Müze binasının birinci katı: Etnografya Seksiyonu olarak düzenlenmiş, Uşak ve çevresinden derlenen Etnografik eserler, burada sergilenmektedir. İkinci kat: Kurtuluş Savaşı ve Atatürk seksiyonudur. Atatürk ve kurtuluş savaşı ile ilgili fotoğraflar, belge önerileri, Atatürk eşyaları burada yer almaktadır.
HALI VE KİLİM EVİ
Müzenin hemen yanında, yaklaşık 100 metre uzağında Uşak Belediyesi tarafından yaptırılan Halı ve Kilim Evi vardır. Uşak Belediyesi: Hisar kapı Uluyol Sokakta, tarihi bir evi kamulaştırmış, restore etmiş ve 2013 yılında ziyarete açmıştır.
Ahşap, iki katlı yapıda, Halı ve Kilim Evi kurulmasında, önemli figürlerden birisi de ressam Devrim Erbil’dir. Şu anda, burada, çok değerli Uşak Halıları ve ödül almış Uşak kilimleri başta olmak üzere, 48 adet halı ve kilim sergilenmektedir. Yani, Türk halı sanatını tanımak için, burası ziyaret edilmelidir.
ESKİ UŞAK EVLERİ
Halı ve Kilim Müzesinden sonra, merkeze doğru devam eden yerde: eski Uşak evlerinin birebir örneklerini görebilirsiniz. Tiritoğlu sokakta, nostaljik bir hava yaşatılmaktadır. Cumhuriyetin ilk yıllarına tarihlenen Uşak’taki tarihi evlerden, günümüze gelen bir kaç yapı kalmıştır. Bu evler: genellikle iki katlıdır. Birinci katları: taştan, ikinci katları ise ahşaptır.
KENT TARİHİ MÜZESİ
Şehir merkezinde, trafiğe kapalı İsmet Paşa Caddesindedir. Uşak Belediyesi tarafından yaptırılan müzede, Uşak ilinin son 200 yıllık sürecini ve kültürel öğeleri tanıtılır. Müze binası, eski İtfaiye Merkezidir. Müzeye ev sahipliği yapan bina: geçmişte de çok önemli bir misyona sahip olmuştur. Türkiye’de sokakların aydınlatılması için ilk elektrik Uşak’ta üretilmiştir.
Bu elektrik, bu binada üretilmiş ve dağıtılmıştır. Müzede: Uşak’ın kronolojik tarihi, coğrafyası, kurtuluş mücadelesi, turizm zenginlikleri, doğal güzellikleri, folklorik değerleri, Uşak tarhanası: belgeler, canlandırmalar, görsel sunumlar ve maketlerle anlatılıyor. Müzeyi gezdikten sonra: müzenin bulunduğu alandaki, Uşak tekstil fabrikalarının fabrika satış mağazalarına uğrayıp, battaniye, çarşaf, nevresim gibi tekstil ürünleri satın alabilirsiniz.
ULU CAMİ
Belediye binasının kuzeyindedir. Avlusunda bulunan H.Şaban 822/Ağustos-Eylül 1419 tarihli çeşme kitabesine göre: Germiyan Beyi II Yakup zamanında (1387-1428) Kavşidoğlu Mehmet tarafından yapılmıştır.
Cami: kuzey tarafındaki 1 büyük ve 6 küçük kubbe, son cemaat yeri ve bunun kıble tarafındaki harimden meydana gelmektedir. Cami önünde: tarihi bir çeşme vardır. Evet, cami, narin minaresiyle Uşak’a takılmış bir gerdanlık gibidir.
HACI GEDİK HANI
Halı pazarı mevkiindedir. İki katlı taş bina, alt ve üstte, toplam 30’ar dükkan bulunmaktadır. Altta, ayrıca geniş bir kahvehane var. Hanı yaptıran ise: Hacı Alioğlu Hacı Mustafa Efendi. Hanın dış kapısı üstünde, bir kitabe bulunuyor. Uşak şehrinin tamamen yanmasına neden olan büyük yangında: 1894, burası yanmamış.
Ziraat Bankası, Osmanlı bankası gibi mali kuruluşlar ile manifatura mağazaları, uzun süre bu handa kalmışlar. 1940 yıllarında, Han oldukça aktif olarak çalışmış. O dönemde, hanın, alt katlarındaki odalar, esnafın deposu olarak kullanılırken, üst katlarında gelen yolcular konaklıyormuş.
PAŞA HANI (TAŞHAN)
Uşak’ın mimari güzelliğini gösteren bir yapıdır. 1898 yılında Tiritoğlu Mehmet Paşa tarafından, bir Fransız mimara yaptırılmıştır. İnşası 3 yıl sürmüştür. Paşa Hanı: 1990-1996 yılları arasında onarım görmüştür. Genel görünüm bakımından, yamuk bir plana sahip olan yapı, avlulu ve iki katlıdır. Hanın girişi, güney cephededir.
Giriş kapısı: üzerinde soyut bir yaprak motifi bulunan, çıkıntılı kilit taşı olan, basık ve kemerlidir. Bunun üzerinde bir sıra taş, onun üzerinde üçgen alınlık bulunur. Girişin iki yanında, kare kaideye oturan, köşeli iki plaster, silmeli yayın başlıklarıyla sonlandırılmıştır.
Han günümüzde otel olarak kullanılmaktadır. İki katlı ve kesme taştan yapılmıştır. Alt katta, içli-dışlı dükkanlar ve üst katta 30 kadar dükkan bulunuyor. Mülkiyeti Dülgeroğullarına geçmiştir. Günümüzde ise, Turizm Bakanlığından belgeli, özel otel olarak hizmet vermektedir.
MERKEZ AKSE ÇAMLIĞI
Şehir merkezine 4.5 km. uzaklıktadır. Kurtbaba mevkiindedir. Mesire yerinin asli ağaç türü: kızılçam. Çamların yaş ortalaması ise: 50-100 yıl arasında değişmektedir. Çamlığın çevresinde: piknik alanları ve turistik tesisler bulunuyor. Öğrendiğime göre: geçen yıl, burası Belediye hudutlarından çıkarılarak, Orman İşletme Müdürlüğüne verilmiş.
Yani hani belki duymuşsunuzdur “2b” denen bir uygulama var, bu uygulamaya dahil edilirse, sanırım “Aske Çamlığı” bizim gibilerin yazdığı, bu satırlarda, bir hatıra olarak kalacak, gelecek nesiller, bu yazılardan okuyarak, resimleri izleyerek, “ Bir zamanlar burada Akse çamlığı diye bir yer varmış “ diyecekler.
GÖĞEM KÖYÜ ÇAMLIĞI
Yunan Başkomutanı General Trikopisin 2 Eylül 1922 günü saat: 22.30’da esir alındığı tepeyi ve bu tepede dikilen Zafer Anıtını, görüş sahası içine alan bu çamlık alanı: şehir merkezine, 15 km. uzaklıktadır. Anıt: 1961 yılında dikilmiştir. Bu dönemde, bu çamlık bölgeye üç adet dinlenme evi yapılmıştır. Bu evlerin bakımı ve geliri, köy halkına aitmiş.
ÖRENCİK KAPLICASI
Uşak-İzmir karayolu üzerinde, Güre köyüne, 10.km. uzaklıktadır. Şehir merkezine 33 km. uzaklıktadır.
Kaplıca suyunun sıcaklığı 38 derecedir. Günde, 700 kişiye hizmet verme kapasitesine sahiptir. Karaciğer, mide, cilt hastalıklarına iyi gelmektedir. Burada: Uşak İl Özel İdaresi Müdürlüğünce, 52 villa tipi konaklama yeri yaptırılmıştır. Ayrıca, iki tane bay-bayan Türk hamamları bulunuyor.
KAYA AĞIL TERMAL TESİSLERİ
Uşak Belediyesi tarafından yaptırılan tesisler, 2013 yılında hizmete açılmıştır. Uşak Merkez Kaynağıl köyü sınırları içinde, şehir merkezine yaklaşık 10 dakika uzaklıktadır.
Bir çok hastalığa iyi geldiği belirtilen jeotermal su, tesiste belli ısı değerleri arasında, halkın kullanımına sunuluyor. Tesis: bayan ve erkek olmak üzere iki bölümden oluşmakta olup, tuz odaları, sauna, hamam ile açık-kapalı havuzlar vardır. Burada ayrıca konaklama için odalar bulunuyor.
TAŞYARAN VADİSİ
Uşak-İzmir karayolunun 45’nci kilometresinde, karayolunun 500 metre kadar güneyinde, Gediz nehri üzerinde bulunan tarihi köprüden buraya ulaşılır. Taşyaran Vadisi, Gediz nehrine dökülen ve kaynağını Eşme ilçesinden alan Hamam çayının aşağı mecrası üzerinde oluşmuş bir görsel cennettir. Yakınlarında, soğuk su kaynağı da bulunmaktadır.
KARUN HAZİNESİ
Evet, şimdi sizlere, muhteşem bir öykü anlatacağım. Belki biraz uzun gelebilir ama tarih meraklılarının, bu öyküyü büyük bir heyecanla okuyacaklarına eminim. Sonuçta: Karun, Karun hazineleri konusunda, güzel bilgilere sahip olacaksınız ve bu büyük hazineleri izlerken, daha büyük bir keyif alacaksınız.
KARUN
Antik çağda: Lidya olarak isimlendirilen bölge: Anadolunun batısında: Güneyi Karia, Kuzeyi Mysia, doğusu Frigya, batısı İonia bölgeleriyle çevrili bir alan.
Lidya imparatorluğu: MÖ.7.yüzyılda başlar, ilk kral Gyges.
Yunanlılar, antik dönemlerde “Yunan” olmayan herkesi “barbar” olarak adlandırırlardı. Sadece, Lidyalılar, hiçbir zaman barbar sınıfına sokulmazlar. Yunan ölçüm değerlerinin çok çok ilerisinde olan zenginlikleriyle, Lidyalılar hep saygı görmüşlerdir.
Lidyalılar parayı icat ettiler. Bu buluş, ilkçağ dünyasının ekonomik gelişmesini hızlandırdı. Ticari ilişkilerde: dürüst ve ödemeleri konusunda hassas Lidyalı işadamlarına: devlet tarafından, üzerinde imparatorluk mührü bulunan: bazı demir ve bronz levhalar veriliyordu.
Bu kişiler, bu levhaları, ticari ilişkilerinde “kredi kartı”na benzeyen bir şekilde kullanıyorlardı. Buna göre, tüccarlar: başkent Sardes ya da Thyateria (bugünkü Akhisar), Philadelpheia (bugünkü Alaşehir), Gordos (bugünkü Gördes) ve ya Silandos (bugünkü Karaselendi) gibi Lidya kentlerinde, toplu mal alımı yapacağı sırada, bir dükkana gittiğinde, elindeki levhayı gösteriyordu.
Levhanın üzerinde: “Bu belgeyi taşıyan kişi, devletimiz tarafından tanınıp, bilinen, güvenilir bir tüccardır. Ticari faaliyetleri, imparator tarafından onaylanmıştır. Kendisine, bedeli sonradan ödenmek üzere mal verilebilir.” Anlamında ifadeler yazılıydı.
Ancak: Lidya imparatorluğunun dünyanın en zengin ülkesi olmasının sebebi: Tmolos (Bozdağlar) dağlarından çıkan ve Hermos (Gediz) nehrine karışan, başkent “Sardes”den geçen, Paktalos (Sart) deresinin alüvyonları içindeki altındır. Buradan elde edilen altın, Lidya’nın kaderini belirler.
Evet, ünlü yazar Heredota göre: Lidya imparatorluğu, üç sülale tarafından yönetilmiştir. Son sülale: Mermnadlar, 141 yıl boyunca, ülkeye egemen olmuşlardır. Özellikle bu dönemde: Lidya, bölgede, siyasi ve ekonomik yönden öne çıkmıştır. Bu sülale: kral Gyges ile başlar. Daha sonra: Ardys, Sadyettes ve Alyettes ile devam eder. Kral Kroisos (Karun) ile biter.
Bir takım saray entrikaları ile ülkeyi ele geçiren üçüncü sülalenin IV. ve son kralı Kroisos: babası Alyettes’in ölümünden sonra, MÖ.560 yılında, tahta geçer. Karun: İngilizcede “Croesus”, Arapçada ve Farsçada “Qarun” olarak bilinir. MÖ.595-546 yılları arasında yaşamıştır.
Tarihte Croisos veya Krezüs olarak adlandırılır ve Lidya krallığının son kralıdır. MÖ.560 yılında, babası Alyettes in ölümü üzerine tahta çıkmış ve MÖ.546 yılında Perslere yenilinceye kadar Lidya topraklarına hükmetmiştir.
Akıl almaz zenginliği sayesinde, dünyaca meşhur “Karun kadar zengin” deyimiyle, ününü günümüze kadar taşır.
Kehanet merkezlerinde geleceği okuyan kişiler: Karun’u hoş etmek için, pek çok zaman gerçekleşen kehanetlerde bulunmuş ve bunun sonucunda, kral tarafından, bu merkezlere, değerli hediyeler gönderilmiştir. Bu durum, pek çok antik dönem yazarları tarafından övgüyle bahsedilen bir konudur.
Özellikle: Bodrumlu ünlü tarihçi Heredot: eserlerinde: Kral Karun’un zamanın ünlü kehanet merkezi olan Delphiye gönderdiği hediyelerden söz eder. Heredot’a göre: Kral Karun; düzenli olarak hediye yolladığı Delphiye, bir keresinde: tanrı Apollon onuruna kurban edilmek üzere, tam 3000 tane büyükbaş hayvan gönderir.
Bunlarla birlikte gönderilen diğer hediyeler ise şunlardır: her biri 10 talent (260 kg) olan 2 sandık dolusu altın, bir o kadar ağırlıkta yüzlerce altın tuğla, yine 10 talent ağırlığında, Delphi’deki tapınağın önüne konulmak üzere yaptırılmış saf altından aslan heykeli ve heykeli, üzerine kadar örten beyaz altın ve gümüşler, gerçek boyutlarda saf altın kadın heykelleri ve tüm bunların yanında, yine ağırlığı tam olarak belirtilmeyen, birçok göz kamaştırıcı altın hediyeler.
Heredot: Kral Karun’un dağ gibi biriken bu hediyelerinin raporunu tutar ve hatta bu hediyelerin tapınakta nerelere konulduğu ve yer değişimlerini dahi tek tek yazar. Ancak, tüm bu hazine: Delphi şehrinin kontrolünü ele geçirmek için yapılan üçüncü kutsal savaşta (MÖ.356-346) tamamen eritilir.
Evet, günümüzden 2600 yıl öncesi. Bu dönemde: zenginlik ve refahın doruklara ulaştığı Batı Anadolu’da; işte böyle bir uygarlık var. Bu uygarlıkta: zarafet ve lüks, elit sınıfın tüm yaşamının vazgeçilmez bir parçası olur. Servet ve gücü ölümün ötesine taşıma tutkusu sonucu: Tümülüsler yontulur, taş bloklar içine mezar odaları yapılır.
Bu mezar odalarının içine, değerli ölü hediyeleri konulur. Takip eden binlerce yıllık süreçte, bu ölü hediyeleri, yani mezar içindeki ölünün yaşarken kullandığı objeler, günümüze muhteşem güzellikleri ve bilgileri ulaştırırlar.
Bu ihtişam; bu lüks, elbette başkalarının da dikkatini çeker. Persler; Anadolu içlerinde ilerleyerek, Batı Anadolu’daki bu büyük ve zengin imparatorluğu ele geçirirler. Pers kralı Cyrus: Lidya kralı Croisosu esir alır.
Onu: tepedeki sarayının bahçesinde hazırlattığı odunların üzerindeki bir tahta oturtturur ve odunlara, altta ateş verdirir. Bu sırada: kral Karun “Solon, solon, ah solon” diye inler.
Bunun üzerine, Pers kralı Cyrus merak eder ve sorar: “O kim”
Kral Karun anlatır: “ Krallığımın en güzel günlerinde, beni Atina’dan gelen, asker ve filozof Solon isimli biri ziyaret eder. Ben ona, bütün zenginliğimi gösterdikten sonra, sormuştum. “Dünyanın en mutlu insanı kim?”
O da bana “bir insanın sonunu görmeden, mutlu olup olmadığı hakkında karar vermek zor” demişti. İşte, bunu anımsadım.” Der.
Pers kralı Cyrus, bu cevaptan etkilenir ve Karun’u kurtarmak için, ateşi söndürme emri verir.
Ancak, ateş çok yükselmiştir. O sırada, tanrı Apollon işe karışır ve ateşi söndürür.
Sonuç olarak: Pers kralı Cyrus, Karunu yanına danışman alır ve kendi ülkesine götürür.
Evet, değişik bir öykü. Bu öyküyü, bir kısım yazar, şöyle şekillendirir. Pers kralı Cyrus, Karun’u, hazinesinin yerini söylemesi için ateşe atmakla tehdit eder. Ancak, hazinenin yerini söyletemeyince, ateşi söndürtür ve Karun’u, ileride hazinenin yerini söyleyebilir diye düşünerek yanına alır ve kendi ülkesine götürür.
Ama, kral Karun, hazinesinin yerini asla söylemez ve MÖ.515 yıllarında, sırlarıyla birlikte ölür ve İran topraklarında yeri belli olmayan mezarına gömülür. Araştırmacılar: Lidya uygarlığının başkentinin, Persler tarafından işgali sırasında ve sonrasında, yalnızca, şehirde yaşayan insanlara ait zenginliklerin, Persler tarafından talan edildiğini söylerler.
Yani: kral Karun’un kişisel hazinesi bulunmuş değildir, hala da bulunabilmiş değildir.
KARUN HAZİNESİ OLARAK BULUNAN BULUNTULAR
Uşak il merkezine bağlı Güre köyü yakınlarında: Hermos (bugünkü Gediz) nehrinin suladığı ovanın yakınlarında: Lidya ve Pers Tümülüsleri bulunuyor. Lidya tümülüsünün diğer adı, Toptepe tümülüsü.
BİRİNCİ SOYGUN
1965 yılında: Güre kasabasına bağlı Tekin köyünden Durmuş isimli bir köylü: Tevrat ve İncil kutsal kitaplarında adı geçen Karun Hazinesini bulmaya çalışmaktadırlar. Durmuş, iki arkadaşı ile birlikte, kendi tarlasına yakın Toptepe Tümülüslünde, kaçak kazı yapıyordu. Çünkü: eski eserlere, çevredeki bazı kişiler, çok yüksek para veriyorlardı.
Bir gün: yaptıkları kazıdaki çukur iyice büyümüştü. Ancak, önlerine taş bloklar çıktı. Çukuru iyice temizleyip, genişlettiler, ancak taş blokları yerlerinden oynatamadılar. Çünkü: taş kitleleri, birbirlerine metallerle bağlanmışlardı. Taş bloklar üzerinde, kürek sapı büyüklüğünde delikler açılmış ve dikine açılan bu deliklere, metal akıtılarak, taş bloklar birbirlerine bağlanmışlardı. Sökemediler.
Sonunda: yörenin demircisi Osman’a durumu açıkladılar ve pay verme karşılığı Osman da aralarına katıldı. O gece, kazı yerine birlikte gittiler. Demirci Osman, ateş yaktı, kömür attı, körükle hava verip ateşi iyice kızdırdı. Taş blokları birbirine bağlayan metal, erimeye başladı. Eriyen metali, taş bloklarının içinden dışarı boşalttı. Boşalan yere, biraz barut koydu ve fitili ateşlediğinde, traktör lastiğinin patlama sesinden daha az bir ses duyuldu.
Taş bloklar birbirinden ayrılmıştı. Blokların arasından geçerek, mezara ulaştılar. Mezar odasına girdiklerinde, yerdeki bir gümüş testiyle, çok sayıda mermer alabastron, tavandan düşen bir hatıl nedeniyle tahrip olmuştu. Ancak, yine de fener ışığında, her yer ışıl ışıl parlıyordu. Bu ışıldı, elbette altın ışıltısı idi.
Yalnızca, bir tutam saçı kalmış ve kemikleri toz olmuş prensesin, tüm mücevherlerini aldılar. Bunlar: toplam 135 eser idi. Bunlar arasında, özellikle öne çıkanlar şunlardı:
İnsan kulplu, gümüş oinochoe,
Sfenks ve altın başlı, tutamaklı kepçe,
Tamamı altın, sallanınca ses veren makara,
Altından yapılmış, içleri boş, iğneli altın küpe,
Aynı tip, ancak daha küçük boyutta, iğneli küpe,
Sallamalı, altından yapılmış, kanatlı at şeklinde, broş.
Meşe palamudu sallamalı, altın ve renkli taştan yapılma kolye,
Akik ve taştan yapılmış, geometrik şekilli kolye,
Mavi renkte, camdan yapılmış, uçları aslan başı şeklinde, bir çift bilezik,
Uçları taş boncuklu, püskül şeklinde, altın gerdanlık
Ancak; mezardan çaldıkları eserleri kendi aralarında paylaşımda sorunlar çıktı. Birbirlerini emniyet güçlerine ihbar ettiler. Ama: emniyet güçleri ile girilen silahlı çatışma sonunda kaçtılar ve mezar odasından çıkardıkları eserleri, 65 bin liraya sattılar, eserlerden bir daha haber alınamadı.
İKİNCİ SOYGUN
Bir yıl sonra, 6 Haziran 1966 tarihinde: Güre köyündeki bu Tümülüslerde, ikinci bir soygun yaşanır. İkiztepe tümülüsünün batı yamacında, bir köylü tarafından, düzgün bir mermer blok bulunur. Bunun üzerine, kaçakçılar hemen kazıya başlarlar. Ancak, bir türlü mezar odasına ulaşamazlar. Sonunda: mezar odasının tavanını, barutla patlatarak içine girerler.
Mezar içinde: 150 parça: altın takı, gümüş kap ve tütsü kabı bulurlar. Ancak, yine paylaşımda anlaşamazlar, durum aralarından birileri tarafından emniyet birimlerine ihbar edilir. Emniyet birimleri olaya müdahale edince, kaçakçılar yine kaçarlar ve ele geçirdikleri eserlerin tümünü, Toptepe Tümülüsündeki buluntuları satın alan alıcıya ulaştırarak, 160 bin liraya satarlar.
ÜÇÜNCÜ SOYGUN
Takip eden süreçte: yörede avlanmakta olan köylüler tarafından, bir başka Tümülüs: Aktepe I. Tümülüsü bulunur. Tümülüste bulunan: kırmızı, mavi, siyah ve yeşil renkteki duvar resimleri ve bezemeli kiline ayakları keskilerle kesilerek ve parçalanarak, satılmak üzere İzmir’e gönderilir.
Mezar odasının arka duvarı: daha sonra, üzerine sahte resimler yapılarak parçalanmış ve antikacılara satılmıştır. Sahte duvar resimlerinin satıldığının duyulması üzerine, Aktepe I Tümülüsünün, dromosuna ulaşılarak, mezar odasının giriş kapısının iki yanında bulunan, boyalı ve volütlü parçalar yerinden çıkarılmaya çalışılmıştır. Çıkarılanlardan biri: 1987 yılına kadar, kaçakçılardan biri tarafından saklanmış, diğeri ise; sökülmeye çalışılırken kırıldığından, yerinde bırakılmıştır.
SONUÇ
Kaçak olarak kazı yapanlar, satanlar ve hazineye sahip olanlar, sürekli talihsizlikler yaşadıkları için, halk arasında, hazinenin lanetli olduğu söylenir. Takip eden dönemde, bu olaya karışan kişiler, başlarına gelen garip kazalar sonucu öldüler.
Biri, traktör altında kalıp öldü, diğerinin kafasına bıçak saplandı, bir diğeri ise, kafayı oynattı.
Bulunan bu hazine: aslında, kral Karun’un mezarından değil, yalnızca yine burada antik dönemde yaşamış bir prensesin mezarından bulunmuş objelerdir.
Çünkü: kral Karun’un hazinesinin, yalnızca bu objelerden oluştuğunu düşünmek mümkün değil. Çok daha muhteşem bir hazine olsa gerek.
YILLAR SONRA, HAZİNENİN ORTAYA ÇIKMASI
1870 yılında, Amerika’da Metropolitan Museum of Art’a, çoğu gümüş, bir gurup eser geldiğine ilişkin haberler, basın organlarında yer almıştır. Amerika-Boston Müzesinden Emily Vermeule, Anadolu Medeniyetleri Müzesine, 5 Şubat 1970 tarihinde bir mektup yazarak, bu eserler hakkında ayrıntılı bilgi verir.
O tarihte, Eski Eserler ve Müzeler Genel Müdür Yardımcısı olan Burhan Tezcan; Metropolitan Müzesi Müdüründen, bir meslektaşı olarak, basında yer alan haberlere konu olan eserler hakkında bilgi ve fotoğraf ister, ancak herhangi bir yanıt alamaz.
Bunun üzerine, Türk hükümeti, Müze aleyhine dava açar. Ancak, herhangi bir sonuç alınamaz.
Bu sırada: Burhan Tezcan, çeşitli ülkelerin müzecilikle ilgili yetkililerinin davet edildiği bir program çerçevesinde, Amerika’yı ziyaret eder. Metropolitan Müzesi yetkilisi Dierich uon Bothmer, tüm engellemelere karşın, Burhan Tezcan ile görüşür ve yine de herhangi bir sonuç alınamaz. Bunun üzerine, ABD Dışişleri Bakanlığı ile görüşmeler yapılarak, bu eserlerin gümrük kayıtlarının araştırılması istenilmiştir.
Takip eden süreçte, 1984 yılında, Metropolitan Müzesi tarafından, yeni bir sergi açılacağı bahisle bir katalog yayınlanır. Bu katalogda; Uşak ve çevresindeki Tümülüslerde, kaçak kazılar sonucu bulunan ve yurtdışına kaçırılan Lidya eserlerinin bir kısmının yer aldığı görülmüştür.
Bu sırada: 1986 yılında, Charles Koczka isimli, Amerikan Gümrük İdaresine bağlı olarak New York bölgesinde çalışan ve eski eser kaçakçılıkları ile mücadele eden özel gümrük ajanı: Başkonsolosluğumuz ile irtibat kurar.
Lidya eserlerinin, Türkiyeden çalınarak, yasa dışı yollarla Amerikaya ithal edildiğine inandığını söyler ve bu konudaki bazı belgeleri, Kültür Bakanlığımıza iletir. Bu arada: gazeteci yazar Özgen Acar’da, sürekli yazıları ile, Türk hükümetinin konu hakkında dikkatini çeker.
Bir kısım belgenin ortaya çıkması üzerine: Mayıs 1987 tarihinde, hukuki zaman aşımının dolmasına yalnızca 13 gün kala, Türk Hükümeti temsilcileri avukatlar tarafından, Metropoliten Müzesi aleyhine, New York Federal Mahkemesinde dava açılır.
6 yıllık süreç sonunda, Temmuz 1990 tarihinde, hukuk savaşı, ülkemiz lehine sonuçlanır. Ekim 1993 tarihinde, 1960’lı yıllardaki kaçak kazılar sonucu yurt dışına kaçırılan 363 eser, ülkemize iade edilmiştir.
ESERLERİN TÜRKİYE’DE SERGİLENMESİ
Karun hazinesi, Türkiye’ye getirildikten sonra, 3 yıl, Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesinde sergilenir. 1996 yılında ise: Uşak Arkeoloji Müzesinde sergilenmeye başlanır.
Amerika Metropolitan Müzesinde sergilenen eserler: sergilenmeden önce, uzmanlar tarafından çeşitli tekniklerle temizlenmiş ve bazı kimyevi maddelerle parlatılmıştı.
Buradaki sergileme sırasında: gerek zemindeki bez çuha ve gerekse aydınlatma sistemi ve ortamdaki değişik olumsuzluklar yüzünden, eserlerin, 170’inde bozulma meydana geliyor. Bu eserler: altın, gümüş ve bakır alaşımlı. Bozulmaları çok normal.
Bozulan bu 170 parça eser, bakım için Ankara-Anadolu Medeniyetleri Müzesine götürülerek temizleniyor.
Ancak, hazinenin Türkiye’ye dönmesini sağlayan gazeteci Özgen Acar, bu sıralarda defalarca “Dikkat, Müze soyulacak” şeklinde yazıları ile, ilgilileri uyarmaya çalışır. Çünkü: Uşak Arkeoloji Müzesinde, o sıralarda alınan emniyet önlemleri yeterli değildir.
Şöyle ki: bahçe duvarları alçak (yalnızca 1 metre) , alarm sistemleri yetersiz, personel sürekli değil, işçiler geçici.
Uşaklı bir vatandaş, hem güvenlik, hem bilet kesici, hem de ziyaretçilere bilgi veren eleman olarak çalışıyor. Bunun dışında: daha biçilmez broş ve diğer eşyaların durduğu camekanın bir tane uyduruk, küçük anahtarla açılan kilidi var.
Bir de mühür. Yani hırsızlık adeta imkansız. Kim uğraşıp güvenlik arkadaşı lafa tutacak da vitrine bir anahtar bir de mühür uydurup, içindeki milyarlarca dolarlık eşyaları çalacak. Mümkün değil.
DENİZ ATI BROŞUNUN ÇALINMASI
Ancak, hazine ait olduğu topraklara dönmesine rağmen, gözünü hırs bürümüş hainler, yine boş durmazlar. Karun hazinesinin en değerli parçalarından olan “deniz atı broşu”: bulunduğu yerde, sahtesiyle değiştirilir.
Durum, Kültür Bakanlığına isimsiz bir ihbar mektubu ile bildirilir. Soruşturma başlatılır ve yapılan inceleme sonucunda, aralarında Uşak Arkeoloji Müzesi müdürü de dahil olmak üzere, 9 kişi gözaltına alınır.
Kanatlı deniz atı broşunun: yerine sahtesi konulduktan sonra, pazarlanmak üzere, İstanbul’a götürüldüğü öğrenilir. Ancak, makus talih devam etmektedir. Broş: kendisini çalanlar tarafından, İstanbul’da pazarlanmaya çalışılırken, alıcı kılığındaki hırsızlar tarafından, satıcılarından çalınır. Yani: soyguncular, soyulur.
Ama sonuçta: som altından yapılan orijinal deniz atı broşu, halen kayıp. En uzun süre ceza evinde yatan Müze Müdürü ise, 4 yıllık bir süre sonunda, Mayıs 2010 tarihinde ceza evinden tahliye edilir.
Hani: Karun hazinesi lanetli diye bir söylenti vardı, sanırım Müze Müdürünün başını da yakan bu lanet olsa gerek.
Ulus meydanına gittiğinizde, hemen sol yanda, meydana komşu tarihi bir yapı ile karşılaşacaksınız.
Günümüzde: Sümerbank ve diğer bazı kurumlar tarafından kullanılan bina: görünüm olarak zaten görenleri geçmişin derinliklerine götürmektedir. Bu yüzden: bu yapının geçmişi hakkında araştırma yaptım ve aşağıda sizlere kısa bilgi veriyorum.
Öncelikle “Taşhan” dan söz etmek gerekir, çünkü Sümerbank binası, bu Taşhan yıkıldıktan sonra aynı yere yapılmıştır.
TAŞHAN
Taşhan: 1895-1902 yılları arasında, Ankara Valisi Abidin Paşa’nın mektupçusu Ankara Vilayeti Meclisi İdare Başkatibi İsmail Bey tarafından yaptırılmıştır. Ancak, arazide bir mescit bulunması yüzünden hemen inşaata başlanamamış, Ankara Valisi Abidin Paşa’nın yardımı ile 1888 yılında Niğdeli bir kalfa tarafından yapılmaya başlanmıştır.
Yapı: Hızırlık dağından getirilen pembe kalker taşlardan inşa edilmiştir ve bu yüzden halk arasında “Taşhan” olarak tanınmıştır. Hanın iç kısımlarında ise, kerpiç ve ahşap malzeme kullanılmıştır.
1892 yılında Ankara şehrine demir yolu gelince, Taşhan Meydanı: istasyon ile ilişkisi nedeniyle, simgesel bir kamusal alan olarak anlam kazanmıştır. Bu yüzden: Ulus Meydanının ismi “Taşhan Meydanı” olarak bilinmektedir. Taşhan’ın da bulunduğu tozlu-topraklı meydana, ancak 1924 yılında parke döşenmiştir.
Taşhan, yapıldığında Ulus’un en büyük binasıdır.
Bu 2 katlı ve 100 odalı han: bölgeyi gezen seyyahların uğradığı ve konakladığı bir yerdir. Hatta, çevre köylerden gelenlerin kağnıları için ayrılmış bir alan, ağıl ve mescit de vardır.
Kurtuluş Savaşı yıllarında cepheden gelen yaralıların tedavi edildiği 150-200 yataklı bir hastaneye dönüştürülmüştür.
1920’li yıllarda, özellikle TBMM açıldığında, Ankara dışından gelen delegelerin büyük bölümü, burada kalmışlardır. Çünkü o dönemde şehirde mevcut diğer hanlardan farklı olarak, burası konaklama ve turizm amaçlı olarak kullanılıyordu.
1928 yılına gelindiğinde ise, burası “Taşhan Palas Oteli” (bir diğer ismi “Hotel d’Angora) olarak faaliyetini sürdürmüştür.
Hanın arka bahçesinde: bir lokanta kurulmuş ve ismi “İmren Lokantası” imiş. İmren Lokantası diye tabela asılmış. Ancak 1928 yılında kurulan bu lokanta: Bolşevik ihtilalinden kaçarak İstanbul’a yerleşen Rus Georges Karpovich tarafından işletiliyormuş ve bunun ismine ithafen zamanla “Karpiç Lokantası” diye anılmaya başlanmıştır.
Lokantanın ilk garsonu da, yine Rus Sergiyev idi. (Bu garson lokantanın kapanmasının ardından, kendi lokantasını “Süreyya Lokantası” ismiyle açmıştır.)
Karpiç Lokantası, Ankara şehrinin kuruluş yıllarındaki en modern lokantası olarak önem kazanmıştır. O dönemde: burası otelin resmi ve özel davetlerinin yapıldığı, Ankara’nın tek müzikli lokantasıydı.
Han: 1933 yılında; sahibinin bankaya borçlarını ödeyememesi nedeniyle banka (İş bankası) tarafından haciz edilir ve icra yolu ile satılır. Hanı, Sümerbank satın alır ve Kaprovich: Merkez Bankasının yanındaki meşhur “Karpiç Restoranı” açar, bu yeni yer de uzun süre Ankaralılar için önemli ve sık tercih edilen bir yer olma özelliğini korur.
SÜMERBANK
1933 yılında kurulan Sümerbank: özel bütçenin temelini oluşturan katma bütçeli idare uygulamasının ilk ve en önemli örneği olarak dikkati çekmektedir. Çünkü: ticari nitelikli mal üretmesi için kurulmuştur.
Bu kuruluşa: 11 Temmuz 1933 tarihinde Atatürk tarafından “Sümerbank” ismi verilmiştir. Halk tasarrufu ile oluşturulmuş Sümerbank, Türkiye’nin ilk modern tekstil kuruluşu olarak büyük bir üne kavuşmuştur.
SÜMERBANK BİNASI YAPILMASI
1928 yılında: Taşhan’ın yıkılarak yerine yeni ve modern bir banka binası yapılması için proje yarışması açılır. Yarışmaya pek çok yerli ve yabancı mimarın projesi katılır ve mimar Seyfi Arkan’ın projesi kazanır.
Ancak bir neden gösterilmeden bu projenin uygulanması iptal edilir ve yarışmaya katılmayan Alman mimar Martin Elsaeser’in proje yapması ve bunu uygulaması kabul edilir.
Hatta, Cumhuriyetin ilk yıllarında, yabancı mimarlar çalışırken, yanlarında Türk mimar çalıştırma gibi bir zorunluluk olmasına rağmen, Elsaeser, burada çalışırken yanında Türk mimar çalıştırmamıştır, sebebi belirsiz.
Bu arada: Ankara İmar Planı yarışmasını kazanan ve Plan Danışmanı olan Prof. Hermann Jansen: Taşhan’ın yıkılmasını istemez, ancak itirazlarına rağmen, Taşhan yıkılmıştır.
Yeni yapı 1937-1938 yılları arasında inşa edilmiştir. Dairesel formda yapılan yapıda, mimar Elsaeser tarafından modern mimari anlayışı uygulanır.
Betonarme iskelet sistemi uygulanan yapının öndeki alçak kütlesi dıştan ve girişi “Pembe Ankara taşı” ile kaplanmıştır.
Yapının eliptik giriş holü: en etkileyici bölümüdür. Bu giriş holüne: anıtsal bir merdivenle ulaşılan ana kapıdan girilir ve bu merdivenin üstü: dairesel bir saçak ile kapatılmıştır. Eliptik giriş holüne göre simetrik olarak planlanmıştır.
Bu planda, yapı arkaya doğru genişleyerek açılmış, öndeki Sümerbank satış mağazası ve banka kısmı alçak düzenlenmiştir. Yuvarlatılmış köşeleri, merdiveni ve pirinçten sütunları ile, ana giriş, burada simetri aksı üzerine yerleştirilmiştir.
Arkada, genişleyen bölümde: zemin üzerinde beş büro katı bulunmaktadır ve öndeki alçak kısımdan oldukça farklıdır.
Yapıda: tek, üçlü ve dörtlü olarak yerleştirilen pencerelerin ortasındaki gölgelikler: yüzeylerde gölge-ışık etkisi yaratmaktadır.
Yani: bina bittiğinde, Ankara’nın en modern binası ortaya çıkar. Tren garından gelen aksın bakış açısını oluşturacak şekilde tasarlanmıştır.
1988 yılında Sümerbank’ın özelleştirilmesiyle Sümerbank’a ait binanın ismi “Sümer Holding” olarak değiştirilmiştir. 2000 yılında binanın ön kısmı, bir hazır giyim markası tarafından mağaza olarak kullanılmaya başlanır ve daha sonra Özelleştirme İdaresi tarafından Kültür Bakanlığına devredilen bina, Sümer Holding’in genel merkezinin Atatürk Orman Çiftliğine taşınmasıyla birlikte, özel bir üniversiteye devredilir.
Sümerbank Binası içindeki “Oturan Atatürk Anıtı”
İlk önemli Atatürk heykelleri ve Türkiye Cumhuriyeti ulusal anıtları, Heinrich Krippel tarafından yapılmıştır. Avusturyalı Krippel, ilk olarak 1925 yılında, Ankara’daki “Zafer Anıtı” için açılan yarışmayı kazanmış ve Türkiye’ye gelmiştir.
Bundan sonra: İstanbul, Konya, Samsun ve Ankara’da heykeller tasarlamış ve gerçekleştirmiştir. Kendisi 13 yıl boyunca, düzenli olarak Viyana’dan Türkiye’ye seyahat etmiştir. Çünkü eserlerini Viyana’daki atölyesinde üretiyor ve Viyana Birleşik Maden İşletmelerinde dökümünü yaptırıyordu.
Krippel, Atatürk’ü sivil bir kişi olarak tasvir etmiştir. Krippel’in burada bulunan Atatürk anıtı da, taşlar yontularak yapılmıştır. Anıtta, devletin kurucusu Atatürk, merkezi holden yüksekte, taht benzeri bir koltukta otururken görülmektedir.
Atatürk, kollarını bu koltuğun kolçaklarına yaslamış ve bacakları açılı bir halde oturmaktadır. Bakışları, sağa doğru, uzaklara yöneliktir. Anıtın alt kısmına işlenmiş kitabesindeki “inanıyoruz ve yapıyoruz” sözleri, muhtemelen Kemalist yönetimin ekonomik politikasına dikkat çekmektedir.
Böylece, yeni Cumhuriyetin geleceğe yönelik potansiyeli, Krippel’in kendinden emin Atatürk figüründe ifade edilmeye çalışılmıştı.
Evet sonuç olarak Sümerbank binalarında, günümüzde bir üniversite bulunmaktadır. Son olarak üniversitede görevli bir arkadaşımı ziyaret ettiğimde, binayı bana gezdirdi. Binanın önemli bir özelliklerinden birisi de, bir zamanlar bu binanın dönemin hükümetine ev sahipliği yapmasıdır.
Başbakan Adnan Menderes’in makam odası buradadır. Daha da ilginç olanı, yine bir zamanlar devletin Hazine Dairesinin burada bulunmasıdır.
Ziyaret esnasında Hazine Dairesini de gezdim, hatta hazine dairesinin bir müze olarak düzenleneceğini ve ziyarete açılacağı konuşulmuştu, inceledim Hazine Müzesi açılmış, yine bu sitede Hazine Müzesiyle ilgili yazımı bulabilirsiniz.
Ankara Hazine Müzesi gezisi hakkındaki yazım için Hazine Müzesi