Olympia Zeus Heykeli

Olympia Zeus Heykeli

Bütün dünya “Olimpiyat” oyunlarını bilir. Ancak: antik dönemde, onuruna bu oyunların düzenlendiği tanrının heykelinin, aynı zamanda Dünyanın 7 harikasından biri olduğunu kimse bilemez.

 

OLİMPİA VE OLİMPİYAT OYUNLARI

Burası: Güney Yunanistan’ın batı kısmında; bir tapınma yeriydi. Hatta: Tanrılar kralı Zeus’un tapınağı ve sunağı oradaydı. İnsanlar, Yunan dünyasının her yerinden, bu kutsal yere hac ziyaretine geliyorlardı. Burada yapılan dinsel törenlerin önemli bir parçası ise, spor yarışmalarıydı.

Haberciler: oyunlara davet etmek için, Yunan uygarlığının en uzak yerlerine kadar giderlerdi. Sicilya-Kyrene-Suriye-Mısır-Makedonya-Asya: bilinen dünyanın her köşesinden gelen sporcular: bu oyunlar için “Olmpia” da toplanırlardı.

Ancak: oyunların kökeninde dinsel törenler bulunduğundan, oyunlara katılanların Yunan soyundan olmaları şarttı. Yunanlı olmayanlar, Zeus tapınağında tapınamazlar ve oyunlara katılamazlardı. Oyunlar süresince: Yunan şehir devletleri arasındaki savaşlara ara verilirdi.

 

PELOPONNESOS-PELOPS ADASI

Yunanistan’ın güneyindeki kara parçası, bu isimle bilinirdi. Olimpiyat oyunlarının ortaya çıkışı: Pelops’a bağlanır. Bölgenin batısındaki “Pisa” isimli küçük krallıkta: söylenenlere göre:
“Kral Oinomaos hüküm sürüyormuş.

Tanrıların kralı Zeus ile Toprak Ana’ya adanmış verimli Olmpia arazisi: onun toprakları içindeymiş. Bu tanrılara tapan birçok kişi: oraya gidip, hasatlarının bereketi için tanrılardan yardım dilerlermiş. Bu sırada: kral Oinomaos: bir kahin tarafından “damadı” tarafından öldürüleceği yolunda uyarılır. Bu yüzden, kral kızının, evlenme çağına gelmiş olması nedeniyle huzursuzdur.

Bunun üzerine, kral kızı için gelen her talipten: Olympia’dan deniz tanrısı Poseidon’un tapınağına kadar kendisiyle araba yarıştırmasını şart koşar. Tapınak: 80 mil kadar kuzeydoğuda, Korinthos yakınında İsthmia’dadır. Yarışı kazandığında Hippodameia ile Pisa tahtını da kazanması; ama yarışı kaybederse yani kral onu geçerse, ölmesi kararlaştırılır. Bu işi kabul eden 13 talibin, hepsi yarışı kaybeder ve öldürülür.

Sonunda: genç Pelops ortaya çıkar. Kimileri: Pelops’un: tanrılaştığını, kimileri ise dingil milini balmumundan bir mille değiştirmesi için seyise rüşvet verdiğini söyler. Sonuçta: kral Oinomaos araba kazasında ölür, Pelops ise Hippodameia ile evlenerek tahta çıkar. “

Evet: pek çok Yunanlı; diğer oyunlarla birlikte Olympia’da başlatılan araba yarışlarının, Pelops’un tahta çıkışına yol açan zaferin anısını kutlamaya yönelik olduğuna inanırlar.

Günümüzde: bu sportif oyunların, çoğunlukla cenaze törenleriyle ilgili olduğu bilinmektedir. Bu oyunlar, yas tutanların kederlerini dağıtırdı. Çünkü: Olympia’daki oyunlar, büyük ihtimalle Pelops’un mezarı civarındaki bölgede yaşayan Yunanlılar tarafından bir anma töreni olarak başlatıldı.

Bu insanlar: böylece tanrılarının gözüne girmiş oldular. Pelops’un mezarı: kutsal yapı gurubunun tam ortasındaydı. Zamanla ise durum değişti, oyunlar Zeus’un onuruna kutlanır olunca Pelops’un payı azaldı.

 

YUNANLILARIN TANRI GÖRÜŞLERİ

Yunanlıların kendilerine özgü bir tanrı görüşleri vardır. Onlara göre, tanrıların insanların işine doğrudan karışması gayet normaldi.

Tanrıların evinin: Olympia’nın 175 mil kuzeyinde, Teselya’daki Olympos Dağı’nın zirvesinde olduğuna inanılırdı. Tanrıların kralı Zeus; sınırsız bir doğa gücü olan, adil ve sevecen bir baba idi. Bir taraftan, elinde yıldırım demetleriyle göklerde gürler, diğer taraftan karşı cinse düşkünlüğüyle kraliçesi Hera’yı çileden çıkarırdı.

Ama, aynı zamanda ziyafetlerde kendisine adaklar sunulan konuksever tanrıydı. Olympia: Zeus’un ikinci eviydi ve oyunlar nedeniyle, bin yılı aşkın bir zamandır, Zeus’un dinsel merkezi olmuştu.

Günümüzde: Alpheios ırmağının Kladeos ırmağı ile birleştiği yerdeki verimli vadi: Zeus Kutsal Alanının korusunu barındırır ve burayı yöre insanı tarafından uğrak yeridir. Buraya günümüzde de akın eden turistler, bu büyük kutsal yerin kalıntılarına hayran kalırlar.

1829 yılından bu yana: arkeologlar; bu bölgedeki bazı yerleri ortaya çıkardılar. Bunlar: dört yılda bir oyunlar için toplanan sporcuların işlevsel gereksinimlerini karşılayan yapılar ve dinsel anıtlardır. Gymnasion ile Stadion: dinsel tapınakların hemen yanındadır. Kazanan sporcuların ve sponsorların minnettarlıklarını belirtmek için sundukları adaklar, kutsal alandadır.

Olympia: bir şehir değildir; tapınmaya ve oyunlara katılmaya gelenlerin gereksinimlerini karşılayan yapılar kümesinin bulunduğu kutsal bir yerdir.

Yunanlılar: oyunların ilk olarak MÖ.776 yılında başladığına inanırlar ve bu tarihi, geçen yüzyılları saymak için temel alırlar. Ancak; arkeologlar, insanları Olympia bölgesinde, çok daha eski tarihlerden itibaren tapındıklarını ortaya çıkarmışlardır.

En eski yapılar: tahta ve kerpiçten yapılmıştır. Uygarlıklar gelişip eski yapılar çökünce: bunların yerini, daha büyük ve taş yapılar ve anıtlar almaya başlamıştır. İçlerindeki en görkemlisi ise “Zeus”a adanan tapınaktır.

 

ZEUS TAPINAĞI

Tapınak: MÖ.466-456 yılları arasında inşa edilmiş, heybetli bir yapıdır. Mimarı “Libon” dur. Libon: yapıda kullanmak için; değişik bir yerel taş seçmiştir. Bu yerel taş: fosilleşmiş deniz kabukları içeren konglomera’dır.

Bu taş: doğa tanrısı Zeus’un şanına yakışan doğal bir oluşumdur. Mimari tarzı ise: Atina şehrindeki ünlü “Parthenon” dur. Yani: Dünyanın 7 harikasından biri olarak kabul edilen; Efes şehrindeki “Artemis Tapınağı” kadar ihtişamlı değildir.

Tapınak, tanrının kutsal yeridir. Ama tanrıya tapanların, içeride toplanması için yapılmamıştır. Kurban töreni: tapınak dışındaki büyük sunakta yapılır. Olimpiyat oyunlarının ortasına rastlayan günde: sunakta, 100 öküz boğazlanıp yakılarak Zeus’a sunulurdu.

Alpheios ırmağının sularıyla karışan öküzlerin külleri; dev bir tepe halinde, sunağa yığılmış ve muazzam boyutlara ulaşmıştır.

Tapınak yapısı içinde: en kutsal yerde bulunan kült heykeli, kendisine tapanlar için “Zeus” un yerini tutardı. MÖ.5’nci yüzyılda: tapınak için etkileyici bir heykel gerekiyordu. Tapınak heyeti: görkemli bir heykeli yapabilecek heykeltıraşı uzun süre ararlar. Sonunda bu önemli görev için; Atinalı Pheidias seçilir.

 

ZEUS HEYKELİNİN YAPIMI

Pheidas: Atina şehrindeki Akropolis için, zaten iki tane büyük heykel yapmıştır. Bunlardan birincisi: açık havada duran dev bir tanrıça Athena heykelidir. Yaklaşık 10 metre yüksekliğinde olan bu heykelin altın miğferini, açık denizlerdeki gemicilerin görebildiği söylenir. İkincisi ise: Atina Akropolis’inde Parthenon için altın ve fildişinden yapılmış kült heykeliydi.

Kendisi: Atina şehrinde, altın ve fildişinden çok büyük heykeller yapmaya imkan veren bir teknik geliştirmişti. Önce heykelin duracağı noktaya, heykelin bitmiş haline tıpatıp uyan ahşap iskelet dikilirdi. Ten bölümlerine takılacak ince fildişi levhalar yontulur, kumaş kıvrımları ile diğer ayrıntılarda kullanılacak değerli madenler, kalıpta şekillendirilirdi.

Bunlar, sonra iskelet üzerinde birleştirilir, heykelin dış kaplaması ortaya çıkardı. Bitmiş heykelin: yekpare bir görünüm vermesi için, her bir parça dikkatle yanındakine uydurulur, ek yerleri özenle gizlenirdi.

Pheidas: MÖ.438-437 yılları arasında; gözden düştü ve Atina şehrini terk etmek zorunda kaldı ve Olympia şehrine geldi.

Zeus heykelini nasıl tasarladığı sorulduğunda, şöyle anlatır; heykeltıraş; destan şairi Homeros’un bir baş hareketiyle bütün Olympos Dağı’nı sarsan sert bir Zeusu anlatan dizelerini aktarır” Bu dizelerden: Zeus’un bilinen sıfatları sıralanır ki bunlar: baba ve kral, kentlerin koruyucusu, dostluk ve arkadaşlık tanrısı, yakaranların koruyucusu, bolluk veren….”

Evet: Zeus’un bütün bu yönleri heykelde bulunur ve Pheidias’In yaptığı portre seçimiyle, tanrının değişken karakteri vurgulanmaktadır.

 

HEYKELİN GÖRÜNÜMÜ HAKKINDAKİ VERİLER

Bu heykelin, antik dönemdeki görüntüsü hakkında yapılan araştırmalarda, komşu Elis kentinin sikkeleri üzerindeki resimler yol gösterir.

Strabon

Sinoplu ünlü gezgin: heykel hakkında, MS.1’nci yüzyıl başlarında şunları yazmıştır:
“ Tapınak çok büyüktür, ama fildişinden yapılmış heykel öyle bir iriliktedir ki, oranlamayı doğru yapmadığı için heykeltıraş eleştirilebilirdi. Zeus’u oturur durumda göstermiştir, ama tanrının başı neredeyse tavana değer. Öyle ki, Zeus yerinden kalkacak olsa tapınağın çatısını delip geçer.”

Kallamakhos

Heykelin yapılışından, (MÖ.305-240) 200 yıl sonra, bu şairin bir şiirinde, heykel hakkında şu bilgiler verilmektedir:
“ Heykelin toplam uzunluk ve genişliği: kazılmış tapınağın tabanı üzerinde de ölçülebilir. Kaide 6.65 metre eninde, yaklaşık 10 metre derinlikte ve yüksekliği 1 metrenin üzerindeydi. Heykelin kendisi 13 metreydi ve 3 katlı bir yapı kadar yüksekti. Tapınağın batı yakasını kaplayan ve kutsal alanın her yanında varlığı hissedilen, dev bir heykeldi.”

Pausanias

MS.2’nci yüzyılda yaşamış bu Yunanlı: gördüğü şehirlerdeki anıtlar hakkında ender bulunur bir belge bırakmıştır. Bu şehirler artık yok olduğundan, onun yazdıklarını değerlendirmek gerekir.
“ Başında zeytin dallarından bir çeleng vardır. Sağ elinde fildişi ve altından yapılmış bir “Zafer Tanrıçası” heykeli tutar. Tanrının sol elinde, üzerine türlü türlü madenler kakılı asası vardır. Asanın yanına bir kartal tünemiştir. Tanrının sandaletleri de giysisi gibi altındandır. Giysisine hayvan ve zambak figürleri oyulmuştur. Taht, altın ve değerli taşlarla, abanoz ve fildişiyle süslenmiştir.”

Tapınağın batısında: ana kutsal alanın hemen dışındaki bir yapı: bu dev heykeli yaratan Pheidias’ın atölyesi olarak, MS.174 yılında, Pausanias’a gösterilmiştir. 1958 yılında yapılan kazılarda, bu yapıya ait kalıntılar bulundu. Bu kalıntılar arasında: bu tür bir heykel üzerinde çalışmaya uygun aletler bulundu. Yapı kalıntısının temelinde: MÖ.5’nci yüzyılın özenli harfleriyle “Pheidias’a aitim” yazan kırık bir testi bulunmuştur.

Evet, biz yine, Pausanias’ın anlattıklarına bakalım. Onu en çok taht etkilemişti. Çünkü: sanatçı, tüm yontuculuk yeteneğini, tahtta bol bol kullanmış olmasının yanında, tapınağın iç kısmının loş ortamında, tahtın daha kolay seçilmesinin de kuşkusuz payı vardır. Yapının çatısı, yarı saydam mermerlerle kapatılmış olsa da, Zeus heykelinin üst tarafını ayrıntılarıyla görmek zor olmalıydı.

Tahtın ayaklarını, sırt sırta konmuş kanatlı Zafer Tanrıçası figürleri süslüyor. Öndeki her iki ayağının üst tarafında “Sfenks’in kaptığı Thebai’li çocuklar” konulu sahneler bulunuyor. Kadın başlı, aslan gövdeli ve kartal kanatlı bir canavar olan Sfenks: Orta Yunanistan’daki Thebai’li delikanlıları, bilmecesine yanıt vermezler se öldürürdü. Sorduğu bilmece şuydu: “ iki ayaklı, üç ayaklı ve dört ayaklı olan ve en çok ayağı olduğu zaman en güçsüz durumda bulunan yaratık hangisidir?”

Tahtın diğer destekleri üzerinde: Herakles ile arkadaşlarının, Amazonlarla savaşması gösterilmiştir. Bu desteklerin: heykeltıraşlık süslemelerinin gerçekten etkileyici parçaları olduğunu vurgulamış, orada iki gurup halinde 29 figür bulunduğunu belirtmiştir. Bu figürlerdeki dalgalı hareketler ve savaşanların giysilerindeki kıvrımların dönüşü, Pheidias’ın ince yontu sanatının da özelliğidir.

Zeus heykelini taşıyan büyük kaide: mavi-siyah Eleusis mermerinden yapılmıştır.
Pausanias’ın anlatımı: heykeli gerçek bir Yunan mitolojisi hazinesi olarak gösteren ayrıntılarla doludur.

Heykel hakkındaki son tanımlaması şu şekildedir

“ Heykel: yapıldığı andan başlayarak, klasik heykeltıraşlığın altın çağının başyapıtı olarak hayranlık toplamıştır. Heykelin bakım işleri: Pheidias’ın soyundan gelen “cilacılar”ın elinde bulunuyordu. Heykelin üstüne zeytinyağı dökme adeti; tapınağın nemli ortamında oluşan fildişi çatlakları nedeniyle ortaya çıkmış olabilir.

MÖ.2’nci yüzyıl ortalarında, durum kötüleşince; heykelin onarılması için, güneydeki Mesense şehrinden heykeltıraş Damophon çağırılmıştır. Tahtın altına, üstteki muazzam heykelin ağırlığı ile çökmemesi için dört sütun yerleştirilmiştir.

 

HEYKEL BİTTİKTEN SONRA YAŞANANLAR

Heykel tamamen bittiğinde, Pheidias, yapıtı beğendiyse bir işaret göndermesi için yakarır Zeus’a. Söylenenlere göre: bugün tunç bir sürahinin kapladığı noktaya, hemen bir yıldırım düşer. Heykelin önündeki tüm zemin: siyah mermer döşelidir. Paros mermerlerinden, daire biçimindeki bir çerçeve çekilerek kenarları yükseltilmiştir. Burası, heykelin üzerine dökülen zeytinyağı için, havuz görevi yapmıştır.

 

SONUÇ

Heykel: uzun yıllar, Zeus’a inananlara korku ve hayranlık uyandırmayı sürdürdü. Yapılışından 450 yıl sonra: bölgeyi yağmalayan Romalılar arasında, Roma imparatoru Caligula (MS. 37-41) heykeli, Roma şehrine götürmek istedi. Hatta: heykeli taşıyacak araçları kurmak için ustalar gönderdi, ama heykel, ansızın “ öyle bir kahkaha koy verdi ki, yapı iskelesi çöktü, işçiler de kaçtı”
Ancak, heykel, dokunulmazlığını sonsuza kadar sürdüremedi. MS.391 yılında: Hıristiyan kilisesinin rahipleri: İmparator I. Theodosius’u: pagan kültlerini yasaklatmaya ve tapınaklarını kapatmaya razı ettiler. Olympia’daki oyunlar durduruldu, büyük Olympia kutsal alanı terk edildi.

Takip eden süreçte: 800 yaşını geçen kült heykel: sonundan Constantinopolis’teki bir sarayı süslemek üzere tapınağından taşınmıştır. Pheidias’ın atölyesi ise; bir Hıristiyan kilisesine çevrildi. Tapınak: 425 yılı civarında, bir yangında ağır hasar gördü. MS.6’ncı yüzyıla gelindiğinde ise; Alpheios ırmağının yatağı değiştirildi.

Bakımsız kalan Olympia kutsal alanı; toprak kaymaları, depremler ve taşkınlar sonucu yerle-bir oldu ve 1000 yılı aşkın bir süre: kalın bir kum, çamur ve döküntü tabakasıyla kaplı kaldı.

Heykel, biraz önce söylediğim gibi, başka yere götürülmüştü ve bu felaketlerden korunmuştu. Ama, 462 yılında: Constantinopolis şehrinde, büyük bir yangın çıkınca, heykelin bulunduğu saray yıkıldı. Olympia kutsal alanı Peloponnesos’ta bakımsızlıktan toprağa karışırken, klasik heykeltıraşlığın en büyük yapıtı olarak görülen bu olağanüstü heykel de Boğaziçi kıyılarında yok oldu.

Evet: son not: heykelin ayrıntılarını görebilmek için hiçbir kopyası bulunmamaktadır. Heykelin bıraktığı izlenimi: Pausanias gibi yazarların yazıları aracılığıyla paylaşma olanağı bulmak bile büyük şanstır.

Yolu buralara yani Yunanistan ülkesinin güneyinde, Olympia bölgesine düşenler, bu kutsal alanı ziyaret edebilir ve bir zamanlar, antik dünyanın en büyük sanat yapıtı olan heykelin bulunduğu yeri, heykel olmasa da görebilirler.
Bu arada: Olimpiyat oyunları: 1896 yılında yeniden hayata döndürülmüştür.

İskenderiye Feneri

İskenderiye Feneri

Fener: Dünyanın 7 harikası arasına en son eklenen yapıdır. Adını: üzerine inşa edildiği, İskenderiye Limanı önünde bulunan adadan almıştır.

Pharos Adası: bir kireçtaşı çıkıntısıdır ve Nil ırmağının taşıdığı kum ve alüvyon tabakasının ortasında, elverişli bir kaide oluşturuyordu.

 

İSKENDERİYE ŞEHRİNİN KURULMASI

MÖ.332 yılında: Büyük İskender, Mısır’ı Perslerin boyunduruğundan kurtararak özgür hale getirmiştir. MÖ. 332 yılında, İskender: Mısır’ın o zamanki eski başkenti Memfis’ten Nil nehrinin batı kıyısı boyunca ilerlemiş ve batı çölündeki Şiva vahasına giderken, Rhakotis’ten geçmiştir. Rhakotis: küçük bir balıkçı köyüydü ve deniz ile karanın iç kısımları arasında, büyük bir göl olan “Mareotis” arasında bulunan, dar kara şeridindeydi.

İskender: perişan balıkçı köyünün bulunduğu yerin potansiyelini derhal fark etti ve orada yeni bir şehrin yani “İskenderiye” şehrinin kurulmasını emretti.
Evet: Mısırlılar, İskender’i firavun ve tanrının oğlu olarak kabul ettiler.

İskender’in kurduğu yeni şehir: Rodoslu mimar Dynokrates tarafından planlanmıştır. Mimar: şehirde, ızgara kent planının en son ilkelerini izlemiştir. Kıyı açıklarındaki “Pharos” adasını oluşturan kireçtaşı çıkıntısı; adanın batı ucundaki resiflerle birleşiyor ve doğal bir liman oluşturuyordu.

 

Strabon

Sinoplu ünlü gezgin “Coğrafya” isimli eserinde, bölge hakkında şunları yazmaktadır:
“ Pharos: anakaraya çok yakın olan uzun bir adadır ve anakarayla birlikte, iki ağızlı bir liman oluşturur. Anakara, açık denize iki dağlık burunla sokulduğu için, anakaranın kıyısı bir körfez meydana getirir.

Kıyıya uzunlamasına paralel uzandığı için, körfezi kapatan ada, bu burunların arasındadır. Adanın ucu, denizin çepeçevre yıkadığı bir kayadır ve bunun üzerinde beyaz mermerden hayran olunacak şekilde yapılmış, adayla aynı adı taşıyan çok katlı bir kule vardır.”

Evet, Strabon: deniz kıyısında liman bulunmadığını ve açık denizden gelenlerin, içeriye güvenli bir şekilde girebilmeleri için, kendilerine kılavuzluk edebilecek bir işarete gereksinim duyduklarını kaydeder.

Doğu ve Batı Limanları: bir zamanlar Pharos adası ile anakara arasının dalgakıran biçimi almasıyla oluşmuş: 2 korunaklı limandır. Rüzgarın yönüne göre: bunlardan biri, gemiler için her zaman uygun konum oluşturuyordu. Şehir: bu limanların gerisinde, doğudan-batıya doğru uzanan dümdüz geniş “Canopus Caddesi” nin iki yanında gelişmiştir. Kentin tümü: ata binmeye ve atlı araba çekmeye elverişli sokaklara bölünmüştür.

Şehrin en büyük özelliği: İskender’in mezarının burada olmasıdır. Perdikkas; cesedi Babil’den getirirken, Ptolemaios: İskender’in cesedini çalar ve İskenderiye şehrine getirerek, burada altın bir lahde yatırır.
İskender, hala burada yatıyor, ama eski lahdinde değil, şimdiki lahdi camdan yapılmıştır.

Gelelim kuleye. Pharos kulesine

Pharos’u kimin yaptırdığı ve bu kulenin hangi tarihte dikildiği meçhuldür. Büyük ihtimalle, kulenin yapımına: Büyük İskender’in çocukluk arkadaşı ve generallerinden olan, İskender’in MÖ.323 yılında ölmesinin ardından, Mısır’ı ele geçiren “I. Ptolemaios Soter” döneminde yapıldığı düşünülmektedir.

Kendisi MÖ.305-282 yılları arasında hüküm sürmüştür. Ayrıca, yine bu kişi, biraz önce sözünü ettiğim gibi: İskender’in: Makedonya’ya götürülmekte olan cesedini çalarak, İskenderiye şehrine getirmiştir. İlgi odağı olan bu cesede sahip olmak: büyük bir ticaret ve bilim merkez için bulunmaz fırsattır.

Ancak: şehrin öneminin artması için, iki limanın bir işaretle belirlenmesi gerektiğine inanılıyordu. Çünkü: Mısır’ın bu bölgedeki kıyı şeridi: düz ve dikkat çekmeyen bir alandı ve gemicilerin demirlemesi için herhangi bir çekiciliği yoktu.

Evet: Pharos kulesinin: MÖ.283/2 yıllarında yapıldığından söz edilse de, muhtemelen MÖ.297 yılında yapımına başlanmıştı. Ancak, çoğunlukla öne sürülen bir teze göre: yapı “Ptolemaios” tarafından yaptırılmamıştır. Fenerin yapımında: İskenderiyeli varlıklı bir saraylı ve aynı zamanda diplomat olan “Sostratos” un ismi geçmektedir.

MÖ.270’ lerde: Delos’ta II Ptolemaios Philadelphos’un elçisi olan bir Sostratos bilinmektedir. Yani, varlıklı bir saraylı yanında, diplomat kimliği ortaya çıkıyordu. Bunlar, büyük ihtimalle aynı kişilerdi.

Strabon: fener anıtı üzerinde, şöyle bir yazıt bulunduğundan söz etmektedir:
“ Hükümdarların dostu, Knidos’lu Sostratos: denizlerde seyredenlerin güvenliği için adadı bunu”

Yine, antik dönem yazarlarından Lukianos, fener anıtı için şunları yazar:
“ Deksiphanes’in oğlu Knidos’lu Sostratos: denizlerde seyredenler adına, bunu “Kurtarıcı Tanrılar” a adadı”. Kurtarıcı tanrılar olarak betimlenenler: denizlerce gemicileri kurtarma görevini üstlenen Dioskur’lardır.

Yaşlı Plinius: fener hakkında şunları söylemektedir.

“ Bu olay dolayısıyla kral Ptolemaios; yücelik göstererek, bu kocaman yapının üzerine adını kazıması için mimar Knidos’lu Sosratos’a izin vermiştir”

Son tez olarak: Pharos kulesi: I. Ptolemaios Soter (MÖ.305-282) döneminde başlanmış ve II. Ptolemaios Philadelphos (MÖ.284-246) döneminde tamamlanmış olabilir. Varlıklı bir saraylı ve diplomat olan Knidos’lu Sostratos adlı kişinin, yapı için para verdiği ve yanının onun tarafından adandığı anlaşılsa da, mimarı hakkında kesin bilgi bulunmamaktadır.

Evet, gelelim yapının özelliklerine

Yapı: İskenderiye yapıları arasında en eski olanlardandır. Büyük olasılıkla, İskender’in cesedini koymak için hazırlanan “Sema” isimli mozole ile aynı dönemde inşa edilmiştir. Mimari olarak tasarlanıp geliştirilen bu ilk fener: dünya üzerindeki başka fener kuleleri için, doğrudan ya da dolaylı olarak bir model oluşturmuştur. Fener kulesi hakkındaki çok az olan bilgi: tartışmalı yazılı kaynaklara dayanmaktadır, yani bu bilgilerin kesinlikleri kanıtlanmamıştır.

Plinius: yapının 800 talente mal olduğunu söyler. Bu oran, günümüz değerlerine göre: 4 milyon İngiliz Sterlini eder.

Epiphanes: yapının yüksekliğinin 306 kulaç yani 559 metre olduğunu söylemektedir.

Josephus: yapının ışığının denizde 300 stadion yani 35 mil uzaklıktan görüldüğünü yazar. Samsatlı Lukianos ise, bu uzaklık ölçüsünü: 300 mile çıkarır.

Görüş uzaklığı dışında: kaidede yakılan bir ateşten sağlanan ışığın: yapının tepesindeki aynalarla yansıtıldığı konusunda, bütün yazarlar hemfikirdir. Ancak: ateşin böyle aralıksız yanmasının tek sakıncasının; belli bir uzaklıktan bakınca, yıldız gibi görünen alevlerin yıldızlarla karıştırılmasıdır.

Aynı zamanda: ateşi sürekli yanık tutmak için; sınırsız miktarda odun ya da kömür gerekecekti. Mısır ise: kereste kaynakları çok olan bir ülke değildi. Ancak, ışığın ateşi gücünden çok, yansıtma araçlarıyla sağlandığı düşünülmektedir. Yansıtma araçları olarak, büyük olasılıkla antik çağda çokça kullanılan “cilalı tunç” levhalar kullanılmıştır.

Böylece, gündüzleri, güneş ışınları vurunca, çok daha güçlü bir yansıma elde edilebiliyordu. Zaten, antik dönemde, geceleri gemi yolculukları tercih edilmediğinden, gündüzleri İskenderiye Limanını belirleyen bir işaret çok daha gerekliydi. Geceleri, ışık gereksinimi ikinci plandaydı.

Yapının şekline gelince

Yapı: aşağı-yukarı 100 metre yükseklikte, 3 katlı idi. Birinci kat: 60 metre, ikinci kat: 30 metre ve üçüncü kat: 15 metre idi. En üst katta “üç dişli asası ile, Zeus Soter heykeli” bulunuyordu. Giriş: yer düzeyinde olmayıp, bir basamak kümesi üzerinde yani biraz yüksekteydi. Üç katlı ve çoğunlukla basamak girişli bir yapının temel öğeleri: çok sayıda Yunan sikkesi üzerinde karşımıza çıkmaktadır.

Phoros’un görünümüne ilişkin en iyi örnekler: Roma döneminde İskenderiye şehrindeki darphanede basılan ve piyasaya sürülen Yunan sikkelerinde görülür. Bu sikkelerde, Pharos: önce tek başına, sonra tanrıça İsis Pharia ile bağlantılı biçimde, son olarak da önünden geçen bir kadırga ile birlikte görülür.

Pharos: Arap kaynaklarında da dikkat çekmiştir. Pharos’un: MS.956, 1303 ve 1323 yıllarındaki depremlerde büyük hasar gördüğü bu kaynaklarda belirtilmektedir.

Arap gezgin Ebu Haggag Youssef İbni Muhammed el-Balavi: MS.1166 yılında, Pharos hakkında şunları yazar:

“ Pharos: adanın sonunda yükselir. Kare bir yapı olup, her bir kenarı 8.5 metre civarındadır. Doğu ve güney kenarları dışında: Pharos denizle çevrilidir.

Bu kaide: kenarları boyunca, uçtan Pharos duvarlarının dibine kadar 6.5 metre gelir ve deniz yüzeyi üzerinde eşit bir yüksekliğe çıkar. Bununla birlikte, yapım tarzı dolayısıyla deniz kenarında daha geniştir ve bir dağ yamacı gibi diktir. Kaidenin yüksekliği Pharos’un duvarlarına doğru arttıkça, eni, yukarıda sözü edilen ölçümlere ulaşıncaya kadar daralır.

Yapının bu kenarı sağlam yapılmış; gereğince yontulmuş dizilmiş kabaca perdahlı taşlar, yapının başka yerlerindekilerden daha uzundur. Yapının biraz önce tanımladığım bu bölümü yenidir, çünkü bu kenardaki eski işçiliğin yenilenmesi gerekmiştir.

Deniz tarafındaki güney kenarında okuyamadığım eski bir yazıt var. Harfler sert siyah taştan yapıldığı için, uygun bir yazıt değil. Denizle havanın etkisiyle fondaki taşı yıpratmış, harfler ise sertlikleri nedeniyle kabartma halinde kalmış. A harfi 54 cm’nin biraz üzerindedir. M’nin tepesi, bakır bir kazandaki dev bir delik gibi durur. Diğer harfler de genellikle aynı ölçüdedir.

Pharos’un kapısı yüksektir. Oraya hemen hemen 183 metre uzunluğunda bir rampayla çıkılıyor. Bu rampa, kavisli bir kemer dizisinin üstünde yer alır. Arkadaşım kemerlerden birinin altına girip kollarını açtı, ama kemerin kenarına ulaşamadı.

Bu kemerlerden 16 tane var. Kapıya ulaşıncaya dek, sonuncusu özellikle yüksek olmak üzere, hepsi azar azar yükselir. (Bu sikkelerde görülen merdiven olmalıdır.)”

“Kapının 73 metre kadar ötesine kadar sızdık. Sol tarafımızda nereye gittiğini bilmediğimiz kapalı bir kapı bulduk. 110 metre kadar ileride ise açık bir kapı gördük. Buradan girince, kendimizi bir odada bulduk. Bu odadan sonra başka bir oda, sonra yine başka odalar, bir koridor boyunca hepsi birbirine geçen toplam 18 oda vardı.

O zaman Pharos Adasında yerleşim olmadığını anladık. 110 m daha yürüyerek sağ ve solda 14 oda daha saydık. 44 metre ileride, 17 oda bulduk. Nihayet, bir 100 metre kadar daha sonra (Pharos’un) birinci katına ulaştık. Hiç merdiven yoktu ama bu kocaman yapının silindirik çekirdeğinin çevresinde, kademeli olarak dolaşan bir rampa vardı.

Sağımızda kalın olmayan bir duvar, solumuzda da, altındaki odalarını keşfettiğimiz yapı gövdesi bulunuyordu. Tavanını üzerinden sarkan perdahlı taşların biçimlendirdiği 1.6 metre eninde bir koridora girdik. Yanımdakilerden ikisi, burayı geçemedi.

Birinci katın tepesine vardığımız zaman: bir taşla sarkıttığımız iple yerden yüksekliği ölçtük. Korkuluk 1.83 metre olmak üzere, yükseklik 57.73 metreydi.

Bu birinci katın ortasındaki düzlükte, yapı, her bir yüzü 18.30 metre uzunluğunda ve korkuluktan 3.45 metre uzaklıkta bir sekizgen biçimi alarak, yukarıya doğru devam ediyordu. Duvarın kalınlığı 1.5-2 metre arasındaydı. İlk notlarımda yazmış olduğum rakam pek net değil, oysa ayrıntılı ipin uzunluğunu kaydettiğim yerin yakınında mürekkeple yazmıştım, bulaşmamıştı. Bu çok garip… ama 2 metre olduğundan eminim.

Bu kat: kaide hattından daha uzundu. Girince 18 basamak saydığımız bir merdiven bulduk ve üst katın ortasına çıktık. Yine iple ölçtük ve ilk katın üstünde 27.45 metre olduğunu gördük.

Sonuç olarak: Pharos’un yüksekliği: 96.99 metre, kaidesinin denizin kenarına kadar 9.15 metre, deniz düzeyinin altında görülebilen bölümü de yaklaşık 1.83 metredir. “

Evet, sonuç olarak şunlar söylenebilir:

Bu tanımı ve sikkeler üzerinde görülen resimlerine göre: Pharos’da: 57 metre yükseklikteki en alt katın, üst katların ağırlığını taşıyan silindirik bir iç yapısı vardı. İkinci kat: 27.5 metre yüksekliğinde, bir sekizgen içimindeydi.

Üçüncü kat: yüksekliği 7.5 metre civarında ve silindirikti. Sikkeler üzerinde görülen, üçüncü katın üstündeki “Zeus Soter” heykeli, üçüncü katın yüksekliğini, en az 5 metre arttırmış olmalıdır. Buna, kaidenin deniz düzeyi üzerinde durduğu 10 metrelik bölüm de eklenirse, fener kulesinin, deniz düzeyinden 117 metrelik bir yüksekliğe ulaştığı kesinleşir.

1326 yılında: Pharos; neredeyse bir harabe halindedir. Çünkü: özellikle 1303 yılındaki deprem, yapıya büyük hasar vermiştir.

 

GÜNÜMÜZ

Evet, Dünyanın 7 harikasından biri olarak nitelendirilen bu anıt, günümüzde bulunmamaktadır. Anıtın bulunduğu yerde, günümüzde “Kayıtbay Kalesi” bulunmaktadır. Kale: İslami dönemde yapılmıştır. Hatta: kalenin, kulenin kalıntılarıyla inşa edildiği söylenir. Günümüzde: beyaz mermerden bir yontu ile, İskenderiye şehrinde “Pharos” un anısı yaşatılmaktadır.

Dünyanın 7 harikası Mousoleum

Dünyanın 7 harikası Mousoleum

Mousoleum: ülkemizin güneybatısında, bugünkü “Bodrum” bölgesindedir. Günümüzdeki liman bölümüne: 15’nci yüzyılda: Maltalı St. John Şövalyeleri tarafından yapılan, heybetli bir haçlı kalesi bulunmaktadır. Mousoleion ise, limanın biraz yukarısında, şimdi bir camiye bitişik olan,  düz bir alanda bulunuyordu.

Evet: ülkemiz sınırları içinde, Dünyanın 7 harikasından biri olan “Mousoleum” mezar anıtı hakkında bilgi vermeden önce, bu muhteşem anıtın “kim için” yapıldığı hakkında söz etmek istiyorum. Çünkü: elbette, bu ölçüde büyük ve muhteşem bir anıtın yapıldığı kişinin, mutlaka çok önemli bir şahsiyet olması gerekirdi.

 

MOUSOLOS KİMDİR

MÖ. 623 yılında: Halikarnasos şehrinin de içinde bulunduğu bölgede, küçük bölgesel bir krallık kurulur. MÖ.300 yıllarına gelindiğinde, kral Hekatomnos: Perslerin yönetimi altında, yerel bir satrap yani vali olarak, komşu il ve ilçelerdeki kontrolü elinde bulunduruyordu.

MÖ.377 yılında: Karya bölgesinin hakimi olan kral “Hekatomnos” ölür. Bunun üzerine, aynı yıl: Mousolos: babasının yerine geçerek; “Karya satrapı” yani “Pers valisi” olur. Ama, bağımsız bir hükümdar gibi hareket eder.

Yapılan savaşlar sonucunda: bağımsız bir monarşi kurarak, ülkesinin sınırlarını büyük ölçüde genişletmiştir. Krallığının topraklarını: Anadolu’nun güneybatı kıyısına kadar uzatır. Kız kardeşi Artemisia ile evlenir.

MÖ.370-365 yılları arasında: krallığın başkentini: babasının sürekli olarak yaşadığı “Mylasa” yani “Milas” şehrinden alarak, yayılmacı politikasına daha iyi hizmet vereceğini düşündüğü “Halikarnasos” yani “Bodrum” şehrine taşır. Bodrum şehrini: son  zamanlarda icat edilen mancınık saldırılarına dayanabilecek uygun, modern bir duvar ile güçlendirir ve şehre yeni yerleşimcilerin gelmesini teşvik eder.

MÖ.362 yılında: Pers kralı II. Artahşasta’ya karşı, satraplar ayaklanmasını katılır, ama yenilgi ihtimali üzerine mücadeleyi bırakır. Bundan sonra, hemen Karia bölgesinin kuzeybatısındaki birkaç Yunan kentine saldırır ve ele geçirir. Rodos-Kos-Sakız adalarının oluşturduğu müttefik güçlere karşı Atina’yı destekler ve çatışmalar sonucunda Rodos ve Kos adalarını kazanır.

Mousolos ve Artemisia: 24 yıl boyunca Halikarnasos şehrinden krallığın topraklarını yönettiler. İktidarda bulundukları sürede, sahil boyunca birçok Yunan şehri kurdular ve Yunan geleneklerinin yerleşmesini teşvik ettiler. Çünkü: Mausolos, yerel halkın soyundan olmasına rağmen, Yunanca konuşuyor ve yaşamını, Yunan kültür ve geleneklerine göre sürdürüyordu.

MÖ.355 yılında; kendisi için bir mezar anıtı yani “Mausoleum” denilen anıt mezarı yaptırmaya başlar. MÖ.353 yılında ölür.

Ölümünün ardından: karısı ve aynı zamanda kız kardeşi olan “Artemisia” tarafından, anıt mezarın inşaatı sürdürülür. Ancak: MÖ.351 yılında, yani 2 yıllık bir aradan sonra “Artemisia” da ölünce, anıtın yapımı, diğer kardeşlere düşer ve bunlar anıtın inşaatını sürdürürler.

MÖ.340 yılında: yöredeki satraplık mücadeleleri sırasında, inşaat faaliyetleri durdurulur. Hatta: bazı kaynaklara göre, Halikarnasos şehrinin parasının bittiği ve inşaatın geri kalan kısmının, özveriyle yapıldığını kaydederler.

MS.13’ncü yüzyıldaki bir depremde: anıtın çatı ve sütunlu galerisini içeren üst kısmının yıkıldığı düşünülmektedir.

Dünyanın 7 harikası Mousoleum

ANITIN ÖZELLİKLERİ

Anıt: günümüzde yerinde değildir ve yalnızca temel yeri görülmektedir. Bu yüzden: anıtın görünümü ve özellikleri konusunda: Plinius başta olmak üzere antik dönem yazarlarının yazılarında anlattıklarından yararlanılmaktadır.

Ayrıca: anıttan geriye kalanları söken Şövalyelerin, Bodrum’daki St. Petrus kalesinin yapımında kullandıkları ve günümüze ulaşan heykeltıraşlık ve mimarlık eseri taşlar ve buluntu yerinde yapılan iki önemli kazıda ele geçirilenler.

 

Antik dönem yazarlarından “Plinius” un yazdıkları

MS.75 yılında: Plinius “Doğa Tarihi” isimli eserinde “Mousoleion” hakkında bilgiler vermektedir. Anıt hakkında, şunları yazmıştır. “ Skopas’ın rahipleri ve çağdaşları: Bryaksis, Timotheos ve Leokhares idi. Bunlar: Mousoleion(un heykellerini, birlikte yonttular.

Bu sanatçılar: özel olarak, yapıyı “Dünyanın 7 harikasından” biri olarak yapmakla görevliydiler. Mousoleion: 107’nci Olimpiyatın ikinci yılında ölen Karia kralı Mausolos için, eşi Artemisia tarafından yaptırılan mezar anıtıdır.

Yapı: kuzey ve güney kenarlarında: 63 ayak uzunluktadır. Ancak, cephelerde daha kısa olup, toplam çevresi 440 ayaktır. 25 kübitlik bir yüksekliğe çıkar ve 36 sütunla çevrilidir. Bu sütun sırasına “kolonad” denir.

Doğudaki  heykelleri: Skopas, kuzeydeki heykelleri: Bryaksis, güneydekileri: Timotheos ve batıdakileri: Leokhares yontmuştur. Ancak: işleri bitmeden kraliçe ölmüştür.

Ama, sanatçılar çalışmayı kesmediler, bu yapıyı kendi sanatsal becerilerinin şanlı bir anıtı sayarak tamamladılar. Ustalıkları, bugün bile birbirleriyle yarışmaktadır.

Yapıda: beşinci bir usta da yer almıştır. Kolonad’ın üstü 24 basamakla, tepeye doğru daralan piramittir. Yüksekliği: alt kısmına eşittir. En tepede “Pythis” in, mermerden yaptığı, dört atlı bir araba vardır. Bu da eklenince, yapının tümü 140 ayaklık bir yüksekliğe yükselir.”

 

Evet: bu tanımdan elde edilen sonuçlar şunlardır

Anıt: dikdörtgen planlıdır. Taban kenarları: muhtemelen 120 ve 100 ayaktır. Bu hesap: Plinius’un verdiği 440 ayaklık çevre ölçüsüne uymaktadır. 140 ayak yüksekliğindeki yapı: 3 ana bölümden oluşmaktadır.

Plinius’un: kısaca “alt bölüm” olarak nitelendirdiği yer: 60 ayaklık bir yüksek kaide yada bunun üzerine, İon düzeninde oldukları anlaşılan, muhtemelen 11×9 metre olarak düzenlenmiş, 36 sütunlu bir kolonat yani sütun dizisidir.

Bunun üzerinde ise: en tepedeki dört atlı arabanın durduğu kaideye doğru daralan, 24 basamaklı bir piramit şeklindeki çatı bulunmaktadır.

Plinius’un  söz ettiği, 25 kübit ya da 37.5 ayak: belki de yapının tek bölümünün yüksekliği olup, büyük ihtimalle sütun kaidesinden kornişe kadar olan kolonadın yüksekliğidir.

Plinius’un yazdıklarından anlaşılacağı üzere: anıta ün kazandıran özelliği, heykeltıraşlık süslemelerinin bolluğu ve kalitesidir. Plinius: her birinin, yapının bir kenarını bezemekle görevlendirildiğini söylediği dört ünlü Yunanlı heykeltıraşın adını vermektedir. Bununla birlikte: Pythis’in yaptığını söylediği, en tepedeki “dört atlı araba”  dışında, bağımsız herhangi bir heykelden söz etmez.

 

Antik dönem yazarlarından “Vitruvius” un yazdıkları

Vitruvius: aynı konuda yazan Plinius’tan tam 100 yıl önce, MÖ.30-25 yılları arasında yazdığı kitabında: yukarıdakilerden farklı olarak, anıt hakkında: anıtta heykelleri bulunan dört heykeltıraş dışında, beşinci bir sanatçıyı yani “Praksiteles” i eklemektedir.

 

Bodrum Kalesinin onarımı

1500 yılında, Şövalyeler tarafından, anıtın alt kısmının yıkılışı ve o ana kadar bozulmamış durumda bulunan mezar odasının bulunuşu öyküsü: 1581 yılında, Fransız Claude Guichard tarafından yazıya dökülmüştür. Öykü, her ne kadar inanılmaz gelse de, takip eden dönemde: Jeppesen’in kazılarında, nispeten doğrulanmıştır.

“ Bodrum’u ele geçiren St. John Şövalyeleri: kaleyi sağlamlaştırmaya giriştiler. Kireç yapacak taş bulmak için çevreye bakınırken, bir zamanlar, eski forumun bulunduğu, limana yakın bir tarlanın ortasında, bir platform biçiminde yükselen beyaz mermer basamaklardan daha iyisini göremediler. Bunları parçalayıp götürdüler.

Taşlar, kullanışlı bulununca, toprağın üstünde ne varsa aldılar, daha fazlasını bulmak umuduyla toprağın altını kazmaya başladılar. Bu işteki başarıları öyle büyük oldu ki, derine indikçe yapının kaidesinin daha da genişlediğini gördüler. Sonuçta, yalnızca yakmak için değil, inşaat için de taş sağladılar”

“Devam eden süreçte: Şövalyeler, büyük bir alanı açmalarının ardından, mağara girişine benzeyen bir oyuk gördüler. Kandillerini alıp aşağıya indiklerinde, sütunlarla çevrili büyük bir oda buldular.

Sütunların: kaideleri, başlıkları, arşitravları, firiş ve kornişleri kabartmalarla bezeliydi. Sütun aralarındaki boşluklar, diğer  bezemelere uyan heykel ve silmelerle süslü, değişik renklerdeki mermer bantlar ve levhalarla doldurulmuştu.

Duvarda ise: kabartma olarak betimlenmiş tarih ve savaş sahneleri vardı. İlk baştan, bunlara hayranlık duyup eşsiz işçiliği seyrettiler, ama sonunda burayı da yıkıp buldukları diğer eserler gibi kullanmak üzere parçaladılar.

Bu odanın ilerisinde: başka bir odaya yönelen bir girişe benzeyen alçak bir geçit buldular. Odada, beyaz mermerden yapılmış üçgen çatılı kapağı ile, şahane parlaklıkta olan çok güzel bir mezar vardı. Zamanları kalmadığı için, bu mezarı açamadılar.

Ertesi gün geldiklerinde ise, mezarı açık buldular. Her yere altın işlemeli kumaş parçaları ve altın pullar saçılmıştı. Kıyı boyunca dolaşıp duran korsanlar, şövalyelerin neler keşfettiklerini sezerek, gece oraya geldikleri ve mezar kapağını açarak içindeki hazineleri çaldıkları sanılmaktadır.”

Evet, bu öyküyü okuduktan sonra, gelelim şövalyelerin “Bodrum kalesi” ni sağlamlaştırma çalışmalarına.

1500 yılında: Kıbrıs adasının Osmanlılar tarafından ele geçirilmesi üzerine, buradan sürülen ve Bodrum’a gelen St. John Şövalyeleri, buradaki kaleyi sağlamlaştırmaya karar verirler. Çünkü: burada da, Osmanlı tehlikesi hemen yanı başlarındadır.

Bunun üzerine; çevrede inşaat malzemesi aramaya başlarlar ve bir tarlanın ortasında: aradıklarını bulurlar.

Anıtın: dış mermer kaplama blokları ve mermer heykellerin çoğu küçük parçalara ayrılmış ve kireç harcı olarak kullanılmak üzere yakılmıştır.

Kaledeki uzun duvarlar: anıtın iç kısmını oluşturan “volkanik yeşil taş bloklar” dan yapılmıştır. Genellikle: 90×30 cm. kalınlığında olan bu bloklarda: bir zamanlar, onları anıtta birleştiren kenetlerin izleri açıkça görülmektedir.

Anıttaki yıkım işi: 1522 yılına kadar, 22 yıl sürdürülmüştür. O süre içinde, temellerin dibine dek, anıtın neredeyse her taşı sökülerek alınmış ve yeraltındaki mezar odası açılıp yağmalanmıştır.

Şövalyeler: anıta çok zarar vermelerine karşı, buldukları kabartma taşların hepsini yerle-bir etmediler. Yunanlılarla Amazonların savaşını gösteren frizin bir düzineye yakın kabartma levhası: 1505-1507 yılları arasında, kumandanlardan birinin gözüne ilişmiş ve süsleme amacıyla, kale duvarlarının yapımında kullanılmış ve böylece korunmuştur.

Bunların arasında: “Lapithler” ve “Kentauros” ların savaşını gösteren, ikinci bir frize ait, tek bir blok bulunmaktadır. Ayrıca: bir av sahnesinin: ayakta duran dört aslanı ve koşan bir leopar a ait levha da; aynı dönemde kalenin yapımında kullanılmıştır. Ancak: bu heykeller ve frizler: 1846 ve 1857 yıllarında: kalenin duvarlarında, bulundukları yerlerden sökülerek çalınmış ve Londra-British Museum’a götürülmüştür.

Yine de kale duvarları hazineleri sunmaya devam etmektedirler. Bir kapı üzerinde: kiriş olarak yeniden kullanılan, eksiksiz arşitrav bloğu; sütunların aks aralığını verirken, Amazon frizinin, 1975 yılında bulunan bir köşe bloğu da, bu frizin anıtın dört yanını çepeçevre dolaştığını kanıtlamaktadır.

 

KAZI ÇALIŞMALARI

Yöredeki kazı çalışmaları, iki bölüm halinde yapılmıştır.

İlk olarak: 18’nci yüzyıl sonlarında ve 19’ncu yüzyılda, yöreye gelen gezginler heykelleri fark ettiler ve bunların “Mousoleion”dan çıktığını tahmin ettiler. 1846 yılında: İstanbul’daki İngiliz Büyükelçisi Lord Stratford de Redeliffe, ünlü “Amazon” frizine ait kabartmalı levhaları çıkartıp Londra’ya gönderdi.

10 yıl sonra ise: Brisith Museum tarafından, bölgeye müze müdürü olarak görev yapan Arkeolog Charles T. Newton gönderildi.

 

İngiliz Arkeolog Charles T. Newton kazı çalışmaları

Newton: Mausoleion’un yerini bulmak ve kazmak üzere, büyük bir kazı seferi başlattı. Bu kazı çalışmalarında: Bodrum kalesinde kullanılan kabartmalar ve aslanlar, şövalyelerin anıtı parçalayışından 350 yıl sonra, çalışanlara yol göstermiştir. Ayrıca: Vitruvius’un yazıları “Mausoleion” un yerini bulmalarına yardımcı olmuştur.

Newton: biraz zorlukla da olsa: arazide bulunan yöre insanının evlerini satın almış ve 1857 yılı başında kazılara girişmiştir. Çok geçmeden, şövalyelerin yaptığı tahribatın büyüklüğünü anlayıp, anıtın tamamen soyulmuş ve parçalanmış olduğunu anlamıştır.

Anıttan geriye kalanlar: yumuşak kayaya oyulmuş, dikdörtgen temel alanının ana hatları ile yapının çekirdeğine ait ve hala aynı pozisyonda duran, birkaç yeşil taş bloğundan ibarettir. Buraya “Dörtgen Alan” adı verilir ve Newton tarafından şu satırlar yazılır:

“ Dörtgen alanın tamamı, mimarlık ve heykeltıraşlık eserlerinin kalıntılarıyla doluydu. Bu parçalar, öyle çoktu ki, kesin pozisyonlarını plan üzerinde belirlemek imkansızdı.”

Temel kalıntılarındaki hırpalanmış parçalarla 3 ay uğraşan Newton: yapının kuzeyindeki bölüme yöneldiğinde, şansı yaver gider. Yapının kuzeydoğu köşesinde: üst sütun kasnağıyla birlikte, çok iyi korunmuş bir İon sütun başlığı bulur. Bu: bir köşe başlığıdır ve Mousoleion’un kuzey ve batı kolonadlarının birleştiği köşeye aittir. Aynı zamanda, bu başlık: anıtta, gerçekten İon düzeni uygulandığını gösteren ilk kanıttır.

Newton, bu bölgede “İmamın tarlası” bölümünde: esas kalıntılara ulaşır.

Anıtın çevresini saran eski çevre duvarı; kuzey kenarda, yapının çok yakınından geçer. Yani, yapıdan yalnızca3.35 m. uzaklıktadır. Tepe: bu noktada yükselmeye başladığından, burada aynı zamanda  daha derin bir toprak örtüsü bulunmaktadır. Çevre duvarının kuzeyine düşen heykel ve taşlar, hızla toprakla örtülmüş ve şövalyelerin tahribatından kurtulmuşlardır.

Böylece: imamın tarlası içinde: 60 ayak (20 metre) uzunluk ve 20 ayak (6.5 metre) genişlikteki bir alanda: anıtın heykel ve taşlarından oluşan, dokunulmamış birikinti bulunur.

Bunlar arasında: yapının tepesindeki araba gurubunun atlarına ait çok güzel işlenmiş “baş” ve “arka ayaklar” bulunur. Ayrıca: kadın ve erkek portre heykelleri (bunların Mausolos ve karısı Artemisia’ya ait oldukları iddia edilmektedir ama kanıtlanamamıştır), kale duvarlarındakilere benzeyen ama daha iyi korunmuş durumdaki “aslan” heykelleri, ayrıca anıtın içindeki tek tanrı heykeli olan Apollona ait bir “baş” bulunmuştur.

Sonuç olarak: bu birikinti tabakasında bulunan 66 heykel ya da heykel parçası ki bunlar en az 20 değişik heykele aittir ve bir araba: Mausolelion’daki heykeltıraşlık bezemelerinin ne ölçüde bol olduğunun en büyük kanıtıdır.

Elbette, bu buluntular, çalınarak Londra-British Museum’a taşınmıştır.

Bu arada: bu birikinti içinde bulunan heykellerin konumu: heykellerin anıt içindeki konumlarının belirlenmesine de öncülük etmiştir. Şöyle ki: büyük olasılıkla bir deprem sonucu yapı çöktüğü zaman: heykellerin çevre duvarının dışına fırlayabilmesi için, bunların yapı üzerinde, yükseğe yerleştirilmiş olmaları gerekirdi.

Heykeller, anıtta ne kadar yüksekte iseler, buraya düşme olasılıkları o ölçüde büyüktür. Zaten: yapıda kullanılan ve en üst bölümlere yerleştirildikleri düşünülen heykellerin en iyi örnekleri (arabanın atları ve aslanlar) burada bulunmuştur. Doğal ölçülerdeki heykeller ise, anıtın en alt katında yerleştirilmiştir ve varlıkları bilinen bu heykellerin de örneği bulunamamıştır.

Newton: kazı çalışmaları sonucunda, götürebildiği kadar mimari taşı: Londra-British Museum’a taşımıştır. Bunlar, halen müzenin depolarında bulunmaktadır ve yapının planının ortaya çıkarılması için, üzerlerinde çalışılmaktadır.

Tüm bunlar yanında, sizlere bir rezillikten daha söz etmek istiyorum. 1857 yılının Ekim ayında, yine Newton tarafından çalınan ve bu siteden taşınan büyük mermer bloklar Malta’da Kraliyet Donanması için yeni bir rıhtım inşaatının yapımında kullanılmıştır. Günümüzde: Malta-Cospicua’daki İskele No.1; bu mermer bloklar ile yapılmıştır. Ancak, mermer blok yapı taşları, denizin içine batık durumdadırlar ve görünmemektedirler.

Bunu niye özellikle yazdım? Çünkü: İngilizler, Osmanlı döneminde, tarihi kalıntılara sahip olunmadığı gerekçesiyle, eserlerimizi; izinli veya izinsiz çalarak kendi ülkelerine taşımalarını “haklı neden” olarak öne sürmektedirler. Yani: “Eğer biz bunları alıp ülkemize götürmeseydik, bunların, bulundukları yerde yok olmaları, tarihe önem vermeyen Türkler tarafından izlenecekti” derler. Evet: Malta’da liman yapımında kullanılan, Dünyanın 7 harikasından birinin mimari kalıntıları.

 

Danimarka Aarsus Üniversitesinden, Prof Kristian Jeppesen tarafından yapılan kazı çalışmaları

Bölgedeki ikinci önemli kazı çalışması: 1966-1977 yılları arasında Danimarka-Aarhus Üniversitesinde görevli Prof. Kristian Jeppesen tarafından yapılmıştır.

Mezar odası: yapının planında merkezi bir yere değil, kuzeybatı köşeye doğru yerleştirilmiştir. Mezar soyguncularını yanıltmak amacıyla böyle yapılmış olmalıdır. Belki de, burada daha önce bulunan bir mezara yakınlaştırmak için, böyle bir plan yapılmış olabilir.

Çünkü: güneybatı köşe yakınlarında; Maosoloion’un temelleri altında bulunan merdiven: bu alanda Mausoleion’dan önce de önemli kişilerin mezarlarının bulunduğunu göstermektedir.

Dörtgen alanın batı kenarında bulunan ve aşağıdaki mezar odasına inen,  kayaya oyulmuş merdiven: büyük ihtimalle, Mausolos’un cenazesini mezar odasına indirmek için yapılmıştır. Bu merdiven sonunda, mezar girişini tıkamak için kullanılan “yeşil taş blok” hala durmaktadır.

Taşın ön ve üst kısımlarındaki oyuklar: bir giriş yeri açmaya çalışan mezar soyguncularının sonuçsuz kalan girişimlerini gösterir. Merdivenin dibinde, bu taşın önünde, dağılmış bir duvar olduğu kabul edilen koca bir taş yığını da görülmektedir.

Ancak: Jeppesen tarafından, bu taşlar ayrılıp temizlenince: bunların bir duvar kalıntısı değil, Mausolos’un cesedinin kalıntıları gömülür gömülmez, yapılmış ayinle ilgili bir yiyecek birikintisi tepesine konulan koruyucu ağırlıklar olduğu anlaşılmıştır.

Bu yiyeceklerin: kimisi bütün, kimisi de dikkatle kesilip parçalanmış koyun, keçi, dana ve öküzler olduğu, hatta birkaç tavuk ve güvercin, bir kaz ve önemli miktarda yumurtadan oluştuğu anlaşılmıştır. Evet, gidenin ruhu için yapılan böyle bir yiyecek sunu töreni: yalnızca Doğu adetlerinde görülmektedir, yani “Yunan” geleneklerinde böyle bir sunu töreni yoktur.

Mezar odası civarında, aslında beyaz kaymak taşından yapılmış ve bir lahit olduğu anlaşılan mezarın, beşik çatılı kapağının parçaları ile tıpkı Guichard’ın tanımlamalarına benzeyen ve büyük olasılıkla cenaze örtüsüne ait olan minik altın pullar bulunur.

Bundan: Mausolos’un mezarının yakın zamanda Makedonya-Vergina’da bulunan, Makedonya kralı II. Philippos’un mezarına çok benzediği sonucu çıkarılmaktadır. Philippos’un ölümü: MÖ.336 yılıdır ve Mausolos’un ölümü ise, MÖ.353 yılıdır.

Evet: Mousolos’un yakılmış cesedinden kalan kül ve kemikler, altın işlemeli cenaze örtüsüne sarılmış ve herhalde altın bir sandık içine konarak, mermer lahde yerleştirilmiş olmalıdır. Mezar odasının önünde ise “Guichard” ın tarif ettiği gibi: özenle bezenmiş bir odanın gerçekten olup olmadığı kesin değildir. Bu odanın, zengin süslemelerinin izi bulunamamıştır. Özgün olarak, mezarın dışında bulunan mimari ayrıntılar ve heykeltıraşlık bezemeleri, öykünün nakledilişi sırasında yanlışlıkla içeriye aktarılmış olabilir.

Temellerin en önemli mimari elemanlarından bazıları, kaledekilere benzeyen ve güneybatı ile kuzeydoğu köşelerde, hala yerli yerinde duran “volkanik yeşil taşlar” bloklarıdır. Bunlara bakarak: anıtın podyum temellerinin, çukuru tamamen doldurduğu söylenebilir. Ayrıca: yapının kaidesi için uzun kenarda 38 metre ve kısa kenarda 32 metrelik, maksimum bir uzunluk ortaya koyar.

Eğer kullanılan Yunan ayağının uzunluğu32 cm. ise, Plinius’un verdiği 440 ayaklık yapı çevresi uzunluğu, mantıken uygun kabul edilmektedir. Buna göre: 38×40 metre boyutları, 120×100 ayaklık kenar uzunluklarına denk gelmektedir.

Jeppesen’in: temel alanında bulduğu mimari taşlar: yapının şekline ait başka buluntularda sunmaktadır. Piramit basamakların enli olanlarına ait birkaç parçada: heykeller için açılmış yuvalar bulunmuştur.

Buna göre: “aslan” heykelleri, çatı kaidesine konulmuşlardır. Bu “mavi kireçtaşından yapılan heykel kaideleri” büyük olasılıkla podyuma aittir. Bunlar: bağımsız heykellerin, podyum duvarı üzerinde, muhtemelen birden çok düzeyde yerleştirildiklerini gösterir.

Çoğu doğal büyüklükteki heykeller için yapılmış bu taşların: 20 kadarı günümüze kalmıştır. Taşlardan biri özellikle önemlidir. Bu taş: oldukça dardır ( yalnızca72 cm.dir) ve üzerindeki heykelin, duvara çok yakın dizildiğini gösterir.

 

Jeppensen: kazıları sırasında, iki önemli keşif daha yapar

Birinci keşif Sütunların “aks” aralıklarının hesaplanmasıdır. Plinius’a dayanarak: 36 sütun bulunduğunu ve bunların 11×9 adet olarak dizildiği varsayılırsa: podyumda, maksimum olarak; uzun kenarın 32 metre, kısa kenarın ise26 metre olduğu sonucu ortaya çıkar. Podyum: her bir kenardan 3 metre içeri girerek, basamak oluşturmuştur.

İkinci keşif: Podyumun tepesindeki taş şerittir. Dörtte biri, korunarak günümüze gelebilmiş olan bu taş şeritteki taşların özgün hali değerlendirildiğinde, uzunluğun116 metre kadar olacağı ortaya çıkmıştır.

 

ANITIN ÖZELLİKLERİ

Anıtın yüksekliğinin, yazar Plinius’un yazdıkları esas alınarak, yaklaşık 55 metre olduğu varsayılmaktadır. Yani: yaklaşık 20 katlı bir apartman yüksekliğindedir.

Antik dönem yazarları: anıtın mimarının “Pytheos” olduğunu yazarlar. Ayrıca: “Satyros” un da adı geçmektedir.

Mausoleum anıtı; 4 bölümden oluşmaktadır.

En alt katta: yüksek bir kaide yani podyum bulunur.

Podyum üzerinde: uzun kenarlarında 11 ve kısa kenarlarında 9 olmak üzere, toplam 36 İon sütunu bulunmaktadır. Her sütun arasında, bir heykel dikilidir. Pteronlar üzerindeki kabartmalarda: Amazonlarla Yunanlıların savaşlarını gösteren kabartmalar bulunmaktadır.

Podyum üzerinde: 24 basamaklı, piramit şekilli bir çatı bulunur. Çatının en tepesinde ise: dört atın çektiği araba yer alır. Çatının 24 basamaklı olması anlamlıdır. Çünkü: Maosolos: MÖ.377-353 yılları arasındaki 24 yıllık süreçte hüküm sürmüştür. Dolayısı ile, Maosolos’un hüküm sürdüğü her bir yılın Karia’nın bir adım daha yükseldiğini yani refaha kavuştuğu anlatılmak istenilmiş olabilir. Çatının piramit şeklinde olması, diğer Yunan yapılarında bilinen “üçgen” çatı şeklinden farklıdır.

Dört bölüm dedim ya, en alt kat altında, yani merdivenle inilen, toprağa gömülü alanda: mezar odası bulunmaktadır.

Dünyanın 7 harikası Mousoleum
Dünyanın 7 harikası Mousoleum
Dünyanın 7 harikası Mousoleum

 

ANITTA BULUNAN HEYKELLER

Heykeller: doğal boyut ve doğal boyutunun üstünde, 3 değişik ölçüdedir. Bu yüzden, heykellerin yerleştirildiği üç ayrı çıkıntı olması gerekir. Çünkü, bu çıkıntıların, podyumun tepesi ve kaide arasında olmaları gerekir. Heykellerde betimlenen konular: av, sunu ve adak sahnelerini ve kimisi at üstünde olan doğal büyüklükteki Yunan ve Pers savaşçılarını içermektedir.

Ayrıca: orta ölçekte, kimi erkek kimi kadın ve büyük olasılıkla çoğu portre, çok sayıda hareketsiz duruşlu heykel vardır. En büyük zararı, şövalyelerin elinden gören podyum heykelleri: çok sayıda olsalar da, bugün ancak küçük ve kırık parçalar halinde varlıklarını sürdürmektedirler.

Newton tarafından yapılan kazılarda, anıtta bulunan ve çalınarak Londra-British Museum’a götürülen heykeller şunlardır:

 

Kolosal Portre Heykelleri

Bunların anıttaki yerleri kesinleşmemiştir. Ancak: Mousolos ve Artemisia diye adlandırılan bu heykeller; güzel görüntüleriyle dikkat çekerler. Bunlar: Karia hükümdarlık sülalesi ve atalarını temsil ettiği düşünülen, geniş bir heykel serisinin en iyi korunmuş olanlarıdır. Bu serinin: sütunlar arasında, baş köşeye konmuş oldukları çok mantıklıdır. Ancak, herhangi bir kanıt yoktur.

 

Araba ve At başı heykeli

Piramidin tavanında: dört tane at ile çekilen bir savaş arabası heykeli bulunuyordu.

Arabanın içindeki kimdi ve arabanın anıtın tepesine yerleştirilmesinin anlamı neydi?

Atların dolgun bedenleri ve büyük tekerlekli araba, satrap gibi resmi bir kişiliği akla getirmektedir. Orada, böyle bir kişinin yer alması: bunun da belli bir kimlikte betimlenen “Mausolos” olması anlamlıdır.

Acaba insan olarak mı, yoksa tanrı olarak mı betimlenmişti? Mausolos’un kendisini  tanrı gibi gördüğüne ilişkin hiçbir tarihsel kanıt olmasa da, araba gurubunun yükseltilmiş konumu, Yunan anlayışına göre, kuşkusuz tanrılaştırmayı betimlemektedir.

 

Çatıdaki Aslan Heykelleri

Aslanlar çifter çifter miydi, yoksa birbirlerine bakan karşılıklı diziler halinde mi düzenlenmişlerdi?

Yapılan araştırmalar sonucu, aslanların karşılıklı diziler halinde düzenlediklerine karar verilmiştir. Çünkü: bazı aslanların başlarının dönüşü, daha keskindir. Bunlar: her bir dizinin öncü aslanları olabilirler. Ne var ki; gerçekte bu şekil ya da diğerlerine ilişkin kanıt yoktur. Efes yakınlarında bulunan Belevi’deki “Heroon” un buna benzer yerleştirilmiş “grifonları” çifter çifter sıralanır, ama aralarına bir vazo konulmuştur. Mausoleion anıtında, vazoya ilişkin herhangi bir buluntu yoktur.

 

Binici Heykeli

Temel alanında ele geçirilmiştir. Üzerinde Pers giysileri bulunan bir binicinin olduğu, dört nala giden bir at heykeliydi. Bu heykel, dev çapta yontulmuştu. Belki de: bir av yada savaş sahnesini betimleyen geniş bir heykel gurubunun bir kısmı olabilirdi. Ancak: mükemmel bir desenleme ve son derece gerçekçi bir uygulamanın ürünü olduğu kesindi. Binicinin sağ bacağındaki, Doğu işi pantolon ve tuniğin alt kısmı: binici hızlandıkça rüzgarla geriye doğru dalgalanır gibiydi. Ne yazık ki: binici ve atın el ve ayakları, balyoz darbeleriyle kırılarak, kireç fırınlarına malzeme sağlanmış ve heykeltıraşın tasarladığı özgün etki bozulmuştur.

Diğer bağımsız heykellerin çoğu: podyum duvarındaki dar kaidelere, alınlık heykelleri tarzında dizilmişlerdir.

 

ANITIN İÇİ HAKKINDAKİ GÖRÜŞLER

Mausoleion’un içyapısından sökülüp: kalede yeniden kullanılan “yeşil volkanik taşlar” ın çokluğuna bakılırsa, iç yapının büyük bölümünün “masif” olması gerekirdi.

Jeppesen: bazı Mısır piramitlerinde görüldüğü gibi, biri mezar odasının tam üstünde olan, biri de kolonadın arkasında olan geleneksel Yunan cellası yerine geçen, bindirme çatılı, iki iç oda bulunduğunu ileri sürmüştür.

 

ANITIN DÜNYA HARİKASI OLMASI AÇISINDAN ÖZELLİKLERİ

Anıtın ölçüleri, antik dönem standartlarına göre çok büyüktür. (günümüzdeki 20 katlı bir apartman yüksekliğindedir.)

Heykeltıraşlık süslemeleri ise çoktur. Yani: heykeltıraşlık bezemeleri son derece boldur. Dönemin en ünlü heykeltıraşları, en güzel eserlerini burada üretmiş ve yapının süslenmesinde kullanmışlardır. Hatta, kral ve kraliçe öldükten ve Halikarnassos’un parası bittikten sonra da, yapıyı devam ettirmişler, kendi sanatlarının bir göstergesi olarak kabul ettikleri yapıyı, özveriyle bitirmişlerdir.

Anıtta kullanılan heykellerin hepsi: hayvan ve insan figürleridir. Yani: tanrı-tanrıça figürleri kullanılmamıştır ve bu yönü ile, anıt özel önem kazanmaktadır.

Bu ünlü anıt:  Halikarnasos şehrinin, diğer Karia şehirlerinden daha fazla tanınmasını sağlamıştır.

Anıtta: üç medeniyetin (Likya, Yunan, Mısır) mimari öğeleri bir arada kullanılmıştır. Özellikle: çatının piramidal yapısı, Mısır etkilerini göstermektedir. Podyum ise, Karya mimari unsurudur.

 

SÖZCÜK ÖNEMİ

Roma döneminde “Mausoleum” kelimesi “büyük mezar” yapıları için kullanılan genel bir terim haline gelmiş ve  “mozole” kelimesi olarak günümüze kadar ulaşmıştır.

 

SONUÇ

Sonuç olarak:  bu sıra dışı, masraflı, görünüşe göre yararsız yapıya en anlam vermek gerekir?

Bu yapı: yalnızca Mausolos’un ( ya da Artemisia’nın) megolomanca hırsının gelişigüzel bir ürünü müydü? Yoksa ince bir sembolizmi mi somutlaştırıyordu?

Yapılış amacının: bir kurucu mezarı olarak, daha doğrusu yeniden kurucusu olan “Mausolos”u yüceltmek olduğuna pek kuşku yoktur. Öte yandan: buranın: Karia hükümdarlık sarayının, bütün kraliyet üyelerinin mezarlarını alacak şekilde bir haneden mezarlığı olduğu düşünülse de, öte yandan yalnızca “Mousolos”un gömüldüğü de varsayılmaktadır.

Ne var ki: anıtın büyüklüğü ve bezemelerinin bolluğu: akla gizli nedenler getirmektedir.

Hatta: garip mimari şekil: üç farklı uygarlığı, yani Likya, Yunan ve Mısır uygarlıklarına özgü öğeleri birleştirmektedir.

Dikdörtgen şeklinde yükselen yüksek podyum: Likya mezar mimarisinin karakteristik özelliğidir.

Anıttaki Yunan tarzı ise, şöyle hissedilmektedir: podyumun üstündeki peristil, incecik yivli sütunları destekleyen öğeler, özenle işlenmiş kaideler, zarif kıvrımlı sütun başlıkları, dış kesimler ve silmelerle zenginleştirilmiş, nispeten alçak saçak altlıkları.

Mısır öğeleri ise, şunlardır: ustalıkla yapılmış piramit çatı. Kimileri, bunun yalnızca “araba” gurubu için yükseltilmiş, şatafatlı bir kaide olduğunu öne sürse de, bu özellik Mısır öğesini anımsatır.

Mimari bu öğeler yanında: bu melez yapının, dönemin en iyi Yunan sanatçıları tarafından üretilen Yunan heykeltıraşlık ve mimarlık eserleriyle baştan aşağı donatılması, Mausolos’un Yunan kültürünü yeğlediğini göstermekle birlikte, anıtın  bütününe katkıda bulunan tüm bu uygarlıklar karşısında, Karia üstünlüğünün bir ifadesi olarak da görülmüş olmalıdır.

Bu yüzden: belki de Mausolos ile Artemisia: Halikarnasos başkentliğinde kurulacak bir “Karya imparatorluğu” bünyesinde: Yunan ve Yunan olmayan uygarlıkları bir araya getirerek bir karışımı simgelemeyi düşündükleri değerlendirilmektedir. Mousolos’un düşlediği bu olay: bir kuşak sonra Makedonyalı İskender tarafından başarılacaktı.

MS.2’nci yüzyılda “Ölülerin Dialogları” adlı eserinde, yazar Lukianos: Filozof Diogenes ile Mausolos arasında ve yeraltında geçen düşsel bir karşılaşmayı sahneler ve buradaki sözleri: “Mausoleion” için uygun tanımlar ifade etmektedir.

Diogenes: “Söyle bana Karyalı, neden o kadar kibirlisin ve neden bizlerden daha çok onurlandırılmayı umuyorsun?”

Mausolos: “ Çünkü, ben yakışıklı, boylu bosluyum ve savaş galibiyim. Ama hepsinden öte, başka bir ölünün sahip olmadığı, en iyi kalite mermerden, en gerçekçi biçimde yontulmuş at ve insan heykelleriyle en güzel şekilde süslenmiş, dev bir anıtım var Halikarnassos’da üzerimde uzanan…”

Diogenes: “Yakışıklı Mousolos’um: artık ne gücün var ne de güzelliğin. Bir güzellik yarışması yapacak olsak, senin kafatasın neden benimkinden daha güzel sayılsın. Mezarına, o pahalı mermere gelince, Halikarnasos halkının, ziyaretçilere gösteriş yapıp övünebileceği bir şey olabilir, ama o kadar taşın altında ezilerek bizlerden daha ağır bir yüke katlanman dışında, o mezarın sana ne faydası var anlamıyorum”

Mousolos: “Öyleyse, hepsi boşuna mı? Mousolos ile Diogenes bir mi?” diye haykırır.

Diogenes: “ Hayır majesteleri, bir değiliz”

Mousolos: yeryüzünde kendisine mutluluk getirdiğini sandığı şeyleri anımsadığı  zaman sızlanır.

Diogenes ise, o sırada “ona güler”

Mousolos: Diogenes’e, karısı Artemisia’nın Halikarnasos şehrinde kendisi için yaptırdığı mezardan söz eder. Oysa, Diogenes cesedinin bir mezarı olup olmadığını bile bilmemektedir. Ama, buna aldırış ta etmez.   Çünkü: ona göre, onun gelecek kuşaklara bıraktığı “iyi bir insan yaşamı sürmüş olmanın” saygınlığıdır. Öyle bir saygınlık ki: senin anıtından daha yüce ve daha sağlam temeller üzerine kuruludur.

Evet: tüm istilalara ve doğal afetlere karşı, Mausoleium, MS.1406 yılına dek ayakta kalmayı başarabilmiştir. Ta ki Alman mimar Schegelholt tarafından yapılan, St.Peters kalesinin onarımına kadar.

Bu zamana kadar 1500 yıl ayakta kalmıştır.

 

GÜNÜMÜZDE, BURADA GÖRÜLENLER

Son yıllardaki kazılarda, anıtın bulunduğu yer, tamamen ortaya çıkarılmıştır. Ancak, mezar anıtının ana yapısı, kayıptır.

Bu yüzden, burayı ziyaret eden ziyaretçiler, günümüzde burada ilgi çekici herhangi bir şey göremezler. Geriye kalanların tümü: kayaya oyulmuş,  dikdörtgen bir temel çukuru ve Mausolos’un cesedinin gömülmek üzere, aşağıya indirildiği batı merdiveni, mezar odasının yeniden yapılandırılmış ana hatları ve kırık sütun kasnakları ve mimari taş birikintileridir.

Yani, burada, anıttan kalan hiçbir şey bulunmamaktadır. Yine de, bir zamanlar, dünyanın 7 harikasından birinin 1500 yıl boyunca bulunduğu bölgeye giderek, o ortamın havasını teneffüs etmenizi ve bu yazılanları düşünerek, anıtı hayal etmenizi öneririm.