Sanırım: bu satırların okurları olan sizler, bir şekilde: Ankara Esenboğa hava alanını kullanmışsınızdır ki, ben defalarca kullandım.
Esenboğa hava alanı: özellikle karlı günlerde ve yoğun mesai saati başlangıç ve bitiş saatlerinde ulaşım sıkıntısı ve hava alanının bulunduğu yerin sürekli esmesi, yoğun ve sürekli sis olması ve hatta bazen sanırım yakınlarında bulunan ahırlardan kötü kokuların gelmesi ile hatırlanmaktadır.
Peki: bu hava alanının isminin neden “Esenboğa” olduğunu hiç düşündünüz mü?
Çünkü “Esenboğa” kelimesi ilginç, ilginç çağrışımlar yapıyor. Evet: kelimenin kökenini ve niye buraya bu ismin verildiğini inceledim, buyurun hikayesi aşağıda.
Cumhuriyetin kuruluş yıllarında, Ankara’nın yeniden planlanması gündeme geldiğinde, 1927 yılında yapılan uluslar arası yarışma sonucunda, yarışmayı kazanan Alman Hermann Jansen’in şehir planına göre, hava alanı bugünkü Tandoğan Meydanının olduğu yerdedir.
Esenboğa hava alanının inşaatına 1955 yılında başlandı. Halen kullanılmakta olan büyük uçak hangarı: 1954 yılında yapıldı. Kule ve yolcu hizmetlerinin verildiği müşterek terminal ise, 1958 yılında hizmete açıldı.
Artan yolcu trafiğini karşılamak için, 1984 yılında yeni bir iç hatlar terminali yapıldı. Ertesi yıl ise, yeni bir pist açıldı. 2006 yılında ise: hava alanı tamamen yenilendi ve 16 Ekim tarihinde hizmete girdi.
Gelelim alanın ismine yani “Esenboğa” kelimesine.
“Esenboğa” kelimesi düşünüldüğünde akla ilk gelen: sanki sürekli “esen” bir rüzgar veya “gürleyen bir boğa” düşünülmektedir.
Ancak, bu elbette böyle değildir, kelimenin kökeni; 1402 yılında yapılan “Ankara” savaşından gelmektedir. Hatta, yine neden olduğu anlaşılmayan bir sebeple: alana bu savaşta Osmanlı’yı yenen ve tarihte ender görülecek şekilde, bir Osmanlı padişahını esir alan Timur’un generallerinden birinin ismi: evet nedendir bilinmez, ülkemizin başkentinin hava alanına isim olarak verilmiştir.
Daha ayrıntıya girelim. 1402 yılındaki Ankara savaşında, Orta Asya’dan kalkıp Anadolu’nun içlerine kadar gelmiş aksak (bir ayağı kısadır) Timur: Osmanlı güçlerini perişan etmiştir.
Onun generallerinden birinin ismi ise “İsen Buga” yani “mutlu ve sağlıklı öküz” dür.
Kendisi: Asya’daki Türk imparatorluklarından biri olan Çağatay Devletinin hükümdarıydı, ama Timur: 1381 yılında kendi imparatorluğunu kurunca, onun hakimiyetini kabul eden hükümdar, sultanlar ve hakanlar: bağımsız devlet olmaktan çıkıp Timur’un birer generali durumuna geldiler.
İşte “İsen Buga” da bu durumda idi ve Timur’un generallerinden biri olarak emrindeki birliklerle savaşlara katılıyordu.
Kendisi, 1402 yılındaki Ankara savaşında, fil birliklerinin komutanıydı ve karargahını, bugünkü Esenboğa hava alanının bulunduğu yer yakınlarında kurmuştu.
Savaş sırasında, özellikle Timur’un iki oğlunun ön saflarda savaşan birliklerinin bozguna uğrama ihtimali söz konusu olduğunda fil birliklerini öne sürerek muhtemel Timur ordularının yenilgisine engel olması ile önem kazanmıştır.
Hatta, söylenenlere göre: savaşın geçtiği burada bir an gelmiş, sis basmış ve İsen Buga, fillerini siste saklamış ve birden sisin kalkması ile tank gibi filler ortaya çıkınca, Osmanlı süvarilerinin atları ürkmüş ve bozguna uğramışlardır.
Günümüzde de burada aniden sis bastırmakta ve sis aniden çekilmektedir. Hatta: hava alanının bu sürekli sis li bölgeye neden yapıldığı da meçhuldür.
Ankara savaşı: elbette Osmanlı için tam bir hüsran, yenilgi, Padişah Yıldırım Beyazıt’ın ölümü ve ardından Osmanlı devletinin parçalanması ile devam eden bir sürece neden oldu.
Savaşın ardından, Timur orduları bölgeden çekilmiş ancak burada bir kısım birlikleri kalmış ve bunlar, yörede Türkmen köyleri oluşturarak yaşamaya başlamışlardır.
Evet: Ankara savaşı günümüzde bu hüzün yanında: savaşın yapıldığı Çubuk ovasında: Timur zamanında yapılmış bir hamam kalıntısı ve günümüzde de toprağın altında bulunabilen ok ve savaş baltaları parçaları ile hatırlanmaktadır.
Öte yandan, Timur’un generallerinden birinin isminin, hava alanına verilmesi konusuna gelince: 1930’lu yıllarda Ankara’da Etimesgut hava alanı ihtiyaca cevap vermeyince, Esenboğa denilen küçük yerleşim yerinin bulunduğu burada yeni bir havaalanı yapılmasına karar verildi ve inşaat tamamlandığında, alana, bulunduğu yerin ismi verildi.
Yani: Timur’un generallerinden biri, hatta Osmanlının yenilgisinde baş rolü oynayan ve Osmanlının dağılmasına sebep olan bir kişinin ismi: ülkemizin başkentinin hava alanına isim olarak verildi.
Evet, buranın ismi hakkında bir efsaneden daha söz etmek istiyorum. Gerçeklik payı az olsa da şöyle bir anlatım söz konusudur “bu hava alanı, Esenboğa isimli bir şefin idaresindeki Kızılderili kabilesi toplu mezarı üzerine yapılmıştır ve bu yüzden uçaklardaki rötarların ve havadaki sisin sebebi budur”
Gelelim sonuca: Türk Tarihi incelendiğinde, bir kısım yazarlar, bu kişinin yani İsen Buga’nın bir Türk generali olduğunu ileri sürmekte ve hava alanının isminin bu şekilde kalması yönünde fikir ortaya atmaktadırlar.
Bence: her ne kadar alışılmış bir isim olması ve bugüne dek insanlarımızın bu ismin kökenini bilmeme ve hatta merak etmemeleri nedeniyle, isim öylece kalmıştır. Ancak, yakın tarihimizde birçok ünlü ve bu ülkeye hizmeti geçmiş Türk insanı varken, hava alanına gidip te her ne kadar Türk kökenli olsa da, Timur’un generallerinden birinin ismini vermek, hatta Osmanlının parçalanmasının en büyük sebebi olarak kabul edilen bir kişinin ismini vermek ne kadar anlamlı?
Sintra: 1995 yılında: UNESCO tarafından “Dünya Kültür Mirası Listesi” ne dahil edilerek koruma altına alınmıştır.
Çünkü: 19’ncu yüzyılda, Sintra, Avrupa Romantik mimarisinin ilk merkezi olmuştur. Ferdinand II, dönemindeki bu yeni duyarlılık: Gotik, Mısır, Fas ve Rönesans elemanlarının bir karışımı olarak gündeme gelmiştir.
Kale içindeki manastır, ağaçların yerel ve egzotik türleri, aynı çizgide inşa edilen yapılar Avrupa’da peyzaj mimarisinin gelişimini olumlu etkilemiş, parklar ve bahçeler ile benzersiz bir kombinasyon yaratılmıştır.
Tarihi süreç incelendiğinde, buranın ilk yerleşimcilerinin “Romalılar” olduğu görülür. Romalılar: burayı bir kült ayin ve ibadet yeri haline getirip, ay tanrıçasının ismini yani “Cynthia” adını verdiler.
Ayrıca: yemyeşil bitki örtüsüne hayran oldular ve tepenin üstüne bir saray ve şehrin çevresinde ise birçok yerde havuzlar yaptılar. Bölge, takip eden süreçte ise, Portekiz kraliyet ailesinin yazlık ikametgahı olarak seçildi ve aristokratlar için büyük bir konak ve villalar inşa edildi.
Lizbon şehrinde: Rua Augusta sonundaki Praça Dom Pedro VI meydanındaki “Rossio” istasyondan trene binerseniz, yaklaşık 40 dakika sonra buraya ulaşırsınız. Karayolu ile giderseniz yaklaşık 30 dakikada ulaşırsınız.
Gidiş-dönüş tren bileti, 4.5 Euro’dur.
Tren yolculuğunun bitiminde Sintra bölgesinde trenden indiğiniz yer: Sintra ilçesinde yaşayanların ikamet alanıdır.
Burada gezebilecekleriniz:
Ancak buraya turla giderseniz, sadece Ulusal Sarayı gezebiliyorsunuz. Diğer yerler, zamanınız ölçüsünde gezmenizi önereceğim yerlerdir.
SİNTRA MUSEU DE ARTE MODERNA-MODERN SANATLAR MÜZESİ
Müzede, olağanüstü Berardo koleksiyonunun bir parçası bulunmaktadır. Koleksiyonun diğer büyük bölümü: Belem Kültür Merkezindeki müzede sergilenmektedir. Sintra’da bulunan bu müzede: Andy Warhol, Pollock, Francis Bacon, Miro ve Picasso’nun eserleri bulunmaktadır.
Evet: tren istasyonunun önündeki otobüs durağından kalkan 434 numaralı otobüs, Sintra bölgesinde gezilecek yerler arasında ring seferleri yapıyor, yani buradan otobüse binerseniz, gezilecek yerlerde inip, sonra yine aynı otobüse binebiliyorsunuz. Ancak: eğer Cabo de Roka bölgesine, yani Avrupa’nın en batı ucuna gitmek isterseniz, farklı bir otobüse binmeniz gerekiyor ve yolculuk yaklaşık 45-50 dakika sürüyor.
Biz: 434 numaralı otobüs güzergahı üzerinde gezilecek yerlerden söz edelim.
CASTELO DOS MOUROS-MOORİSH CASTLE
Burası: bir tepe üzerinde, dağlık bir uçurumun kenarında, 9’ncu yüzyılda yapılmış ve Arap dönemi kalesidir. Kalenin surlarından: muhteşem bir manzara izlenmektedir.
Kale, ilk olarak 9’ncu yüzyılda: Arap işgali döneminde yapılmıştır. 1147 yılında ise, Lizbon şehri teslim olunca, kale, bölgeyi ele geçiren Hıristiyanlara, teslim edilmiştir.
1383 yılında kale terk edilmiş, ancak kale içinde bulunan şapel kullanılmış ve şapel de, 1493 yılında terk edilmiştir. Sintra şehrini ziyaretimde kaleye çıkmadım.
PENA SARAYI
Buraya ulaşmak için, Pena Bahçelerinin aşağı girişinde bulunan otobüs durağında inmek gerekiyor. Bu bahçe: 1995 yılında UNESCO tarafından koruma altına alınmıştır. Park alanı ve saraya giriş ücreti 11 Euro’dur.
Bahçe içinden ister yürüyerek, isterseniz 2 Euro ücret ödeyerek küçük bir tren ile tepe üzerine çıkılıyor. Ancak: ben sizlere, burada mutlaka trene binmenizi öneriyorum, çünkü tepeye çıkış bir hayli zorludur.
Evet: 1840 yılında kral Ferdinand II tarafından başlatılan çalışmalar sonucunda: bahçe içinde: çeşitli tarihsel figürler, özel bitki türleri, küçük gölcükler, farklı mimari stildeki havuzlar, çeşmeler, mağaralar, şapeller, 1840 yılı yapımı bronz bir kral heykeli ve en tepedeki gözlem alanında, 529 metre yüksekliğe konulmuş bir büyük “haç” görülüyor. Park alanı ve kale dahil olmak üzere, bütün park alanı: taş bir duvar ile çevrilidir.
Park alanının, yaklaşık 2200 hektar olduğu söyleniyor. Yerli bitki örtüsü yanında, pek çok egzotik türler bulunmaktadır. Kral: park alanında dikilen ağaçların, uzak sömürgelerden getirilmesini sağlamıştır.
Bunlar arasında: Avustralya ve Yeni Zellanda’dan getirilen eğrelti otları ve ağaçlar, Çin’den Ginkgo, Japonya’dan Cryptomeria sayılabilir.
Ayrıca: park alanı içinde, doğrudan saraya bağlanan labirent benzeri yollar, patikalar ve tüneller de bulunmaktadır. Yüksek alanlar ise: meşe, selvi, çam ormanları ve daha klasik bahçelerle kaplıdır.
Bu bahçelerin en önemli özellikleri arasında: Kamelyalı Bahçe ve İngiliz Bahçesi bulunmaktadır. Park alanındaki bütün yapılar; 1755 yılındaki depremde tahrip olmuştur.
Park ve saray: aynı dönemde oluşturulmuştur.
Portekiz ulusal anıtlarından biri olan Pena Sarayı: parkın tam ortasında bulunuyor ve Portekiz ülkesinin yedi harikasından biri olarak kabul ediliyor.
Park alanında bir tepe üzerinde bulunan saraydan, açık havada, Lizbon şehrinin görülebildiği söyleniyor.
Saraydan önce, buradaki manastırda: yüzyıllar boyunca az sayıda rahip yaşamış, sakin ve küçük bir dini ibadet yeri olarak kullanılmıştır. 1755 yılındaki depremde manastır harabeye dönüşünce, 1838 yılında, kral Ferdinand II: eski manastır ile Magribi kalesi arasındaki bölümü, yeniden düzenlettirmiş ve buraya, kraliyet ailesi için bir yazlık saray yaptırmaya karar vermiştir.
Disneyland’daki masalımsı şatolara benzeyen sarayda, mimari stil olarak: manulin yani Portekiz mimari tarzının bir kopyası gibi: kubbeler, mazgallar, kuleler ve karmakarışık pastel renklere sahiptir. Avrupa’da bulunan diğer ortaçağ şato ve sarayları ile karşılaştırıldığında: burası, Avrupa’nın en muhteşem sarayı olarak seçilmiştir.
Sarayın içi ise: 1840 yılında: kral Ferdinand tarafından, Alman mimar Baron Eschewege’ye yaptırılmıştır. 1940 yılında, kraliyet ailesi Portekiz’den kaçtıktan sonra, saray, olduğu gibi, yani o günkü haliyle korunmuş olarak günümüze ulaşmıştır.
Bu iç bölümde: abartılı Victoria ve Edward dönemi mobilyaları bulunmaktadır. Zengin süs eşyaları, resimler ve paha biçilmez porselenler korunmuştur.
Son Portekiz kraliçesi Amelia: sürgüne gitmeden önce, son gecesini burada geçirmiştir. Saray, 1910 yılında Cumhuriyetin ilanının ardından, ulusal anıt kategorisine alınarak koruma altına alınmıştır.
Gelelim sarayın ayrıntılarına: Saray karmaşık görüntüsüne rağmen, çok büyük değildir. İki geniş iç avlu bulunmaktadır. Cephesinde: tam bir karmaşa hakimdir. Ancak: konumu iddialıdır. Yukarıda da sözünü ettiğim gibi, bulunduğu konum nedeniyle geniş bir ormanlık alana hakimdir ve buna bağlı olarak muhteşem bir manzaraya sahiptir.
Sarayın iç dekorasyonunda: Magribi etkisi hakimdir. Ziyaretçiler tarafından: rehberli turlar ile: sarayda; Kraliçe ve kralın odaları, aile odaları, teras, çalışma odası, şapel, büyük salon ve mutfak gezilebilmektedir.
Bu gezide: en ilgi çekenler ise: türbanlı Magribi heykelleri tarafından tutulan elektrikli avizelerdir. Bu heykellerin türban benzeri kafalarına takılanlar: Osmanlı kavuklarına da benzemektedir.
Sarayın: diğer muhteşem bölümleri: geniş balo salonu, Arap room ve etkileyici 16’ncı yüzyıl kilisesidir.
Evet: saray gezimizden sonra, yine küçük trene binerek aşağıya park alanının kapısına gidiyoruz. Duraktan otobüse binerek, bu kez tarihi Sintra Merkezine gidiyoruz.
PALACİO NACİONAL-ULUSAL SARAY
Sintra şehrini ziyaret ederseniz, bence burayı mutlaka görmelisiniz. (Zaten turlar, ekstra ücret karşılığı ziyaretçilerini buraya mutlaka götürüyorlar, bence gidin ve görün.)
Burası dünyanın en büyük sırlı çini ve azilejo koleksiyonunu barındırır. Ancak, özellikle yaz döneminde kapıda büyük kalabalıklar olduğunu unutmayın ve sabah erken saatlerde gitmeye çalışın.
Rehberli turlarda genellikle yerel rehberler kullanılıyor. Yine de aşağıda yazdıklarımı özellikle sarayı gezerken mutlaka yanınızda bir not olarak bulunmasını öneriyorum. Çünkü, aşırı kalabalıkta zaten rehbere yakın olamıyorsunuz.
Portekiz ülkesinin en eski ve en iyi korunarak günümüze ulaşmış saraylarından biridir.
Tarihi geçmişi
10’ncu yüzyılda Magribi coğrafyacı Ali Bakri, sarayı şöyle anlatır. Tepelerin yüksek zirvelerine yerleştirilen ve bugün Magribi kalesi olarak adlandırılan kale ile sarayın bağlantısından söz eder.
1147 yılında Lizbon Kralı Afonso Henriques, bölgeyi ele geçirir ve Sintra yöresinde 300 yılı aşkın süren Magribi egemenliği biter, teslim olurlar.
Sarayın bulunduğu yerde bulunan yapıda: o zamanlar, muhtemelen Magribi valilerin ikamet etmektedir. Ancak o dönemden kullanılan yapının kalıntıları günümüze ulaşmamıştır.
Evet, 13 ve 20’nci yüzyıllar arasında birçok kral ve kraliçe burada yaşarlar. Çünkü, bölgede avlanma bolluğu, yaz aylarında iklimin serinliği ve veba dönemlerinde başkente yakın bir sığınma yeriydi.
Portekiz kral ve kraliçeleri, Sarayda, kendi yaşamlarına dair, kendi izlerini ve anılarını geride bırakmışlardır.
1281 yılında burada sarayın varlığına ait yazılı kayıtlar var.
O dönemde, Kraliyet Sarayı, mevcut sarayın sadece üst kısmına ve Sintra’da ibadet edilen kutsal bir şapele kadar uzanıyordu.
Sintra sarayı ve kasaba ile çevresindeki topraklar, 1287 yılında, Kral Dinis tarafından Kraliçe Elizabeth’e bağışlandı.
Takip eden 100 yıl boyunca, Sintra’nın Kraliçelere hediye edilmesi geleneği devam etti.
1356-1433 yılları arasında, Kral Joao döneminde, sarayda oldukça geniş kapsamlı yenileme yapıldı.
Yeni saray, merkez avlu çevresinde yapılandırıldı. İki devasa konik baca ile tamamlanan mutfak yapıldı.
15’nci yüzyılda, Kraliyet ailesi sarayda daha fazla zaman geçirmeye başladı. Sintra kasabasındaki saray, Portekiz krallarının evi haline geldi.
1822 yılında meşrutiyetin kaldırılmasının ardından, birkaç oda, kraliyet ailesinin yeni işlevlerini barındıracak şekilde yeniden düzenlendi. Sarayda yaşayan son Portekiz kraliçesi Maria Pia’dır.
Saray 1910 yılında Ulusal Anıt olarak ilan edilerek koruma altına alındı.
Mimari özellikleri
Sarayın mimari stili: görkemli bir gotik-manulin karışımıdır. Yapının en ilgi çeken özelliği: dış cephesinde, ne olduğu konusunda net fikir sahibi olunamayan iki konik bacadır.
Bunların muhtemelen: mutfak bacası olduğu tahmin ediliyor. Sarayın odalarında: renkli sırlı çiniler kullanılmış olup, bunlar ilgi çekmektedir. Saray içinde, rehberli turlarla geziler düzenleniyor ve bu gezilerde: sarayın için ve tablolarla kaplı odalarını görebilirsiniz. Sintra Müzik Festivali burada yapılmaktadır.
Sala Dos Archeiros-Okçular Odası
16’ncı yüzyıl öncesinde, bu alan, Saray’ın en büyük salonundan önce gelen, üstü kapalı bir varendaydı. Burası bir oturma odasıdır. Zeminde, üç farklı renk kullanılmıştır. Birkaç ahşap ve cam kapı var. Burada eskiden okçular olarak adlandırılan tören muhafızları bulunurmuş. Saray muhafızları, seçkinlik sembolü olan bir tür silah “teberle” dururlarmış.
Sala dos Cisnes-Kuğular Odası
Burası, büyük oda olarak adlandırılır. Sarayın ana odalarından biridir. Burası, 19’ncu yüzyılda saray mensuplarının toplandığı ve ziyafetlerin verildiği, umumi davetlerin, dini bayramların ve hatta cenaze törenlerinin yapıldığı bir odadır. Adını tavan panellerinin dekorasyonundan alır. Ancak yapılış tarihi bilinmez.
Muhtemelen 14’ncü yüzyılda, Kraliçe Filipa de Lencastre tarafından yönetimi sırasında yapıldığı düşünülüyor.
Kuğuların boyunlarında taç var. Taçlı kuğu: Kraliçenin kardeşi İngiltere kralı IV Henry tarafından kullanılan bir amblemdi. 1755 yılındaki Lizbon depreminde duvarlar ve tavanın bir kısmı yıkılmış ve çökmüştür.
Ancak kısa süre sonra yeniden inşa edilir. Bu sırada, tavanın tamamı boyanmış ve çeşitli konumlarda kuğu resimleriyle süslenmiştir.
Duvardaki şömine
15-16’ncı yüzyıllara tarihlenir.
Avize
17-18’nci yüzyıllara tarihlenir. Bronzdur.
Kuğular odasının diğer ucuna kadar takip edip gidin.
Patio Da Audıencıa
Burada, önde 15’nci yüzyıldan kalma Rönesans sütunlar var. Magribi çinileriyle süslenmiş bir bank ve taht var. Burası, muhtemelen 16’ncı yüzyılda toplantılar veya seyirciler için kullanılmıştır. Başlangıçta tamamen açıktı, sonradan kapatılmıştır.
Sala Das Pegas-Saksağanlar Odası
Burası saraydaki ikinci odadır. Kral ve seyirciler için kullanılmıştır.
Duvarlar
Sevilla’da yapılmış, 16’ncı yüzyıldan kalma çinilerle süslüdür.
Tavan
Bu odanın tavanındaki tablo, 136 saksağanın (dünyadaki en zeki türlerden biri olarak kabul edilen, karga ailesinden kuşlar) resmedildiği, sarayın en eski tablosudur. Her tabloda, bir gül bulunur ve iyilik ifadesidir. Çünkü Kraliçe Dona Filipa de Lencestre’nin evinin simgesi güldür.
Efsane
Kral Jaoa I (1385-1433) sarayda, bir gün, düşmek üzere olan bir hanımın elini tutar ve öper. Herkes kralın bir fahişeyi öpmesine şaşırır ve sarayda hızla dedikodu yayılır. Kral, iyi niyetli olduğu bahanesiyle kraliçeyi ikna eder ve kendini haklı çıkarır.
Sonra, buranın tavanını, saygı duyulması gereken sağduyu düzeyini unutmamaları için, 136 kollu (o sırada saraydaki hanımların sayısı kadar) saksağan resmiyle boyatır.
Yer halısı
Sandalye ve gölgelik bulunan odanın, kralla birlikte seyirciler yani saray efradı tarafından kullanıldığı sanılıyor. 19’ncu yüzyılda, kraliyet seyircileri önemini kaybetmiş ve bu salon ziyafetler için kullanılmaya başlanmıştır.
Devasa halı, 16 ve 17’nci yüzyıllar arasında, en lüks halıların üretildiği günümüz İran’da üretilmiştir.
Bu halı, Kral ve kraliçenin seyircilere tahsis ettiği odada, kraliyet majestelerinin alanını işaretlemeye hizmet ediyordu. Yani, sadece kral ve kraliçe bu halının üstüne çıkabiliyordu. Halıya çıkmak, hiyerarşinin tepesindekilere yaklaşmak anlamına geliyordu.
Şömine
Mermer şömine, 1515 yılında Papa X Leon tarafından Kral D. Manuel I’e hediye edilmiştir. Eski Paço de Almeriim’de yapılmıştır. Şömine, 1898 yılında bu odaya yerleştirilmiştir. Çünkü burası ziyafet salonu olarak kullanılmaya başlanmıştır.
CAMARA DO OURO-ALTIN ODASI
Burası Sarayın üçüncü odasıdır. Avusturya Kraliçesi Catarine (1507-1578) ve kral, önemli kişileri burada kabul etmişlerdi. Burası aynı zamanda, kralın yatak odası olarak kullanılıyordu ve D. Sebastio odası olarak da bilinir.
Adını: 15 ve 16’ncı yüzyıllarda, odanın altınla kaplanmış olmasından alıyor. 19’ncu yüzyılda mekan, yemek odası olarak kullanılmıştır.
Yatak
17 ve 18’nci yüzyıl başlarında üretilen yatak başlığı, mitolojik sahnelerin resmedildiği madalyonlarla süslenmiştir. Kırmızı gölgelik var. En üstte, gümüş kaplı pirinçten, eski sahipleri olan Sabugal Kontlarının arması görülüyor. Yatak eski sahipleri Sabugal Kontlarının bir armağanı olarak, 20’nci yüzyılda buraya getirilmiştir.
DENİZ KIZI ODASI-GARDROP-SALA DAS SEREİAS
Sarayın dördüncü odasıdır. Kral ve kraliçeler için, giysiler, mücevherler, gümüş eşyalar ve diğer eşyalar gibi önemli eşyaları sandıklarda saklamakta kullanılıyordu. Odanın mavi duvarları, 16’ncı yüzyıldan kalma mavi ve yeşil renkte çinilerle dekore edilmiştir. Yerler, kabartmalı karolarla döşenmiştir. Tavan, deniz kızı tasarımıyla dekore edilmiştir.
GİYİNME ODASI
Burası giyinme odası olarak kullanılıyordu.
Sezar ve Spurina Goblen-Tepeçaria de Julio Cesar:
17’nci yüzyıl Flaman duvar halısı, yün ipektir. Halıdaki resimde: kahin Spurina’nın Roma İmparatoru Julies Ceasar’ı, suikasta kurban gideceği tarih olan Mart ayına dikkat etmesi konusunda uyarması resmedilmiş.
Duvar halıları, soylu bir hanedeki en gösterişli ve pahalı tasarımlardı. Klasik tarih ve mitolojiden bölümler bulunurdu. Goblen halı, 1939 yılında saraya getirildi.
Gök küre-Globe da Camara do Ouro
Yer küreyi temsil eden bu obje, iki tane olarak yapılmıştır. Ancak diğeri kayıptır. Sarı metal ve demirden yapılmıştır. Evrenin 16’ncı yüzyılda anlaşıldığı şekliyle görülür. 1575 yılında Almanya’da Christopher Schissler tarafından yapılmıştır. Aynı dönemde, evren hakkındaki en gelişmiş bilgileri ortaya koymaktadır. Bu 16’ncı yüzyıl küresi, Portekiz’de bulunan en eski küredir.
Çalışma masası
Fildişi ve kaplumbağa kabuğu işlemelidir. Masa üzerindeki sahneler: müjde, Babil kulesi, İsabet ve Joaquim ve bir baş melek vardır. 17’nci yüzyıl İspanya yapımıdır.
Duvardaki Tablolar
Bunlar 17’nci yüzyıl İtalyan, Portekiz ve Hollanda yapımı yağlı boya tablolardır.
Vazo
Çin porselenleri 1662-1722 King hanedanı dönemine aittir. 16’ncı yüzyılda bu tür malzemeler, Portekiz’e sömürgelerden gelmeye başladı.
Yürümeye devam ediyoruz ve merdivenlerden yukarı çıkıyoruz.
TAÇ ODASI
Oda, mavi tonda çinilerle ve yeşil ve sarı detaylarla dekore edilmiştir. Küçük oda, adını boyalı ahşap tavandan alır.
Bu tavanda bulunan merkezi arma, 18’nci yüzyıl sonlarında yapılmıştır.
SALA GRANDE-SALA DAS GALES-YÜRÜYÜŞ ODASI
16’ncı yüzyılda, Kral Jaoa III tarafından yaptırılmıştır. Torunu Kral Sebastio, buraya şekerleme yapmak ve efendileriyle sohbet etmek için gelmiş olmalıdır.
Tonozlu tavan ve gemiler
Portekiz, Osmanlı imparatorluğu ve Hollanda kadırgalarını gösteren tavan, 19’ncu yüzyıldan kalmadır. Bu kadırgalar, uzun ve kapaksız savaş gemileriydi. Bu kadırgalar, önemli bir olayı anmak için yapılmış olmalıdır, ancak anlamı bilinmiyor.
Duvardaki tabaklar
Bunlar, İspanya’nın Valensiya bölgesinde 15 ve 18’nci yüzyıllar arasında üretilen Magribi seramik parçalarıdır. Bu örneklerin çoğu, Kral II Fernando (1816-1885) tarafından bir araya getirilmiş ve aslen Pena Sarayında sergileniyordu. Sonradan buraya taşınmıştır.
Bir araya toplandıkları dönemde, Hıristiyan ve Müslümanlar arasındaki birkaç kültürün buluşmasının olumlu bir ürünü olarak tanımlanan Portekiz kültürünü özdeştirdikleri görülmüştür.
Bu aradaki bölümde, 15’nci yüzyıldan kalma Portekiz kraliyet silahları ve Flaman duvar halısı var. Bu goblen halının önü camla kaplıdır.
SALA DOS BARASOES-ARMALAR ODASI
Burası, Sarayın en etkileyici odasıdır. Avrupa’nın sanatsal açıdan en önemli hanedan odalarından biridir. Bir söylentiye göre, buranın Magribi döneminde cami olduğudur.
Oda: 16’ncı yüzyılda, Kral Manuel I tarafından yaptırılmıştır. Kulenin alt katını tamamen kaplar. Bir kenarı 12 metre olan, kare şeklindedir.
Kubbe
Kral Manuel I’in, hükümdarlığındaki ideal monarşinin en yüksek ifadesini temsil ediyor. Oda, 1517-1518 yılları arasında inşa edilirken, bu kubbe yapılır.
Kubbede, tepede, Kral Manuel I’in arması var. Kendisini hiyerarşik bir yapının merkezi ve tepesi olarak tasarlamıştır. Bunun çevresinde Kralın 8 çocuğunun arması bulunur.
Gücü soyluların desteğine bağlıydı ve onlar, konumları için gerekli olan sosyal ayırımı kraldan aldılar. Aşağısında ise, Portekiz soylularından 72 ailenin arması var. Armalar, ilişkili bireylerin kimliklerini aktarır ve açık bir sosyal ayırım biçimi sağlar.
Kral, en yüksek yargıç olarak ortaya çıkar ve bu düzeni sağlamakla yükümlüdür. Aile armalarından bir tanesi silinmiştir. Çünkü Tavore ailesinin arması, Kral I Joseph’e karşı komplo kurduktan sonra silinmiştir.
Yazıt
Odanın çevresini dolaşan yazıtta: ataları tarafından sağlanan hizmetlerin anıları hatırlatılır.
Karolar-Çiniler
Oturma odasının duvarları, 1710 ile 1715 yılları arasında boyanmış, mavi ve beyaz çinilerle kaplıdır. Çinilerde, geyik ve ayı avı ile soylular boş zamanlarında ve dışarıda eğlenirken görülüyor.
LEİTO DA CAMARA DE AFONSO VI-AFONSO VI ODASI
Sarayın en eski kısmıdır. 1430-1440 yılları arasına tarihlenir. Kral, Sintra topraklarını Kraliçenin yetkisine devrederek, köyün yönetimini ona bırakır. Kraliçelerin odası, Sarayın en ulaşılmaz olan bu bölgesindeydi.
Odanın zemini 15’nci yüzyıldan kalma, sarayın en eskisi olan seramik zemindir.
Sürgündeki Kral
17’nci yüzyılda, Afonso VI, erkek kardeşi tarafından sürgüne gönderilir. Afonso VI, 1647 yılına kadar, 9 uzun yıl, ölümüne kadar, bugün hala adını taşıyan bu odaya hapsedildi ve 300 asker tarafından korunarak hapsedildiği bu odada zamanını geçirdi.
Sadece bir yardımcısı vardı ve başka bir kimse ile konuşması yasaktı. Sadece bir gün, ayin günü kiliseye gitmesine izin veriliyordu.
Odanın zemini oldukça aşınmış görünür, söylenenlere göre, kral sürekli odada yürümekten zemin aşınmıştır.
Yatak
Odada sergilenen yatak, 17’nci yüzyıldan kalmadır. Gül ağacından ve yaldızlı metalden yapılmıştır. Lizbon şehrindeki Ajuda Ulusal Sarayından, 1939 yılında buraya nakledilmiştir.
ŞAPEL
Şapelin orijinali, 13’ncü yüzyılda D. Dinis ve Aragonlu İsabel döneminde yapılmıştır. 15’nci yüzyılda Afonso V döneminde, Kral şapeli genişletti. Şapelin tavanı, karmaşık geometrik desenlerle, İber-Müslüman tarzı unsurları bir araya getiren Mudejar mimari tarzına sahiptir.
Zemin seramik ve poligonal mozaik tekniğiyle yapılmıştır. Çeşitli renklerde, geometrik desenlere sahiptir. 18 ve 19’ncu yüzyıllarda şapel değiştirildi.
SALA DOS ARABES-ARAP ODASI
Kral I Manuel döneminde (1495-1521) duvarlara geometrik çiniler yerleştirilmiştir. Merkezinde, ortada Magribi tarzı beyaz mermer bir kurna var. 16’ncı yüzyıldan kalma bu havuzun üzerinde, içinden suyun aktığı, mitolojik deniz figürlerinin bulunduğu, geç döneme ait bir heykel takımı bulunuyor.
Burası yargıçlar ve danışmanlar için, toplantı odasından önce gelen bekleme odasıdır.
Takip eden oda, toplantı odası. Burada, kralın koltuğu, danışmanlardan daha yüksektedir.
MUTFAK
Merdivenlerden aşağı katta bulunan mutfağa iniliyor. Mutfak, Kral Joao I tarafından, tüm saraya hizmet etmek için yaptırılmıştır. Yani, sarayı oluşturan ve ziyafetlere katılan yüzlerce kişiye hizmet etmek için, sürekli hareket halindeydi.
Avusturya Kraliçesi Catarina’nın tüm yardımcı personel, şekerlemeciler, fırıncılar ve peynircilere ek olarak 29’dan fazla aşçısı vardı. Mutfakta sürekli su, yakacak odun ve yiyecek bulunuyordu. 15’nci yüzyılın başından beri, borulu su kullanılmıştır.
Bir küçük demir ocak var. Bu demir ocak, yiyecekler hazırlandıktan sonra servis edilmek üzere masalara götürülene kadar sıcak tutmak için kullanılmıştır. Burada kocaman bakır tavalar ve büyük ahşap mobilyalar görülür.
Avlanan bütün geyikler, şişlerde kızartılarak yeniliyordu.
Bu gerçek, Portekiz krallarının 15’nci yüzyılda sahip oldukları yaşam tarzı hakkında fikir veriyor ve onların büyük şövalyeler ve avcılar olarak ünlerini doğruluyor.
Arma
Sarayda yaşayan son kraliçe D. Maria Pi ( 1847-1911) nin arması, 1895 yılında buraya yerleştirildi. Üzerinde Portekiz ve Savoy’un kraliyet arması bulunuyor.
Bacalar
Sarayın dıştan görüntüsünde en dikkati çeken, iki bacası işte buradan çıkıyor. Mutfağın üzerinde, Kral Joao ve Kral Filipa de Lencaster döneminde yapılmış iki baca var.
Bunların uzunluğu 33 metredir.
Çünkü, özellikle geyikler pişirildiğinde yoğun dumanın saraydan uzaklaşması böyle sağlanıyordu. İki beyaz baca, saray mimarisinin en dikkat çekici özelliklerindendir.
MUSEU DO BRİNQUEDO-OYUNCAK MÜZESİ
Burası, çocuklu ziyaretçiler için ilgi çekicidir. Müze: Jao Arbue Moreira isimli bir şahıs tarafından toplanan ve kendi ürettiği oyuncaklardan oluşmaktadır.
Müzenin birinci katında, özellikle: 3000 yıllık, Mısır taş oyuncaklarını görmelisiniz. Ayrıca: 1930’lu yıllardan kalma trenler ve Alman oyuncak arabaları, oyuncak askerler, sömürgelerden gelen tahta oyuncaklar ilgi çekmektedir. Müzede, toplam 20 binde fazla oyuncak bulunduğu söyleniyor.
Tarihin merkezin biraz dışına doğru yürürseniz, bu kez, bir saray daha göreceksiniz.
Palacio da Regaleira
Burası, Sintra bölgesinin en süslü yapılarından birisidir. 19’nci yüzyılda, zengin bir Brezilyalı için yapıldığı söyleniyor.
Tarihi şehir merkezinden sonra: tren istasyonunun önündeki otobüs durağından: 435 numaralı otobüse binerseniz, bu kez: başka bir saraya gidebiliyorsunuz.
Monserrat Sarayı
Burası, Sintra şehir merkezinin bayağı dışında kalıyor. Saray: 1793 tarihinde, ünlü İngiliz mimar Sir Francis Cook için tasarlanmıştır.
Sarayın bahçesi, 1000’den fazla farklı bitki türü ile bezenmiştir ve bu bahçeler daha ünlüdür. Bahçeler: yarı doğal meşe ormanı ile çevrilidir.
Saray: bazen burada kalan İngilizler tarafından ünlü hale gelmiştir. Mimari stil olarak: yapı Hindistan mimarisi ve neo-gotik mimari özellikleri birleştirmektedir.
Evet: tren istasyonunun önündeki otobüs durağından: 403 numaralı otobüse binerseniz: Cabo de Roca’ya gidebilirsiniz. Yolculuk sırasında: park alanındaki ormanlık alandan geçtikten sonra, okyanusa yaklaştıkça, iklimin sertleştiğini ve bitki örtüsünün değişerek: ormanlık alanın: yosun, liken, çalılık tipine dönüştüğünü görebilirsiniz.
Cabo de Roca
Cascais ve Sintra arasında yer almaktadır. Sintra şehrine 18 km ve Lizbon şehrine 40 km uzaklıktadır.
Evet, burası Lizbon kayası olarak da bilinir. Atlantik Okyanusuna bu kadar yakın olmanın tek sıkıntısı, kuvvetli rüzgardır.
Burası: “Karaların bitip denizlerin başladığı yer” olarak tanımlanır.
14’ncü yüzyıl sonlarına kadar, buranın dünyanın ucu olduğuna inanılıyordu.
Portekiz’in en ünlü şairi Luis Vaz de Camoes, burayı ölümsüzleştirmiştir.
Burada: bir kafe, bir restoran, hediyelik eşya mağazası ve bir deniz feneri ile turizm ofisi var. Bu turizm ofisine müracaat ederek, 11 Euro karşılığında, Avrupa’nın en batı ucunda bulunduğunuzu gösteren, adınız yazılı bir sertifika alabilirsiniz.
En uç nokta, Okyanus kıyısından 140 metre yüksekliktedir. Derin bir yar üzerindedir. Buradan Okyanusu seyrederken, her ne kadar okyanus sakin görünse de, aşağıda kıyıdaki kayalara vuran dalgalar, okyanusun gücünü ve şiddetini hissettirir.
Burayı ziyaret edenlerin en merak ettikleri konu: hemen karşıda Amerika’nın olup olmadığıdır, hatta Amerika’yı görmeyi düşünenler bile olabiliyor ama elbette karşıda Amerika olmasına rağmen, arada oldukça fazla bir uzaklık var.
Deniz Feneri
1772 yılında faaliyete geçmiştir. Deniz seviyesinden 160 metre yüksekliktedir. Kulenin yüksekliği ise yerden 22 metredir. Son derece parlak ışığı, denizde 46 km uzaktan fark edilir.
Taş Anıt
Üstünde haç işareti bulunan taş anıtın ön cephesinde: ünlü Portekizli şair Camoes’in kısa bir şiiri kazınmıştır. Portekizce “Burası karanın bittiği ve denizin başladığı yer” yazılıdır.
Taşta ayrıca, Cabo da Roca’nın koordinatları, deniz seviyesinden yüksekliği ve Avrupa’daki en batı noktası olduğu yazılıdır.
Taşın üzerinde bulunan armada, iki yanda ay-yıldız göreceksiniz. Bu ay-yıldız, buranın bağlı bulunduğu Sintra ilçesinin simgesidir.
Sintra ilçesinde bulunan kalede, sık sık gökyüzünde ay ve yıldız bir araya geliyormuş ve bu yüzden şehrin simgesi ay-yıldız imiş ve buraya da o yüzden kazınmış.
Praia da Adraga
Kuzeydeki bu plaj: Avrupa’nın en güzel ve bozulmamış, en büyük 20 plajından birisidir.
Son bir not: Sintra bölgesinde, buraya has bir tür yiyecek olan “quaijades” denemelisiniz. Bu, Sintra’ya özgü bir tür pastadır.
Beşparmak dağları, Kıbrıs’ta kuzey sahili boyunca denize paralel 160 km boyunca uzanmakta ve ismini de Girne’nin doğusunda bulunan Beşparmak Tepesinden almaktadır.
Beşparmak dağları, Kıbrıs’ta kuzey sahili boyunca denize paralel 160 km boyunca uzanmakta ve ismini de Girne’nin doğusunda bulunan Beşparmak Tepesinden almaktadır.
Efsanelere konu olan Beşparmak Tepesi ile ilgili en yaygın efsane: bir kıza aşık olan iki delikanlının kız için gerçekleştirdikleri ölümcül düellodur. Düello sonunda hayatta kalabilen, kızı alacaktır.
Düello sonunda, delikanlılardan erdemli olan, çıkarcı olanı öldürüp bataklığa atmasına rağmen, yaraları nedeniyle kendisi de bataklığa gömülür ve sevdiği kıza uzanan eli bilek hizasından dışarıda kalır. İşte bu el, zamanla büyüyüp taşlaşır ve Beşparmak Tepesi oluşur.
DAĞDAKİ BAYRAK
Dağdaki Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Bayrağı, Başparmak dağlarının güney yamacında yer alıp, 450 x 225 metre ebatlarında, dünyadaki en büyük boyanmış ve ışıklandırılmış bayraktır.
Gece ve gündüz, kilometrelerce uzaklıktan rahatlıkla görülebilen bayrak 400 adet lamba kullanılarak ışıklandırılmıştır. Bayrağın boyanma işlemleri ise Ekim 2013 tarihinde tamamlanmıştır.
Gündüz, KKTC Bayrağı görünümündeki bayrak, 4 farklı aşamada ve formda ışıklandırılmış olup, geceleri sırasıyla yıldız, ay-yıldız, ay yıldızlı Türk Bayrağı ve son olarak da KKTC Bayrağına dönüşmektedir. Aslında bu bayrak, büyüklüğü nedeniyle dünyanın en büyük bayrağıdır ancak KKTC tanınmama nedeniyle bunu tescil ettirememektedir.
EFSANE TANK
Beşparmak dağlarında, Selvili Tepe mevkiinde bulunan tank, 1974 Barış harekatı sırasında, Lapta Muharebesinde, oldukça sarp ve dik bir yerde, mayın patlaması sonucunda tahrip olmuştur. Ardından gelen tank tarafından yolun açılması için, şimdi bulunduğu yere itilmek zorunda kalmıştır.
Bugün, hala olduğu yerde açık hava müzesi olarak hizmet veren tank hakkında sayısız efsaneler günümüze kadar gelmiştir. Yakın zaman önce, tank mürettebatından bir er bölgeye gitmiş ve Beş Parmak Dağlarına çıkardığı tankın bulunduğu yeri 42 yıl sonra ziyaret etmiştir.
Tankı oraya nasıl çıkardıkları konusunda, mantıklı bir açıklama yok, tamamen milli duygularla çıkarıldığına inanılıyor, normal şartlarda tankın oraya çıkması mümkün değildir.
2 Ağustos 1974 tarihinde yapılan Lapta çatışmalarında, düşmanı yan ve gerisinden vurmak için görevlendirilen Özel Kuvvetlerde görevli bu tank, sarp araziyi aşarak görevini yerine getirmiş, ancak düşman ateşi ile ağır hasara uğrayarak yanmış ve burada kalmıştır.
ST HİLARİON KALESİ
Beşparmak dağları üzerinde kurulan üç kaleden biri olup, en batıdadır. Girne şehir merkezine 10 km uzaklıktaki kaleye, çıkmak için 480 basamak merdiven tırmanmak gerekiyor. Kale: Lefkoşa şehrine 24 km ve Gazimağusa şehrine 85 km uzaklıktadır. Kale Haziran 1995 tarihindeki büyük Girne yangınında etkilenmiş ve yeniden düzenlendikten sonra 15 Temmuz 2005 tarihinde ziyarete açılmıştır.
Deniz seviyesinden 732 metre yükseklikte bulunan kaleye, 10’ncu yüzyılda bir manastır ve kilise eklenmiştir.
Kalenin isimleriyle ilgili çeşitli rivayetler vardır. Bunlardan bir tanesi: MS 6’ncı yüzyılda Suriye’de yaşayan Aziz Hilarion’dan almaktadır. Rivayetlere göre: Aziz, Filistin’deki Gazze’nin 10 km uzağındaki deniz ve bataklık arasında kalan bir kumsalda 48 yıl yaşamıştır.
Ancak, bu hayattan bıktığında, rahat ve huzurlu bir yer bulmak için yola çıkar, Kıbrıs’a gelerek ömrünün son beş yılını burada bir mağarada geçirir. Kendisini ziyaret edenler artında, kalede bir manastır inşa edilir ve manastıra ismi verilir, zamanla kale de bu isimle anılmaya başlanır.
Kalenin ismiyle ilgili diğer rivayetlere gelince: 1191 yılında, kale, dağın zirvesinde yan yana duran iki tepe nedeniyle “ikizler” anlamına gelen “Didymus” ismiyle biliniyordu. Bu isim MS 13’ncü yüzyılda Lüzinyanlar tarafından değiştirilmiş ve kalenin ismi “Aşk Tanrıçasının Kalesi” anlamında “Dieu d’Amour” olmuştur.
Çünkü: zirvede bulunan iki tepeden birinin Aşk Tanrıçası Venüs ve diğerinin ise yaramaz oğlu Cupid’e benzetilmiştir. Daha sonra: kalenin ismi yine değiştirilmiş ve Kıbrıs genelindeki kraliçe efsanesine uygun olarak “Kraliçe Kalesi” (Castle of Regaena) olmuştur. Hatta: “Kraliçenin 101 evleri” olarak da isimlendirilmiştir. Kraliçe anlamına gelen Regaena: bir Bizans aristokratı, bir Lüzinyan kraliçesi ve bir asilzadenin karısı olarak betimlenmiştir. Çok zengin ve çok güzel olan bu kraliçe, bazı rivayetlere göre iyi kalpli ve nazik, bazı rivayetlere göre ise kıskanç ve kötü biri olarak anılmaktadır.
Evet, kalenin ismi hakkındaki söylentileri inceledik. Şimdi de kalenin yapılışı hakkındaki rivayetlerden söz etmek istiyorum. Çünkü kalenin nasıl ve ne zaman yapıldığı hakkında net bilgiler yoktur. Rivayete göre: Kıbrıs’ın en güzel ve en zengin kadını Kraliçe Regaena: kalenin yapımında, askerlerin denetiminde çalışan işçileri, bir yüksek kayanın üstüne oturarak izliyormuş.
İşçiler, sahilden sağladıkları su, kum ve taşları, el ele vererek kaleye taşıyorlarmış. Kalenin yapımı tamamlanınca, Kraliçe kalenin gizli yerlerinin ifşa edilmesini önlemek için, inşaatta çalışan işçilerin öldürülmesine karar verir. Askerler: işçileri teker teker bir odaya alır ve işçileri, odanın penceresinden aşağıya atmışlar. Ancak, işçilerden sonra askerler de aynı şekilde öldürülmüştür. Kalenin yukarı bölümündeki pencerenin “Kraliçenin penceresi” olarak bilinmesinin sebebi budur.
Gerek kalenin yapılışı ve gerekse isim kaynağından hakkındaki rivayetlerden sonra, kale hakkında yazılı kaynaklardaki mevcut bilgileri verelim. Kale, kesin yapım tarihi bilinmese de Beşparmak dağları üzerinde bulunan diğer iki kale gibi (Kantara ve Bufavento) MS 11’nci yüzyılda Bizanslılar tarafından bir gözetleme kalesi olarak yapıldığı tahmin edilmektedir.
MS 1191-1488 yıllarında yani Lüzinyan döneminde ise geliştirildiği ve son şeklini aldığı bilinmektedir. Lüzinyanlar: Lefkoşa ve Girne arasındaki ulaşımı sağlayan Girne Dar Boğazının kontrolü için kaleyi kullanmışlardır. Venedik döneminde ise, asker azlığı ve deniz kıyısındaki kalelerin önem kazanması nedeniyle, 1489 yılında boşaltılarak terk edildiği görülür.
MS 1191 yılında, İngiliz Kralı Aslan Yürekli Richard: Kıbrıs’ı ele geçirdiğinde, ilk olarak yazılı kayıtlarda kaleden söz edilmektedir.
St. Hilarion kalesinin ünlü film yapımcısı Walt Disney’i de etkilediğine inanılmaktadır. 1920 yılında burayı ziyaret eden Walt Disney, birkaç çizgi filimde bu kalenin jeneriğini çizgi filmlerine yansıtmıştır. Walt Disney’in “Pamuk Prenses ve 7 cüceler” isimli çizgi filminde de mekan olarak St. Hilarion’u canlandırdığına inanılmaktadır.
Yine bir başka efsaneye göre: kaleye dışarıdan bakıldığında sadece birkaç tane kapısı olduğu görülmesine rağmen, gerçekte 100 kapısının bulunduğu ve 101’nci kapıyı bulanın, kapıdan girdiğinde kaybolduğu söylenir. Bir başka rivayete göre: kalede 101 oda bulunmakta, gizli olan 101’nci odada ise kraliçenin definesi bulunuyormuş. Her Paskalya günü bu 101’nci kapı bir süre aralanır, sürenin sonunda ise kapanırmış. Bir keresinde, kapının açılması üzerine, orada bulunan bir çoban kapıdan girerek gizli odaya ulaşır, ancak çok fazla almak üzere içeride uzun süre kaldığından, kapı büyük bir gürültüyle kapanır ve çoban, içeride mahsur kalır. Bu rivayetin devamında ise, çoban gizli odadan çıktıktan sonra, güneşi görünce erir ve gözden kaybolur.
Kalenin bölümleri: Tanıtım odası, Barbikan, Kiler, Atölye, Mutfak, Kraliyet Sarayı, Sarnıç, Prens John Kulesi ve Bizans kilisesidir.
Kalenin en tepesine tırmanırsanız üzerinde “Tebrikler, St Hilarion zirvesindesiniz 732 m” yazılı bir maket askerle karşılaşırsınız. Buradan Girne ve Akdeniz manzarası mükemmeldir.
ALEV KAYASI BÖLGESİ-HERBARİUM
Burada Kıbrıs endemikleri, Orkide türleri ve nadir bulunan yaban bitkileri görülebilir.
BUFAVENTO KALESİ
Beşparmak dağları üzerinde, Arap saldırılarından korunmak ve gözetlemek amacıyla yapılmıştır. Deniz seviyesinden 950 metre yükseklikteki kale, Kıbrıs’ın en sarp ve rüzgarı bol tepesinde kurulu olduğu için Bufavento yani Rüzgara kafa tutan ismini almıştır. Ancak kalenin yapım tarihi bilinmemektedir. Tarihi kayıtlarda, kaleden Aslan Yürekli Richard zamanında söz edilmektedir. Kale: 1389-1398 yılları arasında hapishane olarak kullanılmış ve Aslan Şatosu olarak isimlendirilmiştir.
1489 yılında kale, Venedikliler tarafından ele geçirilmiş, ancak deniz kıyısında bulunan kaleler önem kazandığından, eski önemini yitirmiştir. Burası Kıbrıs içinde ulaşılması en zor olan kaledir, sadece bilginiz olması açısından anlattım, yoksa ulaşım mümkün olmuyor.
Son notlarımı, kale hakkındaki efsanelerle bitirmek istiyorum. Efsaneye göre: Kıbrıs kralı Komnemus’un kızı, Aslan Yürekli Richard’a aşık olur. Ancak, bir süre sonra prenses ve köpeği cüzzam hastalığına yakalanır ve bu kaleye kapatılırlar. Her sabah, prensesin köpeği kalenin yakınında bulunan bir su kaynağına giderek yıkanır ve bir süre sonra köpek üzerindeki yaraların iyileştiği görülür. Bunun üzerine, prenses te aynı kaynakta yıkanmaya başlar ve iyileşmesi üzerine, su kaynağının bulunduğu yere Ayios Ionnis Manastırı yapılır.