Evet, İstanbul’da bulunduğunuz yerden, herhangi bir vasıta ile; Galata Köprüsünün ayağının hemen dibindeki, Eminönü Meydanı’na bir şekilde gelmeniz gerekli. Gezimize buradan başlayacağız.
Gezimizdeki ilk durak. Eminönü Meydanı. Meydan çok hareketli. Meydanın bir yanında; Yenicami, tüm ihtişamı ile duruyor. Öbür yanında ise; çiçek pazarı, tüm canlılığını koruyor. Bu görüntüleri tamamlayan, güvercinler de eksik değil. Çiçek pazarı: mevsim çiçeklerine meraklı tüm insanların ve hatta turistlerin, bir şey almasalar bile, önemli bir uğrak yeri.
Bu pazarın ilginç köşelerinden biri de; canlı hayvan satıcılarının bulunduğu yer. Papağanlar, muhabbet kuşları, balıklar, keklikler, paçalı tavuklar, tavşanlar, yavru köpekler, evet hepsi, yeni sahiplerini bekliyor.
Çiçek pazarının diğer renkli simalarının arasında; niyet tavşanlarını da saymadan olmaz. Tavşanın ağzı ile seçtiği niyeti okuduğunuzda, belki, gerçekten geleceğiniz ile ilgili önemli ipuçları yakalayabilirsiniz.
Evet, tüm bunları yani meydanı bir süre gezin. Ortamı teneffüs edin. Sonra, sıra da: Yenicami.
Günümüzde: Eminönü’nün tartışmasız en güzel yapısı. Ayrıca; deniz kıyılarındaki sultan camilerinin en görkemlisi olarak, İstanbul silüetini tamamlar.
YENİCAMİ
İstanbul Kumkapı; girmeden önce; Eminönü Meydanının vazgeçilmezleri olan güvercinleri görmelisiniz. Her tarafta, her yerde, gökte, pencerede, elektrik kablolarında, minarelerde, kubbelerde; aklınıza gelebilecek her yerde tünemiş durumdalar. Kuşlara yem atarak hem kuşları, hem de yemden gelir elde eden görme özürlü vatandaşlarımızı sevindirin.
Evet; meydanda tüm ihtişamı ile duran bu cami: Yenicami veya Valide Sultan cami olarak isimlendirilmiş. Caminin bulunduğu yer; eski İstanbul’un “Yahudhane” evlerinin bulunduğu yer. Bu evler yıkılarak cami inşa edilmiş. Ancak; Safiye Sultan, buradan çıkartılan ve geneli Balat semtine gönderilen hiçbir Yahudi vatandaşı mağdur etmemiş ve istimlak bedelleri eksiksiz ve hatta fazlası ile kendilerine ödenmiş. Bu arada, caminin temeli de ilginçtir.
Yarı bataklık ve yumuşak bir zeminde inşa edilen caminin temelleri için: uçlarına demir başlıklar geçirilmiş, sert tahta kazıklar kullanılmış. Zemini; deniz seviyesinden biraz daha yukarıda tutarak, bileşik kaplar prensibinin gazabına uğramasının önüne geçilmeye çalışılmış.
Evet, inşaat: 1597 yılında başlamış. Mimar: Davut Ağa. İnşaatı yaptıran ise; Sultan 3. Murat’ın eşi Safiye Sultan. Cami; Bizans döneminden kalma ilk İstanbul surlarının kalıntılarından birine dayanır. Daha doğrusu; caminin yanındaki “Hünkar Kasrı”; adı geçen sur parçasına yaslanır.
İnşaat sürerken; bir süre sonra 3.Murat vefat eder ve 1.Ahmet tahta geçerek, yeni Sultan olur. Eski Osmanlı Saray gelenekleri gereğince, bir önceki padişahın validesi ve eşi, Beyazıt’taki eski saraya gönderilir. Bu arada, caminin inşaatı sekteye uğrar. Kubbeyi taşıyacak olan kemerlere kadar yükselmiş olan inşaat, böylece, virane ve yarım bir halde beklemeye başlar.
Yeni Sultan 1.Ahmet; bu camiyi devam ettirmek yerine, Ayasofya’nın karşısına yeni bir cami yaptırmaya başlar. Halk arasında; yarım kalan caminin adı “Zulmiye”ye çıkar yani “cami kalıntısı”. Derken, takip eden dönemde Sultan olan, 4.Mehmet’in validesi Turhan Hatice Sultan tarafından, bizzat parası kendi tarafından karşılanarak, 1661 yılında, yarım kalmış caminin inşaatına yeniden başlanır. Bu kez mimar: Mustafa Ağa’dır.
Kubbe; bu camiye özgü bir özellikle, piramidi andırır şekilde yükselmekte. Sağda ve solda, üçer şerefeli, iki minare var. Kare planlı olarak yapılmış. Merdivenlerle, üç kapıdan giriliyor. Merkezi kubbe: çinilerle süslü, dört fil ayağına ve dört kemere oturuyor. Bu merkezi kubbeyi, dört yarım kubbe destekliyor. Köşelerdeki dört kubbe ile birlikte, toplam 66 kubbe bulunmakta. Mihrabı ve minberi: beyaz mermerden. Mihrabın solunda; değerli taşlarla süslü, mozaik bir tablo var.
Sonuçta: 1663 yılında, bir cuma namazı ile birlikte caminin açılışı yapılır. İsmi ise; külleri üzerinden yeniden doğan bir yapıya atfen verilmiş.
Yani; bu nefis yapı: yapımı boyunca, 3 mimar ve birkaç padişah görmüş. Yapımı en uzun süren cami rekorunu elinde bulunduruyor. Bir İstanbul caminin inşaatı, normal şartlarda 2-7 yıl sürerken, Yenicami’nin inşaatı tam 66 yıl sürmüş.
Evet, Yenicami’nin hemen arkasında; camiye gelir sağlamak için inşa edilen bir çarşı var. Mısır çarşısı.
MISIR ÇARŞISI
İstanbul Kumkapı; İstanbul’un ikinci büyük Kapalıçarşısı.
17’nci yüzyıldan bu yana varlığını sürdürmekte. Şehrin; en tanınan ve en büyük baharat çarşısı. Bu çarşı yapılmadan önce, burada, Bizans döneminde; bir kapalı çarşı bulunuyormuş ve semtte Yahudiler yaşıyormuş. Çarşının yapılması için; buradaki Yahudiler, istimlak bedeli ödenerek Balat semtine gönderilmişler.
Sultan 4.Mehmet’in annesi Hatice Turhan Sultan tarafından, Yenicami’ye gelir getirmesi için yaptırılmış. 1597 yılında başlanan inşaat, 1660 yılında tamamlanmış. Mimar: Mustafa Ağa.
İlk zamanlarda; Valide Çarşısı veya “Yeni çarşı” olarak da isimlendirilmiş. Ancak: Mısır’dan getirilen malların satıldığı bir yer olması nedeniyle, 18’nci yüzyılın ortalarından itibaren , “Mısır Çarşısı ” olarak isimlendirilmeye başlanmış.
Çarşının yaşadığı tarihi süreçte; en önemli olaylar: yangınlar. 1691 yılı yangını; 24 saat sürmüş ve tek bir eşya bile kurtarılamamış. 1940 yılında da, büyük bir yangın söz konusu. Önemli hasar görmüş ve eski görünümü tamamen kaybolmuş.
Bunun üzerine, 1940 ve 1943 yıllarında restorasyon çalışmaları görülür. Bu restorasyon çalışmaları sonucu, tarihsel görüntüsünü kaybeden çarşı bugünkü şeklini alır.
Çarşının kubbesi; Kapalıçarşı’ya oranla daha yüksek. Yapılış planı “L” biçimli. Yapımında. kesme taş, tuğla ve moloz taş kullanılmış. Bugün; bazıları kullanılmayan, 6 kapısı var. Bugün kullanılan girişler ise karşılıklı. Tıpkı Kapalıçarşı’da olduğu gibi, Mısır çarşısında da, 2 ana giriş kapısı var. Bu kapılar; Eminönü ve Sultanhamam arasında bağlantı kuruyorlar. Yan kapılar ise; Yenicami, Tahtakale, Yemiş iskelesi ve Süpürgecilere çıkış veriyor.
Hücreler; simetrik ve düzgün, üstü kapalı sokağa bakıyor. Uzun kolda; karşılıklı olarak 23 erden, 46 ve kısa kolda ise; 18 erden, 36 tane; eyvan ve dükkan var. Toplam dükkan sayısı: 88. Dışarıda ise, 17 dükkan daha var. Hepsinin toplamı: 105 dükkan.
Mısır çarşısında bulunan; baharatçı ve aktarların yanı sıra; meze, kuru yemiş, baharat, çiçek tohumları, nadir bitki kökleri ve kabukları, zeytin ve peynir, şifalı ot, bitki, kurutulmuş meyve, pestil, el sanatları ve giyim eşyası satan esnaf bulmakta mümkün.
Burada, son yıllarda çarşı içinde kuyumcu dükkanları da açılmış. Bu yeni dükkanlar; aslında çarşının tarihi dokusuna ve temel özelliğine pek uygun değil. Ama sonuçta; daha önce de söylediğim gibi, tarih boyunca her derde deva olmuş; kurutulmuş bitkilerin, çeşit çeşit otların ve yüzerce tür baharatın buluştuğu dev bir pazar burası.
Buradan ne satın alınır? Evde değirmende çekip, kokusu kaçmadan kullanmak isteyenler için tane karabiber, yemeklere lezzet veren safran bitkisi ve damla sakızı. Bu damla sakızlarını, buzdolabının soğuk bölümünde bekletebilir ve gerektiğinde döverek kullanabilirsiniz.
Özellikle; muhallebilere karıştırabilirsiniz. Suya atıp bekletirseniz, içme suyunuzun, mis gibi sakız aromalı olduğunu görürsünüz. Yine de, buradan alışveriş düşünüyorsanız, bir şeyi hatırlatmakta yarar var, gezi sırasında yanınızda ağırlık olmaması sanırım lehinize olur.
Evet, İki kolun birleşme bölümünün orta kısmı ise; çarşının dua meydanı. Burada; asma bir ezan yeri yapılmış.
Mısır çarşısının o güzel atmosferini içinize çekerek ve baharat kokularını hissederek yürüyün, vitrinlere bakın, zaman ayırın bir kahve için, gül lokumu deneyin. Özellikle; yabancı turistler buraya uğramadan edemiyorlar, siz de mutlaka zaman ayırın. Dikkat, burası pazar günleri kapalı.
Evet, Mısır çarşısını gezdik ve çıktık. Külliyenin hemen yanında, avlunun doğu ucunda bir türbe var.
HATİCE TURHAN SULTAN TÜRBESİ
İstanbul Kumkapı: Bu türbenin bir özelliği var. İçinde; beş padişah gömülü. Çok sayıda hanedan mensubu ile Osmanlı sülalesinin en büyük kabristanı. Türbenin kubbesinin çapı; 15 metreden fazla. Yapım yılı; Yenicami ile aynı dönem.
Türbenin önünden, Bankalar Caddesine doğru yürüyün. Köşede; Yenicami külliyesinden kalan “Sebil” karşınıza çıkacak. Aynı hizada, aynı köşede: Hidayet Camini göreceksiniz.
HİDAYET CAMİİ
Eminönü’n de iki büyük bina arasında sıkışmış, arada kalmış bir yapı.
Arapça da “hidayet” sözcüğü; Türkçe de “Yol gösterme, doğru yolu arama, doğru yola girme ” gibi anlamların karşılığı. Osmanlı döneminde; burada balıkçılar yaşarmış. Sultan 2.Mahmut bizzat gelip burayı gördüğünde, balıkçıların barınaklarını yıktırıp, yerine, ahşap bir cami yaptırır. Sanırım; balıkçıların yaşam şeklini beğenmez ve doğru yolu bulmaları adına, bu camiyi yaptırır.
Caminin ismini de “hidayet” koyar. Büyük ihtimalle; balıkçıların, doğru yoldan çıktıklarını düşünmüş olsa gerek. Aslında; Padişahın, sarayından çıkıp, balıkçı barınaklarını gezmesi, durumu yerinde incelemesi ve ondan sonra, “buraya bir cami yapıla” demesi, gerçekten ilginç bir durum. Zamanın; yönetim anlayışının ifadesi açısından ilginç.
Sonuçta; 1813 yılında, Padişah 2.Mahmut döneminde, buraya ahşap bir cami yaptırılır. Ancak, bu ilk yapılan ahşap caminin günümüze kadar gelen tek unsuru; avluya giriş kapısı.
Ahşap caminin yerine; 1887 yılında, Sultan Abdülhamit tarafından, bugünkü cami yaptırılır. 19’ncu yüzyılın, oryantalist üslüplu bir yapısı. Mimarı: Alexandre Vallaury. Mimar: Vallaury; İstanbul’da doğmuş, Fransız asıllı. İstanbul’da pek çok eser yapmış ve Osman Hamdi Bey tarafından ” Mimar-i Şehir” olarak tanımlanmış bir sanatçı.
Cami; yoldan yani avludan 3 m. yukarıda. Merdivenle çıkılıyor. Basamaklar, kısacık minarenin yanından kıvrılıyor. Giriş sahanlığı, sonradan, camekanla kapatılmış. Son cemaat yeri: ahşap ağırlıklı, küçük ve düz tavanlı. Buradan; ana mekana geçiliyor. Ana mekan: kare planlı. Yüksek bir tavan var.
Tepede; bir tek kubbe. Osmanlı camilerinde alışılmadık tarzda; sivri bir kubbe var. Kubbenin alt kenarlarında ise, pencereler dizili. Ama; asıl iki büyük pencere, karşılıklı iki duvarda. Vitraylarla süslenmiş pencerelerin üste doğru kıvrılarak sivrilen şekilleri ilginizi çekecektir.
Caminin iç süslemeleri; kalem işi. Çini kullanılmamış. Çiniler; alt kattaki camide. Aslında; bunu derken, bir gerçek ortaya çıkıyor. Hidayet cami; bir bakıma iki cami gibi. Cami; zeminden yüksekte inşa edildiği için, zaman içinde, alttaki boşluk, iş yerlerine dönüşmüş. Bir bankanın deposu olmuş, nakliyeciler büro açmışlar. Ancak; 1992 yılında, alt kat boşaltılmış ve camiye çevrilmiş.
Gerekçe: tarihi camide, cuma namazlarında yer kalmaması. Ancak, bugün cuma namazı dışında, bütün namazlar, alt kattaki cami de kılınıyor, tarihi cami ise, yalnızca cuma dan cumaya açılıyormuş. Belki de iyi oluyor çünkü kullanım halinde onarım gerekecek. 1999 depreminden sonra çatlayan duvarları görmek mümkün.
Buradan; Ankara Caddesine çıkın. Karşınıza: Sirkeci Garı çıkıyor.
SİRKECİ GARI
İstanbul’u demir yolu ile Avrupa’ya bağlayan yer olması nedeniyle önem taşır. Ayrıca: ünlü Orient-Expres’in son durağıdır.
Evet, şimdi, buranın yapılışını inceleyelim. Sirkeci Garının temeli, 1888 yılında atılır. 1890 yılında ise, inşaatı bitirilerek hizmete açılır. Mimarı: Alman A. Jasmund. Jasmund; Padişah 2.Abdülhamit’in güvenini kazanarak, Sarayın baş mimarı olur. Gar ile ilgili projeyi hazırlarken: İstanbul’un konumunu değerlendirir. Yani: batı ile doğunun birleşme noktası. Bu nedenle; binanın, oryantalist üslupla yapılmasını düşünür.
Aynı yapıda; gerek bölgesel ve gerekse ulusal biçimsel kalıplara yer verilmesi gerektiğini düşünür. Bu düşüncelerini yansıtmak için: cephede, tuğla bantlar kullanır. Pencereler sivri kemerli olur. Ortada ise, Selçuklu dönemi taş kapılarını anımsatan, geniş bir giriş kapısı yapar. Vitraylar, bu üslubu tamamlar.
Binanın kaidesi granitten, cephesi ise mermerden ve İtalya-Marsilya’dan getirilen taşlarla yapılır. Bekleme salonuna; Avusturya’dan getirilmiş büyük çini sobalar konur. Binanın aydınlatması için; çeşitli yerlere, 300 hava gazı feneri yerleştirilir. Orta girişin, iki yanında; iki saat kulesi yapılır. Bu iki kule arasında: orta salon, bekleme salonları ve yönetim odaları bulunur.
Buranın bir başka özelliği ise şu: Yedikule’de yapımına başlanan demir yolu, Yenikapı’ya geldiği zaman, hattın, Sarayburnu’na kadar uzanan Topkapı Sarayı bahçesinden geçirilmesi konusu, uzun tartışmalara neden olur. Ancak, Padişah Abdülaziz’in izniyle, hat Sirkeci’ye ulaştırılır.
Sirkeci’ye ulaşan demir yollarının yapımında, istimlak amacıyla, tarihi değerine paha biçilemeyen Bizans ve Osmanlı Saray ve Köşkleri yıkılır, sahil özelliğini tamamen yitirir. Yapıldığı zamanlar denize çok yakın olan Sirkeci Garı zamanla denizden uzaklaşır.
Ne zaman tarihi geçmişimize, tarihi eserlere sahip çıktık ki? Tarihi eserler, birçok insanımız tarafından, çoğu zaman, yalnızca birer taş parçası olmaktan öteye gidemedi.
Evet, biz yine binaya gelelim. Binanın saat kulesi cephesinde ise; büyük bir lokanta bulunur. Lokantaya; uzun mermer merdivenlerle çıkılır. Adını Orient-Expres’den alan tarihi lokantasında yemek yiyebilir, kafesinde oturup bir şeyler içebilirsiniz.
Buranın projesi: Orta Avrupa’daki birçok tren istasyonuna esin kaynağı olur.
Bu arada; Sirkeci Gar’ı içinde, bir müze var. İstanbul Demir yolları Müzesi. 145 metre karelik bir alanda hizmet veriyor.
2005 yılında açılan bu müzede; demir yolu tarihimiz ile ilgili objeler var ve giriş ücretsiz. Toplam: 300 adet eser sergileniyor. Evet; Sirkeci Garının karşısına geçip, binayı inceleyin. Zaman ayırabilirseniz; içine girin, tarihi lokantayı ve demir yolu müzesini gezin.
Devam ediyoruz. Buradan; Mimar Kemal Caddesine ilerleyin. Hemen karşısına tarihi Sansaryan Han çıkacak.
SANSARYAN HAN
Doğubank olarak bilinen elektronikçilerin bulunduğu sıradaki han. 1895 yılında yapılmış. Sütunlu pencereleriyle hemen dikkati çeken bir yapı. Mimarı: Bulgar kilisesini de projelendiren Ermeni Mimar Hovsep Aznavor. Mükemmele yakın, eski tarz bir asansörü var.
Bina; 1944 yılından, 1980’lere kadar, Gayrettepe’deki yeni bina yapılmadan önce, İstanbul Emniyet Müdürlüğü tarafından kullanılmış. Bir süre de, pasaport şubesi olarak kullanılmış. O yıllarda; bir kısım insanımızın burada yaşanan kötü anıları, hatıraları olduğu sıkça gündeme getirilen bir gerçek. Bugün, bu bina; Eminönü Adliyesi, hukuk-iş mahkemelerinin bulunduğu bir yer olarak kullanılıyor.
Yola devam ediyoruz. Buradan; daha önce gördüğümüz, Yenicami külliyesinden kalma Sebilden başlayan; Hamidiye caddesine geliyoruz. Karşı köşede: Padişah 1. Abdülhamit’e ait külliyeden kalan Abdülhamit Türbesi ve Medresesini göreceksiniz. Türbenin karşısındaki büyük yapı: Vakıf Han.
ABDÜLHAMİT TÜRBESİ
Abdülhamit külliyesinin bir parçası da bu türbe. Külliye; 1776-1777 yıllarında, Padişah 1.Abdülhamit tarafından yaptırılmış. Külliyeden günümüze ise, yalnızca bu türbe kalmış. Külliyenin Sebili ise; günümüzde, Gülhane Parkı karşısına taşınmış.
Türbe; mermer işçiliği yönünden son derece muntazam ve barok üslupta yapılmış. Köşeleri: yuvarlatılmış kare planlı. Tümü ile mermerden yapılmış. Önünde, avlusu var. Dış avlu kapısı üzerinde: sülüs yazı ile ayetler işlenmiş. Bu avludan: üç gözlü bir revak ile türbeye giriliyor.
Türbenin giriş kapısı üzerinde de; yine ayetler yazılı. Dıştan; iki katlı görünümdeki bu türbenin katları; birbirinden düz kornişli bir silme ile ayrılmış. Türbe; 26 pencere ile aydınlatılmış. İçerisi, kalem işleri ile süslenmiş.
Türbe içinde; 1918 yılında, 77 yaşında hastalanarak vefat eden, Padişah Abdülhamit gömülmüş. Ayrıca: şehzadeler ve Sultan yakınları da gömülü.
Buranın en büyük özelliği: kuzey duvarının ortasında, Peygamberimizin ayak izlerini kapsayan mermer bir pano bulunması.
VAKIF HAN
Binanın, kesin yapım tarihini saptamak mümkün olmamış. Çünkü, üzerinde tarih yazıtı bulunamamış. Muhtemelen, 1918 yılında bitirildiği düşünülüyor. Milli mimarlık akımı temsilcilerinden, mimar Kemalettin Bey’in eseri.
Bodrumla birlikte 7 katlı. Duvarları kesme taştan, döşemeleri çelik kirişleme sistemiyle yapılmış. Üzeri : kiremit kaplı ve ahşap bir çatı ile örtülmüş. Kare planlı. Zemin katı; tek bir kiralık mekan olarak düzenlenmiş.
Üst katlarda ise; merdiven kovasını çevreleyen koridorun üzerine dizili; 10 adet büro ve koridor uçlarına yerleştirilen birer tuvalet yapılmış. Yapının cephesi; klasik Osmanlı mimarlığından esinlenen ögelerle bezenmiş.
İşgal yıllarında; Fransız askerleri tarafından karargah binası olarak kullanılmış. Daha sonraki yıllarda ise; İstanbul Menkul Kıymetler Borsası olarak kullanılırken, yeni binaya geçilince, Adliye’ye devredilmiş. Sonraki süreçte; Adliye tarafından da boşaltılan bina, uzun yıllar; bölgede yaşayan tinerci ve madde bağımlılarının mekanı olmuş.
2006 yılında restore edilerek, beş yıldızlı otel haline getirilmiş.
Evet, yürümeye devam ediyoruz. Türbenin yanındaki Vedat Bey Sokağından ilerliyoruz. Karşımıza: Büyük Postane çıkıyor. İstanbullu veya İstanbul’da yaşayanların, burada mutlaka anıları vardır. Bir zamanlar; yaşamımızın küçük bir bölümünde dahi olsa, mutlaka buraya uğramışızdır.
BÜYÜK POSTANE BİNASI
Türkiye’nin en büyük postane binası. Yapımına, 1905 yılında başlanır ve 1909 yılında tamamlanır. Mimarı: Vedat Tek. 4 katlı olan binanın girişi, basamaklarla yükseltilmiş. Ön cephesinin her iki köşesi de öne çıkarılmış, yükseltilmiş ve üzeri kubbe ile kapatılmış.
Binanın içinde; 3 kat boyunca yükselen, dikdörtgen bir orta mekan var. Bunu; odalar çevrelemiş. Burada; 1927-1936 yılları arasında, İstanbul radyosu da hizmet vermiş.
Günümüzde; İstanbul PTT Başmüdürlüğü olarak hizmet vermekte. Giriş katında; tam teşekküllü bir postane şubesi bulunuyor. Ayrıca: bina içinde, bir de “Pul Müzesi” var. Bugüne kadar, ülkemizde çıkarılan pulları, burada görmek mümkün. Filatelistlerin ilgi odağı olan bir pul müzesi.
Büyük postanenin hemen önündeki caddeden, kuzeye doğru yürüdüğünüzde, Ankara caddesi var. Buraya varınca, sağa doğru ilerleyin, bir süre sonra: İstanbul Vilayet Binasını göreceksiniz. Yola devam edin, sağda; İran Başkonsolosluğu binası var.
İRAN BAŞKONSOLOSLUĞU BİNASI
Güzel bir yapı. Bu binanın en önemli özelliği: tarihi yarımadadaki, tek konsolosluk binası olması. Çünkü; Osmanlılar, Müslüman olmayan ülkelerin, tarihi yarımada da, elçilik açmalarına izin vermiyorlardı.
Gayrimüslim ülkelerin bütün konsoloslukları, Beyoğlu’nda idi.
Evet, bu bina; 1980’lu yıllarda İstanbul’a gelen ve İstanbul mimarisini değiştiren İsviçreli-İtalyan Fossetti kardeşler tarafından yapılmış. İçeriye ayakkabı ile girilemeyen ve kadınların başörtüsü ile girmesi gereken tek konsolosluk.
Özellikle; çeşitli günlerde (aşure günü gibi) içeride, herhangi bir yerde, namaz kılan insanlar görmek mümkün. Bina; İslam devriminden önce yapıldığı için, bariz olarak fars etkisi görülmekte. Güzel aslan heykelleriyle süslü.
Buradan; Türkocağı Caddesine girin. Karşınıza; İstanbul Erkek Lisesi çıkacak.
İSTANBUL ERKEK LİSESİ
İstanbul Erkek Lisesi; 1884 yılında kurulmuş bir devlet okulu. Geçmişte, Osmanlı devletinin Batılı tarzdaki ilk eğitim kurumu. 1933 yılından sonra ise, eğitim, bugün bulunulan bu binada sürdürülüyor.
Ama, bugünkü bina; daha önceleri, bir süre “Duyun-u Umumiye” (Osmanlı Devleti Genel Borçlar Kurumu) Binası olarak da kullanılmış. Bina; saçaklı balkonlu girişiyle dikkati çekiyor. Konumu itibarı ile; eşsiz boğaz ve haliç manzarasına sahip.
Evet, yürümeye devam ediyoruz. Az ileride, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin bir dönem genel merkezi olarak kullanılmış ve günümüzde Cumhuriyet Gazetesi Arşivi olarak kullanılan bina görünecek.
Tekrar geri dönüyoruz. Kazım İsmail Gürkan caddesine giriyoruz. Burada karşımıza; Cağaloğlu Hamamı çıkıyor. Cağaloğlu’nda, Yerebatan caddesinin sağ yanında.
CAĞALOĞLU HAMAMI
Ayasofya camine gelir sağlamak amacı ile, Padişah 1.Mahmut tarafından, 1741 yılında yaptırılmış. Mimarı ise bilinmiyor. Yapının içinde; barok üslup kullanılmış.
Ayrıca; klasik Osmanlı hamam mimarisinde bulunmayan, yenilikler de var. Ayrıca; Padişah 3.Mustafa tarafından, şehirde baş gösteren su ve odun sıkıntısı üzerine, büyük hamam yapımı yasaklanmadan önce yapılan son hamam olması da özellik.
Kadınlar ve erkekleri için, ayrı kısımları olan çifte bir hamam.
Erkek bölümünde; büyük bir kubbe ile örtülü soyunmalıktan, küçük bir kubbe ve yedi tonozla örtülü soğukluğa geçiliyor. Sıcaklık da, sekiz mermer sütunu bağlayan kemerlere oturan, büyük bir kubbe ile örtülü. Ortada, büyük bir göbek taşı var. Köşelerde, kubbeli halvet hücreleri bulunmakta.
Üç asırlık tarihi hamam, günümüzde faaliyetini sürdürmekte. Hamamın ortasındaki mermerli havuz çevresinde; kafe-bar olarak hizmet veren bir mekan mevcut. Gruplar için, açık büfeli organizasyonlar düzenleniyor. Zamanınız var mı bilmiyorum?
Ama söylenen şu ki; “Buraya girip te yıkanmayan insanlar, yıkandıklarını sanmasınlar ” şeklinde bir söz söylenmekte.
Gezimize devam ediyoruz. Soldaki: Alay Köşkü caddesinde: Beşir Ağa Camini göreceksiniz. Eski İstanbul Emniyet Müdürlüğü binasının hemen karşısında. Arkasında ise, Ayasofya var. Köşede sebili var.
BEŞİR AĞA CAMİ
Beşir Ağa; 1707 yılında, Osmanlı Sarayında, saray hazinedarı olarak görev yapar. Takip eden dönemlerde ise, Osmanlı saraylarında, 30 yıl boyunca: Darüssaade Ağasıdır. Bu sırada; İstanbul’un birçok yerinde: çeşmeler ve hayratlar yaptırır.
Babıali yakınlarında yaptırdığı cami yanındaki kütüphanede 1368 ve Eyüp semtindeki kütüphanesinde ise 219 cilt kitap bulunmaktadır. Bu kitaplar, bugün ayrılan bir bölümde muhafaza edilmektedir.
Beşir Ağanın ilk kurulan matbaada da önemli bir rolü olduğu görülür. Şöyle ki, ilk kağıt fabrikası, Yalova’da, Beşir Ağa’nın çiftliği arazisine kurulur. Çiftliğin, bu iş için tahsisinden sonra, fabrika kurulur ve 1746 yılında, Beşir Ağa vefat eder. Eyüp Sultan’daki Türbesine gömülür.
Evet; Beşir Ağa bu. Camiye gelince. Cami, ilginç bir kubbeye sahip. Bizans tarzı gibi görünen bir kubbe. Kubbe gövdesinde, pencereler var. Bu da yabancı bir üsluptan söz etmemize neden oluyor. Burada, 12 hücreden oluşan bir tekke yapısı var.
Bu hücrelerde; önceki dönemlerde kapatılan siyasi partilerin eşyaları depolanmış. Uzun yıllardan beri ise; burada, Batı Trakya Türkleri Derneği olarak hizmet yürütülüyor. Medrese ise, Milli Eğitim İl Müdürlüğünün deposu olarak kullanılıyor. Caminin altında, 11 dükkan var.
ALAY KÖŞKÜ
Topkapı Sarayının dış suru üzerinde, padişahların geçit yapan asker alaylarını ve İstanbul halkını seyretmek için yaptırdıkları bir köşk. Askerlerin ve halkın, padişahı selamlama fırsatı bulmalarından dolayı, köşke “Selam Köşkü” de denilmekte. Burası; sarayın şehirle doğrudan doğruya temas eden tek parçası. En hareketli cadde üzerinde bulunuyor.
Bazı tarihi olaylara da sahne olmuş bir mekan. En önemli olay ise: Vaka-ı Vakvakiye’dir. Çınar ağacı vakası olarak da bilinen bu olay: hazine buhranından sonra, sikkelerin bakır miktarının arttırılması ve buna isyan eden isyancılar ile, Padişah 4.Mehmet’in, Alay Köşkünde karşılıklı görüşmeleri idi.
Evet, bugün köşkün bulunduğu yerde; 16’ncı yüzyılda, ahşap bir köşk bulunuyordu. Köşkün bugünkü binası, Padişah 2.Mahmut tarafından yaptırılmış. Yapım yılı olarak; 1819-1820 yılları arası tahmin ediliyor. Mimarının ise, kesin olmamakla birlikte; Kirkor Amira Balyan olduğu sanılıyor.
Gülhane Parkının içinden, geniş bir rampa ile çıkılan köşk; yuvarlak bir hünkar salonu ve buna ilaveten hizmet binalarından oluşuyor. Ahşap olarak inşa edilmiş. Üstü; tamamen kurşunla örtülmüş. Köşkün; üzeri kabartma süslü 7 cephesi var. Dış cephesi mermer kaplı.
Üstü; üst üste 12 dilimli bir külah ve onun altında bir kubbe ile örtülü. Bu örtü; geniş ve dışarı çıkıntılı saçakları ile yapıya bitişiyor. Padişaha ait yuvarlak esas salon; burcun tam üstüne oturtulmuş. Bir dizi taş konsolla, dışarıya doğru çıkıntı oluşturulmuş. Köşkün; en üst kısmında, sağda dört, solda iki oda var. Taht odasının sağında; biri surlara açılan, iki oda daha var.
Ayrıca; taht odasının önünde; Gülhane Parkına bir rampa ile ulaşılan, genişçe bir sofa ile antre var. İkinci katta ise: iki oda bulunuyor. En alt kat ise, bodrum. Burasının; Gülhane Parkına bakan, 14 penceresi ve kanatlı 2 kapısı bulunuyor.
Pencerelerin kemerleri; hattat İzzet Mollanın yazıları ile süslü. Pencereler, aynı zamanda demir parmaklıklarla süslenmiş. Bir zamanlar, bu demir parmaklıkların altın yaldızlı olduğu söyleniyor.
Dolmabahçe sarayı yapılıp ta, padişahlar burada ikamet etmeye başlayınca, bu köşk işlevini yitirir. Çünkü; aynı olay, Dolmabahçe sarayının yol kıyısında bulunan “Pembe Köşk” ünde sürdürülür. Bu köşk; yakınlarına yaptırılan “Telgrafhane” emrine tahsis edilir.
Daha sonra, Telgrafhanenin de buradan taşınması üzerine, uzun yıllar boş kalır. Cumhuriyetten sonra, çeşitli maksatlar için kullanılır. 1938 yılında, Topkapı Sarayı Müdürlüğüne bağlanan köşk, daha sonra önemli bir onarımdan geçirilmiş.
1960 yılında yapılan tamirat sonucunda, bazı bölümleri kaldırılır.
Sarayın en dış sınırında, bir zamanlar bulunan birçok köşk ve kasırdan, günümüze kalan son eser olması nedeniyle önem taşıyor. Burada günümüzde, Topkapı Müzesine bağışlanan, Kenan Özbel halk sanatları koleksiyonu sergileniyor.
Gezimize devam ediyoruz. Gülhane Parkının girişinin hemen karşısında: Hamidiye Sebili ve arkasında ise Zeynep Sultan Cami var. Gülhane Parkının karşısındaki Çocuk Muhakemelerinin bitişiğindeki cami. Caddenin kenarında büfe olarak kullanılan sebilin hemen yanında, bir bahçe giriş kapısı var. Buradan giriliyor. Arka taraftaki giriş ise, binaların içinden geçilerek sağlanıyor.
ZEYNEP SULTAN CAMİ
1769 yılında, Lale Devri Padişahlarından 3.Ahmet’in kızı, Zeynep Asime Sultan tarafından, mimar Mehmet Tahir Ağa’ya yaptırılmış. İlk bakışta, bir Bizans yapısı izlenimi veriyor. Çünkü: barok tarzda yapılmış ve yapıda kullanılan malzemeler ilginç. Kubbesi değişik, özellikle kubbeye bakın.
Tek şerefeli minaresi var. Bu minarenin taş basamak kenarları açıkta bırakılmış ve farklı bir renk ve desen yaratılmış. Şerefesinde; barok tarzı, bitki bezemeli demir korkuluklar var. Gövde: tuğladan yapılmış. İki yerde; hazire (çevresi çevrili mezarlık) var. Bu hazirelerde; kaderleri farklı biçimlerde gelişen, iki insanın naaşları var.
Bunlardan biri; Alemdar Mustafa Paşa. 1808 yılında ölen Alemdar Mustafa Paşa; Ruscuk’un tanınmış Beylerbeyidir. Padişah 3.Selim’in yenilikçi ve reformcu yönünü beğenir ve onu izler. Padişah 3.Selim; halası Zeynep Asime Sultan’ın kocası Melek Mehmet Paşa’nın kendisine sadrazamlık yaptığı sırada: Nizam-ı Cedit yani yeni orduyu kurar.
Fakat; 4.Mustafa, 1807 yılında, amca oğlunu, 3.Selim’i tahttan indirir ve saraya hapseder. Alemdar, Nizam-ı Cedid askerlerinden oluşan büyük bir ordu ile, İstanbul’a girer. 3.Selim’i yeniden tahta çıkarmak ister, ancak 4.Mustafa, Alemdar’ın İstanbul’a gelmekte olduğunu öğrenince, sarayda bulunan 3.Selim’i öldürtür.
Kardeşi 2. Mahmut’un da, Alemdar’ın tahta çıkarmasından korktuğundan öldürülmesini ister. Ancak, saray mensuplarından bir kısmı, sarayın damına çıkartarak, 2. Mahmut’u gizlerler.
Alemdar, saraya gelip 2. Mahmut’u tahta çıkarır ve kendisi de sadrazam olur. Aslında, bunlar tarihi size tarihi hikaye gibi gelmekte ama, gerçekten ilginizi çekebileceğini düşündüğüm olaylar, özellikle son bağlantı ilginç.
Evet; reformlar devam ettirilir. Bu defa; Sekban-ı Cedid ordusu kurulur. Bu arada; bozulan devlet düzeninin geri sağlanması için; Padişah ile tebaası arasında, Sened-i İttifak isimli antlaşma imzalanır.
Fakat, bu uygulama kısa sürer. Tarihte ilk defa, bir Padişah, yönettikleriyle sözleşme imzalamış ve bu durum Padişah 2.Mahmut’un hiç hoşuna gitmemiştir. O sıralarda, yeniçeriler de kendi gelecekleri açısından rahatsızdırlar. Derken, Alemdar’ın sadrazamlığının dördüncü ayında, yeniçeriler tekrar ayaklanır, Alemdar Mustafa Paşa’nın evini kuşatırlar.
Hatta, konağın çatısına çıkıp, yıkmaya başlarlar. Kurtuluş ümidi olmadığını fark eden Alemdar, konağın barut deposuna iner ve daha fazla yeniçerinin, barut fıçılarının etkinlik alanına girmesini bekledikten sonra, tabancası ile barut fıçılarını ateşler ve kendisiyle birlikte 100 yeniçerinin de ölmesine sebep olur.
Hatta, bu sayıyı 500 ila 800 arasında söyleyen tarihçiler bile bulunmaktadır. Zaten kızgın olan yeniçeriler, büsbütün sinirlenirler. İki gün sonra, yıkıntılar arasında, Alemdar’ın cesedini çıkarırlar. Sürükleyerek Aksaray’daki bir ağaca asarlar. İki gün sonra da, hırslarını alamayıp, Yedikule’de bir kuyuya atarlar.
Bu kargaşa sırasında; Padişah 2.Mahmut da, 4. Mustafa’yı öldürtür ve ilk fırsatta Sened-i İttifak sözleşmesi yok edilir. Yeniçeriler ve Sekbanlar arasındaki bu çatışma sırasında, İstanbul, adeta bir kan gölüne döner. Sokaklar, cesetlerden geçilmez olur. Çıkan yangınlarda, büyük mahalleler, evler, eşyalar kül olur.
1908 yılında, 2’nci Meşrutiyetten sonra, ceset kuyudan çıkarılır. Alemdar’ın adının verildiği cadde üzerinde bulunan Zeynep Asime Sultan caminin haziresine gömülür.
Ölümünün üzerinden tam 100 yıl geçtikten sonra, bu caminin haziresine gömülmüş ve bir kahraman olarak ilan edilmiştir. 4 ay sadrazamlık yapan Alemdar Mustafa Paşa’nın şansı mı, yoksa Zeynep Asime Sultan’ın şansızlığımı bilinmez? Cami haziresi, her iki kabre de, biraz garip ev sahipliği yapıyordu. Birisi; gömülü olduğu yerden çıkarılıp, tekrar toprakla buluşmak için tam 38 yıl bir bodrum katında bekler. Diğeri ise, tam 100 yıl, yani bir asır boyunca atıldığı bir kuyudan çıkarılıp, buraya getirilir.
Aynı gariplik; camiye ait çeşme ve sebilde de var. Atlı tramvay yolu için; ikisi de yıkılmış. Ama; bugün, orada bir çeşme ve sebil var. Evet var. Bunlar, Zeynep Asime Sultan camine ait orijinaller değil.
Onlar; Sirkeci’deki 1.Abdülhamit külliyesine ait çeşme ve sebil. 4.Vakıf Han’ın yapılması sırasında; kabir yıkılıp yeni yerine taşınınca, çeşmesi ve sebili de bu camiye taşınmış ve daha önce burada yapılan vahşi yıkımın sıkıntısı bir nebze de olsa onarılmaya çalışılmış. Ne kadar başarılı olduğunu, gördüğünüzde siz takdir edin? Hikayesi bu.
Caminin bodrumu ise, 1963 yılında restore edilerek, ibadete açılır. Eskiden sebil olarak kullanılan kısım ise; günümüzde Vakıflar tarafından kiraya verilmiş ve büfe olarak işletilmekte.
Evet, yokuştan yukarı doğru yürüyün. Karşınıza; Cafer Ağa Medresesi gelecek. Medrese; Ayasofya Müzesinin arkasındaki Soğukkuyu sokağa bağlı, soğukkuyu çıkmazında bulunuyor. Burada; basık kemerli bir kapıdan giriliyor.
CAFER AĞA MEDRESESİ
16’ncı yüzyılda, sanatçıları korumasıyla tanınan, devlet adamı Cafer Ağa tarafından, 1559 yılında, Mimar Sinan’a yaptırılır. Mekan; dikdörtgen planlı bir avlu ve onu çevreleyen 16 odadan oluşuyor. O dönemdeki öğrenciler için; bir ders mekanı olarak kullanılır. Yapının dış cephesinde, göze çarpan en önemli özellik ise: bacalar. Zaman içinde değişikliğe uğrayan medresenin bacaları; günümüze kadar gelmeyi başarmış. Kurşunla örtülü olan baca biçimleri, dönemin diğer bacalarından farklı. Bu durum, Osmanlı mimarlık tarihi açısından önem taşıyor.
Cumhuriyet dönemiyle birlikte, medresenin işlevleri sona erer. 1989 yılında, Dışişleri Bakanlığının öncülüğünde, Türk Kültürüne Hizmet Vakfının koruma altına alması ile, bina yeniden onarılır. Restorasyon çalışmalarının ardından, bir sanat merkezi olarak hizmete açılır. Vakfın asıl amacı: Türk kültürünü yaşatmak. Unutulmaya yüz tutmuş, geleneksel Türk el sanatları, yıllardır yeni nesillere öğretilerek yaşatılmaya çalışılıyor.
Bugün; Türk el sanatlarının; tanıtılması ve geliştirilmesi amacıyla, her yaştan insana hizmet verilmekte. Ebru, hat, Osmanlıca, tezhip, minyatür, kuyumculuk, ahşap dekoratif süsleme, ev içi dekoratif süsleme, porselen süsleme, resim, vitray, takı, ud, ney, gitar, bağlama şeklinde oldukça geniş bir yelpazede kurslar ve eğitimler sunulmakta.
Medresede yer alan odacıklardan birinde ise; Vakfın çıkardığı kitapların bulunduğu kitaplık var. Diğer odacıkların bir kısmı atölye çalışmaları için ayrılmış, bazılarında ise hediyelik eşya sergisi ve satışları yapılmakta. İstanbul’da yaşayan veya turist olarak gelen yabancılar; bu tarihi mekanda, uygulamalı olarak, geleneksel Türk el sanatlarını tanıma fırsatı buluyorlar. Kafe olarak işletilen avlusu ise, özellikle yaz aylarında, bu tarihi havayı koklamak ve sanatla iç içe olarak vakit geçirmek isteyenler ile dolup taşıyor. Zamanınız varsa, buraya, bu kafeye uğramayı sakın ihmal etmeyin.
Daha yukarı yürüyoruz. Yerebatan caddesinin başında, karşıda: Yerebatan Sarnıcı var.
YEREBATAN SARNICI
Buraya. Ayasofya meydanı batısındaki, küçük binadan giriliyor. 52 basamaklı bir merdivenle iniliyor.
Sarnıcın bugün bulunduğu yerde; daha önceleri, muhtemelen 3 yada 4 ncü yüzyılda yapılmış büyük bir Basilika bulunmakta imiş. Burada: ticaret ve hukuk işleriyle bilim ve sanat faaliyetleri yürütülürmüş. Ancak; 476 yılındaki büyük yangında, bu Basilika tamamen yanar, daha sonra ise imparator İlius tarafından yeniden yaptırılır.
Yeni yapı; yeni bir yangın felaketinden ve 532 yılında şehri kasıp kavuran Nike ayaklanmasından etkilenir. Söylentiye göre: bu bazilikanın çevresi; sütunlarla çevrili ve üstü açık avlusunda, Ayasofya’ya dönük, eli çenesinde, Hz. Süleyman’ın heykeli bulunmaktadır. Bu heykelin bulunmasının sebebi ise; Hz. Süleyman’ın, Kudüs’te yaptırdığı mabetten daha muhteşem olan Ayasofya’dan etkilenmesi imiş. Çünkü: İsrail hükümdarı I. Basilius (867-886) tarafından, Hz. Süleyman’a Kudüs’te yaptırılan mabet, yeryüzünde, Ayasofya yapılıncaya kadar ki en muhteşem mabet imiş.
Neyse, Bizans İmparatoru Justinianus, yangında yok olan büyük bazilikanın yerine; 532 yılında, rivayete göre 7000 kölenin çalıştığı bu sarnıcı yaptırır. Amaç; çevredeki saraylara, su sağlamak. Çünkü: İstanbul’da tarihler boyunca su sıkıntısı yaşanmış. Yeni yaptırılan sarnıç; ismini, yakındaki İlius Bazilikasından alır. Bazilika sarnıcının suyu; imparator Valens tarafından, 368 yılında yaptırılan 971 m. uzunluğundaki Valens (Bozdoğan) kemeri ve imparator Justinianus tarafından yaptırılan, 115 m. uzunluğundaki Mağlova Kemeri yardımıyla, şehre 19 km. uzaklıktaki Belgrad Ormanlarındaki Eğrikapı su taksim merkezinden getirilmiştir. Yaptırılan sarnıca; aynı dönemde, “Basilica Cistern” ismi verilir.
Şehirdeki, en büyük ve en muhteşem sarnıç. Tarihi yarımadanın tam ortasında bulunuyor.
İçeri girdiğinizde; sütun ormanı gibi görünümlü bir mekanla karşılaşıyorsunuz. Suyun içinde yükselen sütunlar; uçsuz bucaksız bir ormanı hatırlatmakta ve sarnıca girer girmez ziyaretçiyi etkilemekte. Bunun sonucu olarak da; sarnıca “Yerebatan” sarnıcı ismi verilmiştir.
Belirli aralıklarla dikilen bu sütunlar; her sırada 28 tane olmak üzere, 12 sıralı. Yani; 28 x 12 sıralı sütunların toplamı: 336 adet. Sütunların başlıkları da yer yer farklı özellikler taşır. Bunlardan 98 tanesi korint üslubu ile süslenmiştir. Diğer bir kısmında ise, Dor üslubu görülür. Sütunların uzunluğu: 9 m. Bu sütunların çoğunluğu; daha eski yapılardan toplanmış. Diğerleri ise; mermer ve granitten yontularak yapılmış.
Büyük kısmı tek parçadan, bir kısmı ise, üst üste iki parçadan oluşmuştur. Büyük bölümü; silindir biçiminde. Bir kısmı ise; köşeli veya yivli biçimde. Bir söylentiye göre; sütunlar üzerindeki şekillerin, göz yaşına benzemesi; büyük bazilikanın yapımında ölen yüzlerce köleyi anlatır.
Yapı: 145 m. uzunluğunda ve 65 m. genişliğinde. 9800 metre karelik bir alanı kapsıyor. 100 bin ton su depolama kapasitesine sahip.
Tavan tuğla örülü ve çapraz tonuzludur. Tavan ağırlığı; haç biçiminde tonozlar ve yuvarlak kemerlerle sütunlara aktarılmış. Duvarlar: 4.80 m. kalınlığında ve tuğladan örülmüş. Zemin ise, tuğla döşeli ve horasan harcından kalın bir tabaka ile sıvanarak, su geçirmez hale getirilmiş. İçerideki su seviyesi, mevsimlere göre değişiyor. Su seviyelerinin bıraktığı izler, sütunlarda görülebiliyor. Doğu duvarındaki borulardan, dışarıya su veriliyor.
Fetihten sonra, sarnıç bir süre kullanılır ve padişahların oturduğu Topkapı Sarayının bahçelerine buradan su verilir. Ancak, durgun su yerine, çeşme suyunu yani akan suyu tercih eden Osmanlılar, şehirde, kendi su tesislerini kurduktan sonra, burayı kullanmamışlar. Kullanımdan kalkınca, bu dönemde, yaklaşık 100 yıl süresince, sarnıcın varlığı unutulmuş.
Ancak; bodrumlarda su biriktiren ve deliklerden sepetle balık tutan insanların varlığının anlaşılmasıyla, sarnıç keşfedilmiş. Bu keşfin yapılmasında; 1544-1550 yılları arasında, Bizans kalıntılarını araştırmak için, İstanbul’a gelen Hollandalı gezgin P. Gyllius’ un da büyük etkisi olur. Daha sonraki Osmanlı döneminde, iki kez restore edilmiştir. İlk onarım; Padişah 3.Ahmet döneminde, 1723 yılında, mimar Kayserili Mehmet Ağa tarafından yapılır. İkinci onarım ise; Padişah 2.Abdülhamit döneminde, 1876 yılında yaptırılır.
Cumhuriyet döneminde; 1940 yılında, sarnıcın giriş kısmındaki evler, Belediye tarafından istimlak edilerek, giriş için düzenli bir bina yaptırılır. Daha sonra ise, 1987 yılında, sarnıçta büyük bir temizlik faaliyeti görülür. Bu faaliyette, zemin temizlenir. Yaklaşık; 1 metreden fazla çamur temizlendiğinde; orijinal tuğla taban ve iki sütun altında “Medusa” kafası, mermer bloklar ortaya çıkarılmış. Bir gezi platformu yapılarak, sarnıç içinde dolaşmak mümkün hale getirilmiş.
Özellikle; sarnıcın kuzeybatı köşesindeki iki sütun altında, kaide olarak kullanılan, bu Medusa başları; Roma çağı heykeltıraşlık sanatının birer şaheseri olarak örnekleniyor. Bunların; antik bir yapıdan sökülerek buraya getirildikleri tahmin edilse de, hangi yapıdan alınarak buraya getirildikleri bilinmiyor. Ancak, o kadar güzel yerleştirilmişler ki; ışığın yansıma pozisyonlarına göre, Medusa başlarını; normal, ters ve yan olmak üzere üç ayrı pozisyonda görmek mümkün.
Medusa ile ilgili mitolojiye dayandırılan birçok efsane, bu sarnıcı daha da gizemli hale getiriyor. Şöyle ki: bir söylentiye göre: Medusa, yeraltı dünyasının dişi canavarı olarak bilinen üç gorgoman’dan biridir. Bu üç kız kardeş, yalnızca, yılan başlı Medusa: olumlu ve kendisine bakanları taşa çevirme gücüne sahiptir. O dönemde, büyük yapıların ve özel yerlerin, kötülerden korunması amacıyla; Medusa kafasının buraya yerleştirildiği sanılmaktadır. Sarnıcı ziyarete gelenler, hayretler içinde, bu Medusa başlarını izlerler.
İçi kuru olmasına rağmen, son restorasyonda su gelmiş ve halen içinde 1-2 m. arasında su bulunmaktadır.
Günümüzde, halen burası Müze haline getirilmiş ve İstanbul Büyükşehir Belediyesinin çeşitli; ulusal ve uluslararası kültür etkinlikleri gerçekleştirilmekte. Bu etkinliklerden; Müzik Konserleri ve Mevlevi Sanat gösterileri, Yerebatan Şiir Akşamları ve Sergiler sayılabilir. 800 metre karelik etkinlik alanı ve 500 kişi kapasiteli kokteyl mekanı çeşitli organizasyonlar için kullanılmakta. Buraya, bugüne kadar birçok insan konuk oldu. Mutlaka gidin, mutlaka görün diyorum.
Evet, yeniden Sultanahmet Meydanına dönüyoruz. Divanyolu caddesi üzerinde Firuzağa cami var. Caminin hemen karşısında ise; Padişah 2. Mahmut’a karşı yapılan bir saldırıyı önleyen, saray halayıklarından Cevriye Kalfa için yaptırılan ilkokulu görmek mümkün. İstanbul’da yalnız hanımların değil, gündelikçi kalfaların da ilkokul yaptırdıklarını görmek açısından ilginç.
Burası; bugün “Türk Edebiyatı Kütüphanesi” olarak kullanılıyor. Firuz Ağa caminin hemen arkasındaki parkta ise; eski kalıntılar var. Bu kalıntılar; eksiden: Antiohos ve Lausos adlı, iki zengin kişinin sarayına ait kalıntılar.
FİRUZ AĞA CAMİ
Divanyolu caddesi üzerinde. Sultanahmet At meydanında. Padişah 2. Beyazıt’ın Hazinedarbaşı Firuz Ağa tarafından, 1491 yılında yaptırılmış. Fetihten, yalnızca 38 yıl sonra yapılmış olması nedeniyle, klasik Osmanlı camilerinden önceki dönemi yansıtan, önemli bir yapı. Düşünün, bu cami yapıldığında, daha Sultanahmet caminin yapılmasına 120 yıl vardı.
Cami; kubbesi 8 köşeli kasnağa oturtulmuş olup Bursa üslubunda. Kare planlı. Beyaz kesme taşlardan örülü. Tek kubbede: 4 sütun ve 3 kemer var. Kubbenin boyutları ise; dıştan dışa yaklaşık 13.5 x 13.5 m. ebatlarında. Son cemaat yeri; merdivenli. Dış avluya giriş kapısı; tramvay yolu üzerinde parmaklıklı bir duvar. Kapı: camiyi küçük göstermemek ve soğuk havalarda içeriyi soğutmamak için küçük fakat çok uyumlu ölçülerde yapılmış.
Caminin minaresi; tek şerefeli. Yapılırken, diğer tek minareli camilerin aksine, kıbleye göre sola inşa edilmiş olması ilginçtir. Diğer bir özelliği ise; minaresinin ters olması. Caminin minaresi: arkada ve solda. Neden? Bu cami, İstanbul’un fethinden sonra yapılan ilk camilerden. O tarihte, İstanbul’un yaklaşık yüzde 80 i Rum imiş. Cami; şehrin merkezi yerinde. Etrafında, büyük ihtimalle Rum yerleşim yerleri vardı. Söylenenlere göre: oraya cami yapılmasına karar verildiğinde, caminin hemen sağında ve oldukça yakınında oturan Rum vatandaşların, ezan sesinden rahatsız olmamaları düşünülmüş olabilir.
Bir de, Ege bölgesinde Rumlardan geriye kalan evlerde de dikkat çektiği üzere, bir binanın, diğer bir binanın güneş ışığını kesmemesi konusunda, Rumların büyük hassasiyetleri vardı. Bu da etkili olabilir. Sonuçta; Osmanlının, yönetim anlayışındaki hoşgörü gerçekten görülmeye değer. Yoksa; Rum vatandaşların ricası ile, cami minaresinin yerinin değiştirilmesi? Düşünebiliyor musunuz?
1512 yılında ölen Firuz Ağa’nın mezarı da caminin bahçesinde. Bahçedeki beyaz mermerden yontulmuş bu tek lahdin dört yüzünde, gül demetleri var.
Camiye ait diğer bir özellik ise: Uzun yıllardır, ikindi ezanlarının; Sultanahmet cami ile karşılıklı olarak okunmasıdır.
Önce, Sultanahmet caminin müezzini ezana başlar, ardından Firuzağa caminin müezzini buna karşılık verir şekilde ezanın aynı bölümünü tekrarlar. Her iki cami arasında, karşılıklı olarak başından sonuna kadar, ezan, yankılı olarak okunur. Her iki caminin müezzini de, seçme ve güzel sesli olduklarından, 5 dakikalık bu süreçte, iç titreten bir ahenk yaşanır. Alman çeşmesi ile at meydanı; bu iki ibadethanenin tam ortasında kaldığından, ezan sesleri, en iyi bu bölgelerden dinlenebilir. Ayasofya’nın cami olduğu dönemlerde, bu karşılıklı okuma faslı, Sultanahmet ile Ayasofya müezzinleri arasında yapılırmış.
Tekrar, Divanyolu caddesine dönüp, Klot Farer Sokaktan içeri girin. Solda, parkın altında, ikinci büyük bir kapalı su sarnıcı var. Binbirdirek Sarnıcı. Klot Farer Sokaktan aşağıya doğru yürüyün. Karşınıza; Keçecizade Fuat Paşa Camii ve Türbesi çıkacak. Buradan, biraz daha aşağıya yürüdüğünüzde ise, sağdan Su Terazisi Sokağa girin ve sağa dönün. Karşınızda: Sokullu Mehmet Paşa Cami.
BİNBİRDİREK SARNICI
Sultanahmet semtinde, Adliye sarayının üst tarafında, küçük bir meydanda bulunuyor. Hipodromun batısında. Yerebatan sarnıcından sonra, İstanbul’un ikinci büyük su haznesi.
Eski Bizans kaynaklarına göre, MS. 4’ncü yüzyılda, imparator Büyük Konstantinus devrinden kalma. Yaptıranın ise; Filoksenis olduğu sanılıyor. İmparator I. Konstantinus; şehri yeniden kurduğunda, Roma’daki bazı senato üyelerini buraya gelip yerleşmeye zorlar. Bunlardan; Filoksenus; sarayını, hipodromun komşusu olarak buraya yaptırır ve sarayın su ihtiyacını karşılamak üzere de, bu sarnıcı inşa ettirir.
Yapının boyutları: 64 x 56 x 40 m. ebatlarında. Etrafı: kalın duvarlarla çevrilidir. 3584 metre kare büyüklüğündedir.
Sarnıçta, adıyla çelişircesine, 224 sütun var. Bunlardan, 212 tanesi günümüze kadar ayakta kalarak gelmiş. Sütunların başlıkları işlemesizdir. Piramit biçiminde başlıklar vardır. Böylece; sütun ve başlıklar, devşirme malzeme olmayıp, yalnızca burası için yapılmıştır.
Sütunlar, birbirinden 3.75 m. aralıkla sıralanır. Bunlar; birbirine kemerlerle bağlanır ve çapraz tonozlar taşırlar. Sütunlar; üst üste bindirilmiş iki gövdeden meydana gelir. Bunların arasına, dışa taşkın birer bilezik yapılmıştır. Sütunlar; alttan 5 m. kadar toprağa gömülmüştür. Aslında, bunların yüksekliği tam olarak; 12.5 m. bulmaktadır. Sütun gövdelerinde, çok sayıda, Grekçe harfin işlenmiş olması dikkat çeker. Bunların; sarnıcın yapımında çalışan ve sütunları işleyen taşçıların işaretleri olabileceği düşünülmektedir.
Türk dönemi başladığında, bu sarnıçta su bulunmadığı sanılıyor. Sarnıcın Türk dönemindeki adı: ” çokluk ” anlamındaki bin bir teriminden gelmiş olabileceği gibi, bazı yazarların ifade ettikleri gibi, sütun gövdelerinin üst üste bindirilmiş oluşundan dolayı da, “bin bir” isminin kullanıldığı düşünülebilir.
16’ncı yüzyılda, İstanbul’a gelen, Alman gezgin R.Lubenau; bu sarnıçta, ipek ipliği işleyen tezgahların bulunduğunu yazar. Halbuki; 18’nci yüzyılda, burada su bulunduğunu yazanlar da var.
Osmanlı döneminde; su haznesinin üstüne, bazı büyük konaklar inşa edilir. Yalnız; yangınlar sonucu, daha sonraki dönemde, su haznesinin üstü uzun süre, boş arsa olarak kalır. Sarnıç, üstündeki meydanda kurulan sem pazarının deposu olarak kullanılır. Osmanlı döneminde, burada yaşandığı iddia edilen bir hikaye var. Şöyle ki: ” Padişah 4.Murat döneminde, Fazlı Paşa’nın kızı Gevherli hanım; güzel ve genç cariyesi aracılığı ile, saraya çektiği varlıklı kişileri, sarayın altındaki bu mahzende hapseder, servetlerini ele geçirir ve öldürür” imiş. Ne derece doğrudur bilinmez? Efsane, hikaye.
Yakın zamanda temizlenerek, bir galeriyle, yanından geçen yola bağlanmış. Kolay gezilen, enteresan ve güzel bir ziyaret yeri. Küçük satış reyonları ve sergi alanları ve sarnıcın ortasında bulunan, sütunların orijinal boyunun görülebildiği çukur bölüm, tadilat sırasında yapılmış. Bugün sarnıçta: 1500 kişilik oturma düzeniyle yemek verilebilmektedir. Ayrıca: 4500 kişilik kokteyl düzeni ve 6000 kişilik parti kapasitesine sahiptir. Sarnıç, bu kapasiteler ile, İstanbul’un turizm ve eğlence hayatında, önemli bir yer tutmaktadır.
SOKULLU MEHMET PAŞA CAMİİ
Sultanahmet cami ve Küçük Ayasofya cami arasında: Kadırga-Şehit Mehmet Paşa yokuşunda. Dik yokuşlardan oluşan sokaklarda kurulmuş bir külliye. Çevresi: 2 metrelik duvarla çevrilerek kapatılmış.
3 Osmanlı Padişahına sadrazamlık yapan, Sırp asıllı Sokullu Mehmet Paşa adına; 1571 yılında, karısı Padişah 2.Selim’in kızı Esma Sultan tarafından yaptırılmış. Bu sadrazamın boyu 2.m. yi aşmakta imiş ve zamanın en uzun boylu sadrazamı imiş.
Avluda; mermer bir şadırvan var. Çevresinde ise, medrese bölümleri sıralı. Sultanahmet tarafındaki avlu kapısından ve hemen karşısında kapıdan ve kıble’ye bakan merdivenli kapıdan girildiğinde; avluya girilir.
İlk iki kapı girişlerinde; mezarlıklar var. Camide; İznik çinileri ve orijinal kalem işleri görülmeye değer. Zaten ününü; göz alıcı bu İznik Çinileriyle berraklaşan, dengeli ve aydınlık iç mekanına borçlu. Tek minareli, tek kubbeli. Kuzeyde; şerefe kısmından üstü yıkılmış, eski bir tuğla minare daha var. Mihrap çevresinde; insan boyundan büyük, iki mum ve mihrap üzerinde hat sanatlı çini süslemeler var. Caminin; ses ve aydınlatma sistemi, her Sinan caminde olduğu gibi mükemmel.
Mimar Sinan’ın en güzel eserlerinden biri. Bu camiye has bir özellik var. Şöyle: bu camide “Hacerülesved” taşı parçaları gömülü. Hacerülesved taşının, Kabe’den getirilmiş küçük parçalarından dördü, inşaat sırasında burada: mihrap, minber ve kubbe duvarları içine gömülmüş.
Gezimize devam ediyoruz. Caminin diğer kapısından çıkınca, karşımızda: Özbekler Tekkesi.
ÖZBEKLER TEKKESİ
Diğer adı: Buhara Tekkesi mescidi. İstanbul Defterdarı İsmail Bey tarafından, 1692 yılında yaptırılmış. Yıllar içinde harap olan tekkenin; 1887 yılında; Padişah 2.Abdülhamit tarafından onarımı yaptırılır ve günümüze kadar ulaşmış bir yapı.
Tekke: Asya’dan İstanbul’a gelen, Müslüman dervişlerin, seyyahların ve misafirlerin konakladığı bir yer olarak kullanılmış. Özellikle: Buhara’dan gelen şeyhler burada kalmış. Özbek ve Buharalı Türklerin, İstanbul’daki ikametgahları. Ayrıca; burada gömülü ünlü kişilerin bulunması, burayı daha ilginç hale getirmekte.
Restorasyon çalışmaları 2008 yılında tamamlanır ve tekke eski ihtişamlı yapısına kavuşur. Günümüzde: Eminönü Belediyesi tarafından, uluslararası tasarım merkezi olarak hizmet vermektedir.
Evet, Özbekler Tekkesini de gördük. Şimdi; Şehit Mehmet Paşa Sokakta, tam karşıda; Çardaklı Hamam var. Hamamın hemen sağına dönünce, Küçük Ayasofya Camisi’ni göreceksiniz.
KÜÇÜK AYASOFYA CAMİİ
Cankurtaran ile Kadırga arasında, Küçük Ayasofya caddesinin sonunda. Evet; burası, günümüzde, İstanbul’un kullanılabilir en eski tarihli yapısı olma özelliğini taşıyor. Kiliseden çevrilme camilerden. Önceki adı, yani kilise iken adı: “Sergius ve Bacchus Kilisesi ” imiş.
İmparator Anastasus döneminde; I. Justinianus ve amcası I. Justinus; imparator aleyhine bir ayaklanmaya karışırlar. Yakalanırlar ve idama mahkum edilirler. Hüküm yerine getirilmeden bir gece önce; çifte azizler St. Sergius ve St.Bacchus; imparator Anastasus’un rüyasına girer ve idam hükümlülerinin suçsuz olduklarını söylerler.
Bu olaydan etkilenen imparator; idam mahkumlarını afeder. Daha sonraki dönemde; I. Justinianus imparator olur ve tahta çıkar. Çifte azizlere karşı, şükran borcunu ödemek için, adak kilisesi olarak, burayı yaptırır. Evet, kilisenin yapım tarihi, 527 ve yaptıran ise imparator I. Justinianus. Zaten, bugünde görülebilen alt sütunlar üzerindeki kitabede: tapınağın I. Justinyen’in St.Sergiyos ve St.Bacchus adlı azizler adına, bu kiliseyi yaptırdığı yazılı. Yapı: yaklaşık 1000 yıla yakın süre, kilise olarak hizmet verir.
Birinci dönem Bizans kiliselerinin, tipik bir örneğidir.
Kilisenin, yapıldığı dönemlerde içi duvarlarının mozaiklerle süslü olduğu sanılmaktadır. Ancak, günümüzde bir şey kalmamış. Yapının iç yüzeyi, tamamen sıvalı. Yapıda; Bizans dönemine ait tek süsleme: orta mekanın çevresinde, galeri katı seviyesinde, çok ince işçiliğe sahip: üzüm salkımı ve yaprağı motiflerinden oluşan bölüm. Buna göre; yapının putperestlik döneminde, şarap tanrısı Bakus adına yapılmış olan bir tapınağın üzerine inşa edildiği ve ardından Bacchus’un da buraya geldiği rivayet ediliyor.
İstanbul’un fethinden sonra; 1504 yılında, Padişah 2. Beyazıt döneminde; mimar Hüseyin Ağa tarafından, kilise, bir minare eklenerek camiye dönüştürülmüş. Güneybatı köşeye inşa edilen minare, esas yapıdan bağımsız olarak yapılmış. Ama, bugün bu minarenin nasıl olduğu hakkında bilgi ve belge yok. Bugün kullanılan tek şerefeli minare; 1955 yılında inşa edilmiş.
Evet, kilisenin camiye dönüştürülmesi sırasında; yapının iç süslemeleri değiştirilmiş ve iç kısmında; güneydoğuya minber, kuzeybatıya müezzin yeri, dış kısmında da; batı duvarı önüne son cemaat yeri olmak üzere, camiye özgü bazı bölümler eklenmiş. Cephelerinde: Osmanlı mimari özelliklerine bağlı olarak farklı boyutlarda pek çok pencere açılmış. Mevcut pencerelerin bir kısmı ise kapatılmış. 1870-1870 yılları arasında; yapı ile deniz surları arasında kalan bölgede, yapıya yaklaşık 5 m. mesafeden geçecek şekilde demir yolu döşenir.
Zemin seviyesinden 1 m. yükseklikte bulunan demir yolu, 50 yıl, tek hat olarak burada hizmet verir. Ancak, her tren geçişinde, yapının güney duvarlarındaki taşlar sarsılır ve zamanla dökülmeye başlar. Tedbir olarak: 1877 yılında, Osmanlı örgü üslubuyla, buraya bir duvar örülür. 20’nci yüzyılın başlarında ise; demir yolu zemin seviyesinden 3 m. yükseltilir ve çift hatlı hale getirilerek, tren trafiği nispeten azaltılır.
Yapı: tuğladan; dört köşe olarak inşa edilmiş. Kubbesi: 19 m. yüksekliğinde ve sekiz ayaklı kemerlere oturtulmuş. Yeşil ve kırmızı renkte; 16 altta ve 18 üstte olmak üzere, 34 mermer sütun var. Önündeki; 5 kubbeli ve 6 sütunlu son cemaat yeri; sonradan yapılmış. Orta mekan üzerinde; köşelerindeki sekiz büyük ayak ile taşınan, 16 dilimli bir kubbe bulunur. Bahçede; Hüseyin Ağa’nın türbesi var.
Evet, cami; Balkan Savaşı sırasında; savaştan kaçan göçmenler tarafından, barınma mekanı olarak kullanılır.
1937 ve 1955 yıllarında, iki büyük onarımı geçirir. Evet; günümüzde halen cami olarak kullanılan bu yapı, yazının başında belirttiğim gibi, İstanbul’da halen kullanılmakta olan en eski yapı özelliğini taşımaktadır. Ancak; özellikle kuzeydoğu ve güneydoğu bölümlerindeki duvarlarda, yoğun çatlaklar görülmektedir. Bu çatlakların derhal onarılmasının gerektiğini düşünmemek elde değil, yoksa gerek yazının başında ve gerekse sonunda belirttiğim özellik, yani en eski kullanılabilir yapı özelliği ortadan kalkmak üzere.
Evet, Küçük Ayasofya Camiini de gördükten sonra; buradan denize doğru yürüyün. Sola dönünce; Bizans döneminde; Porta Leonis (Arslan Kapı) olarak adlandırılan, Çatladıkapı’ya ulaşacaksınız.
ÇATLADI KAPI
Burası: Bizans imparatorluğu zamanında; Pora Leonis (Arslan Kapı) olarak isimlendirilmiş. Ancak; 1532 yılındaki bir depremde; burada bulunan kapı çatlamış olduğu için, bu isimle anılıyor.
Bu kapının hemen yanındaki kale bedeni üstünde; İmparator Justinyen’in Kukaleon sarayının harabeleri var. Bu harabeler, yetkililerin ilgisizlikleri sonucu, tamamen virane halde. Özellikle; 2010 yılında, İstanbul UNESCO tarafından Kültür Başkent’i olarak seçilmesi sonucu, belki de milyonlarca insan buralara gelecek ve zamanında büyük bir imparatora saraylık yapmış bu yapının, bu harap durumunu görecekler. Ayrıca; açılan Bizans sergisine Türkiye olarak çağırılmadığımız zaman feveran ediyoruz.
Acaba, ülkemizdeki Bizans eserlerine gerekli titizlik ve hassasiyeti gösteriyor muyuz da, bu feveranı kendimize hak görüyoruz. Sanmıyorum? Gidin bakın, bu sarayın bugünkü haline. İngiltere’de bir müzeye gittiğinizde (çok özeller hariç), 100 yıl önce kullandıkları ütüyü bile, antika niyetine müzeye koymuşlar. Biz ise; binlerce yıllık tarihi, sırf kökeni veya dini açısından kabullenmeme gibi bir gaflet içine girmişiz.
Evet, neyse, sonuçta biz gezimize devam edelim. Zamanınız varsa, Sarayburnu’na doğru ilerlediğinizde Bukaleon sarayı kalıntılarını uzaktan görebilirsiniz. Sonra: tekrar geri dönün ve bir zamanlar liman olan Kadırga Limanı meydanına gelin. Denize yakın kısımda ise, Cinci Meydanı var. Buralar; 60-70 yıl öncesine kadar, İstanbul’un bayram yerleri imiş.
KADIRGA LİMANI MEYDANI
Eskiden; kadırgaların barındığı büyük bir limanı olan ve Kadırga Meydanını da içinde bulunduran semt. Bizans döneminin, en eski limanı burası. Tarih boyunca: Pontus Novuz (Yeni Liman) Limanı, İustinus Limanı ve Sophia Limanı olarak isimlendirilmiş. Limanı; imparator İustinus yaptırmış. Çünkü: Marmara kıyılarındaki irili-ufaklı tüm girintiler liman haline getiriliyormuş.
Ayasofya ve At Meydanından, denize inen yolun üzerinde ve imparator sarayının (Bukeleon) da yakınında bulunduğundan; Bizans’ın en önemli merkezlerinden biri imiş. Burada; muhtelif heykeller ve abideler ve tüccarlar için Sigma denilen toplantı alanı varmış. Ancak; daha sonraki yıllarda, gemicilikteki teknolojik gelişmeler sonucu; kürekle çekilen küçük teknelerin yerini yelkenli büyük tekneler alınca; bu küçük limanlar da pratik olmaktan çıkmış. Yine de, burası, yani Kadırga Limanı, Bizans imparatorluğunun sonuna kadar kullanılmış.
Osmanlıların, şehri fetih etmesinden sonra ise; küçük çaplı gemilere iskele olarak kullanılmış. Ama; zamanla liman bölgesi dolmuş ve bugünkü haline gelmiş.
Kadırga Meydanı; günümüzde, civar halkın mesire yeri ve mahalle çocuklarının bir oyun yeri olarak kullanılıyor. Caddeden batıya doğru yürüdüğünüzde, solda, bir taraçayı andıran, dört köşe küçük bir bina göreceksiniz. Burası; Padişah 3. Ahmet’in kızı Esma Sultan tarafından yaptırılan namazgah. Yani, bir açık hava ibadethanesi. Burada, birde çeşme var.
Çeşmenin iki cephesinde bulunan kitabede; inşa tarihi olarak: 1779 yılı yazılı. Merdivenle çıkılan üst kısmında ise; namazgah var. Kadırga ve Cinci Meydanları; 1950’lere kadar İstanbul’un başlıca bayram yerleri olarak kullanılmış. Karagözcüler, tuluatçılar, cambazhaneler buraya gelirlermiş. Meydanın doğu ucunda, karşılıklı iki küçük kahvehane var. Bunlar, eskiden, Küçük Ayasofya’da tulumbalarını gördüğümüz tulumbacıların devam ettikleri kahvehanelermiş.
Günümüzde ise; bu meydan, asırlık ağaçların bulunduğu sakin bir yer.
Meydanın güneybatı ucundan, denize doğru inilen dar sokaklara girdiğinizde, Marmara Surlarının bir bölümünü daha göreceksiniz. Bu surların, şimdiki deniz kıyısından bayağı içeride olması, deniz kıyısında kurulan küçük limanlardan bir başkasının kıyısında olduğumuzun en büyük kanıtı. Bugün; Kumkapı olarak bilinen semt, o zamanlar, “Kontoskalion ” adıyla anılan bir liman imiş. Bu surların kemerleri içinde, şimdi küçük ve mütevazi evler var.
Yeniden Kadırga caddesine çıkıyoruz. Yolun sağında; oldukça büyük bir Rum Ortodoks Kilisesi göreceksiniz. Atia Kiryaki. Kilise vakfının dükkanları, caddede sıralanıyor. Onların üstündeki yükseltide ise, kilise var. Osmanlılar İstanbul’u fethettikten sonra; kubbeyi, camilere özgü bir mimari öge saymışlar.
Gayrimüslimlerin yaptıkları ibadethanelerinde, kubbe yapmalarını istememişler. Bu nedenle, ancak 19’ncu yüzyıl sonlarında, Tanzimat Fermanı ve onu izleyen hukuki düzenlemeler sonucunda, Hıristiyanlar da yeniden kubbe yapmaya başlarlar. Aya Kiryaki, bu dönemin erken örneklerinden biridir.
Mimari ise: Tiadis. Evet, Aya Kiryaki’den biraz ileride, onunla aynı zamanda yapılmış bir başka Ortodoks kilisesi, Panayia Elpida var. Geçen yüzyıl sonunda, Kumkapı-Gedikpaşa arasında oturan ve deniz tarafındakileri daha zengin olan Rumlar tarafından, aynı zamanda yaptırılmış iki kilise. Yapı olarak, güzel yapılar. Ermenilerin Surp Harutyun Kilisesi de, Aya Kiryaki’nin karşısına düşen sokaklar içinde bulunuyor. İşte, böyle. Bu istikametteki gezimizin sonuna geldik.
İstanbul günlük gezi planı hakkındaki yazım için.