Dünyanın nazar boncuğu. Her yaz turist akınına uğrayan, yurt dışında yayınlanan dergilerde yer bulan bir yer. Tedbir alınmazsa, kuraklık burayı bitirecek, bitmeden önce gidip görün.
YERİ
Konya’nın Karapınar ilçesindedir. Karapınar-Ereğli kara yolunun 8’nci km. deki sapaktan, 2 km. içeridedir. Konya’ya toplam uzaklık: 101 km. dir. Arabanızla, gölün en kenarına kadar gidebilirsiniz. Giderken; yanılıp, Meke’nin 2-3 km. yakınlarındaki Acı Göle gitme olasılığınız var, dikkat.
ÖZELLİKLERİ
Burası: Konya Kültür ve Tabiat Varlıklarını Korumu Kurulu’nun 1989 gün sayılı kararı ile, 1’nci derece doğal SİT alanı ilan edilmiştir.
OLUŞUM
Meke Gölü, iki zamanlı volkanik bir krater gölüdür. Göl, ilk zamanda 4 km. çapında, yuvarlak bir çöküntü alanı içinde oluşmuş, ikinci bir püskürme ile göl içerisinden sekonder denilen yükselmeler meydana gelmiş.
Bu oluşumdan sonra da gölün ortasında 1500 metre genişliğinde, göl düzeyine göre 140 metre yüksekliğinde, proklastik oluşumlu, volkanik Meke Tepesi kalmış. Bu jeolojik oluşumlar, bununla da tamamlanmamış, sonraki evrelerde çeşitli patlamalar meydana gelmiş ve burada Parazit Koni denilen, yedi küçük tepe (Meke) daha meydana gelmiş. Jeomorfolojide, bu tip oluşumlara Kaldera ismi verilmekte olup, iç içe gelişmiş volkan bacası anlamına gelmektedir.
Tepenin ortası, içeriye doğru obruk şeklinde çöküktür. Günümüzde, bu tepe volkan küllerinin sönmesinden ötürü, bakır rengini almış. Göl çevresinde ve tepenin üzerinde, yanık volkan küllerinin renkleri, külleri açıkça görülmektedir.
Burayı yani Meke gölünü besleyen su kaynağı yok. Tamamen yağmur suları ve yer altı suları ile besleniyor. Yani: aslen, gölün magnezyum ve soydum sülfattan oluşmuş su kaynakları yer altından kaynaklanmaktadır.
Adayı oluşturan volkanik kütlenin yapısı: en şiddetli yağmurları bile hemen emecek yeteneğe sahiptir. Meke’nin biçiminin, bin yıllardır bozulmamasının sebebi budur.
KURAKLIK
Ama: son yıllarda, Konya Havzasındaki yer altı sularının bilinçsiz tüketimi sonucu, yaz aylarında göl tamamen kurumaktadır. Özellikle: yağmurların azalması ve hiç olmaması ve de yer altı sularının, yörede yaşayanlar tarafından kuyu açılarak kullanılması nedeniyle, gölün geleceği tehlikede.
Gölün derinliği 1 metreye kadar düşüyor. Hatta, büyük bölümü üstünde yürünebilmektedir. Kuraklık o kadar büyük boyutlara geldi ki, bir ara Meke gölü, iki parçaya bölündü.
Gölün bir bölümü bataklık halini alırken, suyun bulunduğu bölüm, güzelliğini korumaya devam ediyor. Meke, bu görüntüsü ile, tedbir alınmasa ne duruma geleceğini ortaya koymuş.
AĞAÇLANDIRMA PROJESİ
Bunun önüne geçebilmek için: büyük ve sessiz bir proje gerçekleştirilmiş. Bu projenin sahibi: Türk Silahlı Kuvvetleri. Türk Silahlı Kuvvetlerinin: Karapınar’da bir askeri yeri var. Sanırım: Askeri Atış Alanı gibi bir yer. Buradaki askeri birliklerin organize edilmesiyle: Meke Gölünün çevresinde ağaçlandırılmış.
Türkiye’nin en hızlı kuraklaşan bölgesi olması nedeniyle, dikilen ağaçlar diğer bölgelerde olduğu gibi kendi haline bırakılmamış. Bunun için, damla sulama projesi geliştirilmiş ve göl etrafını tamamen çevreleyen fidanlar, her an sulanabiliyor.
Bu proje nedeniyle, TSK bu ülkede yaşayan tüm insanlar adına teşekkürler, çünkü doğanın bizlere sunduğu bu olağanüstü güzellik, herhangi bir şey yapılması, sanırım 10 yıla kalmadan, tamamen kuruyacak ve gelecek nesillere aktarmak mümkün olmayacak.
Evet: bu bölge gerçekten ilginç. Halen büyük bölümü ağaçlarla çevrili olan ve çalışmalar sürdürülen ama bir zamanların büyük ve Türkiye’nin tek çölü: çok ilginç jeolojik oluşumlar bulunduruyor.
Volkanik patlamaların yarattığı garip tepeler, göller ve çukurlarla kaplı olan bir yeryüzü parçası. Bunların en önemlisi ise: dünyada bir benzeri bulunmayan: Meke Krater Gölü.
Göl ve birincil krater çukurunun uzunluğu: 800 metre, genişliği 500 metre. Derinliği ise: 12 metredir. Deniz yüzeyinden: 981 metre yüksektedir. Gölün yüz ölçümü: 0.5 km. karedir.
Ana Meke’nin ortasında bulunan ve su seviyesinden 50 metre yükseklikte olan volkan konisindeki göl, 25 metre derinlikte ve suyu tuzludur.
Tarih boyunca, Meke gölü ve çevresinde Karamanoğulları ve Osmanlı Devletinin ve Türkiye Cumhuriyetinin tuz ihtiyacı karşılanmıştır. O dönemlerde, bu amaçla kullanılmış eski yapılara ait kalıntılar, göl çevresinde görülebilmektedir.
Yolun batısında, Tekel işletmesinin eski tuz depoları, müştemilat yapıları bulunmaktadır. Gölün doğusunda: 10-15 metre uzunlukta, tatlı su kuyusu bulunmaktadır. Gölün batı yakası ise, oldukça dik ve keskin kayalıklarla kaplıdır.
Bu arada, tuz üretimi günümüzde yok. Çünkü, hijyen bulunmaması nedeniyle iptal edilmiş.
Meke Tuzlasından, 2 km. daha güneydoğuda bulunan Meke Obruğunun kenarı: yırtılmış gibi keskindir. Özellikle: obsidyen parçalarından oluşan bir halka ile çevrilidir.
KUŞLAR
Göl: aynı zamanda bir kısım kuş türüne de ev sahipliği yapmaktadır. Bunlar: Sakarmeke, Çamurçun, Yeşilbaş, Angıt, Kızılbacak, Uzunbacak, Kızkuşu, Kuyruksallayan, Kuyrukkakan ve Delice Doğan gibi. Ancak: beş yıl öncesine kadar, yüz civarında kuş türü, burada bulunurken, kuraklık nedeniyle, günümüzde burada bulunan ve göç sırasında buraya uğrayan kuş türleri, beş-altıya düşmüş.
SONUÇ
Volkanik patlamaların yarattığı garip tepeler, göller ve çukurlarla kaplı bir yeryüzü parçası olan Karapınar’daki Meke gölünde: gün batımını izleyin, manzara gerçekten hoşunuza gidecek.
Kuraklığa karşı tedbir alınmasa, gölün kuruması devam edecek ve bu güzellik bitecek. Bence: en kısa zamanda ilgililer tarafından: gerek yer altı suyu kullanımının yörede engellenmesi ve gerekse, bir şekilde bu göle su getirilmesi yönünde, tedbirler alınmalı.
Evet: buraya gidin ve düşünün ki, dünyada bir benzeri olmayan bir tabiat harikası oluşumu seyrediyorsunuz, gerçekten etkileneceksiniz, mutlaka gidin ve görün. Kış aylarında giderseniz, gölün çevresindeki dondurucu soğuk için mutlaka önlem alın.
Trabzon Sümela Manastırı: Burası: Rum manastır ve kilise kompleksidir.
Trabzon ve çevresinde, sayıları hayli çok olan eski manastırların en ünlüsüdür.
“Türkiye’yi yurt dışında tanıtan on turistik fotoğraf seçin” deseler, onlardan biri mutlaka Sümela Manastırı olur.
Evet, bu yazı, bu tarih hazinesini size en iyi anlatacak ve Sümela Manastırı’ndaki gezinize en iyi şekilde yardımcı olacaktır.
Maçka deresinin hemen kıyısındaki bu küçük ve yeşillik alanda: 1-2 kafe, hediyelik eşya satıcıları ve mısır satıcıları bulunuyor ve hatta bu satıcıların, manastırın restorasyonunda çalışan geçici işçiler olduğu söyleniyor.
Yani: aşağıdaki satırları okuyun, Sümela manastırını tanıyın ve eğer uzaktan da olsa fotoğrafını çekmek isterseniz, tepenin yamacına kadar yolculuk yapabilirsiniz.
Yazıyı okuyun ki, bu manastırın nasıl ilginç bir geçmişi olduğunu bilin, çünkü ülkemiz toprakları içindeki bu manastırın tarihi değerini bilmek gerekir.
ULAŞIM
Uçakla ya da ülkemizin her yerinden otobüsle, Trabzon’a ulaştıktan sonra, manastıra varmak zor sayılmaz.
Bir alternatif: bir araç kiralayarak Trabzon’dan 30 km. civarında uzaklığı bulunan Maçka’ya ve oradan da, 20 dakikada manastıra ulaşmak mümkündür.
Fakat ulaşımın en kolay yolu şöyle: her gün sabah saat: 10.00’da başlayıp, her saat başı: Sümela’ya çalışan 21 tane araç var. Bunlar: Trabzon içinden kalkıyorlar. Üstelik, yolcularını yalnızca 5 TL. gibi küçük bir ücretler, Trabzon’dan-Manastıra ulaştırıyorlar.
Manastıra gitmek isteyenler için en uygun yol bu, bu minibüsler nerede mi? Trabzon şehir içinde sorduğunuzda, herkes bunların yerini sizlere gösterecektir. (Bu araçların son durumunu ve ücreti bilmiyorum, çünkü manastır bölgesine tur otobüsü ile gittim.)
Milli park içinde bulunan tesislerde konaklamak mümkündür. Burada, hemen manastır çıkış yolunun başında bungalov tarzı evler bulunuyor. Ayrıca, Maçka içinde, 5 yıldızlı bir de otel var. Maçka’ya yarım saat uzaklıktaki Zigana Dinlenme Tesislerinde konaklamak, gezinize bir başka boyut katabilir.
İsmi
Manastırın ismi birçok kaynakta “Meryem Ana Manastırı” olarak geçmektedir. Sümela ismi sonradan verilmiştir. Bu ismin kelime anlamı: “Mela” siyah ya da kara demektir.
Kurulduğu dağın ismi “Karadağ” dır. “Stau” orada anlamındadır. “Saumelas” Karadağda, Karadağ’ın göbeğinde anlamına gelmektedir.
Hatta “Panagia Sümela” veya “Theotokoz Sümela” denir. Karadenizli Rumlar: Mela dağındaki mucizevi Panagia ikonundan bir şey diledikleri zaman “Stou Mela” derlermiş. Saumelas kelimesinden “melas” ın “s” si düşer, “sau” sü olar ve “Sümela” kelimesi ortaya çıkar.
Kelimenin Türkçe anlamı “siyahtaki” demektir. Manastıra “Karadağ’ın yani Mela dağının bakiresi” de denilmektedir.
Sümela manastırının bulunduğu yer
Trabzon ili, Maçka ilçesi, Altındere köyü sınırları içindeki, Panagia (Meryemana) deresinin, batı yamacında, Mela (Yunanca: siyah) Tepesi üzerindedir.
Manastır denizden 1200 metre yüksekliktedir. Vadinin dibinden akan suyun ise 300 metre yükseğindedir.
Dimdik denilebilecek kadar sarp bir yamacın ortalarında, oldukça geniş ve yüksek bir mağara, daha doğrusu bir kovuk, manastır tesisinin çekirdeğini oluşturur.
Bu erişilmesi zor ve yorucu kovuk önündeki dar çıkıntı, zamanla burada büyüyen, genişleyen ve zenginleşen manastıra zemin oluşturmuştur.
Manastırın içindeki mağara kilisenin yapılış öyküsü
Hz İsa’nın 12 tane havarisi vardır. Bunlardan bir tanesi “Luka” dır. Luka: İncil yazarlarından biridir. Luka: İsa çarmıha gerildikten ve Meryem, Kudüs şehrini terk ettikten sonra, Roma’ya doğru yola çıkar.
Çünkü onlara verilen göre, İsa’nın öğretilerini dünyaya yaymaktır. Bu yolculukları sırasında Yunanlı bir öğrencisi olur. Luka: ahşap bir tahta parçası üzerine Meryem ve çocuk İsa figürü yani ikonası çizer ve yanından hiç ayırmaz.
Ancak öldükten sonra, o tahta parçası Yunanlı öğrencisine miras kalır. Yunanlı öğrenci, bu tahta parçasını Yunanistan’a götürür, Atina şehrinde kurduğu manastır ve kilisede muhafaza etmeye başlar.
Eskiliğine ve hastalıkları iyileştirme, bolluk ve bereket getirme gibi mucizelerine inanılan bu ikona Lukas takipçileri tarafından, kuşaktan kuşağa aktarılır.
Çünkü: hastalıkları iyileştirmesi ve bereket getirmesi için kutsal kabul edilen her şey ikona olarak kutsal kabul edilmeye başlanır. Luka’nın tahta parçası, yani ikona, bunu duyan herkes tarafından ziyaret edilmeye başlanır.
Ancak rivayetlere göre, 370’li yıllara doğru, bu tahta parçası, bulunduğu manastırdan birden kaybolur. Rivayete göre: melekler tarafından gökyüzünde uçurularak, Trabzon yöresindeki dağlarda, bu mağaranın kovuğuna getirilir ve bir taşın üzerine konur.
Uzunca bir süre sonra: Atinalı Barnabas ve Sophromios isimli iki keşiş: birbirlerinden habersiz aynı rüyayı görürler ve yine aynı tarihte Trabzon şehrine gelirler. Burada karşılaştıklarında, gördükleri rüyayı birbirlerine anlatırlar.
Bu rüyada: “Kara bir dağın üzerinde bulunan Meryem ana, kendilerine bana gel” demektedir. Bunun üzerine, her iki keşiş rüyalarındaki detayları düşünürler ve ikonu aramaya başlarlar.
Bir gün, Maçka deresinin kenarında uyandıklarında, karşı dağda, kayaların ortasında bir ışık onlara doğru parlamaktadır. Işığı takip ederler ve küçük bir mağara bulurlar ve kayıp ikon o mağaranın içindedir.
Karadağ’ın 300 metre yükseklikteki sarp yamacında, ikonu buldukları mağarada ise, 4-5 yıllık çalışmanın ardından ilk kiliseyi yaparlar. (tahmini zaman 375-395 yılları arasıdır)
İkon hakkında bilgi
İkon: uzun yıllar boyunca mucizeler yaratan bir obje olarak muhafaza edilmiştir. Ancak, ikonun hangi dönemde ve kimler tarafından yapıldığı net değildir.
Sadece, ikonun eskiden çekilmiş ve oldukça iyi bir fotoğrafından anlaşıldığına göre: üzerinde herhangi bir çizgi, boya veya daha doğrusu resme benzeyen unsur bulunmadığı, simsiyah, çatlak ve ayrıca da ortadan ikiye ayrılmış bir tahtadan ibaret olduğu anlaşılmaktadır.
İkonun çevresini belirten gümüş çerçeve ise, motiflerden ve yazılardan anlaşıldığına göre: 1700’lü yıllara aittir ve alelade bir işçilik ürünüdür.
Evet, ikon hakkındaki bu kısa bilginin ardından, yine bulunduğu mağaranın kilise yapılmasından söz edelim.
Takip eden süreçte: Mela dağının sarp kayalığında bulunan bu küçük mağara: zamanla, yüzyıllar boyunca oyularak büyütülmüş ve diğer eklentileriyle birlikte, günümüzde görülen, kartal yuvasına benzeyen manastır ortaya çıkmıştır.
Bu yapım çalışmalarında 100 kişinin çalıştığı söylenir. Zamanla mağarayı daha doğrusu ikonu bulan iki keşiş ölür.
Maçka’daki rahipler buraya gelirler ve burada, manastır hayatı başlar. Kutsal ikonun burada bulunduğunu duyan ve medet umanlar, hastalıklarından kurtulmak isteyenler, buraya gelmeye başlarlar. Cennette kendilerine yer arayanlar, buraya bağışta bulunurlar ve burası zenginleşmeye başlar.
Ayrıca: Roma teşvikleri vardır. Roma’nın Hıristiyanlığı resmi din olarak kabul etmesinin ardından: manastırlara teşvikler verilir, manastırlarda yaşayanlar askere gitmezler, vergi vermezler, hapse girmezler ve böyle olunca, özellikle zenginler ve çocukları, eğitim almak için manastıra gelirler.
600’lü yıllara gelindiğinde: Sümela manastırı iyice zenginleşir ve 640 yılında yağmalanır, yakılır, yıkılır. Manastırda bulunan rahipler ve öğrenciler, buradan ayrılarak yakınlardaki Vazelon manastırına kaçarlar.
642 yılında: Christopher isimli bir çiftçi: rüyasında Meryem Ana’yı görür ve bunun üzerine manastırı ziyaret etmeye gittiğinde, manastırın bulunduğu yerde bir harabe görür, ardından Vazelon manastırına gider ve rahiplerle görüşerek, onları Sümela manastırının tekrar ayağa kaldırılması için ikna eder.
Bu arada: manastırdaki ikonanın kopyalarını yapar, bu kopyalar Rusya’dan Kudüs şehrine kadar her yerde satılmaya başlar ve çevreden gelen yoğun bağışlarla birlikte 644 yılında, Sümela manastırı yeniden ayağa kaldırılır ve manastırın 2’nci kurucusu olarak çiftçi Christopher anılır.
Evet: yukarıda anlattığım öykü, hayli egzotiktir. Yani tamamen söylentilere dayalı, gerçekle pek alakası olmayan bir öyküdür. Mağaranın bulunduğu yerin bir manastır kompleksine dönüşmesi hakkındaki varsayım ise şöyledir.
Bölgede: 1100’lü yıllarda, pek etkili olmayan Türk akınları söz konusu olur. 1200’lerde Moğollar buraya saldırır, hatta ikonayı parçalayıp dereye attıklarından söz edilir.
Ancak 1204 yılında İstanbul’u işgal eden Latin-Haçlılardan kaçan Kommenoslar sülalesi: Trabzon’a yerleşir ve Pontus Rum Prensliğini kurarlar ve Trabzon ve çevresinde hakim duruma geçerler.
Trabzon prensleri, kendilerini, Bizans imparatorluğunun gerçek varisi olarak görürler ve kendilerini imparator olarak tanıtırlar. Yeniden İstanbul’a sahip olarak, eski Bizans devletini ihya edeceklerine inanırlar.
Trabzon Kommenoslarından Prens III. Alexios (1349-1390): bu manastırın esas kurucusu olarak kabul edilmektedir. 2 kız kardeşi çevredeki Türk beyleriyle evli olan ve kendi 4 kızını da yine komşu Türk beylerine veren III. Alexios’un Sümela’ya özel bir ilgi gösterdiği: kaynak, belgeler ve manastırda bulunan fresko resimlerden anlaşılmaktadır.
Buradaki keşiş hücrelerine: onun büyük dedesi, dede ve babasının; bazı bağışlarda bulunduğu bilinmektedir. Alexios’un büyük dedesi II. Loannes (1280-1285) zamanında, burada bir dini merkez vardır. Kommenoslar, ellerindeki en kutsal ve değerli yer olan bu manastıra sahip çıkarlar.
Büyük bir kasırga sırasında, Meryem tarafından, Prensin canı kurtarılmıştır. Bunun üzerine, Prens; sadece mağara kilisenin bulunduğu burada yeni tesis yaptırmaya karar verir.
Bu imar çalışmalarında: burası 17 metre yükseklikte, 40 metre uzunlukta ve 14 metre genişlikte, 72 odalı bir manastır kompleksi haline getirilir. Bir Orta çağ şatosunu andıran yapının dış tarafında bir duvar bulunur.
Duvar, aşağı dereden çekilen taşların kırılmasıyla yapılmıştır. Burada: öğrenci ve misafir odaları, kütüphaneler bulunur. Aşağı tarafta ise, birçok pencere görülür. İç tarafta, kayaların içine oyulmuş kilisenin önünde avlu bulunur. Ayrıca, zengin vakıflar bağışlar ve bir ferman ile bu vakıfları sağlam esaslara bağlar.
1360 tarihli, 5 mısralık, manzum bir kitabede “III. Alexios, bu tesisin kurucusu (Ktetor), Doğu ve Batı’nın hakimi imparator” olarak gösterilmiştir. (Bu kitabe: 1650 yılına kadar manastırın dış kapısı üstünde bulunmuştur)
Prens III. Alexios: taç giyme törenini burada düzenleniş ve 1361 yılında, bir güneş tutulmasında, burada yani Sümela manastırında bulunmuştur. Hatta, Prens tarafından bastırılan sikkelerde görülen güneş resminin; bu olayla ilgili olduğu kabul edilmektedir.
Prens: 1365 yılındaki vakfiyesinde: manastırın bütün idari şartlarını, arazisini, gelirlerini düzene koyar. Ardından: Trabzon’a gelecek bir tehlikeyi yani Türk akınlarını önlemek üzere, buradaki keşişlerin daima uyanık olmalarını bildirir.
Prens öldükten sonra yerine geçen oğul III. Manuel (1390-1417): babası gibi dini tesislere bağlı bir kişidir. Tahta çıktığı yıl: saray hazinesinde bulunan değerli bir stavroteği (içinde İsa’nın çarmıhının bir parçası bulunduğu iddia edilen haç) Sümela manastırına hediye eder.
Trabzon ve çevresi, Türk idaresine geçtikten sonra, Osmanlı sultanları, Aynaroz’da, Sina ve daha birçok manastırda olduğu üzere, Sümela’da da eski hak ve hukuku korumuşlardır.
Hatta buraya çeşitli imtiyazlar vermişler ve bazı hediyeler yollamışlardır.
1460 yılında Trabzon şehrini ele geçiren Sultan II. Mehmet’e gelerek bağlılıklarını sunan papazlar, kendisinden bir ferman alırlar. Bu fermana göre “Ben tahtta oturduğum sürece, Osmanlı ayakta kaldığı sürece, burası eğitime devam edecek, kimse buraya dokunmayacak” yazar.
Ardından 9 Osmanlı sultanı (Sultan II. Beyazıt, I. Selim, II. Selim, III. Murat, İbrahim, IV. Mehmet, II. Süleyman, Mustafa ve III. Ahmet) tarafından verilmiş fermanlar da vardır.
Bu fermanlar manastır kütüphanesinde, uzun yıllar muhafaza edilmiştir. Yavuz Sultan Selim, şehzadelik döneminde Trabzon şehrinde valilik yapar.
Kendisi av meraklısıdır ve dağlara geyik avına çıkarak 15-20 gün boyunca arazide kalır.
Bir av sırasında, yağmur hiç durmaz, şehzade hastalanır ve en yakın yer olan Sümela manastırına getirilir, 3 gün boyunca burada tedavi görür ve kendine geldiğinde buradan çıkıp giderken, kendisini iyileştirenlere ” Ben ki tahta geçersem bunun karşılığını kat be kat ödeyeceğim” der.
Yavuz Sultan Selim, tahta geçtikten sonra, Şah İsmail’e karşı bir sefer söz konusudur. Buraya gelirler, Trabzon merkezde ordusunu toplar, Erzurum üzerinden aşağıya inecektir, rahipler onu ziyaret gelirler.
Sultan Selim, rahiplere durumu anlatır ve “Yarın gidiyorum” der, sefere çıkacaktır, buradaki rahiplerden bir tanesi der ki “Çok iyi etmişsiniz Sultanım, biz de bir söz vardır, bugünün işini yarına bırakma”.
Sultan Selim, bu seferden geri dönerken beraberinde ganimetler vardır. Bunlardan: 9 kollu, iki tane som altından yapılmış şamdanı Sümela manastırına hediye eder. (Bu şamdanlar günümüzde kayıptır, 1877 yılında çalınmıştır.)
Ayrıca “altın” da hediye edecektir, ancak manastırda bulunanlar altın kabul etmezler, bunun üzerine, imar yardımında bulunur, su yolunu onarttırır, ön tarafa muhafız odaları yaptırır.
1749 yılında, İgnatios isimli bir piskopos, duvarların bütün satıhlarını yeniden fresko resimleriyle süslemiştir.
Sümela’nın gezgin keşişleri, bütün Anadolu, Kafkasya, Balkanlar ve hatta Rusya’da dolaşarak: burada bulunan Meryem ikonasının kopyalarını satıyorlardı. Toplanan paralar ise, Sümela manastırına getiriliyordu.
Bir zaman, bu keşişlerden bir tanesi, üzerinde 40 bin kuruşluk servetle dolaşırken Kayseri’de öldürülür. Osmanlı yetkilileri katilleri yakalar ve idam ettirir, çalınan paralar da manastıra geri teslim edilir.
1916-1918 yılları arasında, Trabzon Ruslar tarafından işgal edilir. Bu işgal döneminde Sümela manastırı, Ruslar tarafından silah ve cephane deposu olarak kullanılır.
Ancak Ruslar buradan ayrılırken silah ve cephaneleri götürmezler ve burada yaşayan Rum toplumunda, Hıristiyan Pontus devletinin yeniden kurulması hayalleri canlanır.
Çevredeki manastırlarla beraber, Sümela manastırı da Rum milislerin karargahı olarak kullanılır, silahlı mücadeleye başlarlar. Bu mücadele, bölgedeki Türk milis güçleri tarafından bastırılır.
Kurtuluş savaşı sonrasında, 1924 yılında, bölgede yaşayan Rumlar: Anadolu’da birçok yerde yaşayan ve birlikte yaşadıkları halka ihanet eden Rumlar gibi: karşılıklı mübadeleye tabi tutulurlar ve buradan ayrılarak Yunanistan’a gönderilirler.
Ancak, manastırda görevli papazlar: gitmeden önce, Kutsal Meryem ikonu ve bazı kıymetli eşyaları, manastırın 400 metre uzağındaki “Agia Barbara” isimli küçük bir şapele saklarlar.
15 Ağustos 1931 tarihinde, Yunanistan-Kalatvryta’da bulunan Megalo Spileoda Panagia kilisesinde: katılanların çoğunun Pontuslu Rum olduğu bir dini kutlama yapılır.
Tören bittikten sonra: Anadolu’da iken, ordu piskoposu olan, o tarihte ise Gümülcine Piskoposu olan Folycarpos Psomiades: Yunan Başbakanı Venizelos’a: kutsal ikonu, Karadeniz’de nasıl ve nerede gömdüklerinin hikayesini anlatır.
Bir süre sonra, Türkiye Başbakanı İsmet İnönü, Eylül 1931 tarihinde, Balkan Oyunlarını izlemek için, Atina şehrine gelir.
Yunan Başbakanı Venizelos, ondan “Bir Rum papazı, Karadeniz’e gönderip, gömülü ikonu çıkarmaları için izin” ister. Bu durum uygun görülür ve Venizelos ve Piskopos Chrysantos: Sümela manastırına gitmek üzere Ambrosios isimli bir papazı görevlendirir.
Ambrosios, Makedonya’ya gider ve ikonu gömen papaz İremias’ı bulur ve konuşur. Daha sonra: 1921 yılında, resmi görevle yola çıkarak, Trabzon’a ulaşır.
Trabzon’da polis ve asker eşliğinde, Agia Barbara Şapeline gidilir, gömülü ikon ve diğer eşyalar bulunur ve alınarak, Atina’daki Bizans Müzesine götürülür, teslim edilir.
Mübadele sonucu Yunanistan’a gönderilen Rumlar, eski hatıralarına bağlılıklarının bir belirtisi olarak, Ağustos 1951 tarihinde, Makedonya’da Verria yakınlarında Kastania’da; aynı isimle (Sümela manastırı) yeni bir manastır kurarlar ve buraya modern bir Meryem Ana resmi yani ikonu yerleştirerek, eski geleneği yaşatmayı sürdürürler.
Kutsal ikon ise, 1952 yılında Bizans Müzesinden alınarak, Manastıra getirilir. Bunun dışında: Trabzon Prensi Emmanuel Kommenos’un kutsal haçı ve Oisios Christoforos’un el yazmaları da (644 yılına tarihlenir) bu manastıra getirilir.
Her yıl “Ağustos” ayında, tıpkı geçmişte, Trabzon Sümela Manastırında yaptıkları gibi, yeni manastır çevresinde, geniş katılımlı şenlikler düzenlerler.
Bu arada: Trabzon’da bulunan gerçek Sümela manastırı, sahipsiz ve kontrolsüz kalır. Tesis hızla harap olmaya başlar. 1930 yılında bir yangın, ahşap kısımların tamamen yanıp yok olmasını sağlar.
Bu arada: gizli define avcıları, define aramak bahanesiyle, burada büyük tahripler yaparlar ve yangında yok olmayan kagir kısımlar yakılır.
Burada, ilk bakışta dikkati çeken husus, darmadağın bir harabe görünüşü ve duvarlardaki freskoların, ustalıklı bir şekilde, muntazam kareler halinde kesilerek yerlerinden sökülüp götürülmüş, çalınmış olmasıdır.
Son derece zor olan bu işin, başarılı bir şekilde yapılması, bunu yöre insanının değil, bu çeşit hatıralara meraklı ve gerekli bilgiye sahip, bilgili yabancı ziyaretçiler tarafından yapıldığı ifade etmektedir.
Alman tarihçi ve gezgin Jacop Philipp Fallmerayer’in (1790-1861) Trabzon izlenimleri
Bu izlenimler, Sümela manastırı hakkında, karanlık bir dönemin aydınlatılmasına yardımcı olmuştur.
Yazarın 1840 yılında yaptığı Sümela manastırı gezisi sonrasında yazdığı “Tüm dünyada, Kolhis’in Mela Dağındaki bu manastır kadar güzel dini yapı yoktur” yorumu, manastırdan ne kadar etkilendiğini göstermektedir.
Fallmerayer’in anılarında: Havari Lukas’a ait olduğu öne sürülen ikona ve Kommenosların fermanının hikayelerine ait ilginç detaylarda yazılıdır.
” …………………. başrahip bizi sıcak karşıladı. Bize, yol gösterici olarak davrandı ve manastırın kutsiyetini anlattı. Bu mukaddes despotların ikametgahları, sade ve huzurluydu. Binanın yüksek katları, onlara ait olup, hizmetçilerin odaları, odunluk misali küçük hücrelerdi.
Binanın yapımı, hiç de düzenli olmayıp, birbirinden alçak, gelişigüzel bir biçimde yapılmıştı. Su ihtiyacı, tavandan bir kuyuya damlayan bir gözden sağlanıyordu. Sonraları, Trabzonlu bir zengin tarafından yaptırılan su yolu yardımıyla, manastır gümüş gibi temiz bir suya kavuştu.
Mabedin yabani ve tuzlu duvarları, 1360’lı yıllarda, güzel freskolarla süslenmişti. Papaz; Meryem Ana ikonasının getirilmesini söyledi. Harikalar yaratan ikonayı getirdiler. Bir tahta parçası üzerine, Grek zevkine göre bir Bizanslı tarafından yapılan bu resim, Lukas’ın sanat yeteneğinden şüphe etmeye yeterliydi. Papazların düşüncesine göre, bu ikona Lukas’ın elinden çıkma bir ikonaydı.
Gümüş bir çevre ile çevrilmiş ikona Sümela’nın hazinesi olarak kabul edilirdi. Bunun kredisiyle, papazlar geçinir ve manastırın çevresinde de kutsal koruyucu olarak algılanırdı.
Bu ikonanın kutsallığı, Anadolu’nun içlerine kadar yaygın olup, fakirliği, ihtiyarlığı bir yana iterek, Müslüman ve Hıristiyanlar birlikte, bütün Kolkid çevresinde olduğu gibi, Kapadokya, Paflagonya ve Ermenistan’dan hacılar, akın akın buraya gelir, hediyeler ve kurbanlar sunarlardı.
Sabahın erken saatlerinde, akrabalarıyla birlikte Bayburt gibi uzak bir yerden gelen Müslüman kadınlar da gördüm.
Dünyanın hiçbir yerinde eşine rastlanmayan manastırın doğal güzelliği yanında efsanevi kuruluş ve eski kaderi hakkında inanılmaz masallar üretilmişti.
Manastırdaki Meryem Ana ikonasının kutsiyeti, papazların beslenmeleri için bir gelir kaynağı halini almıştır. Bununla yetinmeyen papazlar, edindikleri bu dilencilik mesleğini: Rusya, Tuna boyları ve Anadolu’nun içlerine kadar genişlettiler.
Ellerine aldıkları, sahte ikonalarla, akçeler elde ettiler. Trabzon’da bulunduğum sırada, böylesi bir dilenci papazı Kayseri’de öldürüp 40 bin kuruşunu almışlar, yapılan araştırmalar sonucunda paranın bir kısmı geri alınabilmiştir.
Bu ikonadan biraz farklı olarak, İsa’nın çarmıha gerildiği odunun bir parçası olarak kabul edilen ve III. Manuel tarafından Trabzon hazinesinden Sümela manastırına hediye edilen gümüş kaplamalı bir haç da vardı. Her ayın ilk Pazartesi günü bu haç ile takdis edilen su, uygun bir fiyatla inançlılara dağıtılıyordu.
Manastırın genel durumunu gözden geçirdikten sonra, baş keşiş ile birlikte, onun dairesine çıktık. Biraz sonra, oraya manastırın idarecilerinden 2 kişi, ellerinde, Alexios’un fermanıyla birlikte geldiler. İşte, uğruna bunca masraf ettiğim ve çok uzaklardan geldiğim, siyah-kırmızı ve mavi yazılar ile doldurulmuş paçavra.
Bu cinsten gördüğüm ilk vesika idi. Ve keşişler, bu tomarı açtığında imparator ve karısı Theodora’nın harika, göz kamaştırıcı renklerdeki taçlı ve kırmızı elbiseli portrelerini gördüğüm, tezniyat içine girift biçimde yazılmış metni okumaya çalıştığım zaman, gösterdiğim aceleciliği anlayamadılar. “
Evet Fallmerayer’in anıları bunlardan ibarettir. Manastırda, o dönemdeki yaşam biçimini yansıtması açısından önemlidir.
GEZİ ROTASI
Sümela manastırının bulunduğu ve araçların park edildiği yerde 2 yol bulunmaktadır. Bunlardan bir tanesi manastıra çıkmak için kullanılan dolmuşların yolu ve diğeri ise patika yürüyüş yoludur. (Günümüzde her iki yolda kapalıdır)
Manastıra yürüyerek çıkmak isterseniz, bu patika yürüyüş yolunu kullanabilirsiniz. Patika yol: ziyaretçilerin daha rahat ve güvenli olarak manastıra ulaşabilmeleri için yakın zaman önce doğal yapı bozulmadan genişletilmiştir. Bu patika yol, normal bir yürüyüşle, yarım saat sürer.
Sık ağaçların arasından, tepeye tırmanılıyor. Tırmandıkça, yamaçlardan inip vadideki nehre karışan çağlayanların seslerini daha az duyar hale geleceksiniz. Bacaklarınızın yorulmaya başladığını hissettiğiniz anda, yeşil yaprakların arasından manastırı göreceksiniz.
88 basamaklı, çok sıkı emniyete alınmış, dar ve uzun bir merdivenle manastırın girişine ulaşılıyor. Bu merdivenin yanında, yamaca yaslanmış ve buraya su getiren bir büyük su kemeri görülüyor. Eski fotoğraflarda: geniş kavisli, on kadar gözü ile mükemmel bir halde görülen bu kemerin büyük bölümü, günümüzde yıkık haldedir.
Daha sonra kapıcı hücreleri (muhafız odaları) geçiliyor ve bir merdivenle küçük iç avluya iniliyor.
Kapıdan girildiğinde, sağ tarafta “Sümela Kitaplığı” yazılı kütüphane bulunuyor. Önceleri çatısı ahşap olduğu anlaşılan bu bina: binlerce kitap muhafaza ediyormuş. Burada, ceylan derisi üzerine yazılmış 17 kitap varmış.
Bu kitapların cilt ve yazarları da belliymiş. Ayrıca İstanbul’un fethine kadar, Bizans imparatorluğunun ve Pontus İmparatoru Davit ile Osmanlı Padişahının yazdıkları çeşitli ferman ve beratlar bulunuyormuş.
18’nci yüzyılda çıkan bir yangında, çoğu kitap ve değerli vesikalar yanmış, kurtarılanların bir kısmı muhafaza edilmiş, bir kısmı ise kaybolmuştur.
Girişin sol tarafında “ayazma” vardır. Kutsal ve içilebilir temizlikteki bu su: 100 metre yükseklikteki kayalardan damlar. Kutsal suyun toplandığı şadırvan, sivri kemeriyle Türk mimari karakterini yansıtır.
Aşağıda kayanın sol tarafında, mutfak ve çeşme vardır. Bu çeşme: günümüzde harap olmuş ve kullanılmaz. Mutfak kısmı üstü tonozla örtülüdür. Yapının kemer bağları taştandır ve yapı iki taraftan aydınlatılır.
Mağara kilise
Buradaki merkez, solda bulunan kilise haline getirilmiş olan tabii kovuktur. Avluya doğru çıkıntı yapan bir şapele bitişik bu kilisenin, gerek iç duvarları ve gerekse avludan görülen dış duvarı, tamamen fresko resimlerle kaplıdır.
Ancak yakından incelendiğinde, bu resimlerin bir çoğunun geç tarihlere ait olduğu ve altlarındaki başka tabakalarda, daha eski ve çok daha değerli duvar resimlerinin bulunduğu fark edilir.
Asıl kilisenin apsis kısmında: güney duvarında, yukarıda Meryem’in doğuşu ve mabede sunuluşu, tebliğ, İsa’nın doğuşu ve mabede sunuluşu ve hayatı, altta İncil’den resimler görülüyor. Güney kapısında: Meryem’in ölümü ve havarilerin resimleri vardır.
Kilisenin, doğuya bakan yukarı kısmında, 2’nci sırada: Genesis, Adem’in yaratılışı, Havva’nın yaratılışı, Tanrı’nın tembihi, İsyan (Adem ile Havva’nın yasak meyveyi yemeleri), Cennetten kovulma resimleri görülür.
3’ncü sırada: Yeniden dirilme, Thomas şüphesi, Kabirdeki bir melek, Nikaia konsülü tasvir edilmiştir.
Kovuğun karşısında muayyen bir düzene bağlı kalmaksızın inşa edilen, çeşitli manastır binaları vardır.
Avlunun sağ tarafında ise, 1860 yılına doğru inşa edildikleri bilinen bir takım misafir odaları olarak kullanılmış mekan görülür.
Avlunun çevresinde; birçok küçük şapel görülür. Bu küçük şapellerden bir tanesinde 14 ve 15’nci yüzyıllara ait olduğu tahmin edilen resimler bulunmuştur.
Manastır: şimdiki durumuna girmeden önce çekilen fotoğraflarda: bütün bu binaların avluya bakan yüzlerinin önlerinde, birbirinin üzerine binen ahşap balkonlar ve sundurmaların bulunduğu görülür. Bunlar: ahşaptan yontulmuş güzel parçalardır.
Avlunun ilerisinde dar bir koridor vardır. Bu koridor, kayalığın önündeki ensiz bir çıkıntı üzerinde uzanıyor. Burada, doğrudan doğruya yamaca yaslanmış, gösterişli bir bina vardır.
Bu binada: burada yaşayan keşişler barınıyordu. Sümela manastırının uzaktan görünüşünde bu kısım, daima ön plana çıkıyor. Dağın kayalıklarında, uzaklardan beyaz bir leke gibi görülüyor.
Bu kışla biçimli yapıda: 3 esas kat, ayrıca altta birkaç sıra mahzen vardır. Üstte de: bir çekme kat vardır. Saçak dibinde sıralanan kemerli galeriler, heybetli bir görünüm ortaya çıkarıyor. Ancak günümüzde sadece dört duvardan ibarettir.
Çünkü, çatısı, iç bölmeleri ve ahşap katları yok olmuştur. Burada, dışarıda bir çıkıntı yapan, ortadaki kuleden aşağıya bakarsanız, bu binanın yapıldığı yerin baş döndürücü yüksekliğini çok iyi hissedebilirsiniz.
İç avlunun kenarında: 18’nci yüzyıldan kalan bir kilise var. Kilisenin doğu cephesindeki giriş yolu, manastırın çan kulesi ile desteklenmiş. Bu kilise: kutsal mağaranın iç satıhlarının düzeltilmesi ve ağzının düz bir duvarla kapatılması sonucu elde edilmiş. Bu duvara bitişik, bir çıkıntı yapan küçük bir şapel var. Burada: iç ve dış satıhlar, üst üste fresko resimlerle süslenmiş.
Ama, bu resimler dikkat ederseniz, birkaç tabaka halinde. Bazı yerlerde, üç tabaka görmek mümkün. En alttaki tabaka: renkleri ve kalitesi bakımından, üstteki tabakalardan çok farklı ve daha mükemmel. Her tabakada: değişik konular işlenmiş.
Manastırın iç ve dış duvarlarında bulunan fresko resimleri: toprak boyası ve eski taş yosunu gibi ilkel boyaları ile yapılmıştır. Ana kilisenin güney duvarındaki belli-belirsiz tasvirlerde:
III. Alexios ve yanında iki oğlu (III. Manuel ve Andronikos) tasvir edilmiş. Ancak: günümüzde, bu portrelerden eser kalmamış. Yalnızca: eski gezginlerin yazdıklarından, bu bilgileri öğreniyoruz.
Bu fresko resimleri: 1376-1390 yılları arasında yapılmış olmalıdır. 1970’li yıllarda, kilisenin kuzey duvarlarındaki fresko resimlerinin altından çıkan freskoların, çok daha eski dönemlere ait oldukları ortaya çıkmıştır.
Bu eski freskolarda kullanılan renkler: yeşil, pembe, açık mavi imiş. D.Winfeld isimli araştırmacı, 1970’lerde, ana kilisenin dışında, kuzey duvarında, üst üste yapılmış, üç tabaka freskodan, en alt tabakayı incelemiş ve Trabzon Ayasofya’da çalışan ressamlardan biri tarafından yapıldığını kaydetmiştir.
Eğer, bu teori gerçekse, manastırın 1260’larda ve III. Alexios’dan önce, inşa edildiğini kabul etmek gerekir.
Avluda, dışarıda: kaya satha işlenmiş ve günümüze yalnızca üst şeritleri ulaşmış olan: büyük mahşer sahnesinin işlendiği alanın dökülen sıvalarının altından, başka sahneler gün ışığına çıkıyor.
Küçük şapelin duvarında: Üzerinde bir ejder ile süvari iki aziz (Georgios ve Demetrios) tasvir edilen fresko resminin altından, iki tabaka daha resim bulunduğu görülüyor.
Nitekim: bir yerde, en alt tabakada, İmparator kıyafetinde diademli bir figürün üstünde, diademli başka bir figür ve bunun üstünde de, Metamorphosis yani Tobor Dağı’ndaki İsa’nın görünüşünün değişmesi (suretinin değişmesi) sahnesi işlenmiş olarak görülüyor.
Bu durum karşısında: Sümela Manastırı’nın ne ölçüde eski tarihli olduğu anlaşılmaktadır.
Türk etkileri
Evet, avlunun çevresindeki binalarda gezerken, yer yer Türk sanatının etkilerini görebilirsiniz. Nitekim: odalarda dolaplar, hücreler ve ocaklar, bu küçük mekanlara, bir Türk etkileri havasını yansıtıyor.
Fakat: en dikkat çekici nokta, bazı duvarlarda, koyu kırmızı boya ile yapılmış duvar süslemeleridir ki bunlar 18’nci yüzyıl Türk binalarındaki tuğla derz süslemelerinin boya ile yapılmış taklitleridir.
Sümela manastırından çalınan objeler ve bulundukları yerler
Manastırın kütüphanesinde: evvelce kataloğu yapılan ve çoğunluğu 17-18′ nci yüzyıllara ait çeşitli el yazmalarından 66 tanesi, Ankara Müzesinde, içinde minyatürler olan ve Bizans eseri 1000 tanesi İstanbul’da Ayasofya Müzesindedir.
Ayrıca 150 kadar da taş baskı kitap vardır. Kilise hazinesindeki değerli eşyadan, Trabzon Prensi III. Manuel’in hediye ettiği gümüş salip (stavrotek) ile el yazması bir eser ve çok sayıda belge, Atina’da Bizans Eserleri Müzesine, manastıra ait “Güllü Meryem” olarak adlandırılan ikona, İrlanda da Dublin de National Gallery’ye kaçırılmıştır.
Sultan Selim’in hediye ettiği gümüş şamdanlar, 1877 yılında çalınmıştır. Manastıra ait başka bir Meryem İkonası da, Amerika-Oxford’da bir özel koleksiyondadır. Buradan çıkartılmış, üzerinde “Hıristiyan Üçlemesi” tasvir edilmiş, gümüş madalyon ile 1438 tarihli işlemeli, gümüş bir örtü de (epitaphios) Atina-Benaki Müzesindedir.