İstanbul Bakırköy

bakirkoy-1
İstanbul Bakırköy

Bakırköy: Roma imparatorluğu döneminde, İmparatorluğun Avrupa bölümünü, Bizanstion şehrine bağlayan “Via Egnatia” yolu üzerinde bulunmasıyla önem kazanmıştır. Çünkü burada yol üstü konaklama yerleri yapılmıştır.

Roma dönemindeki ismi “Hebdemon” dur. Bunun kelime anlamı “Yedinci” yani “kent surlarından itibaren, buranın yedinci mil’de bulunması” dır. Burası: şehre gelen önemli konukların ve askeri birliklerin karşılandıkları ve yolcu edildikleri yer olarak biliniyordu.

İmparator I. Constantinus döneminde; burada: gösterişli konaklar, yazlık saraylar, av köşkleri ve kiliseler varmış ve dönemin en gözde semtlerinden birisiymiş. 1960’lı yıllarda yapılan kazılarda: bu dönemden kalma, en eski kiliselerden biri olan “Ayios İonnes” in kalıntıları bulunmuştur.

Bizans döneminde: burası “Makro Hori” yani “Uzun köy” ve “Marki Hori” yani “Uzak köy” diye isimlendirilmiştir. Müslüman halk: burayı “Makriköy” olarak isimlendirmiş ve 1925 yılında, yer isimlerinin Türkçeleştirilmesi sırasında ise, bu isimlerden hareketle, yöreye “Bakırköy” ismi verilmiştir.

Bizans’ın ilk dönemlerinde: burada: bahçeler, hamamlar, köşkler ve havuzlar bulunuyormuş. Ancak: 1204 yılındaki Latin Haçlı istilasındaki saldırılarda tamamen yıkılmış ve yağmalanmıştır. Ardından bölgenin canlılığı kalmamış, küçük bir balıkçı ve bostan köyü olarak yaşam devam ettirilmiştir.

Fetihten sonra: Osmanlı bu uzak köye yerleşmemiştir. İlk yerleşim: 1600’lü yıllarda Kocamustafapaşalı Derviş Ahmet Efendi tarafından yaptırılan Çarşı camii ve hamam ile birlikte gerçekleşmiştir. Yani: Çarşı camii, bölgenin en eski yapısıdır. Ancak gerek cami ve gerekse hamam, sonraki dönemde yapılan onarımlar sonucu özgün özelliklerini yitirmiştir. Bu dönemde, bölgenin ilk yerleşimcileri Rumlardı. Ancak 19 yüzyılın başlarında, İstanbul ve başka şehirlerden gelen birçok Rum aile, yine buraya yerleşmişlerdir.

Bölgenin daha da canlanmasının temelinde: Sultan II. Mahmut döneminde, Ataköy’de yaptırılan Baruthanenin etkisi büyüktür. Bu dönem, aynı zamanda Ermenilerin, buraya yerleşmelerinin başlangıcı olmuştur. Çünkü Sultan II. Mahmut: baruthane inşaat işini Hovhannes Dadyan isimli bir Ermeni mimara vermiş ve o da Ermeni ustalarla birlikte inşaatı yürütmüştür.

bakirkoy-2
İstanbul Bakırköy

Günümüzde de görülen ve karşı karşıya duran Aya Yorgi ve Surp Asdvadzadzin Rum ve Ermeni kiliseleri, geçen yüzyılın ortalarında yapılmıştır. Ayrıca: Yenimahalle’ye doğru bir de İtalyan Katolik kilisesi ve Rum mezarlığında, Analipsis kilisesi vardır.

Sultan II. Abdülhamit döneminde, Bakırköy iyice canlanmıştır. Birçok bey ve paşa: burada evler, köşkler ve konaklar yaptırmış, parklar, bahçeler ve eğlence yerleri açılmıştır.

bakirkoy-3
İstanbul Bakırköy

1850’li yıllarda ise, günümüzdeki Yenimahalle’de: Bakırköy Basma ve Bez Fabrikası (Sümerbank) kurulur. 1870 yılında, Fransızlar tarafından yapılan demir yolu buradan geçince, bölge hızla gelişmiş, nüfus artmış ve Osmanlı ailelerinin gözde semtlerinden biri haline gelmiştir. 1922 yılındaki mübadele de, burada yerleşik Rumlar toplu olarak ayrılmışlar ve ardından Ermeniler de bölgeyi terk etmişlerdir.

Bakırköy’ün, günümüzdeki en canlı yeri: İstanbul’da at yarışlarının yapıldığı tek yer olan “Veliefendi Hipodromu”.

veliefendi-1
İstanbul Bakırköy

VELİEFENDİ HİPODROMU

Burası Türkiye’nin en ünlü ve önemli hipodromlarından birisidir. Bakırköy Yenimahalle’de, tren istasyonuna yürüme mesafesindedir. Fatih Sultan Mehmet döneminde yaşamış olan Veli Efendi isimli kişi: İstanbul’un fethi sırasında büyük yararlıklar göstermiş ve bu yüzden, fetihten sonra, Bakırköy’de bu bölgedeki bir köy kendisine verilmiş ve onun ismiyle anılır olmuştur.

Bu konuda anlatılan başka bir husus daha vardır. Sultan III. Mustafa, bir iftira üzerine sürgüne gönderdiği Şeyhülislam’a özür mahiyetinde Çırpıcı Çayırının sahil kısmını vermiş, kendisi de o dönemin en değerli bölgesindeki bu arsayı mesire yeri olarak vakfetmiştir.

Veliyüddin Efendi: uzun yıllar üst düzey devlet görevlerinde bulunmuş, devrinin önemli bir hattatıdır. Dünyanın önemli koleksiyonlarında kendisinin eserleri bulunmaktadır. Beyazıt Kütüphanesine, birçok el yazması kitap bağışlamıştır.

Günümüzde: hipodrom ve civarındaki bölüm: eskiden uzun süre “Şeyhülislam Veliyüddin Efendi Çiftliği” olarak bilinen bir mesire yeridir. Çünkü 1768 yılında ölen Şeyhülislam Veliyüddin Efendi: bu alanı mesire yeri olması için vakfetmiştir. Böylece Osmanlı döneminde, burası şehrin en gözde mesire yerlerinden birisi olarak kullanılmıştır.

Ancak: 1911 yılına gelindiğinde: Enver Paşa, İstanbul’da at yarışları düzenlenecek bir arazi ararken, burayı uygun görmüştür ve bunun üzerine, buraya hemen yarış pistleri ve tahta tirübün ve hakem kulesi yaptırılmıştır. Buradaki ilk at yarışları, 1912 yılında düzenlenmiştir. 1920 yılında ise, yine burada bir İngiliz şirketi at yarışları düzenlemeye başlamıştır.

Yarış pisti ve diğer tesisler, yarışlara olan ilginin zamanla artmasının ardından sürekli yenilenmiş, geliştirilmiş ve genişlemiştir. 1950 yılında, arazi, Tarım Bakanlığı tarafından, Türkiye Jokey Kulübüne kiralanmıştır. Gelelim günümüzde hipodrom olarak kullanılan tesise: seyirci kapasitesi 7600 kişi, pist uzunluğu 2020 metre, pist genişliği 27-36 metredir. Ayrıca: bir sentetik ve bir kum yarış pistleri vardır. İlaveten: TJK Üyeleri Sosyal Tesisi, İdare Binaları, Yarış atları hastanesi, Apranti eğitim merkezi, satış mağazası, müze ve sergi alanları bulunmaktadır.

Evet, İstanbul şehrinin beton kalabalığı içinde, burası tam bir yeşil vaha gibidir ve hala, birçok İstanbullu buraya piknik yapmak için gelmektedir.
Bakırköy’ün günümüze kadar ayakta kalmayı başarmış en eski yapılarından bir tanesi: Dantelacı Sokağının İstanbul Caddesine açılan köşesinde bulunan Çarşı Camidir. Diğer adı: Kartaltepe Cami.

carsi-camii-1
İstanbul Bakırköy
carsi-camii-2
İstanbul Bakırköy

ÇARŞI (KARTALTEPE) CAMİ


İki katlı caminin altında dükkanlar ve bir çeşme, yan tarafında ise günümüzde mağaza olarak kullanılan hamam vardır. Çeşme üzerinde bulunan kitabeye göre: Çarşı Cami: ilk olarak: 1601-1602 yılları arasında Şabanağa tarafından ahşap olarak yaptırılmıştır. Ardından, zamanla harap olan cami: Sultan Abdülaziz tarafından 1875 yılında kagir olarak yeniden yaptırılmıştır.

Minaresi: günümüze kalmış en eski kısmıdır. Camiyle aynı yıllarda yapılan çeşmesi de, son derece dikkat çekicidir. Cami 1980 yılından sonra genişletilmiş ve günümüzde 5000 kişinin aynı anda ibadet edebileceği bir yer olmuştur. Giriş kısmında: kütüphane, çay ocağı, gasilhane, imam müezzin odaları vardır.

Bakırköy’ün bir diğer eski yapısı: 19’ncu yüzyıl ortalarına tarihlenen “Surp Asdvadzadzin Kilisesi” Bölgenin diğer eski ve özgün yapıları arasında: “Ayios Yeoryios Rum Ortadoks Kilisesi” ve Rum mezarlığının içindeki “Analipsis Kilisesi” var.
Bölgede, tarihten bugüne mistik bir ziyaret yeri olarak ünlenen: “Zuruhat Baba Türbesi” var.

zuhurat-baba-turbesi-00
İstanbul Bakırköy Zuhurat Baba Türbesi

      

ZUHURAT BABA TÜRBESİ

Anlatılanlara göre: İstanbul’un fethi öncesinde, ordularıyla İstanbul önünde ilerleyen Fatih: Reghion (Küçük Çekmece) denen yerden hareketle, Makro Khori (Bakırköy) denen yere gelir ve günümüzdeki Ataköy’de ordugah kurar.

Bizanslılar: bütün su kuyularını zehirlediklerinden, savaşın en yoğun ve şiddetli yaşandığı anlarda, Osmanlı ordusunda susuzluk başlar. Tam bu sırada: sırtında kırbası ve elinde maşrapasıyla çıkagelen aksakallı ve nur yüzlü biri: susuzluktan kırılan askerlere su dağıtmaya başlar.

Hatta: kırbasındaki su bitmek tükenmek bilmez. Nereden çıktığı bilinmeyen bu yaşlı kişi, askerlere “Beni hünkarınıza götürün” der. Dedeyi, Fatih’in huzuruna çıkarırlar. Dede “Padişahım bende: değil bir orduya, birkaç orduya yetecek kadar su var” der. Padişah yanındaki kumandanlara, bu dedenin nereden geldiğini sorar. Onlar da “Bilmiyoruz hünkarım, yeniçeriler arasında birden zuhur etti” derler. Bu benzetmenin ardından, hemen orada dedeye “Zuhurat Baba” ismi verilir.

Zuhurat Baba: ardından, Fatih ve kumandanlarına: bugünkü türbesinin bulunduğu yerin hemen yanında, ağaçların ve çalıların arasında gizli bir kuyuyu gösterir. Kuyunun berrak ve tatlı suyu vardır. Ordunun su ihtiyacı, bu kuyudan karşılanır. Ancak Zuhurat Baba, askerlere su dağıtırken ölür ve kuyunun hemen ötesinde açılan mezara gömülür. Yüzyıllar gelip geçtikçe, kuyu toprak altında kalır ve kabir ortaya çıkarılır.

Bir başka söylentiye göre: Zuhurat Baba, öldükten sonra, sırtındaki kırbasından sanki pınar gibi sürekli su aktığı görülür ve şehit olduğu yere gömülür.

Evet, açık mezar şeklindeki bu türbe: İstanbul şehrinin en çok ziyaret edilen yatırlarından biri olmuştur. Ancak: Zuhurat Babanın Müslüman mı yoksa Hıristiyan mı olduğu konusunda bir takım tartışmalar yapılmaktadır. Yine de yıllardır, inananlar tarafından bir evliya kimliği kazanmış ve türbesi, derdine derman arayanlar tarafından bir ümit kapısı olarak ziyaret edilmiş ve edilmektedir.

Osmanlı döneminde, burayı ziyaret edenler: bir nikel parayı, evliyanın içinde demir cevheri bulunan mezar taşına bastırırlar, eğer madeni para taşa yapışırsa, niyetlerinin olacağına inanılır. Bir diğer söylentiye göre, mezarın yanındaki taşların arasına mum yakılıp konurdu. Mumlu taşların üzerine, ortası delikli madeni paralar yapıştırılmaya çalışılırdı. Eğer para taşın üzerine yapışır kalırsa dileğin gerçekleşeceğine inanılırdı.

1950’li yılların başında, Baruthane Tesislerinin nizamiye kapılarından birinde bulunan Zuhurat Baba türbesi: önceleri Emrazi Akliye ve Asabiye Hastanelerine getirilen hasta ve hasta sahiplerinin şifa bulmak için ziyaret ettikleri bir yer iken zamanla ünü yayılır.

Ardından çocuk isteyenler, türbeye beşik asar, ev ve araba isteyenler ise anahtar bırakırlar. Özellikle, Cuma günleri türbeye aşırı ziyaretçi akını olur. Türbenin çevresindeki park ise, özellikle yaşlılar için bir dinlenme yeri olarak kullanılır.

Evet, Bakırköy bölgesinin bir diğer önemli yapısı da, Zuhurat Baba Mahallesinde bulunan: Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesidir.

Bir zamanlar, eski dönemlerde, hastanenin adı tam olarak söylenmez, aklından şüphe edilenler için, “tam Bakırköylük” denirdi.

Yani: Bakırköy denilince, insanların aklına, bu akıl hastanesi gelirdi. Geçmişi uzun yıllara dayanıyor.

hastane-1
İstanbul Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi

BAKIRKÖY RUH VE SİNİR HASTALIKLARI HASTANESİ


Hastanenin ana binası, 1914 yılında, Sultan Reşat tarafından, Reşadiye Kışlası olarak yaptırılmış. Hastane: 1924 yılında, Üsküdar’daki yerinden, Enver Paşa tarafından, Reşadiye adıyla yapılan kışla binasına taşınarak burada hizmet vermeye başlamıştır. 1940’lı yıllarda: hastane için devlet yardımları yetersiz kalmaya başlayınca: hasta sayısı hızla artmasına rağmen, yeni tesisler açılamamış ve yatak sayısı arttırılmamıştır. Sonucunda ise, ölüm oranları artmıştır.

1914 yılında, hastane içine bir saat kulesi yapılmıştır. Ancak kulenin bakımsız kalması üzerine saat: Reşadiye Kışlasına kaldırılmış, kule 1999 depreminde yıkılarak yok olmuştur.
Bakırköy’ün; Bizans döneminden günümüze kadar yaşamış olan en önemli yerlerinden biri de : Fildamıdır.

fildami-1
İstanbul Bakırköy Fildamı

FİLDAMI


Bakırköy Osmaniye’dedir.

Sular içinde kalan eski İstanbul’da yeterli su kaynağı yoktur. Kuyular ve diğer küçük boyutlu çeşitli kaynaklar: kurak zamanlarda ve aylar süren düşman kuşatmalarında, şehrin kapılarının kapatılmasıyla birlikte su sıkıntısına çare olmamıştır. Bu yüzden, Bizanslılar: şehrin su ihtiyacını karşılamak için şehirde kemerler, su dağıtım şebekeleri, çeşmeler ve devasa sarnıçlar yapmışlardır. Kapalı sarnıçlarla temiz içme suyu ihtiyacı karşılanmış, açık sarnıçlarla bağ, bahçe, bostan sulanmış, hayvanların su ihtiyacı karşılanmıştır.

Erken Bizans döneminde; yani muhtemelen 5 veya 6 yüzyılda yapılmış ve günümüze gelen en güzel açık sarnıç örneği ise Fildamıdır. O dönemde sarnıç “Hebdamon Sarnıcı” olarak biliniyordu. Bu sarnıç: o dönemde: Bakırköy’deki eski “Magnaura” ve “Jucundianae” saraylarına ve Veliefendi’nin bulunduğu yerdeki Bizans ordusunun “Campos” denen ordugahına su sağladığı düşünülmektedir.

Osmanlı döneminde ise, burada fillerin barındırıldığı ve bu yüzden ismin “Fildamı” olarak kullanıldığı tahmin edilmektedir. Ankara savaşının ardından, Osmanlı bir süre, fillerden yararlanmayı denemiş ve getirilen filler, burada barındırılmıştır.

Sarnıç: kıyıdan yaklaşık 1500 metre kadar içeridedir. Üstü açık ve çok büyüktür. Uzunluk 127 metre, genişlik 76 metre ve derinlik 11 metredir. Ancak derinliğin daha fazla olduğu düşünülüyor. Sarnıcın dört bir tarafındaki duvarlarının kalınlığı, nişlerle birlikte 7 metredir. Bu duvarlar: aşağıdan yukarıya doğru 7 sıra taş ve 7 sıra tuğla kuşak şeklinde örülmüştür. Tuğla kuşaklar: beşer sıra tuğladan oluşmuştur. Bu mükemmel duvarlar, günümüze kadar sağlam gelmiştir.

Uzun bir süre boş olarak bekletilen sarnıç alanı, 1996 yılında yapılan bir düzenleme ile, 12 bin kişilik, konser etkinliklerinin düzenlendiği bir yere dönüştürülmüş ve birçok ünlü sanatçı burada konser vermiştir. Büyük korolar (320 kişilik Türkiye’nin en büyük korosu dahil) burada çeşitli gösteriler düzenlemiştir. Ancak, daha sonra buranın konser için kullanılması durdurulmuştur.

Bakırköy’ün bir diğer önemli mekanı da: bugün Bakırköy Merkez İlkokulu olarak kullanılan yer. 1864 yılında, Paris’ten getirilen şehircilik uzmanı Kont Alleon, kendine yaşamak için, kentin bu sakin ve renkli semtini seçer. Bugünkü Taş Mektebin bulunduğu arsayı satın alır, büyük bir köşk yaptırır. Hemen yakınındaki Taş Köprü gibi Marsilya’dan getirilen kiremit ve tuğlalardan yapılan köşk, halen ayakta.

ataköy.1
İstanbul Bakırköy Ataköy

ATAKÖY

İstanbul’un fethinden sonra, şehir içi sayılabilecek yerlerde (Ayasofya, Unkapanı gibi) baruthaneler açılmıştır. Ancak bir süre sonra kazalar başladı. Baruthaneler, yangından, kıvılcım ve yıldırımlardan etkilenerek patlamaya başladı ve bunun üzerine, şehir dışına uzak yerlere taşınmaya başladılar.

Sultan II. Mahmut, Barutçubaşı Hovhannes Dadyan’a, yeni baruthaneyi: şehir merkezinden oldukça uzakta yani burada yaptırmıştır. Bu yüzden, bu semt uzun süre “Baruthane” olarak tanındı.

Cumhuriyetten sonra ise, Türkiye’nin ilk modern siteleri burada kuruldu. Bu sitelerde: 1950’lerde 60 bin nüfuslu bir yerleşim yeri planlanarak, bu büyük ve çok katlı konutlar yapıldı.

aya mama deresi.0
İstanbul Bakırköy Aya Mama Deresi

Aya Mama Deresi

Aya Mama deresi: eski Baruthane, günümüzdeki Ataköy sınırları içindedir. Başakşehir ilçesinin doğusunda Esenlerde Baştabya kışlası içindeki kaynaktan çıkar ve Bağcılar, Bahçelievler ilçelerinden akarak, Bakırköy ilçesi sınırları içinde Marmara denizine dökülür.

Bizans dönemindeki ismi “Ayios Mamas” tır. Eski dönemlere ait geniş bir nehrin, günümüze kadar ulaşmış kırıntısıdır.

Derenin isminin kaynağı hakkında iki görüş vardır.

Bunlardan birincisi: dere: Aziz Mamas isimli bir Hıristiyan azizin ismine istinaden verilmiştir. Aziz Mamas, öteki adıyla Aziz Mammes ya da Aya Mama: özellikle Avrupa’da Yunanistan, Kıbrıs ve Fransa’da çok popülerdir, adı bazı kiliselere ve bazı küçük yerleşim yerlerine verilmiştir. Beslediği hayvanlardan ve hatta ehlileştirdiği söylenen geyikten elde ettiği sütlerden: peynir, yoğurt yapıp fakir insanlara dağıtarak yardım etmiş ve Hıristiyanlığın yayılmasına uğraşmış bir çobandır.

Ancak genç yaşta Roma imparatoru olan Aurelianus (270-275) un emri üzerine, yaşadığı topraklardan alınarak Cesarela (Kayseri) şehrine getirilir ve Hıristiyanlığı yaydığı için işkence edilerek öldürülür. Aziz Menas’ın mezarının bulunduğu yere, Bizans döneminde bir kilise yapılır.

Daha sonraki devirlerde, kemikleri, Hasan dağının eteklerindeki Mamasim adı verilen yere getirilerek yeni bir mezara gömülür ve bu yer, yüzyıllardır Kapadokyalı Hıristiyanlar tarafından çok önemli bir kutsal ziyaret yeri haline dönüştürülmüştür.

Aziz Mamas: Bizans kilisesinde büyük saygınlık görür. Başkent Konstantinopolis şehrinin iki önemli noktasında, onunla ilgili kült yerleri oluşturulmuştur. Bunlardan biri: muhtemelen Diplokonion (Beşiktaş) da ve diğeri ise Hebdomon (Bakırköy) dedir.

Bu iki yerleşimin sınırları içinde: birer manastır, bu manastırlara ait kilise, ayazma gibi yapılar oluşturulmuştur. Hebdomon’da, yerleşimin batısından geçip Marmara denizine dökülen söz konusu dereye de “Aziz Mamas” ismi verilmiştir.

İkinci görüş: derinin ismi İsa’nın annesi Meryem’e atfen “Kutsal Anne” gibi “Ayia Mama” dan gelmektedir.

1970’li yıllarda dere yakınlarında, tarlalar arasında, Bizans döneminden kalma tarihi bir yapının kalıntıları bulunur. Burası: kaynağı Ortodoks kilisesi tarafından kutsanmış ünlü “Aya Mama Ayazması” dır.

Eski Bakırköy’un Rumları, yılda bir defa Baruthane komutanlığından izin alarak, faytonlarla buraya gelip yortu yaparlardı. Dileklerinin yerine gelmesi için dua okurlar, pikniklerini yapıp, yanlarında getirdikleri şişelere ayazmanın kutsal suyundan doldurup evlerine dönerlerdi.

Aradan yıllar geçti ve Ataköy evleri yapılınca, ayazmanın taşları da yerlerinden sökülüp atıldı. Uzun yıllar, Aya Mama deresinin yatağına imar izni verilmedi. Ancak 20 yıl kadar önce imar izni çıktı ve bu yasaklı ve tehlikeli bölgede, birbiri ardına yapılar dizilmeye başlandı.

Ardından 1995 yılındaki sel felaketi yaşandı. 2009 yılında yaşanan sel felaketinde onlarca kişi sel sularına kapılarak öldü. Günümüzde de, binlerce yıllık alüvyonlu ve yumuşak dere yatağına yapılan evler her an tehlikeye açıktır. Sonuç olarak: Aya Mama deresinin intikamı mı, yoksa Aziz Mamasın laneti mi nedir, bu durumu açıklamak mümkün olmaz.

İstanbul Tarihi Süreç

İstanbul Tarihi Süreç

İstanbul ve çevresi; MÖ. 1’nci bin yılda; yoğun bir yerleşim hareketlerine sahne olur. Önce; Trakya’dan gelen göçmenlerin yerleşimi görülür. MÖ. 7’nci yüzyılda ise; Yunanistan’dan gelen kolonicilerin, bunlarla birleştikleri görülür.

Yani; “Byzantion” adıyla anılan ilk yerleşme de; Trakya’dan gelenlerin izleri daha yoğundur. Ancak; yine de, bu ilk yerleşme hakkında, belge ve bilgi bulunmamaktadır.

Kent; konumu ve çevresi sayesinde zenginleşmiş ve tarih içinde, bu durumunu koruyabilmek için, her türlü siyasi manevrayı yapmış. Dönemin siyasi dengelerine göre: Perslerin, Yunanlıların, Makedonyalıların ve daha sonra da Romalıların egemenliğine girmiş. (MÖ.6’ncı yüzyılda; Pers kralı Darius’un; ordularını boğazdan geçirmek için, gemilerini yan yana dizerek, ilk boğaz köprüsünü yaratmış olması, yazılı belgelere geçmiştir. )

Bazen de, hatalı siyasi tercihler, felaketle sonuçlanmış. Şöyle ki, Roma döneminde, kent; imparator Septimus Severus’a karşı; yanlış kişiyi destekleyince, imparator intikam almak için, kenti, yerle-bir ettirir.

Ancak; imparator Severus, daha sonra yaptıklarına pişman olur. Kenti, daha görkemli şekilde yeniden yaptırır. Bu dönemden, günümüze, yalnızca, Sultanahmet Meydanındaki Hipodromun temelleri kalır.

Tarihi süreç içinde

Roma imparatoru Konstantinus; imparatorluğu daha iyi idare edebilmek için; Doğu’da, Roma dışında, ikinci bir başkent kurmak ister.

Dönemin ünlü kentlerinden; Troya, Nikomedia (İzmit) gibi adayları düşündükten sonra Byzantion’da karar verir. MÖ. 330 yılının Mayıs ayında, kent, “Konstantinopolis” olarak yeniden kurulur.

Yeni kentin sınırları; 6 km. karelik bir alana yayılır. İmparatorluğun çeşitli yerlerindeki insanlar, zorla göç ettirilerek, kente getirilir. Hatta, kente gelmeyi cazip hale getirmek için, uzun yıllar “ekmek” bedava dağıtılır. Roma’dan gelecek olan yöneticiler için, manzaralı villalar yaptırılır.

Evet; yeni kent yani Konstantinapolis; 7 tepe üzerine kurulur. 14 idari bölgeye ayrılır. İmparator Konstantinus; kenti görkemli hale getirmek için, her türlü gayreti sarf eder. O zamanda, dünyanın her yerinden önemli sanat eserleri toplatır ve kentsel alanları süsler.

Hipodrum’daki yılanlı sütun ve dikilitaş, bu çabalara örnektir. İmparator Konstantinus; o zamana kadar hep takibe uğramış olan Hıristiyanlığı; serbest bir din haline getirir.

Kentin, önemli bir Hıristiyanlık merkezi olması için; dini açıdan önem taşıyan kutsal emanetleri toplar, bunları yeni yapılan kiliselere koydurur. Ancak; MS. 337 yılında ölür ve ardında, kocaman bir şantiye ve bitmemiş sayısız proje bırakır.

Daha sonra; I. Theodosius dönemi başlar. MS. 4’ncü yüzyılın sonunda, daha önce yarım bırakılan projelerden bir kısmı sürdürülür. MS. 381 yılında; kent, Patrikhane merkezi haline gelir. MS. 395 yılında, I. Theodosius’un ölümü üzerine, oğlu Arkadius, imparator olur. Arkadius, Doğu Roma’nın ilk imparatoru vasfını da taşır.

Kentte; nüfus hızla artmaktadır. Bu nüfusa yer bulmak için, imparator II. Theodosius zamanında, kent genişletilir. O zaman yapılan surların sardığı kent; 20’nci yüzyıla kadar, ölçülerinde ve yerleşim alanlarında değişim göstermeden sürer. 12 km. karelik alana yayılan kentte yaşayan insanların sayısının ise 200 bin olduğu sanılmakta.

MS. 6’ncı yüzyılda

kent, en zengin zamanını yaşar. Ancak; 20’nci yüzyılın sonuna kadar süren en önemli eksiklik: sudur. Kentin doğal su kaynakları, hiç bir zaman yeterli olmaz. Suyu, uzaktan getirmek ve muhafaza etmek gereklidir.

Su; yaklaşık 200 km. uzaklıktaki Istıranca Dağlarından getirilir. 4’ncü yüzyılda, zorla buraya getirilmiş olan halk, çok fazla kalabalıklaşıp nüfus 500 bine ulaşınca, bu sefer, kente, yeni insan göç dalgasının gelmemesi için, önlemler alınmaya başlanır.

Bu dönemlerde, bir yandan da, yüzbinlerce kişiyi öldürecek olan veba salgınları görülür. Veba denilince; bir yerde okumuştum. Veba; girdiği bir yerde, nüfusun tam tamına yarısını öldürür. Yani; gerek sayısal ve gerekse cinsiyet bakımından, tam yarısı. İlginç olan bu notu, paylaşmak istedim.

Evet, devam ediyorum. Kent; Bizans imparatoru İustinianus döneminde, hala antik bir Roma kenti görünümündedir. Ancak, yeni dinin, Hıristiyanlığın yerleşmesiyle, bir Hıristiyan başkenti haline gelir. Sokaklardaki törenler, daha ziyade, dini geçitler şeklindedir.

MS. 8 ve 9’ncu yüzyıllarda; yeni dinin etkin olması nedeniyle, saray ve kilise arasında çatışmalar görülmeye başlanır. MS. 11’nci yüzyılda ise, nüfus yine yoğunlaşır ve 500 bin rakamlarına ulaşır. Artık kullanılmayan kiliselerin ve forumların taşları; sökülerek, yeni nüfus için inşa edilen yapılarda kullanılmaya başlanır. Bunun sonucunda ise, kent, yavaş yavaş eski görüntüsünden yani Roma kimliğinden uzaklaşır.

Bu aradaki dönemde; Batı Roma ile olan ilişkiler kötüleşir. MS. 11’nci yüzyılda, Doğu Roma yani Konstantinapolis, Papa tarafından afaroz edilir ve ilişkiler tamamen kopar. Ancak; aynı dönemde, doğuda Selçukluların tarih sahnesine çıkması ve Bizans imparatorluk birliklerinin ardı ardına aldığı yenilgiler sonucu Anadolu’daki toprak kayıpları; Bizanslıların batıdaki Hıristiyanlarla yeniden ittifak kurmalarına sebep olur. Bu yüzyılda; İstanbul’a gelen haçlılar, kente alındıklarında, kentin ve sarayın zenginliği ve kentsel alanlardaki organizasyonlara hayran kalırlar.

1204 yılında ise, yeni bir seferle bölgeye gelen haçlılar, kenti işgal ederler. İmparator ve Patriği kovarlar. Düşünün; kendi aralarında kavga ediyorlar. Latin işgali diye bilinen bu olay; 1261 yılına dek, 57 yıl sürer. Bu dönemde, şehir, ciddi şekilde yağmalanır. Birçok sanat eseri yok edilir. Kiliselerde bulunan kutsal emanetler çalınıp Venedik ve Avrupa’nın diğer şehirlerine kaçırılır. 1261 yılında; Bizanslılar, yeniden kenti ele geçirirler. Ancak; ekonomi, onarılmaz darbeler almıştır.

Bütün bu siyasi ve ekonomik felaketler üzerine bir de veba salgınları eklenince, kentin nüfusu 80 binlere düşer. Bu dönemde, kente gelen, büyük gezginler: boş arazilerden, manastırlara çekilmiş nüfustan söz ederler.

Bir zamanlar; büyük toprakların başkenti olan kent, artık, ancak kendisini idare edebilen bir kent-devlet olmuştur. Osmanlılar; kenti kuşattıklarında, kentteki nüfus, kenti kuşatan Osmanlı ordusundan sayısal olarak daha azdır.

Evet, kuruluşundan, 1123 yıl sonra, yine bir Mayıs ayında, İmparator Konstantinus döneminde, kent, Fatih Sultan Mehmet tarafından, tarihe gömülür.

OSMANLI DÖNEMİ

Evet, kent, 1453 yılında, Fatih Sultan Mehmet tarafından ele geçirilir. Fatih; kendisini Konstantinus veya İustinianus gibi kent için önemli olmuş imparatorların yerine koyar ve kendi külliyesi ve türbesini, bu imparatorların mezarların üzerinde bulunduğu kilisenin yerine inşa ettirir.

Müslümanların, kentin ticaret bölgesine yerleşmelerini sağlamak için, öncelikle, bugünkü Kapalı çarşının bulunduğu bölüme, Mahmut Paşa Külliyesi yaptırılır. Anadolu yakasına ise; Üsküdar’a, Rumi Mehmet Paşa külliyesi yaptırılır. Fatih; Müslüman bir başkent inşa etmeye başlar.

Zorunlu göçlerle, kentteki nüfusu arttırmaya çalışır. Ortodoks ve Ermeni Patrikhanelerinin tekrar kurulmasına müsaade eder. Rumlara ait kiliselerin bir kısmını, Ermenilere tahsis eder. Yahudiler de, göç ettirilerek, kentin değişik semtlerine yerleştirilirler.

İtalya’da ki gibi, duvarlı gettolar oluşmamasına rağmen, yine de dini guruplar kendi aralarında kalmayı tercih ederler. Özellikle Galata; tüm etnik gurupların birlikte yaşadıkları bir bölge haline gelir.

Takip eden tarihi süreç incelendiğinde; Beyazıt döneminde; antik ve Hıristiyan kentten ayakta kalan izlerin silinmeye başladığı görülür. 15’nci yüzyılın sonlarına doğru, İspanya’dan kaçan Müslümanlar ve Yahudiler için kentte iskan izini verildiği görülür. Dolayısı ile, kentteki Yahudi sayısı önemli ölçüde artar.

16’ncı yüzyılda; Kanuni Sultan Süleyman döneminde; zenginlikler başlar. Saray için çalışan Mimar Sinan, saray mensubu kişilere, birçok yapı tasarlar.

17’nci yüzyılda; kente, anıtsal yapı olarak, Sultan Ahmet Cami ve külliyesi ile Eminönünde’ki Yeni Cami Külliyesi eklenir.

18’nci yüzyılda; Lale Devriyle birlikte, İstanbul’un çehresi değişir. Lale Devri; tutuculuktan dolayı Osmanlı imparatorluğundan uzak tutulan matbaa gibi buluş ve çeşitli araçların, kente geldiği bir dönemdir.

Bu dönemde; Osmanlı idaresi, Batı’ya daha farklı bakmaya başlar. Batı ile yoğun ilişkiler kurulur. Kentteki mimari yapılar incelendiğinde; hem Doğu’dan ve hem de Batı’dan izler görülür.

19’ncu yüzyılda; kaybedilen Rus savaşlarından sonra, Hıristiyanlar için istenilen özgürlükler ve Yunanistan’ın bağımsızlığını alması gibi gibi olaylar; Osmanlı imparatorluğunu, Tanzimat sürecine götürür. Fetihten itibaren yasak olan kilise inşaatlarına yeniden başlanır. Hatta, yasak olan çanların çalınmasına bile izin verildiği görülür.

20’nci yüzyılda; İstanbul, göç ve savaşlardan kaçan insanların yığıldığı bir kent haline gelir. Yenilgiye uğranılan savaşlarda kaybedilen topraklardan gelen insanların sayısı çok fazladır. Rus devrimi de, önemli sayıda beyaz Rus’un İstanbul’a gelmesine sebep olur. Çeşitli yerlerden gelenler, beraberlerinde, değişik kıyafetler, değişik yemekler, alışkanlıklar ve değişik dillerini de getirirler. Kentin, renkliliği artar.