İstanbul Sultanahmet Cami (Blue Mosque)

İstanbul Sultanahmet Cami (Blue Mosque)

Eminönü’nden, tramvay yolunu takip ederek, soldan yukarıya doğru çıkın. Zaten; bu çevreye yönelerek giden, turistleri göreceksiniz. Onları takip ederseniz, buraya ulaşırsınız. Muhtemelen 20 dakika kadar yürümeniz gerekecek veya tramvaya binerek de gidebilirsiniz.

Ayasofya’yı yaptıran, imparator Justinyen, onunla Hz. Süleyman’ın Kudüs’te yaptırdığı mabedi aşmak istemişti ve aşmıştı. Süleymaniye’yi yaptıran Sultan II. Selim, Ayasofya’yı aşmak istemişti ve aşmıştı. 6 minaresiyle, İstanbul’un her yerinden görülecek şekilde tasarlanmış.

Şimdide, Sultan I. Ahmet, onları aşacak bir cami yaptırmak istiyordu. Fakat, atalarına saygısızlık etmemek için, yalnızca Ayasofya’yı aşacak bir cami yaptırmak istediğini söylüyordu. Bunun sonucunda, bir cami yaptırmaya karar verince uygun bir yer aramaya başladı. Bugünkü yeri beğendi. Fakat, o yıllarda, burada Sokullu Mehmet Paşa Sarayı vardı ve sarayın satın alınması, yıktırılması, çevresinin iyice açılması gerekiyordu.

Padişah; Ayşe Sultana, “Otuz yük dinar halis ayar altın “ göndererek sarayı satın aldı. Yeni caminin yapım işini ise; mimarbaşı Mehmet Ağaya verdi. Mehmet Ağa; Mimar Sinan’ın öğrencisi. O çok yönlü bir sanatkar. Yalnız dahi bir mimar değil, aynı zamanda büyük müzisyen ve büyük şair idi. Bu büyük sanatkar; mimarlığı, ressamlığı, müzisyenliği, şairliği, sedefkarlığı özelliklerinin tümünü, aynı eserde toplamak istemişti.

Sedefkar mimar, Mehmet Ağa: hemen karşısında Süleymaniye, yanı başında Ayasofya gibi iki eşsiz anıtın arasında, onlarla yarışacak bir eser yapmak zorunda olduğunu biliyordu. 1609 yılında temel atıldı. Evliya Çelebi, temel atma törenini şöyle anlatır.” …. cümle mimar ve mühendisler toplanıp, Üsküdarlı Mahmut Efendinin ve üstadımız Evliya Efendinin dualarıyla esasinin kazılmasına başlandı. Evvela, Sultan Ahmet Han, eteğine toprak doldurup “ Ya Rab, Ahmet kulunun hizmetidir, kabul eyle “ diyerek, amelelerle birlikte, temelden toprak taşıdı.”

İstanbul Sultanahmet Cami (Blue Mosque)

Camiyi gezmeye başlamadan önce, sizlere şunu hatırlatmak isterim ki, kapıda uzunca bir kuyrukla karşılaşacaksınız, yani burayı gezmek için makul süre olarak 3 saat ayırmanızı öneririm, çünkü içeri girmek için zaten muhtemelen 1 saate yakın bekleyeceksiniz. (Bu süreler yaz ayları içindir, Temmuz 2018 tarihinde orayı ziyaret ettim)

Caminin içine üç kapı açılır. Esas giriş; hipodrom tarafından. Kapılardan herhangi birinden girildiğinde; dış görünüşü tamamlayan; boyama, çini ve vitray camlarının zengin ve renkli süslemeleriyle karşılaşacaksınız. Bir dış avlunun çevrelediği iç avlu ve esas mekan: yüksek bir podyum üzerinde.

Ana girişin, hemen karşısındaki mihrap yanında; muhteşem oyma işçiliği olan; mermer minber var. Diğer tarafta ise; balkon şeklindeki sultanların locası bulunuyor. İç mekan; büyük bir bütün olarak dikkati çekiyor. İç avluya açılan kapıdan: ortadaki sembolik şadırvan ve etrafını çevreleyen galeriler üzerinde; birbiri üzerinde yükselen kubbeler görülüyor.

İstanbul Sultanahmet Cami (Blue Mosque)

Ana ve yan kubbeler; geniş ve sivri kemerlerin dayandığı, dört iri sütun üzerinde yükseliyor. İç bölümü, üç taraftan çevreleyen balkonların duvarları; 20 bini aşan sayıdaki İznik çinileriyle bezenmiş. Bunların yukarısı ve bütün kubbe içleri ise; boyama. Boya süslemelere hakim olan renk; mavi değil.

Camiye isim olan mavi renk; sonraki tamirlerde yapılan boyamalarda kullanılmış. Hatta; 1990 yılında tamamlanan son restorasyonda; iç dekorun koyu rengi, orijinal açık renklere dönüştürülmüş.

İstanbul Sultanahmet Cami (Blue Mosque)

Avlunun batı girişinde; demirden, ağır bir kordon var. Bu kordon; avluya atı ile giren padişahın; kafasını çarpmaması için eğilmesini gerektiren bir önlem. Yani; Padişah bile, camiye girerken, kendisine çeki-düzen vermek zorunda, camiye saygı ifadesi olarak başını eğmek durumunda.

İstanbul Sultanahmet Cami (Blue Mosque)

Her camide olduğu gibi; yerler halılarla kaplı.

İstanbul Sultanahmet Cami (Blue Mosque)

Yapının; mimari ve sanatsal açıdan, dikkati çeken en önemli yanı; 20 bini aşkın İznik çinisiyle bezenmesidir. Bu çini süslemelerinde: sarı ve mavi tonlarda; geleneksel bitki motifleri kullanılmış. Bunun sonucunda ise, yapı yalnızca bir ibadethane olmaktan öte, tam bir sanat eseri olarak ortaya çıkmış. Mavi, yeşil ve beyaz renkli bu göz alıcı çinilerle bezendiği için, Batılılar tarafından, Mavi Cami (Blue Mosque) olarak isimlendiriliyor.

İnşaat sürerken; dönemin padişahı I. Ahmet; “minarelerin altından yapın “ diye emreder. Ama; kaplamada kullanılacak olan altının değeri, padişahın bütçesini aşar. Bunun üzerine; mimar Mehmet Ağa; güya, padişah tarafından verilen emri yanlış işiterek, (altın sözcüğünü altı anlayarak) camiyi, altı minareli olarak yapar. Ancak; bu altı minare yine sorun çıkarır.

Çünkü; bu durum, Kabe ye saygısızlık anlamına gelmektedir ve itirazlar yükselir. Altı minaresi olan tek mabet, Mekke’dedir. Padişah, bu sorunu da, bütün İslam alemini memnun edecek şekilde çözer. Mekke’ye, yedinci minareyi yaptırır.

Evet, burası, Türkiye’nin ilk 6 minareli cami. Minarelerin şerefeleri de anlamlıdır. Minarelerde; dördü üçer, ikisi de ikişer şerefelidir. Toplam, 16 şerefe vardır. Bu şerefe sayısı, Sultan I. Ahmet’in, 16’ncı Padişah olduğuna işaret denilir. Ancak; bu bilgi yanlıştır. Çünkü: Sultan I. Ahmet, 16 değil, 14’ncü padişahtır. Peki; niye, 16 şerefe. Bilmiyorum? Bilen varsa, lütfen yazsın. Evet, halen bu konuda herhangi bir bilgimiz yok, bekliyoruz.

Bu minarelere; spiral merdivenlerle çıkılıyor. Kubbeler ve minarelerin üstü: kurşunla kaplı. Bunların uçlarındaki alemler, altın kaplamalı ve bakırdan yapılmış.

Caminin ibadethane bölümü: 64 x 72 metre boyutlarında. Merkez kubbenin yüksekliği: 43 metre Çapı : 23,5 metre İç mekanı örten kubbede: 260 tane pencere var. Bu pencerelerin renkli canlarından süzülen ışık, içeriye şiir gibi, beste gibi doluyor. Başka mabetlerde, hafif hüzün veren loşluk yerine, burada, coşkulu bir iç aydınlık var ve insana huzur veriyor. Sedefler ve çiniler; bahar güzelliğini yansıtıyor ve yaşatıyor.

Öyle ki, pencerelerden bazılarının camları kırıldığında ve değiştirildiğinde, camın yapılışındaki zamana göre farklılık oluştuğundan, renk ve ışık kayıpları olmuş. Cami içindeki yazılar ise ; Seyyid Kazım Gubari tarafından hazırlanmış.

Evet; inşaat 7 yılda tamamlanır. 2 Haziran 1616 günü, cami ibadete açıldı. Maliyet ise; yaklaşık olarak 1.510.000 altın. Çinilerin maliyeti ise; toplam 21.043 çini kullanılmış ve her bir çini için: 18 akçe ödenmiş.

Ayasofya’nın, 1934 yılında camiden müzeye dönüştürülmesiyle, burası, İstanbul’un ana cami konumuna girer.

Bugün, cami yapısına ilaveten, caminin külliyesi içinde; doğuda bulunan arasta çarşısı; Türk el sanatları, çini, dokuma, halı, kilim gibi ürünlerin satıldığı bir mekan. Bu çarşıda bulunan taban mozaikleri, Bizans’ın en önemli saraylarından biri olan, büyük saraya ait. Camide ayrıca, Padişah. I. Ahmet’in türbesi de var. Kuzeyde, Ayasofya tarafından. Tek kubbeli bir yapı.

Evet; özellikle yabancı turistlerin büyük bir beğeni ile gezdikleri bu muhteşem güzellikteki camimizi, mutlaka gezin. Buradaki güzellikler, kesinlikle hoşunuza gidecek. Mutlaka görün.

İstanbul Sultanahmet meydanı tanıtım ve gezilecek yerlerle ilgili yazım için.

İstanbul Üsküdar

İstanbul Üsküdar

İstanbul’un Anadolu yakasında; Paşalimanı ile Salacak arasındadır. Gerek siyasi ve gerekse ticari açıdan, büyük önem taşıyor. Osmanlı döneminde, idari açıdan dört kadılığa bölünen İstanbul’un kadılarından biri: Üsküdar’da oturuyormuş. Bu durum: semtin önemini ortaya koyması açısından önemli.

İstanbul Üsküdar

Evet: Üsküdar, tarih boyunca Anadolu ile organik bir bağın başlangıç noktası olmuş. Hac ve doğuya yapılan askeri seferler gibi büyük yolculukların çıkış noktası, hep Üsküdar olmuştur. Ancak: Anadolu-Bağdat demir yolunun yapımından sonra, Anadolu ticaret yolunun son noktası olma özelliğini de; Haydarpaşa’ya kaptırmıştır. Bu uç noktada: Barok ve Neo-klasik mimarinin çok güzel örneklerinden biri olan: Haydarpaşa Garı bulunuyor.

İstanbul Üsküdar Haydarpaşa Garı

HAYDARPAŞA GARI

Alman mimarlar: Otto Ritter ve Helmuth Cuno tarafından yaptırılan ve 1908 yılında hizmete giren yapının dış cephesi, yakın zamanda restore edilmiş. Yapımına: 30 Mayıs 1906 yılında başlanılan bina, 19 Ağustos 1908 tarihinde bitirilerek hizmete açılmış. Neo-Rönesans stilinde olup, klasik bir Alman mimarisi örneğidir. Denize bakan yönünde, iki başta tabandan çatıya doğru, kademeli olarak daralan kuleler var. Garda: 7 yol ve 4 peron bulunuyor.

Gar lokantası: kendine has müdavimleri olan tarihi bir restoran. Haydarpaşa garı bir süre önce bir yangın sonucu hasar gördü ve şu an kullanılmıyor, tarihe ışık tutan bu muhteşem güzel mimari yapıyı sadece uzaktan görebilirsiniz.  Bir zamanlar, birçok kişinin İstanbul’a ilk ayak bastığı bu tren garının umarım en kısa zamanda, yine tren garı olarak hizmete açarlar.

İstanbul Üsküdar İskele

İSKELE

Haydarpaşa Garının hemen yanında. Mimar Vedat Tek tasarımı. 1915-1917 yıllarında Denizcilik İşletmeleri (Seyr-i Sefain) için yapılmış. İskele binasının dış cephesinde: çini süslemeler ve eski yazı ile yazılan “Haydarpaşa” yazısı görülüyor.

İstanbul Üsküdar

ÜSKÜDAR GEZİ PLANI

Evet, gezimize, Üsküdar Meydanından başlıyoruz. Üsküdar Meydanının önündeki İskeleden, Eminönü ve Beşiktaş’a kalkan şehir hatları vapurları ile biraz ilerideki iskeleden, Beşiktaş’a çok yüksek sayıda yolcu taşıyan dolmuş motorları var. A sınıfı 25 metre ve B sınıfı 18 metre olmak üzere, 40 tekneden oluşan modern bir filo var. Saat: 06.00 ile 02.00 arası, sürekli olarak Üsküdar-Beşiktaş arasında yolcu taşınıyor.

Evet: gezimize devam edelim. Biraz da tarihi sürece ait bilgiler vermekte yarar var. Üsküdar’da: çok sayıda saray, cami, mescit, tekke, hamam, kervansaray, imaret ve han bulunuyormuş. Ancak, bunların birçoğu günümüze ulaşamamış. 1873 ve 1921 yıllarında büyük yangınlar çıkıyor. Osmanlı mimarisinin özelliklerini taşıyan köşkler ve özellikle sarayların hepsi yok oluyor.

İstanbul Üsküdar III Ahmet Çeşmesi

Üsküdar. 18’nci yüzyılda yeniden yapılandırılıyor. İskele meydanında bir çeşme göreceksiniz. Bu çeşme: Sultan 3’ncü Ahmet Çeşmesidir.

III. AHMET ÇEŞMESİ

Günümüzde: Üsküdar İskele Çeşmesi olarak da anılıyor. 1728 yılında yapılmış. Yapıldığında deniz kenarında imiş. Sonradan, meydan açılırken, çeşme ve haziresi, sökülerek bugünkü yerine getirilmiş. Mermer yalakları, sebilleri, sulukları kırılmıştı. Suyu kesilmişti. Geri çekme işi yapılırken, bunlar tamir edilmiş.

İstanbul Üsküdar III Ahmet Çeşmesi

Bu çeşme: çeşme mimarisindeki değişimlerin habercisi, anıtsal bir mekan. İşlevsel olmaktan öte, dekoratif değer taşıyan bir çeşme. Ahşap çatılı. Osmanlı Barok tarzının en güzel örneklerinden biri. Hattatlık, taş işçiliği ve şiir sanatının bir şahaseri. Çeşmenin dört yüzünde: dönemin şairlerinden: Nedim, Rahmi ve Şakir’in şiirleri var.

Ön cephesindeki kitabesinin ise: Sultan III. Ahmet ve Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın müştereken hazırladıkları ve iyi bir hattat olan Sultan Ahmet tarafından yazıldığı söylenmekte. Köşelerde: gömme halinde işlenmiş burma sütuncuklar görülür. Muslukların yanlarını: içlerinde güller bulunan kabartma vazolar, geometrik şekiller süslüyor. Çeşme: günümüzde, İstanbul’un en güzel çeşmelerinden biri olarak öne çıkıyor.

Çeşmenin hemen arkasında, İskele Meydanında: bölgenin çok önemli ve o derece de muhteşem görsel yapısı olan: Mihrimah Sultan Külliyesi var.

İstanbul Üsküdar Mihrimah Sultan Külliyesi

MİHRİMAH SULTAN KÜLLİYESİ

Mimar Sinan tarafından, Kanuni Sultan Süleyman’ın kızı Mihrimah Sultan için yapılmış. Yapıldığı dönemde: hemen deniz kıyısında, bir set üzerinde planlanmış: cami, medrese, imaret, misafirhane ve handan oluşuyormuş. Ancak: günümüzde, imaret ve han artık yok. Medrese ise, bir tıp merkezi olarak kullanılıyor. Bu yapılar topluluğu içinde bulunan Mihrimah Sultan Cami, Sinan’ın sürekli yenilik arayışına, güzel bir örnek oluşturuyor. Ana kubbe: üç yarım kubbe ile çevrili. Ön tarafta, pencereler kullanılmış.

Evet, bunları gördükten sonra: sahil yolundan yürümeye devam edin. Şemsi Paşa Burnunda bulunan tütün fabrikası kaldırılarak, Harem’e kadar olan Üsküdar-Harem Sahilyolu ile, Üsküdar ve Harem birleştirilmiş. Tam bu burunda; deniz kıyısında, Mimar Sinan’ın bir başka yapıtı: Şemsi Paşa Külliyesi var. Yolun hemen karşısında ise: Şemsi Paşa Caddesi üzerinde, yamaçta bulunan: Rum Mehmet Paşa Cami ve Türbesi, en eski Osmanlı yapılarından biri olması nedeniyle önem taşıyor.

Üsküdar sahilinden görülebilen bir cami var: Ayazma Camii.

İstanbul Üsküdar Ayazma Camii

AYAZMA CAMİ

1760 yılında, III. Mustafa tarafından annesi Mihrişah Emine Sultan ile kardeşi Şehzade Süleyman adlarına yaptırılmıştır. Mimarbaşı Mehmet Tahir Ağadır. Caminin bulunduğu yerde, daha önce Ayazma Sarayı ve bahçesi olduğundan, bu ismi almıştır. Kız kulesinin arkasındaki yamaçta, İstanbul’u seyrediyor.

Gözden ırak değil ama yoldan uzak. Kız kulesinin arkasındaki yamacın üstünde, bu cami güzel bir görüntü veriyor. Üsküdar iskelesinden, Doğancılar caddesi geçilerek, imrahor’a gelindiğinde, Ayazma Mahallesini sorun ve buraya ulaşabilirsiniz.

Yapının dış yüzeyinde görülen aşırı süslemeler, Barok tarzının belirgin özelliklerini yansıtıyor. İç mekan da ise, çini yerine renkli panolar kullanılmış. Kubbe, dört kemer üzerine oturtulmuş. Dış duvarlarda ilginç kuş evleri ile bir de güneş saati bulunuyor. Bu güneş saati de ilginç.

Zamanında, zamanı belirleyen kişilere “Muvakkit” deniliyormuş. Genellikle, büyük camilerin yanında, muvakkitlerin çalıştığı ve aletlerinin bulunduğu ve Muvakkithane denilen yerler de yapılıyormuş. Günümüzde, bu güneş saati işlevini yitirmiş, dış duvarda asılı duruyor, kim bilir hangi muvakkit bunu yaptı?

Üç kapılı avludan, camiye merdivenle çıkılıyor. Minaresi tek şerefelidir. Tabanı mermerle döşenmiştir. Güney cephesinde: Sultan III. Mustafa’nın türbesi var.

Bu caminin en büyük özelliklerinden biri de şu: Antik çağın Aspendos Tiyatrosu gibi, Ayazma Camisi de, olağanüstü bir akustiğe sahip. Elinizdeki bir kağıt parçasını, parmaklarınızın arasında kırıştırın, avucunuzun içinde buruşturun, kağıdın hışırtısı caminin duvarından geri dönüyor. Çıtınız çıksa, duvarlar “çıt” diyor. İnanılmaz bir ses düzeni. Hesaplanarak mı yapılmış bilinmiyor. Böyle bir hesap tutsa, sanırım her cami de yapılırdı. Nasıl olmuş, anlamak mümkün değil.

Meydanın aşağısında: Uncular ve Hakimiyet-i Milliye Caddeleri arasında kalan bölümde: Yeni Valide Külliyesi var.

İstanbul Üsküdar Yeni Valide Külliyesi

YENİ VALİDE KÜLLİYESİ

Sultan III. Ahmet’in annesi Emetullah Gülnuş Valide Sultan adına yaptırılan külliye, 1708-1710 yılları arasına tarihleniyor. Avluda: Valide Sultan’ın türbesi, zarif bir sebil ve Barok bir şadırvan görülüyor. Avlu duvarını süsleyen kuş evleri de, muhteşem güzellikte.

Hakimiyet-i Milliye Caddesinin çatallaştığı yerden, bu kez Topbaşı Caddesinden yukarı doğru yürüyün. Burada karşınıza: Atik Valide Cami gelecek.

İstanbul Üsküdar Atik Valide Camii

ATİK VALİDE CAMİİ

Sultan II. Selim’in karısı ve III. Murat ile III. Ahmet’in annesi, Nurbanu Sultan adına yaptırılan cami, Sinan’ın belki de en güzel külliyelerinden biridir. Dört duvar payesi ile iki sütun üzerine oturan, altı sivri kemerin taşıdığı kubbenin örttüğü mekan, ana kubbeyi taşıyan beş yarım kubbeyle de genişletilmiştir. Çok güzel süslemelere sahip olan yapı, ayrıca çok geniş bir sundurmaya sahip.

İstanbul Üsküdar Selimiye Kışlası

Evet, Üsküdar’ın diğer önemli yapılarını: sıradan anlatmak istiyorum. İlginizi çekecek yapıları, gidip görecek şekilde kendinize bir rota çizebilir, plan yapabilirsiniz.

SELİMİYE KIŞLASI

Sultan III. Selim’in Nizam-ı Cedit için, Harem sırtlarında, Kanuni Sultan Süleyman tarafından yaptırılan eski Kavak Sarayını yıktırarak yaptırdığı kışladır. O dönemde, bölgenin askeri ve stratejik önemini vurgulamaktadır. Nizam-ı Cedit Ordusu için: talim ve barınma yeri olarak yaptırılmıştır. Yapı: kesme taş bir kaide üzerinde ahşap olarak inşa edilmiştir.

Yapıldıktan kısa bir süre sonra, yeniçeri isyanı sonucunda, Nizam-ı Cedit dağılır ve 1807 yılında kışla da yakılır. Bugün görülen yapı: Sultan II. Mahmut döneminde, mimar Krikor Balyan tarafından kagir olarak yeniden yapılır. Sultan Abdülmecid zamanında ise iki defa yenilenen kışlanın, dört köşesine, yedişer katlı birer kule ilave edilir.

Buranın büyüklüğü konusunda bir rivayet var. Söylentiye göre: Baba-oğul, aynı yerde askerliğini yapmış, askerlik süreleri boyunca, birbirlerini hiç görememişlerdir.

İstanbul Üsküdar Selimiye Kışlası

Selimiye Kışlası, Kırım savaşında: kışla İngilizler tarafından hastane olarak kullanılmıştır. Modern hemşireliğin kurucularından olan lambalı kadın lakabıyla anılan Florence Nightingale, 1854 yılında kışlaya gelerek altı ay boyunca yaralı İngiliz askerlerinin tedavisinde görev alır. Florence Nightingale ve beraberindeki hemşirelerin kaldığı kulelerden birindeki oda, günümüzde müzeye dönüştürülmüş.

Cumhuriyet döneminde bir süre tütün deposu olarak kullanılan bina; 1959-1963 yılları arasında: Selimiye Askeri Ortaokulu olarak kullanılır. 1963 yılında, büyük bir onarımdan geçirilmiş ve sonrasında 1’nci Ordu Komutanlığı Karargahı Merkez Binası olarak kullanılmaya başlanmıştır. Kışlanın ortasında: 200 x 267 metre ölçülerinde, büyük bir avlu bulunmaktadır. Boğaza doğru eğimli bir arazi üzerinde kurulduğundan, her yönden bodrum katı sayısı değişiktir. Bodrum katlarının üzerinde, üç kat bulunuyor.

SELİMİYE CAMİİ

Selimiye Kışlasının hemen bitişiğindedir. III. Selim’in adını taşıyan bu cami, Barok mimarinin güzel örneklerinden biridir.

İstanbul Üsküdar Zeynep Kamil Hastanesi

ZEYNEP KAMİL HASTANESİ

Kavalalı Mehmet Ali Paşanın kızı Zeynep Hanım ile eşi Sadrazam Yusuf Kamil Paşa tarafından, 1860 yılında yaptırılmıştır. Yapı: 1898 yılında yenilenir. Yapılış amacı: hastalara ücretsiz hizmet vermek. Sağlık hizmetini günümüze kadar sürdürebilmiş, en eski sağlık kuruluşudur.

Bir diğer özelliği de, İstanbul’un ilk özel hayır kurumu olmasıdır. Zeynep Hanım ve Kamil Paşa, ölümlerinden sonra, Hastanenin bahçesinde yaptırdıkları türbeye defnedilmişlerdir. Hastane günümüzde, kadın ve çocuk hastalıklarının tedavisinde kullanılmaktadır.

İstanbul Üsküdar Karacaahmet Mezarlığı

KARACAAHMET MEZARLIĞI

Üsküdar’ı anlatırken, burayı es geçmek mümkün değil. 14’ncü yüzyılda oluşmaya başlamış ve İstanbul’un fethinden sonra da, tamamen Müslüman mezarlığı olmuş bir yer. Yüzyıllar boyunca, buraya çok fazla insan gömülmüş. Türkiye’nin en büyük, dünyanın sayılı büyük mezarlıklarındandır.

750 dönümlük arazi kaplar. İstanbul’un yalnız en büyük değil, aynı zamanda en eski mezarlığıdır. İlk olarak: İstanbul’un Araplar tarafından kuşatılması sırasında, şehit olan askerlerin buraya gömüldükleri sanılıyor. Mezarlık adını: İstanbul’a Hacı Bektaş-ı Veli tarafından, İslam dinini yaymak üzere gönderilen Karaca Ahmet’ ten alır.

Mezarlıkta: şahideler ve lahitler, değişik türdeki başlıklarıyla önemli bir sanat özelliğidir. Şahidelerin üzerindeki kitabeler, eğer bir hattatın elinde hazırlanmışsa, sanat değeri taşımaktadır. Başlıklar mezarda yatan kişinin: cinsiyeti, mesleği, rütbesi, sosyal mevki, ailesi, felsefi ve dünya görüşü, ölüm şekli ve yaşadığı dönemle ilgili bilgiler verir. Bu özelliği nedeniyle, şahideler, birinci dereceden belge niteliği taşımaktadırlar.

Mezarlığın tam ortasında bulunan: Karacaahmet Sultan Türbesi, saray mutfağı memuru Ziya Bey tarafından, karısı için 1866-1867 yıllarında yeniden yaptırılmıştır. Türbenin içinde: Alevi-Bektaşi büyüğü olduğuna inanılan, Karacaahmet yatmaktadır. Son zamanlarda, yanına bir de Cemevi yaptırılmıştır.

İstanbul Üsküdar Kız Kulesi

ÜSKÜDAR KIZ KULESİ

Yine bu sitede, ayrı bir başlık altında bulabilirsiniz.

İstanbul Kız Kulesi tanıtımı hakkındaki yazım için. 

İstanbul Ayasofya

İstanbul Ayasofya

İstanbul Ayasofya ; Ayasofya Meydanı; Bizans döneminde imparator Konstantinus’un annesi Helena adına yaptırılmış ve “Agusteion” olarak isimlendirilmiş. Bu meydanın; güneybatısında, Divanyolu başlıyor. Yolun başlangıcında ise; daha önce anlattığım üzere;” Million Taşı” var.

Evet; Ayasofya; kilisesi/camisi, müzesi.

Şu anki konumu: en son alınan kararlar gereği cami:

Ben tanıtım yazımda, Ayasofya’nın yapılışı ve mimari özellikleri hakkında aşağıda sizlere bilgi vereceğim. Ama, en son durumunu yani cami olduktan sonraki durumunu bilmiyorum. Pandemi nedeniyle İstanbul’a gitme şansım olmadı. Bu yüzden yazımda ysadece Ayasofya hakkında tarihsel geçmişe ait bilgiler vereceğim.

Ayasofya: sanat tarihi ve mimarlık dünyasının, günümüze ayakta kalmış en önemli anıtsal yapılardan biri. Daha ilk yapıldığı dönemlerde bile; mimarisi, ihtişamı, büyüklüğü, iç süslemeleri ve işlevselliği yönünden; herkesi şaşırtmıştı. Doğu-batı sentezinin ortak bir ürünü. İlk yapıldığı dönemlerde; dünyanın sekiz harikasından biri olarak kabul edilmiş. Bu yaşta ve bu büyüklükte, günümüze gelebilmiş nadir eserlerden.

Orijinal adı: “Hagia Sofia”. Yani: burada yapılan ilk bazilika; “Kutsal Hikmet” e adanmış. Önceki döneme ait bir pagan (putperest ) mabedinin yerine yapılmış. Küçük ölçeklerde yaptırılan bu ahşap ilk yapı; 4’ncü yüzyılda; İmparator Konstantinus zamanında yapılır. Ancak; 404 yılında çıkan bir isyan sırasında yakılır.

Bizans imparatoru II. Theodosius; yanan eski Ayasofya’nın yerine, yapıyı ikinci kez; daha büyük ölçekli olarak yaptırır ve 415 yılında ibadete açtırır.

Ancak; 532 yılında; Hipodrom’da yapılan bir araba yarışı sonucu çıkan, kanlı “Nike Ayaklanması” sonucu, yine yakılır.

20’nci yüzyılda yapılan arkeolojik kazılarda; bu döneme ait (Theodosius Ayasofyası) yapının: giriş bölümü ve cephe mimarisine ait bazı elemanlar bulunur ve temsili bir resim çizilir. (Bahçede bulunuyor)

İmparator Justinyen (527-565) ; Nike isyanını zorlukla bastırır ve “ Adem’den beri hiçbir devirde görülmemiş ve görülmeyecek “ şeklinde söz ettiği, büyük bir ibadethane yapmak üzere harekete geçer.

Hıristiyanlık aleminin, o devirdeki bu en büyük kilisesi, yakılan bazilikanın kalıntıları üzerine, 532 yılında yapılmaya başlanır.

Mimarlar; matematikçi Miletos’lu İsodoros ve Trales’li (bugünkü Aydın şehrinden) Anthemios.

İmparator; hiçbir masraftan kaçınmaz ve devlet hazinesini bu mimarların önüne sunar.

Yapı: bazilika planlıdır. Yuvarlak yapıların üzeri; çok büyük bir kubbe ile örtülür. Orta mekana hakim bu kubbenin yüksekliği 56 m. ve çapının genişliği ise, yaklaşık 30 metredir. Dikdörtgen bir mekan üzerinde, dev ölçüde bir merkezi kubbenin yapımı; mimarlık tarihinde, ilk kez burada denenir.

İmparatorluğun hemen her yerinde bulunan, erken devir antik şehir kalıntılarından; çok sayıda değişik mermer parçalar, sütunlar, başlıklar, renkli taşlar, inşaatta kullanılmak üzere İstanbul’a getirtilir. Ancak; bu devşirme malzeme ve bilhassa sütunların kullanımı için bir sürü değişik orijin hikayesi uydurulur.

Mimari ihtişamı yanında, burada kullanılan mozaiklerin güzelliği de, yapının görsel muhteşemliğini arttırır.

Özellikle, iç narteks ve yan neflerde kullanılan bu mozaikler, altın yaldızlıdır ve geometrik, bitkisel motifler hakimdir.

Dış ve iç görünüşteki tezat ve iri kubbe; Roma mimarisinin mirasıdır. Eser; Bizans devrine ait olmasına rağmen, daha önce örneği olmayan ve sonraki devirlerde de taklit edilemeyen, roma mimari geleneklerine bağlı bir denemedir. Dış görünümü; zarif değildir. Ancak; iç görünümü, saray gibi göz alıcı ve görkemlidir.

Ancak; eşsiz ve üstünlüklerine rağmen; yine de, yapının hayati önem taşıyan hataları vardı. En önemli sorun: kubbenin iriliği ve yan duvarlara yaptığı basınçtı. Böylesi büyüklükte bir kubbenin ağırlığının, temellere aktarılması için gereken teknikler tam olarak gelişmemişti.

Yapı, beş yılda tamamlanır ve 537 yılında ibadete açılır.

İstanbul Ayasofya : Açılış töreninde, heyecanına hakim olamayan imparator, atların çektiği arabası ile içeriye girer ve tanrıya şükür ederek; “ Süleyman Peygambere üstün çıktığını “ haykırır. Zamanla; bazilika çevresinde çeşitli binalar yapılır ve burası, büyük bir dini merkez olarak gelişir.

558 yılında; kubbenin yanlarındaki duvarlar, dışa doğru eğilir ve kubbe yıkılır. İkinci kubbe yapılır. Hem de daha yüksek, ancak daha küçük çaplı. Bu kubbe de; 10 ve 14’ncü yüzyıllarda, iki kez çöker. Her seferinde; büyük paralar harcanarak, Ayasofya ayakta tutulmaya çalışılır.

Evet, Ayasofya bittikten sonra, finans zorlukları ve teknik yetersizlikler nedeniyle, 1000 yıllık süreçte, bu mimari ölçüler aşılamaz. Burası: efsane olarak görülür. Böyle bir yapının; ancak, kutsal kuvvetlerin yardımıyla yapılabileceğine inanılır.

1453 yılında, Türk’ler tarafından şehir ele geçirilince; Ayasofya harap haldedir. Camiye çevrilerek, yapı kurtarılır. Türk mimar, Koca Sinan; 16’ncı yüzyılda; yapıya, payanda duvarları ekler.

İçerideki, 7.50 m. çaplı, dev yazı levhaları; 19’ncu yüzyılda yapılarak buraya yerleştirilir. Özellikle; Sultan Abdülmecit döneminde, İsviçreli Fossetti kardeşler tarafından, ciddi restorasyonların yapıldığı görülür.

Bu çalışmalarda; mihrabın yanına, hünkar mahfili gibi ilaveler yapılır. Mihrap çevresi: Türk çini sanatı ve Türk yazma sanatının en güzel örnekleriyle süslenir.

Bunların yanında; Sultan II. Selim, Sultan III. Mehmet, Sultan III. Murat ve bazı şehzadelerin türbeleri; Sultan I. Mahmut’un şadırvanı, Sıbyan Mektebi, İmaret, Kütüphane, Sultan Abdülmecit’in hünkar mafili gibi eserler; Ayasofya’daki Türk yapı örnekleridir. Türbeler; iç donanımları, çinileri ve mimarileriyle; klasik Osmanlı türbe geleneğinin en güzel örneklerindendir.

1930-1935 yılları arasında; mozaiklerin bir kısmı ortaya çıkarılmış ve temizlenmiştir. Bu mozaikler; Bizans’ın önemli sanat eserleri arasında yer alır. Bu dönemde: kubbenin demir kuşak ile çevrilmesi, takip eden dönemlerde yıkılmaması için alınan önemli bir önlemdir.

İstanbul Ayasofya ; 2000’li yıllarda; yapıya eklenen madeni iskele; restorasyonların daha seri ve kısa zamanda yapılabilmesini sağlar.

MÜZEDE GEZİ GÜZERGAHI-GEZİ YOLU-GEZİ PLANI

İstanbul Ayasofya ; Aşağıdaki satırları okurken, lütfen Ayasofya cami olmadan önce yazıldığını hatırlayınız. Cami olduktan sonra İstanbul’a gidip yeni düzeni görme şansım olmadığı için, yeni bilgiler veremiyorum.

Evet, Ayasofya müze iken olan uygulama şudur:

Öncelikle bilmelisiniz ki, Ayasofya’nın ziyaretçileri daima çoktur ve kapısının önünde, bilet için uzun kuyruklar oluşur. Bu yüzden: Ayasofya’yı gezmek için uzunca bir zaman ayırmalısınız ki zaten zamanınızın büyük bir bölümü, kapıdan içeriye girmek için oluşan uzun kuyrukta geçecektir, ama elbette beklediğiniz ve sabrettiğiniz süre, içeride göreceğiniz güzelliklere değecektir.

Batı yönündeki, orijinal kapıdan, müzeye gireceksiniz. Burada: tahmin ettiğiniz gibi, ücret gişeleri bulunmakta olup, müze kartınız varsa, bu zahmete katlanmadan, müzeye giriyorsunuz. Ancak; Müze içinde, gerek Harem ve gerekse Hazine dairesine girebilmek için, ilave ücret ödemek gerekiyor.

İstanbul Ayasofya ; Evet; girişten sonra, girişin hemen yanında, önceki yani ilk Ayasofya yapısına ait kalıntıları göreceksiniz. Sonra; dış koridor ve sonra 5 kapı ile iç koridora açılan bölüme geliyorsunuz.

Burası, yani iç koridor; 9 kapı ile, kilisenin esas kısmına açılıyor. Ortadaki yüksek kapı: imparatorluk kapısı. Bunun üzerinde göreceğiniz mozaik pano: 9’ncu yüzyıl sonunda yapılmış. Ortada: taht üzerinde bulunan pantokrator’da (mozaik resim); İsa’dan bir imparator şefaat istemekte.

Apsis ve kubbenin yanlarındaki madalyonlarda ise; çocuk İsa, Meryem Ana ve Beş Melek mozaiklerinin bulunduğu portreler var. Karşı duvardaki bir başka melek figürü tahrip olmuş. İç koridor ve yan neflerin tavanındaki figürsüz mozaikler ise; İmparator Justinyen dönemine ait.

Evet, içeri giriyorsunuz. Yapının ana kısmında: sizi, görkemli ve muazzam bir mekan karşılıyor. İçeriye girdiğiniz ilk andan itibaren; kubbenin büyüklüğü, sizi mutlaka etkileyecek. Kubbe; sanki havada durmakta ve bütün binayı kaplamakta. Duvarlar ve tavanlar; mermer ve mozaiklerle kaplı ve rengareng bir görünüm var. Kubbe mozaikleri; üç değişik renk tonu ile yapılmış.

Bu renk tonları; aslında, burada yapılan tamiratların eseri, yani orijinalde, bu renk tonları yokmuş. Tamiratlarda, aynı rengi tutturamadıklarından, renk tonları ortaya çıkmış. Yapılan tamiratlar; kubbeyi tam bir çember olmaktan da uzaklaştırmış.

Günümüzde; tam bir çember değil. Kuzey-güney yönündeki çapı: 31.80 metre ve doğu-batı yönündeki çapı ise: 30.87 metre Yükseklik: 55.60 metre.

Kubbenin dayandığı dört pandifte; yüzleri kapatılmış dört kanatlı melek figürü var.

İstanbul Ayasofya ; Orta mekan, yanlarda sütunlarla ayrılmış bölümlerde, karanlık nefler yani bir tür yollar uzanıyor. Orta mekanın boyutları: 74.67 x 69.80 m. Alt katta ve galerilerde; toplam 107 sütun var. Sütun başlıklarının süslemeleri ; Klasik 6’ncı yüzyıl, Bizans süsleme sanatını örneklerini yansıtıyor. O döneme ait diğer bir özellik ise; derin oyulmuş mermerler.

Bunlar; güzel bir ışık ve gölge oyunları yaratıyor. Ortalarında: imparator monogramları bulunuyor. Orta sütunlar; beyaz mermerden yapılmış. Köşelerde bulunan sütunlar ise; yeşil Selanik mermerlerinden yapılmış. Zeminde yer alan, renkli mermer parçalarından yapılmış kare kısım; imparatorların taç giyme mahal.

Büyük bir imparatorluğun baş kilisesi olduğu dönemlerde; apsis önündeki bölmeler ve kilisenin diğer birçok bölümü; altın ve gümüş levhalarla kaplı, fildişi ve mücevherlerle süslü imiş. Bir kısım kapı bile; böylesine kıymetli madenlerle kaplı imiş. 1204 yılındaki Latin istilasında, haçlılar; bütün bunları ve diğer bazı mimari parçaları sökerek, Avrupa’ya kaçırmışlar.

Galeriler seviyesinde; duvarlara asılı, deri üzerine işlenmiş, 7.5 m. çapındaki büyük diskler ve kubbedeki yazıt: buranın bir zamanlar cami olarak kullanıldığını hatırlatıyor. Bu eserler; 19’ncu yüzyılın ortalarında, dönemin büyük ustaları tarafından yazılmış. Yuvarlak tablolarda: Allah, Hz. Muhammed, 4.Halife ve Hasan-Hüseyin isimleri yazılı. Apsis içine yerleştirilmiş cami mihrabı, mihrap üstündeki vitraylar, yanındaki minber ve mevlithan balkonları, ana yapıya, Türk dönemi eklentileri.

İstanbul Ayasofya : Evet; orta mekanın giriş yanlarında; mermerden yapılmış, iki küresel kap var. Antik orjinli bu kaplar; 16’ncı yüzyılda, Bergama’dan getirtilmiş. Binanın, kuzey köşesinde; terleyen sütun var.

Bu sütunun alt kısmı; bronz bir kuşak ile çevrilmiş. Aman dikkat edin. Burada: parmak sokulabilecek büyüklükte bir delik var. Buraya; dilek sütunu adı verilmiş. Bu deliğe, parmağınızı sokarak dilekte bulunursanız, dileğinizin olacağı rivayet ediliyor. Denemenizi tavsiye ederim.

Binanın üst galerilerine: binayı dışarıdan destekleyen payandaların, kuzeyde bulunan ilkinin içindeki rampadan çıkılıyor. Buradan, yukarı çıktığınızda: binayı üç yönden kuşatan galeriler var. Bu galerilerden; iç mekan, daha başka güzel görünüyor. Bu galerilerin bulunduğu bölüm: imparatorluk kadınları için ayrılmış. Kilise toplantıları da burada yapılıyormuş.

Kuzey kanatta bir ve güney kanatta ise üç mozaik pano var. Güney kanatta; yanındaki pencereden; üzerine gün ışığı süzülen, Bizans mozaik panosu muhteşem bir sanat eseri. Burada işlenen konu ise: çok geniş, son mahkeme sahnesinin tam ortasında bulunan ve Diesis diye bilinen, üçlü figür.

Ortada: İsa, onun sağında Meryem ve solunda ise Hz. Yahya var. Arka fon mozaikleri: figürlerin güzelliğini daha da arttırmış.

Yüz ifadeleri; muhteşem ve gerçekçi. Güney galerinin dibinde, başka bir mozaik pano daha var. Bu pano: 12’nci yüzyılda yapılmış. Meryem Ana ve çocuk İsa, İmparator II. Komnenus, imparatoriçe İrene, yan duvarlarda ise, hasta Prens Aleksios resmedilmiş.

Burada; resimde görülen, takdim edilen rulo kiliseye bağışları, deri kese ise altın yardımlarını ifade ediyormuş. Macar asıllı imparatoriçe İrene; ırk özellikleri gereği açık ten ve açık saç rengi ile betimlenmiş.

Burada bulunan ikinci panoda: tahta oturmuş İsa, yanında imparatoriçe Zoe ve üçüncü kocası İmparator Konstantin Manomakhos görülüyor. Konstantin’in kafası üzerindeki yazıt; kazınıp, sonra yeniden yapılmış. Bu pano: imparatorluk ailesinin, kiliseye şükran ve bağışlarını sembolize ediyor.

Evet; müze gezimiz bitiyor. İç koridordan, müzeyi terk edeceğiz. Burada, yani iç koridorda; 10’ncu yüzyıldan kalma bir mozaik pano var. Bozuk perspektifli figürler; ortada Meryem ana ve çocuk İsa, yanlarda ise şehir maketini sunan, büyük İmparator Konstantin ve Ayasofya maketini sunan İmparator Justinyen tasvir edilmiş.

Çıkışta; muazzam bronz kapılar göreceksiniz. Bunlar: kısmen zemine gömülü ve MÖ. 2’nci yüzyılda; Tarsus’dan, belki de bir pagan (putperest) mabedinden getirildiği sanılıyor. Müze bahçesinde; değişik dönemlerde inşa edilmiş, Türk sanat eserleri var.

Yukarıda bunları anlatmıştım. Bazı sultanların türbeleri, okul, saat ayar evi ve şadırvan var. Doğu cephesindeki iki minare 15’nci yüzyılda, batı cephesindeki iki minare ise 16’ncı yüzyılda eklenmiş.

Evet; bu eşsiz sanat eserinden çıktınız. Dışarıdan çok sade görünen bu yapı, içine girildiğinde, aynen bir saray yapısı ihtişam ve görkemini sunuyor. Kesinlikle, bu tezata şaşırdığınıza eminim. Ama şu var ki; buradan ayrılırken, bu muhteşem yapı hakkında, yukarıda yazılı bilgiler ışığında, çok güzel zaman geçirdiğinize inanarak ve memnun ayrılacaksınız.

Çünkü; gerçekten, büyük bir mimari harika. Mutlaka gidin, buradan birkaç saatten önce ayrılmanız mümkün değil, bol zaman ayırın ve doya doya gezin.

Evet: bu yapı: 916 yıl kilise ve 447 yıl cami olarak kullanıldıktan sonra, Atatürk’ün emriyle; 1935 yılından bu yana; 74 yıldır müze olarak korunmakta. Aynı Tanrı’ya inanan, iki değişik dinin hizmetinde bulunması gerçekten ilginç.

Evet, Ayasofya müzesi, Pazartesi günleri hariç, her gün ziyarete açık. Mutlaka gidin. Ülkemizin, en çok ziyaret edilen, ilk üç müzesinden biridir.

Son bir not: Temmuz 2020 tarihinde Ayasofya cami olarak kullanılmaya başlandı.