Sabiha Gökçen: dünyanın ilk kadın savaş pilotudur. Hava alanı ise: bölgenin gelecekte bir teknoloji üssüne dönüşmesine öncülük edecek bir tesis. Son yıllarda: İstanbul’da Atatürk Hava alanının yükünün bir kısmının buraya kaydırılması için, yoğun çalışmalar yapılmakta. Hava alanı, yeni yapılan çalışmalar ile gerek konfor ve gerekse hizmeti kalitesi ve alanın genişliği açısından, gelişme gösteriyor.
Tesis: Pendik’te. İstanbul Anadolu Yakası Pendik/Kurtköy’de bulunuyor. Kadıköy-Hava alanı arası uzaklık: 40 km. Pendik-Hava alanı arası uzaklık ise: 12 km. Taksim-Hava alanı arası uzaklık ise: 50 km. TEM Otoyoluna bağlı 1.5 km. lik bağlantısıyla, ulaşım açısından da son derece rahat bir trafiğe sahip. Uçakların varış saatlerine bağlı olarak, Hava alanı ile Taksim arasında bağlantılı: Havaş Servis araçları bulunuyor. Pendik tren istasyonunun hava alanına uzaklığı: 14 km. dir. Bunun dışında, ulaşım için belediye otobüsleri ve taksiler kullanılabilir.
Yıllık yolcu kapasitesi: 3 milyon yolcu. CIP ve VIP salonları bulunuyor. Gümrüksüz satış mağazaları, bar ve kafeler, pub ve restoranlar var. Ayrıca: PTT, banka, araba kiralama ofisleri bulunuyor. Dış hatlar terminalinde: 3 hol var. İkisi A ve B gidiş salonu, biri ise geliş salonu olarak kullanılıyor. Her gidiş salonunda 11 er adet check-in bankosu ve 4 adet uçağa biniş kapısı, geliş bölümünde 12 adet pasaport bankosu bulunuyor. İç hatlar terminali: yıllık 500 bin yolcu kapasiteli. Burada da, kafeteryalar ve ofisler bulunuyor.
Evet: 31 Ekim 2009 tarihinden itibaren yeni terminal kapılarını açtı. Yıllık yolcu kapasitesi: 25 milyon kişi. Hazırlık çalışmalarında: eskicilerden toplanan ve ağırlıkları 20 kg. olsun diye, içleri atık malzeme ile doldurulan bavullar: check-in kontuarlarına verilip, etiketlendikleri ülkelere, kentlere doğru yola çıkıp çıkmadıkları gözlendi. 12-14 yaşındaki çocuklar: ellerine verilen boarding kartları ile, terminal içinde bırakılıp, uçakların park pozisyonunda olduğu varsayılan gate’lere, yani çıkış kapılarına ulaşıp ulaşamayacakları araştırıldı. Bu çocuklar sayesinde, hava alanı içinde yönlendirme panolarının doğru yapılıp yapılmadığı test edildi. Yani, sizler terminali kullanmadan önce, benzer birçok test ile büyük yapı, büyük bir sınav verdi.
Terminal binası: 320 bin metrekare. 112 check-in kontuarı var. 8 geniş veya 16 orta gövdeli uçak için körük hazırlanmış. 5 bin metrekarelik restoran-kafe bölümünde: güzel ve seçkin markaların tesisleri bulunuyor. Duty free alanı ise, 4.500 metre kare. Burada da, seçkin markaların mağazaları var. Otopark: 4 katlı ve 4718 araç ile 72 otobüs kapasiteli. Hava alanı oteli: 128 odalı.
HAVAŞ ve İETT Otobüsleri: 4.Levent, Kadıköy ve Bostancı’dan buraya sefer yapıyor. 2013 yılında, Marmaray ile metro gelmesi için de gerekli planlama yapılmış. Özellikle metro gelince, sanırım kırmızı ışıkta durmadan buraya rahatlıkla ulaşma imkanı olacak.
Çünkü: insanlar yakın zamana kadar burayı kullanmaktan imtina ediyorlardı. Ulaşım ve hava alanındaki tesislerin yeterli konforu olmaması nedeniyle. Ama sanırım son hali ile, bu çelişkileri giderecek ve insanların rahatlıkla kullanabilecekleri bir tesis haline gelecek. Gerçekten, yeni hali ile gayet güzel. Evet, Sabiha Gökçen hava alanının son halini anlatmaya devam ediyorum.
Sabiha Gökçen hava alanının yeni terminali, estetik bir çarpıcılığa sahip değil. Tabii, bu çirkin anlamına gelmiyor. Dış ve iç hatları, aynı çatı altında toplayan yeni terminal: ciddi bir rahatlık sunacak. Uçaklara alınan çiftli köprüler, yürüyen merdivenler ve bantlar, dünyada kendini kanıtlamış büyük firmalardan alınmış. Hepsinde, yüksek kalite seçilmiş.
Giriş holünde, gate’lere giden koridorlardaki tavan seviyesi düşük, bu sıkıntı bir mekan oluşmasına neden olmuş. Aynı şekilde, gelişte köprüden çıktıktan sonraki hollerde de, düşük tavan seviyesi, insanın ruhunu sıkıyor.
Giriş katında: pasaport bankolarının bulunduğu yerin mimarisi; işin başında dar olarak planlanmış. Bu yüzden, duty free alanı ile içiçe geçmiş. Uzayan kuyruklarda, bu bölüm bence sorun yaratır. Pasaport bölümüne: çatıdan doğal ışık taşınmış. Bu büyük rahatlık yaratmış, çünkü pasaport bölümleri, hava alanlarının en sıkıntılı yerleri.
Bina içindeki taşların kalitesi çok yüksek. Ancak: parlak malzeme, kaygan görünüyor. Umarım insanlar kayarak düşmezler. Özellikle: sıvı malzemeyle temizlenen yerlere, mutlaka uyarıcı levhalar konulmalı.
Üst katlardaki lounge’lerin yerleri mükemmel. Apron manzaralı özel salonlar, sanırım çok tutacak. İyi döşendiğinde, büyük beğeni kazanacağı kesin.
Otopark katları yer altında. Hava alanına girişle birlikte, terminal hemen önünüze çıkıyor. Otoparkın, üstü açık katı, özellikle tur otobüsleri için iyi bir park alanı yaratmış.
Polonezköy İstanbul’a hem yakın hem de uzak sayılır. Beykoz-Ümraniye yolundan giderseniz Fatih Sultan Mehmet köprüsü, Anadolu yakası çıkışından sapın 12 km gittikten sonra buraya ulaşırsınız. Yani Karadeniz sahilinden yaklaşık 20 km ve İstanbul Boğaziçi kıyılarından ise yaklaşık 15 km uzaklıktadır. Buraya servis yapan toplu ulaşım aracı yoktur. Sadece özel araçlar ile gidilebiliyor.
Polonezköy: 1842 yılında Rus ordusundaki mecburi askerlik hizmetinden kaçıp yeni bir hayata başlamak isteyen Polonyalı askerler için Lazarist Hıristiyanlardan alınan araziye kurulmuştur.
İsmini, hemşerilerinin yerleşip bir köy kurma hakkı için mücadele eden Polonyalı sürgünlerin lideri Prens Adam Czartorski’den almıştır. “Adam’ın köyü” anlamına gelmektedir.
Başlangıçta sadece 12 olan nüfus, 1848 yılında Macaristan, 1863 yılında Polonya’daki ayaklanmadan kaçanların ve Siberya sürgünü Polonyalıların gelmesiyle artmış, Polonez köylüler 1853 yılında Kırım savaşında Osmanlılarla birlikte savaşınca Sultan Abdülmecit tarafından ödüllendirilmiş ve oturdukları topraklar onlara bağışlanmıştır.
1918 yılında Polonya bağımsızlığını kazanınca bazıları ülkelerine geri dönmüştür. 1934 yılında Atatürk burayı ziyaret ettiğinde, geçimini hala çiftçilik, odunculuk ve deri eşya satışından sağlayan Polonyalılar vardı. 1938 yılında vatandaşlığa kabul edildiler. Atatürk’ün ziyareti sırasında kaldığı ev görülmeye değerdir.
19’ncu yüzyılda Franz Liszt, Gustave Flaubert ve Pierre Loti gibi ünlüleri ağırlayan Polonezköy sakinleri, 1960’larda turist ağırlamak için özel misafir evleri inşa etmeye başladılar ve bu yıllardan itibaren Polonezköy sahip olduğu farklılıklarıyla turistler için cazibe merkezine dönüşmenin ilk adımlarını attı. Turizmin artık yaşam kaynağı olduğu belde, aralarında Cumhurbaşkanları Lech Walesa (1994 yılında) ve Alexander Kwesniewski (1996 ve 2000 yıllarında) gibi tanınmış kişilerin de olduğu pek çok misafiri ağırlamanın gururunu yaşıyor.
Eskiden sakinlerinin Lehçe konuştuğu ve Türkçeyi ikinci dil olarak öğrendiği köyde çok şey değişti. Bugünlerde artık herkes Türkçe konuşuyor, Lehçeyi akıcı kullanabilenlerin sayısı ise kırkı geçmiyor. Eskiden sahip oldukları mülkleri kimseye satmazken bugün istediklerine satabiliyorlar olmaları gerçek Polonyalı nüfusun da azalmasına yol açmıştır. Son zamanlarda yapılan otel ve pansiyonlar maalesef köyün tarihsel ve kültürel özelliklerini yok sayan beton yapılar olarak göze çarpıyor. Polonezköy’ün simgesi olan doğal güzelliklerin, insanın doğaya gösterdiği saygıdan kaynaklandığının unutulması hüzün veriyor.
Köyün meydanına girişte, bir kilise ve Katolik mezarlığı vardır. Bol yeşillikli bu bölgede, kır lokantaları, piknik alanları ve konaklama imkanları bulunuyor. Özellikle: Mayıs ve Haziran aylarında, en güzel günlerini yaşayan bölgede, Polonezköy Tabiat Koruma Alanı, Milli Parklar kapsamında yer almaktadır. 1996 yılında Tabiat Parkları statüsü kazanan 3000 hektarlık park, zengin florasıyla ziyaretçilere peyzaj güzellikleri sunuyor.
Orman içi yürüyüş, koşu, bisiklet parkurları, özel bir hayvanat bahçesi, kimi tesisler içinde bulunan yüzme havuzları, tenis ve binicilik sporu, at kiralayarak tur yapma alternatifleri yanında, Polonezköy’ün açık havada brunch ve köy kahvaltıları oldukça meşhurdur.
ALIŞVERİŞ
Polonezköy merkezinde, yöresel ve tekstil ürünleri başta olmak üzere hediyelik eşya satan tezgah ve dükkanlar bulunmaktadır. Polonya halkını simgeleyen süs eşyaları ve kıyafetler bulup satın alabilirsiniz. Polonezköy, ayrıca doğal ortamda üretilen balı ile meşhurdur. Merkezde bulunan Polonezköy Arıcılık Müzesine uğrayın ve burada organik üretim teknikleriyle üretilen bal, polen, arı sürü, Propolis ve balmumu bulabilirsiniz. Yaz aylarında ise Polonezköy’ün kirazı meşhurdur.
KİLİSE
Polonezköy’de görülecek sadece birkaç yer vardır. Meryem Ana Kilisesi de bunlardan biridir. 1912 yılında yapılmış, I. Dünya Savaşı sırasında askeri karargah olarak kullanılmıştır. 1918 yılında ise restore edilerek tekrar ibadete açılmıştır. Bahçede 1869 yılında burada ölen ve gömülen şair Adam Mickiewicz’e adanmış bir anıt bulunmaktadır.
ZOFİA RİZİ ANI EVİ
Bu anı evinde: Polonezköy tarihçesinin ve eski fotoğrafları bulunmaktadır. Zofia Rızı Anı Evi, Polonezköy’ün en eski evlerinden biri olarak halkın ziyaretine açıktır. Bu evde: köy ve aileye ait fotoğraflar ve dokumalar toplanmıştır. Zafia Rızı Anı Evi, babası Wincenty Rızı tarafından 1881-1883 yıllarında yapılmıştır. Rızı ailesinin evi köydeki en gösterişli evlerden biridir. O dönemin tipik Polonya köy evi mimarisini sergileyen bu ev, orjinalliğinden hiçbir şey kaybetmemiştir. Köyü ziyaret eden turistler tarafından beğenilmekte ve yemyeşil bahçesiyle ziyaretçileri büyülemektedir.
Bu anı ev: Polonya-Türk ilişkilerinde dostluğun sembolü olarak kabul edilmiş, Polonezköy’e yapılan resmi ziyaretlerde de rol almıştır. T.C.Hükümeti temsilcileri ve Polonya Hükümeti temsilcileri tarafından Polonezköy’ün resmi ziyaretlerinde Zofia Rızı Anı Evi ziyaret edilir ve sık sık Polonya ve diğer ülkelerden gelen turistler misafir edilerek, yurt dışında, internette, kitaplarda, gezi turlarında bile anılan bir yer olmuştur. Polonezköy’deki bu hatıra evinin açılmasında fikir babası 1940’lı yıllarda Michal Czajkowski’dir. Polonya gelenekleri, özellikle Sibirya sürgününden dönmüş olan Wincenty Ryzy’nın evinde yaşatılıyordu. Ryzy’ların evinde ünlü Polonyalıların portreleri ve vatanseverlerlik konulu tabloların yanı sıra, köyün en büyük Lehçe kitaplarından oluşan kütüphanesi bulunuyordu.
Daha sonra bu evde Polonya’da “Ciocia Zosia” (Teyze Zosia) olarak ünlü olan Zofia Rızı (1903-1986) yaşamaya devam etti. Zofia Rızı, burada Polonezköy gençleri arasında ana dili ve Polonya tarihi hakkında bilgiler veriyordu. Evi, Türkiye topraklarında bir çeşit Polonyalılık göstergesi olmuş, kapısı büyük bir misafirperverlikle ağırladığı Polonya ve tüm dünyadan gelen konukları için her zaman açık olmuş ve aynı zamanda gençlerin buluştuğu bir kültür merkezi olmuştur.
Yürüttüğü faaliyetlerinden dolayı, 1975 yılında Polonya Halk Cumhuriyeti Devlet Konseyi tarafından “Gümüş Liyakat Madalyası” ile ödüllendirildi. 1981 yılında ise yurt dışında yaşayan Polonyalılar ile ana vatan arasındaki bağlarını kuvvetlendirmede göstermiş olduğu olağanüstü başarılar sebebiyle kendisine “Polonia” derneği tarafından özel diploma verildi. Anne ve babası henüz hayattayken tüm dünyadan gelen misafirler, 1916 yılından itibaren tutulmakta olan hatıra defterine ve albümlere notlarını yazmışlardır.
POLONEZKÖY KÜLTÜR EVİ
Polonezköy meydanının arka tarafında ana yolun kenarındadır. Polart Gallery ve Polonezköy Kütüphanesi olarak hizmet vermektedir. Yıl içinde düzenlenen pek çok kültürel ve sosyal aktiviteye ev sahipliği yapmaktadır.
AĞAÇ OYMA HEYKELLER SERGİSİ
Ağaç oyma sanatının güzel ve fantastik yapıtlarını burada görebilir, aynı zamanda yeşillikler arasında banklarda oturarak dinlenebilirsiniz.
POLONEZKÖY MEZARLIĞI
Polonyalı milli şair Juliusz Slowacki’nin aşık olduğu Ludwika Sniadecka’nın mezarının yanı sıra Polonya Cumhuriyeti Milli Savaş ve Şehitlikler Konseyi tarafından restore edilen 92 tarihi mezar bulunmaktadır.
KİRAZ FESTİVALİ
Her yıl gerçekleştirilen Kiraz Festivali, oldukça keyifli geçmektedir. Polonya’dan gelen folklor ekiplerinin gösterilerinden sergilere, konserlerden kilise bahçesindeki resitallere kadar bir dizi etkinlik yapılıyor. Yerel kıyafetleriyle çevrede göreceğiniz genç kızlar, kollarına taktıkları sepetlerden kiraz ikram ediyorlar. Kurulan Pazar yerinde, organik meyve ve sebzeler satın alabilirsiniz. Köyün en hareketli zamanlarını yaşadığı festival günleri, Türkiye-Polonya arasındaki bağları kuvvetlendiren kültürel bir paylaşım ortamı niteliğine de sahiptir. Çünkü açılışa her iki ülkeden bakanlar ve üst düzey bürokratlar ilgi gösteriyor.
Evet; Sultanahmet meydanı; Roma, Bizans ve Osmanlı dönemlerinde, kentin en önemli meydanlarından biri. Burada; önemli yapılar var. Hamamlar, mabetler, dini, kültürel, idari ve sosyal merkezler, hepsi, bu civarda yerleşmiş. Ayrıca; İstanbul’un en önemli abideleri; Ayasofya, Sultanahmet Cami, Türk ve İslam Eserleri Müzesi, Yerebatan Sarnıcı, burada.
Tüm bu yapılar yanında; İstanbul’dan Roma şehrine kadar uzanan yolun başlangıç noktası olan ve “Mesa” adı verilen cadde; burada başlıyor. Surlardan; “Altın Kapı’dan (Via Egnetia) geçiyor ve Roma şehrine kadar ulaşıyor. Bu caddenin hemen başlangıcında ise; bir taş var. Kilometre taşı, “Million Taşı” olarak isimlendiriliyor.
Yerebatan Sarayının önündeki bazilikanın önünde. Doğu Roma İmparatorluğunun başkenti İstanbul; o dönemde, aynı zamanda, dünyanın da merkezi olarak kabul ediliyormuş. Bunu kanıtlamak için de; buraya, bu taşı dikmişler. Bu taş; bulunduğu yeri, “dünyanın sıfır noktası” olarak kabul ediyor.
Bunu anlatınca, Akşehir’de bir yer aklıma geldi. Gidenleriniz varsa bilebilirler. Akşehir’de, Nasrettin Hoca’nın türbesinin bulunduğu yerin, hemen önünde, yerde bir işaret var. Nasrettin Hoca, bu dairenin ortasının, dünyanın merkezi olduğunu söylemiş. Çevresindekiler onun bu sözüne gülünce de: ” Hadi, aksini ispat edin de size inanayım ” demiş. Gerçekten; burada da, bir taş ve taşın bulunduğu bu yerin dünyanın merkezi olduğu iddia edilmiş.
Aksini söylemek kolay ama ispat etmek elbette zor. Neyse; bu küçük ayrıntıdan sonra, bölgede gezimize devam edelim. Taşın üstünde; o dönemde, dünyada bilinen büyük merkezlerin, İstanbul’a uzaklıkları ve yönleri yazılmış. Kent; bu taşın bulunduğu yerden sonra; küçük caddelere ayrılıyor. Çatallar yaparak, surlara varıyor ve surlardan sonra da, dünyanın her yanına ulaşılıyor. “Y” harfine benzetilen bu çatalın altı; Sultanahmet, iki ucu da; Yedikule ve Edirnekapı’yı simgeliyor. İmparatorluk kenti İstanbul; bu çatalın çevresinde toplanmış.
Evet, devam ediyoruz. Bugün; Sultanahmet Meydanı olarak bilinen burada; MÖ.196 yılında, Roma İmparatoru Septimus Severus tarafından; büyük bir hipodrom yaptırılır. Oturma sıraları ahşap, eni: 117 m. ve boyu ise: 480 m. yi bulur. Dev ölçülerdeki yapı: “U” şeklinde yapılır. Ortadaki saha: kum kaplı.
Bu sahayı ikiye bölen, arabaların çevresinde yarıştığı “Spina” denilen alçak bir duvar var. Bu duvarın üzerinde ise; imparatorluğun çeşitli yörelerinden getirilen ; abideler ve meşhur at sürücülerinin heykelleri var. Çünkü; burada, at yarışları gerçekten büyük önem taşıyor ve araba sürücüleri, her türlü maddi olanaklar yanında, heykelleri yapılarak ödüllendiriliyorlar.
Hidopdomda; doğuya doğru ilerleyen uzun tarafın damında; balkon şeklinde, “Katkisma” denilen, imparatorluk locası var. Bu locanın damında ise; dört bronz at heykeli var. Bu heykeller: 1204 yılında, Latin İstilasında, tahrip olmaktan kurtulsa da, haçlılar tarafından çalınarak, Vatikan’a götürülmüş. Bugün, Vatikan’da, Sen Marco Katedralinin üst kısmında bulunuyor.
Araba yarışları yanında; burada, şehir toplantıları, müzisyen topluluklarının konserleri, akrobatlar, vahşi hayvanlarla yaplan gösteriler, toplantılar gibi etkinlikler düzenlenir. Ancak; elbette, en önemli etkinlik, araba yarışları. Öyle ki; iki ve dört at tarafından çekilen arabalar; meydanda, Romanın kutsal sayısı olan yedi kez tur atarlar.
Yarışçılar: yeşil-mavi-sarı-kırmızı gibi, politik güçleri ifade eden takımlara ayrılırlar. Çünkü: yarışlarda, politik güçler, gerçekten çok etkin. Hatta, karşılıklı güçlerin mücadelesi, tarihi süreç içinde, zaman zaman, korkunç katliamlara bile dönüştü.
Evet, zaman içinde, hipodrom; İmparator Konstantinus (306-337) döneminde yenilendi. Oturma yerleri: taş ve mermere dönüştürüldü. Seyirci kapasitesi: 100 bin kişiye çıkarıldı. Yani, hipodrom; bir seferde; şehir nüfusunun dörtte birini alabilecek hale getirildi.
Dönemin; en ünlü araba ve at yarışları ile, gösterilerinin yapılmasına devam edildi. Meydan o kadar önemli hale geldi ki; büyük saray olarak bilinen, “İmparatorluk Sarayı”, hipodromun hemen yanı başından başlayıp, deniz kenarına kadar iniyordu. Bu saraydan, günümüze, yalnızca, büyük bir salon ve taban mozaikleri panosu gelebilmiş.
Derken, 1204 yılı Latin istilası, haçlılar tarafından, şehrin birçok meydanı gibi, burası da talan edilir ve bu talan sonunda ise, hipodrom, önemini yitirir.
1509 yılında, kent halkının küçük kıyamet olarak tanımladığı deprem ve takip eden dönemlerdeki her türlü felakette, meydan, toplanan halk için bir ikamet yeri haline getir. Halk uzun süre, gece-gündüz bu meydanda yaşar.
Osmanlı döneminde; buraya “At Meydanı” ismi verilir. Özellikle; tarihi süreçte, yeniçeri isyanlarının burada başlaması, 40 gün 40 gece süren şehzade sünnet düğünleri ve şenliklerin yapılması, meydanı tekrar hareketli ve önemli hale getirir. Özellikle: 1920 yılında, İstanbul’un işgali üzerine yapılan ve Halide Edip’in konuşmacı olduğu büyük mitingde, meydanda yüzbinlerce İstanbullu toplanır.
Günümüzde; Hipodrom’un zemini; ilk bulunduğu yerden, 4-5 m. yükselmiştir. Çünkü; tarihi süreç içinde, her tarihi bölgede; toz, rüzgar ve benzeri gibi nedenlerle, bu zeminde yükselmeler görülmektedir. Burada da; 4-5 m. bir yükselme var. Meydandaki sanat eserlerinin çoğu ise, talan edilmiş, günümüze yalnızca üç anıt kalabilmiş.
Yine de; buraya mutlaka gidin. Sizi; muhteşem bir açık hava müzesi karşılayacak. İstanbul’un en önemli turistik merkezi. Burada; çiçeklerin arasında, çimlerin üstünde dolaşın, banklara oturun ve tarihi mekanların muhteşemliğini izleyin. Özellikle; geceleri yapılan ışık gösterilerine rastlayabilirseniz, bu muhteşem görüntünün, başka bir yüzünü görme şansınız da olabilir.
ALMAN ÇEŞMESİ
İstanbul Sultanahmet Meydanı; Hipodromun, bir zamanlar, gösterişli kapısının bulunduğu yerin hemen yanında imiş. Tam meydanın orta yerinde. 1898 yılında Almanya’da yaptırılmış. İstanbul’u, ikinci kez ziyaret eden, Alman İmparatoru Kayser II. Wılhelm’in, Sultan II. Abdülhamit’e hediyesi. 1901 yılında, bugünkü yerine konulmuş. Mimarı: Spitta.
Bu eserde: Alman mimarisi görülmekte. Biçim ve bezeme yönünden, Osmanlı çeşme mimarisinden çok farklı. Ancak; çevresindeki diğer eski abidelerle uyumlu olmaması bir tezat yaratıyor.
Çeşme üzerinde göze çarpan ayrıntılar şunlar
Yapı; sekizgen yapılmış. Bir yüzünde basamaklar, diğer yüzünde ise, birer çeşme var. Ön taraftaki basamaklardan yukarı, çeşmenin üstüne çıkıldığında, çardak olarak kullanılan bölüm var. Buranın ortasında ise, çeşmenin deposu bulunuyor. Deponun üstünde, çeşmenin yapılış tarihi ve sebebinin yazılı olduğu, Almanca bir yazıt mevcut.
Çeşmenin iç tarafı, beyaz mermerden yapılmış. Her köşede; yeşil mermerden yapılmış sütunlar var. Bu sütunlar; çeşmenin üzerini örten, sekizli tonozu taşıyor. Tonozun içi; altın yaldızlı, dışı ise renkli çinilerle bezenmiştir.
Sütunların altları, aynı motifle süslenmiş. Birleştikleri yerlerin biraz üstünde ise; karşılıklı olarak, II. Abdülhamit ve II. Wilhelm’in tuğraları var. Yine; sütunları bağlayan kemerlerin iç tarafında, Arapça bazı bilgiler yazılı. Bugün, Alman Çeşmesi, tarihsel nitelikleri yanında, çeşme olarak da halka hizmet vermeyi sürdürüyor. İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından yapılan çalışmalar sonucu, çeşmenin muslukları tamir edilmiş ve çalışması sağlanmış.
Özellikle; sıcak yaz günlerinde, bu çeşmenin suyu, yöreye gelen yerli-yabancı turistler için, büyük orijinallik taşıyor. Özellikle; Alman turistleri düşünebiliyor musunuz? Çeşmenin Almanya’da yapılmış olması, sanırım büyük ilgilerini çekmesi açısından etkin. Evet; bu güzel çeşmeyi inceleyin, mimari özellikleri gerçekten güzel ve görülmeye değer.
DİKİLİTAŞ (OBELİSK)
Amerika ve Avrupa’da, birçok dikilitaş olmasına rağmen, İstanbul’daki bu örnek, bir bölümü kesilmişse de, en görkemli taşlardan biri olması açısından önemli.
Aslında, Mısır’dan hareket eden gemiler ile, iki tane Dikilitaş’ın İstanbul’a getirilmesi söz konusu imiş. Ancak, gemilerden biri, Marmara Denizinde batmış ve taşlardan yalnızca bir tanesi İstanbul’a getirilebilmiş. Diğeri; Marmara Denizinin dibinde. Evet, bu sütun, yani buraya gelen sütun: daha önce, ilk kez; Mısır’da, Firavun III. Tutmosis (MÖ.1504-1450) tarafından, MÖ.1450 yılında, kazandığı zaferlerin anısına, Karnak Şehrindeki Amon-ra Tapınağına diktirilmiş.
Ancak; İmparator Julianus Apostata, İstanbul’un yeniden imarında, meydanları süslemesi için, imparatorluğa bağlı tüm bölgelerden sanat eserlerinin getirilmesini istemiş. Bunun üzerine; 361-363 yılları arasında getirilen sütun; dikilmeden, hipodrom meydanının bir kenarına bırakılmış. Yaklaşık 30 yıl (361-390) taşa el sürülmemiş ve bulunduğu yerde kalmış.
Ama; daha sonraki dönemde, 390 yılında, İmparator I. Theodosius döneminde, taş, bugün bulunduğu yere, yani o dönemde hipodromun ortasından geçen Spina denilen yere, mermer kaidesi üzerine dikilmiş. Bu nedenle; sütuna, Theodosius sütunu ismi de verilmekte.
Yüksekliği: 19,59 m. Tek parça, mermer granitten yapılmış ve bu yüzden üzerindeki aşınma yok denecek kadar az. Orijinal bir yüzün, bu kadar düzgün olması, sizi şaşırtacak. Herhalde restore edilmiş diye düşünebilirsiniz. Ama, hayır. Taşın orijinal hali bu. Yani, binlerce yıl bozulmadan, yağmur, çamur, kar, fırtına demeden, nasıl dayandığına şaşmamak elde değil.
Üstünde, bronz bir küre varmış. Bu küre; 865 yılındaki depremde yere düşmüş ve bir daha yukarı çıkılıp yerine konulamamış.
Baktığınızda; sütunun üzerindeki hiyerogliflerin, alt bölümlerinin bir kısmının kesik olduğunu göreceksiniz. Bu durumda, sanki taşın, birkaç parça olduğu düşünülüyor. Gerçekte ise, taş çok uzun olduğu için, nakliye de kolaylık sağlasın diye, alt bölümlerinin biraz kesildiğine inanılıyor.
Bu kesilme olayının bir başka boyutu, hikayesi daha söylenmekte. Bir söylentiye göre ise; taşın üç parça olduğu, bizdeki bu parçanın en üst parça olduğu, orta parçanın Londra’da bulunduğu, en alt parçanın ise Kahire’de bulunduğu rivayeti var.
Sütunun 4 yüzünde: Firavunun zaferleri anlatılmış. Yazıda yazılanlar ise şöyle: ” zenginliğini, gücünü, yeteneğini; güneşin altın renklerini dünyaya saçan tanrı Amon’dan alan; 18 nci sülaleden III. Thutmosis’in, tanrı Amon’a şükran borcunu ödemek için armağanını sunmasından ” söz ediliyor. Zaten; dikilitaşa baktığınızda, bunun Mısırlılara ait bir eser olduğunu hemen anlayacaksınız. Çünkü: dikilitaşın, dört bir yanında, hiyeroglif yazıları var. Bu yazıların içinde, küçük bir ayrıntı belki gözünüze çarpacak.
Anıtın, batı yüzünde; ortada, küçük bir “surat” resmi var. Bu surat resmi ilginç. Bakın bakalım, neye benzeteceksiniz? Hayallerinizin boyutunu geniş tutun. Bu dünyadan ve özellikle bir Mısırlıya benziyor mu? Uzaylı olabilir mi? Belki ilginizi çekmiştir. Mısır tarihinde, günümüze kadar çözülemeyen birçok olay ve olguların esrarengizliği sürmekte.
Dikilitaşın batı, doğu ve güney yönlerinde: Firavun Theodosius, karısı ve çocuklarıyla birlikte, oyun ve şenlikleri izlerken tasvir edilmiş. Kuzey yönünde ise, Arcadius ve karısı işlenmiş.
Dikilitaşın kaidesinin içinde: 4 taş var. Bu taşların içinde ise, kurşun madde konulmuş. Herhangi bir deprem veya sarsıntı sırasında, anıtın esnemesi ve devrilmemesi için yapılmış. Mermer kaidenin dört bir yüzünde, hipodrom ve imparator ailesini sembolize eden, bir kısım kabartma resim görülüyor.
Doğu’sunda: bir kısım Latince yazı var. Bu yazıda: taşın ağzından konuşulmuş. Şöyle diyor; ” önceleri, ulu efendilere itaat etmek zordu. Ama, ölmüş tiranların üstünde zafer çelengi taşımam emredildi. Her şeye boyun eğen Theodosius ve onun soyuna; 32 günde yenilip, Praefektus Proclusus döneminde, yüksek göğe kaldırıldım.”
Kuzey’inde, en üstten en alta kadar uzanan bir oluk var. Bu oluk, sanırım kaidenin üzerinde biriken; yağmur ve kar sularının, dikilitaşın dengesini bozmadan aşağıya akması için açılmış.
Güney’indeki Latince ve Yunanca yazılarda, taşın Mısır’dan getirilişi ve yerine yerleştirilişi anlatılıyor. Bu yazıların anlamı şöyle:” Yalnızca, imparator Theodosius, ağırlığı ile toprağı bastıran bu dörtgen sütunu dikmeye cesaret ederek, Proklas’a görev verdi, 32 günde, bu hayranlık uyandıran kütleyi ayağa kaldırdılar. Bu devasa kütleyi; dikileceği yere kum yığarak diktiler. ”
Batı yüzünde; imparator I. Theodosius, yanında karısı ve çocukları, tahta oturmuş ve elçileri kabul ederken görülüyor.
Bu taş; 17 nci yüzyılda, ünlü gezgin Evliya Çelebi tarafından, İstanbul’a felaketten koruyan bir tılsım olarak tanımlanmış.
Evet: dikilitaşın tüm hikayesi bu. Muhteşem bir güzellik abidesi karşınızda, sanırım başından ayrılmadan bir süre bu anıtı izleyeceksiniz. Lütfen bu anıtın yapılışından günümüze 3450 yıl geçtiğini unutmayın. Muhteşem bir süre ve sanki ilk günkü gibi güzel. Bir de yaşadıklarını düşünün, Mısır’dan buraya getirilmesini.
Ya burada yaşananlar, at yarışları, araba yarışları, Nike ayaklanması, Latin istilası, yeniçeri isyanları, peki ya 1920 yılındaki bütün mitingde, Halide Edip’in sesinin yankılandığı bu meydandaki yüz binlerin isyanı, haykırışları. İşte, bu dikilitaş, bunların hepsinin şahidi.
YILANLI (BURMALI) SÜTUN
MÖ. 480-479 yılları arasında, Yunanlılar tarafından, Perslere karşı kazandıkları zaferin anısına; Delphi şehrindeki Apollon Tapınağına dikilmiş Dikildiği yerde; üç ayaklı, altından bir kazanın kaidesi imiş. Yazıtında; savaşlara katılan, 31 kent devletinin adı yazılıymış.
Bizans imparatoru Konstantinus; İstanbul’un yeniden imar faaliyetlerinde, şehri güzelleştirme adına, bu anıtı da bulunduğu yerden söktürerek, şehre getirtmiş ve hipodroma diktirmiş. Bronzdan yapılmış anıtın, iç tarafı boş. Anıt üzerinde; birbirine sarılmış, üç yılan figürü varmış.
Günümüzde ise; yılanların başı kopmuş. Kopan bu parçalardan yalnızca bir tanesi, Londra’da British Museumda sergilenmekte. Diğer parçanın ise, yalnızca çene kısmı, İstanbul Arkeoloji Müzesinde. Diğer yılan başı ise, tamamen kayıp.
Ancak; 1204 yılındaki Latin istilasında, bu anıt da, diğer birçok sanat eseri gibi, haçlılar tarafından talan edilmiş.
1856 yılında, burada yapılan kazılarda, anıtın toprağa gömülü bulunan bölümü ortaya çıkarılmış. Bu sırada; altında, bir de su yolu bulunmuş. Büyük olasılıkla; anıt, Bizans döneminde, aynı zamanda, bir çeşme olarak da kullanılmış.
Günümüzde; anıt bir çukur içinde bulunuyor. Niye? Çünkü; yapıldığı dönemden sonra 4-5 m. yükselen zemin, günümüzde kazılmış ve açılmış. Halen bulunduğu zeminden, yaklaşık 5 m. yüksekliğindeki burmalı bölüm: demir parmaklıklar içine alınmış. Anıtın bugün görülen bölümü, bir zamanlar, belirgin bir sebepten hasar gördüğü açıkça belli.
Bunun yanında; geçmiş dönemlerde, yağmur, kar sularının ve rüzgar gibi dış etkenlerin olumsuz etkilerini de görmek mümkün. Tüm bunların sonucunda; bu eser meydandaki diğer eserlere göre, daha sade görünüyor. Ancak, eserin tarihçesini yukarıda okudunuz. Gerçekten görünüm olarak sade olsa da, tarihi geçmiş olarak hayranlık uyandıracak bir anıt. İlk yapıldığı zamanki güzelliğini düşleyin, kesinlikle muhteşem olduğuna kuşku yok.
ÖRME SÜTUN
Sultanahmet meydanının güneyinde.
İmparator VII. Konstantinus döneminde yaptırılmış. Ancak, net yapım tarihi bilinmiyor. Ancak, imparator Konstantinus döneminde (913-959) dikildiği yada onarıldığı tahmin edilmekte.
Meydanda bulunan diğer iki anıta göre daha yüksek. Yüksekliği: 32 m. Taş, tuğla ve çimentoya benzer bir madde kullanılarak yapılmış ve yapılırken örgü şekli kullanıldığından, örme sütun olarak isimlendirilmiş.
Kare gövdeli sütun, 11’nci yüzyıla kadar, üzerinde tasvirlerin bulunduğu bakır levhalar ile kaplıymış. En üstünde ise, tunç bir küre varmış. Zaten; örme sütun üzerine dikkatlice bakarsanız, bu bakır levhaların, sütun üzerine monte edildiği sık delikleri görebileceksiniz. Bu sık deliklere, bakır kaplamalar oturtulmuş.
1204 Latin istilasında, haçlılar tarafından, anıtın üzerindeki bakır levhalar, kaidesindeki tunç levhalar ve tepesinde bulunan tunç küre sökülmüş. Bakır levhalar sikke yapımında kullanılmış. Söylentiye göre, tunç küre ise, günümüzde İtalya’da bir müzede sergileniyormuş.
Kaidesinde; batı yönünde: anıtla ilgili Latince bilgiler yazılıymış. Şöyle: ” Bu yüce şeylerin, dört kenar harikası, zamanla eskidiğinden, şimdi hükümdarlık asasının şanı olan imparator tarafından onarttırılmış. Öyle ki, Rodos’ta, Kolassos bir harikaydı. Burada da hayranlık uyandırdı.” Evet, böyle yazıyor.
Örme sütunda; bugün, eski görüntüsü ve ihtişamından uzak. Ancak; tarihi süreç içindeki varlığı, buradaki birçok olaya şahit. Ona bakarken de, hayal açınızı geniş tutup, bu yazdıklarımı gözünüzün önüne getirerek bakarsanız, inanıyorum ki, anıt size daha muhteşem görünecek.
TÜRK VE İSLAM ESERLERİ MÜZESİ
Hipodromun hemen batısında, Sultanahmet caminin karşısında. Roma döneminde uzanan tarihi hipodrom kademeleri üzerinde yükseliyor.
Kanuni Sultan Süleyman tarafından yaptırılarak, gençlik arkadaşı ve kendisine onüç yıl sadrazamlık yapan ve kız kardeşi ile evli olan İbrahim Paşa’ya hediye edilmiş bir saray. Uzun süre “At Meydanı Sarayı” olarak isimlendirilmiş. Kesin yapılış tarihi ve amacı bilinmiyor. Ama; 16’ncı yüzyıldan kalma ve günümüze kadar ulaşabilen, zengin ve tipik, özel saray yapılarının yani sivil mimarinin tek ve tipik bir örneği olması açısından önemli.
Ayrıca: Topkapı sarayından daha büyük ve görkemli yapısı, birçok düğün, şenlik ve kutlamanın yanı sıra, karışık dönemlere ve isyanlara da sahne olması açısından önem taşıyor. Hanedan dışından birinin sahip olabildiği tek saray olması özelliği de var. Ancak: tüm bu ihtişamlı yaşam ve özellikler, sadrazam İbrahim Paşa’nın, diğer birçok sadrazam gibi, boğularak öldürülmesine engel olamamış. Kanuni; Hürrem Sultan’ın etkisiyle, 1536 yılında Paşa’yı boğdurur ve servetine de devlet adına el koyar.
Saray; dört büyük iç avlu çevresinde yapılmıştı. Osmanlı sivil mimarisinde, ahşap yapıların aksine, burası kesme taştan yapılmıştı. Sarayın ikinci avlusu; yapının ağırlık noktasıydı. Birinci avludan daha yüksekte olan ikinci avluya; merdiven ve kapılardan giriliyor. İkinci avlunun batı duvarında: Sultan II. Mahmut tuğralı bir çeşme var.
Yapımı: 1831-1832 yılları arasına tarihleniyor. Bugün, girişin üzerinde bulunan küçük köşk, daha geç tarihlerde yapılmış. İkinci avlunun batı ve kuzey yönünde; zemin kat üzerindeki mekanlar, tonoz ve kubbelerle örtülü. Bunların içinde; ocakların da bulunduğu odalar ve revaklar var. Sarayın ikinci avlusunun güneyinde, sultanların At Meydanında yapılan eğlenceleri seyrettikleri “Divanhane” var.
Burası, son onarımlar sırasında yenilenmiş. Bu bölümün duvarlarındaki izlerden, çini ile kaplı olduğu anlaşılıyor. Üçüncü avlunun ana cephesinin sağında; bugünkü Adalet Bakanlığı Arşiv Dairesi var. Bunun önünde, 19’ncu yüzyılda, Tapu ve Kadastro Binası yapılmış. Arkasındaki dördüncü avluda; altta koğuşlar, üstte kubbeli revaklar ve kubbeli odalar var. Dördüncü avlu; 1939 yılında, Adliye Sarayı’nın yapımı sırasında yıkılmış.
Bu yapının bir hikayesi var. Belki ilginizi çekebilir. Şöyle ki; Sultanahmet meydanında, o devirde, en görkemli saraylardan birine sahip olan İbrahim Paşa, Avrupa’dan-Budapeşte’den; üç tane tunç heykel getirttirir. Antik çağ tanrısal varlıkları olan; Herkül, Apollon ve Diana’ya ait bu heykelleri, saray yanındaki sütunların üzerine diktirir.
Ancak; halk, bunları görünce, Paşa’yı, putperestlik ile suçlar. İbrahim Paşa’nın öldürülmesinden sonra; bu heykeller, bulundukları yerlerden alınarak, halk tarafından parçalanır, yok edilir. Bu tunç heykellerin güzellikleri, yalnızca o dönem tarihçi ve gezginlerinin yazılarında kalakalır.
Bu sarayın günümüze gelen bölümlerinde; halen; Türk ve İslam eserleri bir arada ve topluca sergileniyor. Yapı; ilk Türk Müzesi olması açısından da önemli. Müze olmadan bir süre kışla olarak kullanılan binadaki müze çalışmaları; 19’ncu yüzyılın sonlarında başlar ve müze 1913 tarihinde açılarak faaliyete başlar.
1984 yılında; Avrupa Konseyi Yılın Müzesi Yarışmasında, “Jüri Özel Ödülü” nü alır ve 1985 yılında ise; Avrupa Konseyi ve UNESCO tarafından, çocuklara kültür mirasını sevdirme konusundaki çalışmalar nedeniyle verilen “Özel Ödülü” de alır. Sonuçta; burası, konusunda dünyanın sayılı müzelerinin başında yer alıyor. Özellikle; iç avlusu görülmeye değer.
Müzedeki koleksiyonlarda, eser sayısı 40 bin civarında. İslam sanatının; hemen hemen her dönemine ait eser görmek mümkün. Bu eserler; çoğunlukla: halı, el yazması ve hat sanatı, ahşap eserler, taş sanatı, keramik ve cam, maden sanatına ait. Ayrıca; dünyanın en zengin halı koleksiyonu burada bulunuyor. Bunların yanında; uygarlıklar değerlendirildiğinde; Emeviler, Abbasiler, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerine ait eserleri, burada görebilirsiniz.
Bu güzel yapı; günümüzde, Türk ve İslam Eserleri Müzesi olarak ziyarete açık. Mutlaka ziyaret edin, gezin. Dikkat; müzenin kafeteryası, Sultanahmet meydanını yukarıdan gören konumu ile, yorgunluk atmanız için birebir bir mekan. Buraya da zaman ayırmayı sakın unutmayın.
OSMANLI DARPHANESİ
Topkapı sarayı, birinci avlusunda. Aya İrini Kilisesinden başlayarak, kuzeybatıya doğru, Soğukçeşme kapısına (Gülhane Parkı girişine) kadar uzanan, eğimli ve geniş bir arazi üzerinde bulunuyor. İstanbul sokağında.
Osmanlı döneminde: önceleri , birçok şehirde para/sikke basılıyorken, bu tarihten sonra; para ve sikkeler; İstanbul’daki darphanede yapılmaya başlanır. İlk darphane ise; Beyazıt civarında, bugünde mevcut olan “Simkeşhane Han” da bulunmaktaydı. Buradaki darphane ise; 1727 yılında, Sultan Abdülaziz zamanında; Sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa tarafından yaptırılır.
17 bin metre karelik bir alana kurulu yapılar kompleksi. Osmanlı mali piyasası içinde, buranın önemli bir yeri var.
Para basımı yanında; saray için gerekli olan altın ve gümüş eşya, hatıra sikkeler ve mücevher imalatı da yapılmış.
Ayrıca: dökümhane, çarkhane, sikkehane, teksirhane, tamirhane, kalıp atölyesi gibi imalatla ilgili işlemler yapılmış.
Takip eden dönemde, bu yapıların; Sultan II. Mahmut döneminde; kapsamlı bir onarımdan geçirildiği görülüyor.
Darphane olarak, bu kompleks; Cumhuriyetin ilk yıllarında da kullanılmaya devam edilmiştir.
1967 yılında terk edilmiş, 30 yıllık bir mezbelelik döneminin sonunda, 1995 yılında,” Tarih Vakfı” burayı kiralamıştır. İçinden; 200 kamyona yakın moloz çıkarılan harabe haldeki binalar, temizlenmiş, restore edilerek, yeniden hayata geçirilmiştir.
1996 yılından itibaren ise; burası, farklı sanat sergilerinin açıldığı ve sanatsal etkinliklerin yapıldığı , bambaşka bir dokuya kavuşmuştur.
Bugün; burada, çeşitli kültür ve sanat etkinlikleri düzenleniyor. Ancak; burası; İstanbul Müzesi haline getirilmek istense de, Anıtlar Koruma Yüksek Kurulu’nun aldığı “ Sur-i Sultanı içerisinde, Kültür Bakanlığı dışında, hiçbir kuruluş müze açamaz “ şeklindeki, garip karar nedeniyle, açılamıyor. Ancak; çeşitli etkinliklerle halka açılan binaları gezebilir ve tarih dolu bir gün geçirebilirsiniz. Zamanınız varsa, düşünebilirsiniz.