İstanbul boğazının Rumeli kıyısındaki bu semtle ilgili olarak: antik dönemden kalma bir efsaneden söz edilmektedir. Buna göre: Kolkhis ülkesini ve altın postu arayan, antik dönemin kahraman denizcileri Argonotlar; buradan geçmişlerdir.
Ancak: önceleri Jason isimli kahramanı seven ve onunla evlenen, ama sonrasında ayrılan kötü yürekli ve hırs küpü Medeia: yüreğince ve ağzında sakladığı bütün zehri, geri dönmekte olan Argonotları engellemek için, burada, Tarabya kıyılarına döker.
Büyücü Medeia: kocasının ihanetine karşılık çocuklarını öldüren bir tragedyanın lanetli kişisi olarak bilinir.
Bu zehrin adı: tüm çağdaş dillerde ilaçlar için kullanılan zehir yani “Farmacia” dır ve İlaç biliminde kullanılan “Farmakoloji” bu sözcükten türemiştir.
Bizans döneminde: 5 yüzyılda bölgenin ismi olan “Farmacia” yı beğenmeyen Attikos isimli bir papaz: yöreye insanların ruhunu dinlendiren bir yer anlamında “Therapia” ismini koymuştur.
Çünkü, buranın havasının insanlara şifa verdiği düşünülmüştür. Hatta yine o dönemde, akıl hastalarını buraya getirip tedavi ettikleri söylenmektedir.
Bölge ile ilgili olarak, Bizans döneminden günümüze ulaşan pek fazla bilgi yoktur. Ancak, Bizans döneminde, burada önemli bir kilisenin varlığından söz edilmekte ve bu kilisenin 18 yüzyıla kadar burada bulunduğu belirtilmektedir. (Aya Yorgi isimli bu kiliseden aşağıda söz edeceğim)
1655 yılında burada bulunan küçük balıkçı Rum köyünün kaderi değişmiştir. Çünkü Terkos Metropolitliğinin merkezi, Terkos’dan Tarabya’ya yani buraya nakledilmiştir.
Osmanlı döneminde: Sultan II. Selim, Boğaziçi gezilerinden birinde, Tarabya koyunda oturup servi ağaçlarının gölgesinde dinlenmiştir. Hatta buraya “Tarabiye” yani “Keyif” adını verdiği söylenir.
Ardından ünlü Sadrazam Sokullu Mehmet Paşa: burada bir köy kurdurmuş ve kendi adına bir de köşk yaptırmıştır. 18 yüzyılda ise, Sultan III. Mustafa döneminde, Sadrazam Moldovalı Ali Paşa: İstanbul şehrinin güvenliğini sağlamak için burada bir Yeniçeri ocağı kurdurmuştur. Böylece: bölge kalabalıklaşmış ve hareketlenmiştir.
19 yüzyıla gelindiğinde ise: Sultan Abdülaziz: özellikle mimar kardeşler Balyanlara yaptırdığı Kalender Kasrı ile birlikte, Tarabya ve civarı, şehrin en ünlü ve zengin kişilerinin piknik yapıp eğlendikleri bir mesire alanına dönüşmüştür. Özellikle, Haliç kıyısında Fener semtinde yaşayan Rum soyluları, burayı sayfiye yeri olarak kullanmışlardır.
Çünkü Fener semtinin dar sokaklarında bulunan kasvetli evlerinden, daha havadar ve sağlıklı bir yere yani buraya taşınmayı uygun bulmuşlardır.
Ancak: 1821 yılında başlayan Mora isyanı sonrasında, bu Rum beyleri, Osmanlı nezdindeki tüm itibarlarını kaybetmişler ve Tarabya’da bulunan yazlık konutlarının büyük bölümü, padişah tarafından el konularak yabancı elçiliklere hediye edilmiştir.
I. Dünya savaşı ve büyük mübadele ve en son olarak 6-7 Eylül olaylarının ardından, Tarabya’da bulunan Rum nüfus hızla azalmıştır.
Tarabya ile ilgili yine ilginç bir not: Nazım Hikmet, vatanı terk ederken, son olarak burada bulunmuş ve buradan motorla Karadeniz’e doğru açılarak vatandan ayrılmıştır.
Büyük Tarabya Oteli
Tarabya koyunun kuzey köşesinde, deniz kıyısındadır. Günümüzde yıkılma aşamasında olan otel 1966 yılında açılmıştır ve hemen arkasında, 19 yüzyılda Boğaziçi’nin en lüks yapısı olan “Sumer Palas” oteli bulunuyormuş.
Ancak Sümer otelinden de önce, burada Kırım Savaşı için İstanbul’da konuşlandırılan İngiliz askerleri için yapılmış “Angleterre Otel” bulunuyormuş.
Sümer otel, günümüzdeki Tarabya Otelinden çok daha estetik bir görüntü veriyormuş.
Sümer Palas Oteli, 1800’lü yılların sonlarında: İngiliz, Alman, Rus ve Fransız Büyükelçiliklerinin yazlık konutları ve bazı ünlü zenginlerin burada muhteşem köşkler yaptırmaları nedeniyle, burada yapılan ilk otel olarak önem kazanmaktadır.
Otel, hemen arkasında bulunan koruluğu da ismini vermiştir. Otel, 1953 yılında çıkan bir yangın sonucunda yanarak yok olmuştur. Günümüzde sadece koyun güneyinde, garaj restoran denen yerde bazı duvarları durmaktadır.
İstanbul Vilayetler Evi
Kireçburnu’ndaki burası: set üstünde yani yüksekte bir restoranı ve hemen deniz kıyısında daha doğrusu cadde kıyısındaki kafesiyle, deniz kenarında muhteşem güzel bir tesis olarak öne çıkıyor.
Ama burada özellikle: kafe bölümünde, 250 yıllık olduğu iddia edilen çınar ağacını mutlaka görmelisiniz. Ayrıca: hemen dış bölümde, deniz kıyısındaki Osmanlı dönemi çeşme de ilgi çekmektedir. Çeşme: kitabesine göre: 1814 yılında Sultan II. Mahmut döneminde yapılmıştır.
Aya Yorgi Kilisesi
Bizans döneminde, Tarabya’da “Azize Eufemia” adında bir kilise bulunuyormuş. Ama en ilginç olan: 1655 yılında Metropolitlik, Trakya’daki Terkos (Derkon) denen yerden buraya taşınmıştır. Yani, kilisenin hemen yanında Metropolitlik binası yapılmıştır.
Bu kilise: Tarabya koyunun bitiminde, günümüzdeki Tarabya otelinin alanı içinde kalıyordu ve bu kilise: 1950’li yılların sonuna kadar, Terkos Metropolitliğinin merkez kilisesi olarak kullanılmıştır. Yazılı kayıtlara göre: bu kilise: bazilikalı, tek nefli, zemini mermer kaplı ve çatısı kiremit örtülü, kagir bir yapıdır.
Özellikle: yortu günü olan 23 Nisan tarihinde, Rumlar tarafından doldurulurdu. Ancak 1955 yılındaki 6-7 Eylül olayları sırasında, buradaki Metropolitlik binası yakılarak yok edildi. 1958 yılında ise, Aya Yorgi kilisesi, Sarıyer Belediyesi tarafından istimlak edilerek yıkıldı.
İpsilanti Yalısı
Günümüzde İtalyan Elçiliği olarak kullanılan yapının ön yüzü: İpsilanti Yalısı olarak isimlenmektedir.
18 yüzyılda yaptırılan bu yalı: bir süre: Eflak Voyvodası Aleksandre İpsilanti isimli bir Rum soylusu tarafından kullanılmıştır ve ismi buradan gelmektedir.
İpsilanti: o dönemde Fener semtinde yaşıyordu ve dönemin Sultanı Abdülhamit’e ulaşmayı başaran ve yakın ilişkileri olan Rum soylulardan biriydi. 1774 yılında Babaali’ye baş tercüman olarak atanmıştı. Özellikle Sultan II. Selim döneminde, devlet kademesinde bayağı yükselmişti.
Ancak, daha sonraları, Eflak-Boğdan eyaletlerinin Osmanlının elinden çıkması çabalarına karıştığı anlaşılınca, (çünkü buradaki görevi sırasında, gizli çalışmalarla silahlı bir güç oluşturdu) istifa etmek zorunda kaldı, 1787 yılındaki Osmanlı-Rus savaşında, Osmanlılara esir düştü.
Sonra tekrar af edilerek 1796 yılında yine Eflak voyvodası oldu. Ancak 2 yıl sonra yine istifa etmek zorunda kaldı. Ancak ihtilalci damgası yediği için bir süre hapiste kaldı ve 1806 yılında öldü.
Alexander İpsilanti: 1799 yılında, Rusya’ya kaçınca, bu yalı 1807 yılında Sultan III. Selim tarafından, dönemin Fransa Büyükelçisi Fransa İmparatoru Napolyon’un çok yakın arkadaşı olan General Horace Sebastiani’ye elçilik tarafından kullanılmak üzere tahsis edilir.
1850 yılında, oldukça harap durumdaki yalı: büyük onarımlar geçirir. 1913 yılında çıkan bir yangında ise, yapının büyük kısmı yanarak yok olur. Sadece sonradan elçilik tarafından inşa ettirilen ek bina kalır. Ardından, yalı büyük bir onarım geçirir ve 1989 yılından bu yana, Marmara Üniversitesi tarafından kullanılmaktadır. Evet, yalı 3 katlıdır ve bir Türk konağı şeklinde inşa edilmiştir.
Sahil Güvenlik Marmara ve Boğaziçi Bölge Komutanlığı
Sarıyer’e gelmeden hemen önce, Büyükdere mevkiinde, sahilde kazıklı yol üstündedir. Yaklaşık 100 yıllık yapı: (Sultan Vahdettin’in 1902 yılında inşa edilen av köşkü) birinci ulusal mimari akımı stilinde, sivri kemerli, pencereli ve çinilidir. Oranlarının düzgünlüğüyle dikkat çekmektedir.
Cezayirli Gazi Hasan Paşa Camii
1551 yılında Sultan III. Murat döneminde, Kaptan-ı Derya Kılıç Ali Paşanın cerrahı Mehmet Efendi tarafından yaptırılan bu küçük cami (yeterli parası olmadığından cami küçük olmuştur) : Komutanlığın hemen yakınındadır. Osmanlı döneminde caminin bulunduğu yer: Sultan II. Selim’in av sahası olarak bilinen Çayırbaşı denen yerdir. Eskiden hemen sahilde, deniz kıyısında olan cami, daha sonra kıyının doldurulması nedeniyle günümüzde bir hayli içeride kalmıştır.
Cami: Cezayirli Gazi Hasan Paşa tarafından yenilendiği için, bu isimle anılmaktadır. Çünkü Gazi Hasan Paşanın yolu, bir gün bu camiye düşer ve pek harap halde gördüğü camiyi 1782 yılında tamir ettirir. Bir de çeşme ekletir.
Ancak kesme taştan yapılmış bu çeşmenin teknesi, yol yapımına kurban gitmiştir. Çeşmenin kitabesinde bir “çapa” göze çarpar. Bu çapa arması, denizcileri simgelemektedir. Öte yandan: bu cami: Sarıyer Çayırbaşı Büyükdere girişindeki fidanlığın hemen önünde bulunması nedeniyle, Çayırbaşı Camisi diye de bilinmektedir.
Kagir duvarlı, kırmızı boyalı cami: ahşap ve kiremit örtülü çatıya sahiptir. Kesme taştan yapılan minare, camiyle aynı renge boyanmıştır. Geniş silindir bir gövdeyle basık bir görüntüsü vardır. Minarenin hemen yanındaki hazirede: caminin ilk banisi Cerrah Mahmut Efendinin mezarı görülür.
Boğaziçi’nin batı yakasında, Bebek ve Baltalimanı arasındadır. Türklerin, 1450 yılında, Rumeli’de ilk yerleştikleri bölgedir. Evliya Çelebi, bu bölge hakkında şöyle demiştir “Yahudisi, Meyhanesi, Bozahanesi dahi bulunmaz” Günümüzde de, burası bu konuda çok zengin sayılmaz. Burada, sadece 1-2 mekan açıktır. Ancak, bir zamanlar: semtin sahil boyunda ve hisar çevresinde, seyyar tektekçiler yani açık hava meyhanecileri geziniyormuş. İlkbaharda Hisar’ın bademleriyle taze meyvelerinin, hele kirazı ve vişnesinin tadına doyum olmaz. Yine Evliya Çelebi: Seyahatnamesinde “diyar-ı Acem” de, bu kirazlara “Gülnar-ı Rum” dendiğini ve “iki adet kirazın bir dövme riyal ağırlığında” geldiğini anlatır.
RUMELİ HİSARI
Bölgenin ismi antik dönemde “Hermaion” olarak bilinmektedir. Bizans döneminde ise, burada: “Foneos” isimli ve balıkçılıkla uğraşılan bir köy bulunmaktadır. Daha arkalarda, tepelere doğru ise yeşil bağlıklar bulunuyordu.
1452 yılında: Sultan II. Mehmet, Boğazın kontrolünü ve kuzeyden Bizans’a gelebilecek yardımları önlemek için bir hisar yapmaya karar verir.
Hisar: “Dua Tepe” ve “Şehitlik Tepe” denen iki tepe üzerine kurulmuştur. Şehitlik Tepe: Rumeli Hisarının inşaatını engellemek isteyen Bizans askerleriyle çarpışarak şehit düşenlerin gömüldüğü yerdir. Buradaki en eski mezar taşları: 1450-1451 yılları arasını kapsamaktadır.
Hisarın yapımına başlandığında: Bizanslılar telaşlanarak önce kaleyi ele geçirmeyi düşünürler. Ancak, Sultan onlara kaleyi; şehri ve Akdeniz-Karadeniz hattında dolaşan tüccarlara saldıran korsanları önlemek için yaptırdığını söyler. Bizanslılar, böylece hisarın yapılmasına göz yumarlar.
İstanbul boğazının en dar yerinde ve Anadolu Hisarının tam karşısında (ikisi arasındaki mesafe 660 metredir) inşa edilen hisarın surlarının uzunluğu: kuzeyden güneye 125 metredir ve üç büyük kulesi vardır. Mimari açıdan, Orta çağ askeri mimarisinin güzel bir örneğidir.
Hisarın yapımında: bizzat Sultan II. Mehmet idaresinde: bin kadar usta ve bunun iki katı kadar da ırgat çalışmıştır. Hisarın projesi, yapılacak surlar, burçların, kapıların yerleri, aralık ve mesafeleri bizzat Sultan II. Mehmet tarafından belirlenmiştir. Mimar ise Muslihiddin Ağa’dır. Kendisi Edirne üç şerefeli cami ve tarihi Uzunköprü’nün de mimarıdır.
Hisarın yapımında: dönemin ileri gelenleri himmette bulunmuş, harcamalara katılmışlardır. Ayrıca: belli bazı kule ve beden duvarlarının da hızlı yapılmasından sorumlu tutulmuşlardır. Fakat, sadece güneydoğudaki kule, üzerindeki kitabeye göre, Zağanos Paşa idaresinde yapılmıştır.
Bir görüşe göre; kuzeybatıdaki kule Saruca Paşa ve kıyıdaki kule Çandarlı Halil Paşa tarafından yaptırılmıştır. Sultan’da kalan işlerle uğraşıyordu. Hatta: askerlerin sevgisini, desteğini ve saygısını kazanmak için inşaat sırasında, göstermelik te olsa birkaç kez taş taşıdığı söylenir.
Kıyıda toplanan inşaat malzemelerini ve çalışanları güvence altına almak için, önce kıyıdaki Halil Paşa burcu yapıldı.
Saruca Paşa burcu: 28 metre yükseklikte ve dış çapı 23.80 metre ve duvar kalınlığı 7 metredir. Kıyıdaki Halil Paşa burcu: 22 metre yükseklikte ve dış çapı 23.30 metre ve duvar kalındığı 6.5 metredir.
Zağanos Paşa burcu: 21 metre yükseklikte ve dış çapı 26.70 metre ve duvar kalınlığı 7 metredir. Sarıca ve Zağanos paşa burçları yuvarlak, Halil paşa burcu ise 12 köşelidir. Üstleri kurşunla örtülmüştür.
Surların kalınlığı: taarruza açık batı tarafından her yerde beş metre ve güney tarafında ise üç metredir. Bazı yerlerde dört metredir. Surlar dışında: dışarıya karşı iki metre yükseklikte, seksen santimetre genişlikte mazgallarla korunan bir devriye yolu vardır.
Dünyanın en büyükleri olarak kabul edilen bu üç büyük burçtan başka, küçük kuleler de vardı. Kulelerin içi ahşaptı ve her katta bir ocak bulunuyordu. Hisarın içinde dizdar ve nöbetçi yeniçerilerin evlerinden başka, Fatih tarafından yaptırılan bir mescit, mescidin altında bir sarnıç ve iki de çeşme bulunuyordu.
Hisar: 4 ayda bitirilir. Süleymaniye Kütüphanesindeki bir yazılı esere göre, hisar 139 günde bitirilmiştir.
Boğazdaki akıntı yüzünden, gemiler, Avrupa yakasında kıyıya yanaşmak zorunda kalırlar. Böylece hisarın gücü ve etkinliği daha da artar.
Hisar böylece, kendisine yaklaşan hedefleri, toplarının en uzak menzil mesafesinde karşılayarak, güneyde en uzun mesafeye kadar takip edebiliyordu.
2000 metre uzunluğundaki Rumeli Hisarına 400 yeniçeri ve Firuz Ağa atandı. Hisar, kuvvetli toplarla donatıldı. İlk olarak 10 Kasım tarihinde Karadeniz’den gelen 2 Venedik gemisine ateş açıldı. 26 Kasım tarihinde bir gemi batırıldı. 2 Aralık tarihinde, bir Trabzon gemisi, bu ateş barikatını güçlükle aşabildi. Böylece, hisarın tasarlanan görevi yapabileceği anlaşıldı.
Fatih Kararnamesine göre: Rumeli Hisarında, yatsı namazından sonra ve sabah namazından önce, iki defa nevbet vurulması gerekirdi. Cuma ve bayram günleri, hisara bayrak çekilmesi ve padişahlar Boğaz’da gezintiye çıktıklarında, hisar önünden geçerlerken topla selamlanmaları da kanun gereğiydi. Hisar’dan dizdar ile hisar ustası unvanı taşıyan subaylar sorumluydu.
Nevbent: Osmanlı devletinde, sarayda ve bazı özel yerlerde sabah, ikindi, yatsı zamanlarında çalınan askeri mızıkadır. Buna nevbet-i Sultani de denirdi. Osmanlı devletinin kuruluşundan itibaren gelenek olan bu nevbent, sonraları geniş bir kadrolu mehterhane tarafından icra edilmeye başlandı.
Osman Gaziden, Fatih Sultan Mehmet hana gelinceye kadar, nevbent çalmaya başlanınca, padişahlar ayağa kalkar ve öylece dinlerdi. Fatih Sultan Mehmet, çıkardığı kanunla ayakta dinlemeyi kaldırdı. Nevbent vurma esasları, kanuna bağlandı.
Mehter takımı, her gün padişahın bulunduğu yerde ikindi zamanı çalınır, sonra dua edilerek, nevbent merasimi biterdi.
İstanbul’un alınmasından sonraki dönem
İstanbul’un alınmasıyla birlikte, hisarın görevleri de büyük ölçüde biter. Çünkü: İstanbul’u, Karadeniz’den gelecek tehlikelere karşı koruyabilmek için, fazla güneyde kalır. Zaten, fetihten sonra, burası bir “Devlet Hapishanesi” yapılır.
Suçlu yeniçeriler burada cezalarını çekerler ve Osmanlı ile savaşa giren yabancı ülke elçilik mensupları, burada gözaltında tutulur. Önemli suç işleyen yeniçeriler: Süleymaniye ve Beyazıt arasındaki Paşakapısı denen Yeniçeri Ağası Sarayında muhakeme edildikten sonra: Yemiş İskelesi denen yerde yeniçeri kolluğuna bindirilir ve buradan kayıkla Rumeli hisarına getirilirdi.
Bunlar: hisar muhafızları tarafından gece yarısı boğulur, ayağına gülle bağlanıp denize atılır ve infazın yapıldığı bir top atışı ile duyurulurdu.
Yabancı devletler, Osmanlı devletiyle savaşa girdiklerinde ise, 16 yüzyıldan sonra, savaşa girilen ülkenin bütün elçilik mensupları, Rumeli hisarında enterne ediliyordu. Bu yüzden: burası yani Rumeli Hisarı, Avrupalılar arasında: korku verici olarak şöhret kazanmıştı. Hatta: buraya, yabancı elçilik mensupları için “Karakule” ismini vermişlerdir.
Çünkü siyah bir salyangoz şeklindeki kule, Konstantinopolis şehrinden sadece iki mil uzaklıkta, bir kayalığın üstüne kurulmuştur. Konstantinopolis şehrini fetih etmeden önce, Sultan II. Mehmet, bu kara kulede yani Rumeli Hisarındaki bir odada yaşıyormuş.
Hisar: Sultan II. Beyazıt döneminde: 1509 yılında küçük kıyamet denen depremde zarar gördü ve hemen tamir ettirildi. 1746 yılında ise, hisarda bir yangın çıktı ve hisar tahrip oldu. Yangından dolayı oluşan hasarlar, 1700’lü yılların sonlarında Sultan III. Selim döneminde onarıldı.
Sultan Abdülaziz döneminde: buraya bir saray yaptırılması ve Amerikan Kolejinin isteği üzerine manzarayı kapattığı için hisarın bir kısım duvar ve kulelerinin yıkılmasına karar verildi. Ancak yıkım işçileri, Ahmet Vefik Paşa tarafından bastonla kovalandı ve bu durum, o dönemde halk arasında büyük etki yarattı ve hükumet, yıkım kararından vazgeçti.
1917 yılında Rumeli Hisarında, bir deniz müzesi yapılmasına karar verildi ve bir tasarı hazırlandı ve iş, bir Alman firmasına ihale edildi. Ancak, hemen sonrasında Osmanlı devleti, Mondros Mütarekesiyle yeni bir krize girince, 1918 yılında bu tasarıdan vazgeçildi. Sonrasında ise hisar, kendi haline bırakıldı.
Zamanla: buraya halkın yerleşmesine izin verildi. Önceleri: kale kumandanı ve muhafızların oturdukları ve hisarın ilk yapıldığı zamandan beri var olan avludaki evler de yerlerini küçük bir mahalleye bıraktı. Mahalle, uzun yıllar boyunca iyice kalabalıklaştı ve ahşap yapılarla doldu. Köşkler ve evler, iki mahalle oluşturdu.
İstanbul’un fethinin 500 yıl dönümünde: 1953 yılında: hisarın büyük bölümü: turizm amaçlı olarak tamir edildi ve avludaki evler istimlak edilerek kaldırıldı. İçine bir açık hava tiyatrosu eklendi ve aynı zamanda müze haline getirildi. Böylece Rumeli Hisarı kurtarılmış oldu.
Hisarlar Müzesinde: açık teşhir yapılmakta olup, sergi salonu ve depo yoktur. Döküm toplar, gülleler ve Haliç’i kapattığı söylenen zincirin bir parçasından oluşan eserler, bahçede teşhir edilmektedir. Ayrıca: Saruca Paşa Müzesi ve Serpuş Müzesi olmak üzere iki müze bulunmaktadır. Geçmiş dönemlerde intihar olayları yaşandığı için, yüksek burçlara çıkmak yasaklanmıştır.
Kale içinde, anfi tiyatro şeklindeki açık hava sahnesi: Hisarlar Müze Müdürlüğüne bağlıdır ve yaklaşık 1350 seyirci kapasitelidir. Yaz aylarında: burada konser, tiyatro ve dans gösterileri düzenlenmekte, tüm dekor ve teknik aksam, etkinlikler için dışarıdan getirilip kurulmaktadır.
Aldığım bir duyuma göre: son çalışmalar çerçevesinde burada sahnenin bulunduğu yere bir mescit yaptırılıyormuş ve bundan sonra burada konser gibi etkinlikler düzenlenmeyecekmiş.
Mescit yapılmasına sebep olarak, 1884 depreminde burada bulunan mescidin yıkılması gösteriliyor. Yine söylenenlere göre: bu mescit: Fatih Sultan Mehmet’in namaz kıldığı ve hisar içinde kalan “Ebu’l Feth” yani “Fethin Babası” isimli camidir. Bu caminin minaresi, virane şekilde halen durmaktadır.
Ayrıca, yine hisarın içinde: yeşil alanlarda ve manzaralı yerlerde, birçok çay bahçesi ve kafeterya bulunmaktadır. Bu manzaralı yerlerden en ünlüsü: Duatepe Parkıdır ve hisarın üst kısmındadır.
Son bir not: Anadolu hisarından bakıldığında, Rumeli Hisarının yerleşiminin Arapça bazı harfleri hatırlattığı söylenmektedir. Bu görüşe göre, hisarın yerleşimi, Arapça “mim-heh-mim-de” harfleri “Mehmet” ismini yazmaktadır.
HİSAR İSKELESİ-ÇINARLI RESTORAN
Bu tarihi vapur iskelesi, Boğaziçi’nin en eski vapur iskelesidir. Yapılış tarihi olarak 1880 yılı belirtilmektedir. Günümüzde, İstanbul Deniz Hatlarından kiralanan bu iskelede, bir balık restoranı bulunuyor.
Bu restoran Çınarlı restorandır. Burası: Rumeli Hisarının demirbaş tesislerinden birisidir. Karaca restoran olarak da bilinir. Tesis 1959 yılında açılmıştır. Restoran, içindeki çınar ağacı ile de çok ünlüdür.
DENİZ ÇAY BAHÇESİ-ALİ BABA
Deniz Çay Bahçesinin müdavimleri, burayı eski Ali Baba diye de bilirler. Müşterileri daha çok gençlerdir. Hatta daha genel anlamda, müşterilerin geneli Boğaziçi Üniversitesi öğrencileri ve mezunlarıdır.
MISIRLI YUSUF ZİYA PAŞA YALISI
Dönemin ünlü tüccarlarından olan Yusuf Ziya Paşa: Mısır Hidivi Abbas Hilmi Paşa ile aralarındaki rekabet nedeniyle, burada yaptırdığı yalısını: yedi katlı yaptırmıştır. Yalı, kulesiyle birlikte on katlıdır.
Yusuf Ziya Paşa: gemileriyle İtalya’dan Osmanlıya ticaret yapmaktadır. Rumelihisarı’ndaki bu yalının yapımına: Marsilya tuğlaları kullanılarak 1910 yılında başlar. Ancak I. Dünya savaşının başlamasıyla inşaatı yapan ustalar askere alınır ve çalışmalar yarım kalır. Aynı dönemde, paşanın ticaret gemilerinden iki tanesi batar ve paşa ekonomik sıkıntı yaşamaya başlar.
Bu yüzden: inşaat tamamlanamaz ve boş kalan ikinci ve üçüncü katlar nedeniyle, yalı, çevrede “perili köşk” diye anılmaya başlar. Hatta: Yusuf Ziya Paşa, maddi sıkıntıya düşünce ailesiyle birlikte Mısır’a göçmüş ve bu yüzden inşaat ıssız ve başıboş kalmış ve bu yüzden “Perili Köşk” denildiği de rivayet edilir.
Daha sonra: köşkün inşaatı kalfalar tarafından tamamlanır. Hatta, köşkün bulunduğu kayalığın taşları kırılıp tuğla yerine kullanılır. Bu yüzden, köşkün iç yapısında düzgün bir işçilik görülmez. Ancak işçilerin bu çalışmaları sırasında birçok söylenti ortaya atılır. Tadilat ve tamirat sırasında, işçiler çalışırken çok defa Paşanın karısının hayaletini gördüklerini iddia ederler.
Yusuf Ziya Paşa, bir süre sonra Mısır’da ölür. Vasiyeti üzerine, yalının en üst katının taşları sökülerek Mısır’a götürülür ve bu taşlardan Yusuf Ziya Paşanın mezarı yapılır. Böylece, Paşa, yalının cihannüma kulesini, kendisine mezar odası yaptırmıştır.
Yusuf Ziya Paşa: 1926 yılında vefat edene kadar, ikinci eşi Nebiye Hanım ve Nebiye Hanımın ilk eşinden olan kızları Sabiha ve Melek: bu yalıda yaşadılar. Paşanın vefatından sonra da aile, 1993 yılına kadar yalıda oturmayı sürdürdü. 1993 yılında yalı, bir kişiye satıldı ve satın alan kişi tarafından restorasyon çalışmaları başlatıldı. Ancak köşkün kullanılmaz durumda olduğu görülünce, ilk hali göz önüne alınarak yeniden yapıldı.
Dış görünüşü aynen korunurken, iç görünüşü tamamen değiştirildi. Türkiye’de il’ ve tek olan ışık tüpü uygulaması, buradadır. Binanın dört katından geçen ışık tüpü, güneş ışınlarını helistatlar vasıtasıyla büyük aynaya yansıtır ve içeriye doğal ışık verilir. Ayrıca geceleri, 1400’ü aşkın renk çeşidiyle renkli aydınlatma yapılır.
Beşiktaş’tan Maçka’ya giderken Akaretlerden geçilir. Daha doğrusu: Akaretler: İstanbul şehrinde modanın kalbinin attığı Nişantaşı’ndan cazibeli Beşiktaş merkezine doğru inen yokuşta konumlanmıştır. Parke taşlı yokuş aslında çok dik değildir.
Ama yine de İstanbullu sürücüler, 1955-1965 yılları arasında Akaretler yokuşunu: “Kargadan başka kuş, Akaretlerden başka yokuş” tanımam şeklinde tanımlamışlardır. Çünkü gerek trafiğin yoğun olması ve gerekse yolun kayması, böyle bir yorumu gündeme getirmiştir.
Akaretler: bir diğer deyişle “Sıra evler”: 1870’lerde Dolmabahçe Sarayını da inşa eden ünlü mimar Sarkis Balyan tarafından, Dolmabahçe Sarayının yapımında çalışan işçiler için yapılmış evlerden oluşmaktadır. Evler daha sonra: Sarayın muhafızları ve ağaları tarafından ikamet edilen yerler olmuştur.
Türkiye’nin ilk toplu konut projesidir. Ancak bu konutların asıl yapılma amacı şudur: Sultan Abdülaziz: yörede 10-15 yılda bir çıkan yangınlardan korunmak için, Dolmabahçe sarayının çevresini yüksek duvarlarla çevirttirir.
Hatta: Sarı evlerin de, yine yangınlara set çekmek için yaptırıldığı söylenir. Sultan: Aziziye caminin yapımına katkıda bulunması için, lojmanlardan arta kalan kısmı da kiraya verdirir. Zaten yörenin ismi yani “Akaretler”: kira getiren anlamında kullanılmaktadır.
Sarayla aynı dönemde inşa edilmesine karşın, burası, daha sade bir üslup taşır. Dolmabahçe Sarayının aksine, cephelerinde Barok tarzı yerine, ampir çizgiler tercih edilmiştir.
Burada, her biri 450 metre kare olan 138 konut vardır.
Müstakil olarak kiralanan binaların kiracıları, genellikle, İstanbul’da yaşayan yabancılar olmuştur.
Kompleksin mülkiyeti Vakıflar Genel Müdürlüğüne aittir. Buralar: bir dönem, semt postanesi, polis karakolu, Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Bölümü, İsmet İnönü İlkokulu, burada hizmet vermiştir.
Türkiye’nin ilk akıl ve ruh hastanesi de, Gündüz Hastanesi adı ile burada açılmıştır. 1995 yılında yap-işlet-devret modeliyle, özel bir firmaya kiralanmıştır.
Proje kapsamında: ofis, apart daire, otel, mağazalar ve otopark kompleksi yapılması planlanmıştır.
Otel olarak düzenlenen bölümde (otelin kral dairesinde) bir zamanlar Osmanlı saray ressamı İtalyan sanatçı Fausto Zonarro da kalmıştır. Sanatçı resimlerini Sıra evlerde bulunan atölyesinde yapmış olup, eserleri günümüzde Pera Müzesi ve Dolmabahçe Sarayında görülmektedir.
Yine otel olarak düzenlenen bölümde: 1914-1918 yılları arasında, Atatürk, annesi ve kız kardeşi Makbule hanım yaşamışlardır. Çünkü Balkan Savaşında, Selanik şehri Bulgarlar tarafından işgal edilince, Mustafa Kemal ve ailesi, İstanbul’a göç ederler.
Beşiktaş, Vişnezade mahallesi, Spor caddesi üzerindeki 76 numaralı ev, Atatürk’ün İstanbul’da kiraladığı ilk evdir. Atatürk, Balkan ve I. Dünya savaşı sırasında cephededir ve cephelerden ayrılıp İstanbul’a geldiğinde, ailesiyle birlikte bu evde kalır.
Hatta: Mustafa Kemal, dil bilimci Ferdinand Saussure ile burada tanışır ve ileride hayata geçireceği Dil Tarih Kurumu fikirlerini burada oluşturur.
Evet gelelim günümüze: bir zamanlar Atatürk ve ailesinin ve Atatürk’ün manevi oğlu olan Abdürrahim Tuncak’ın yaşadığı bu ev, müze olarak kullanılmaktadır. Ancak; 36.Nolu, üç katlı ve yüksek tavanlı müzede, eşya bulunmuyor, sadece belgelerle ve büyük boy fotoğraflarla dönem anlatılıyor.
2011 yılından bu yana, müze olarak hizmet veren burayı ziyaret edebilirsiniz.
Projenin ilk etabı, 1998 yılında bitirilmiş olup dış cepheler, orijinallerine sadık kalınarak sağlamlaştırıldı. İç mekanlar ise, taşıyıcı sistem bozulmaksızın, fonksiyonuna uygun olarak yeniden düzenlenmiştir. 2008 yılına gelindiğinde ise, evlerin onarımları bitmiş ve Akaretler Sıra evlerin açılışı yapılmıştır.
Burada, günümüzde farklı büyüklükte 56 rezidans, toplam 11 bin metre kare 34 mağaza, 6 kafeterya-restoran ve ünlü otel zincirlerinden biri bulunmaktadır. Burayı ziyaret ederseniz, özellikle mimari ve akşam ışıklandırmasının güzelliği mutlaka ilginizi çekecektir.
Şairler Parkı
Akaretler yokuşundan çıkarken hemen sağ kanatta bulunan bu park alanında: birçok edebiyatçının heykeli bulunuyor. Vişnezade Parkının bir bölümü “Şairler Sofası” olarak düzenlenmiştir.
Mimari tasarımı Erhan İşözen tarafından yapılan bu çalışmada 19 ve 20 yüzyıllarda Beşiktaş ve çevresinde yaşayan şairlerin heykelleri bulunmaktadır.
Ancak, parkın hemen girişinde, Beşiktaş Futbol Takımının efsanevi Başkanı Süleyman Seba’nın heykeli bulunuyor. Yani, burası heykel bakımından İstanbul’un en zengin parkıdır.
Maç günleri dışında oldukça sakin bir parktır. Özellikle bankta oturan Neyzen Tevfik heykeli ilgi çeker.
Valideçeşme
Yokuşun üzerindeki bu çeşme: ilk olarak Osmanlı döneminde yapılmış olmakla birlikte günümüzde görülen çeşme özellikle bembeyaz mermerleriyle göze çarpmaktadır. Bulunduğu semte de adını veren çeşme, 1980’li yıllarda bir bombalı saldırıda harap olmuş ve sonradan yeniden yapılmıştır.
1980’lerin ortalarında: biraz ileride Irak konsolosluğu varmış (günümüzde yok) ve bomba buraya konmak üzere hazırlanmış, ancak bombayı atacak olanlar konsolosluk yerine, kaçarken bombayı çeşmenin yalağına atmışlar ve bomba burada patlamıştır.
Antik Palas
Yokuşun bitiş yerinde, Süleyman Seba Caddesi başında, Valide Çeşme’den sonraki sokakta Antik Palas bulunuyor. Heybetli konak: beyaz pervazları ve sarı rengiyle dikkat çekiyor. Eşref Paşa Konağı olarak da bilinen yapı: II. Derece tarihi eser olarak koruma altındadır.
Ancak bu tarihi konak: yanarak yok olmuş ve 1994 yılında yeniden restore edilmiştir. 3000 metre karelik alanı kapsayan yapı: beş katlıdır ve her kata ayrı isim verilmiştir.
Giriş katı “Sultan Salonu” ve onun altı “Sarı Salon” dur. Girişin simetrisinde bir kafe bulunuyor. Sarı Salonda: sergilenen mobilyalarla İngiliz yaşam tarzı canlandırılıyor. Üst kat Hünkar Salonunda: 300 kişilik müzayede bölümü vardır.
Burası: müzayedeler yanında seminerler, antika eşyaların teşhiri ve özel davetlere ev sahipliği yapmaktadır. Antik A.Ş. tarafından düzenlenen müzayedeler ise, çok ilgi görüyor. Yani, burası antika tutkunları için vazgeçilmez bir yerdir.
IHLAMUR KASRI
1703-1730 yılları arasında, Sultan II. Ahmet döneminde burası: içinde havuzlu ıhlamur yeri, muhabbet bahçeleri ve Hacı Hüseyin bağı bölümlerinden oluşan bir has bahçeye dönüştürülmüştür.
Buraya “Hacı Hüseyin” isminin verilmesini sebebi: Ihlamur vadisinin, 18 yüzyılda, Tersane Eminlerinden Hacı Hüseyin Ağa denen bir kişiye ait olmasından kaynaklanmaktadır.
Daha sonra ise, Sultan I. Abdülhamit ve Sultan III. Selim dönemlerinde çeşitli düzenlemeler yapılmıştır. 1856 yılına gelindiğinde ise, Sultan Abdülmecit tarafından, mimar Nigogos Balyan’a burada bir bağ evi yaptırılmıştır.
Sultan Abdülmecit, bu bağ evini sık sık ziyaret eder ve burada dinlenirmiş. Ayrıca, yine bir söylentiye göre, Sultan Abdülmecit, ünlü Fransız şairi Lamantin ile burada görüşürmüş.
Bu sade ve küçük kasrın yerine, 1849-1855 yıllara arasında günümüzde görülen iki yapı yapılmıştır. Her iki yapıya da “Ihlamur Kasrı” ve bazen “Nüzhetiye” olarak isimlendirilmiştir.
Merasim köşkü-Ihlamur kasrı
Burası: törenler için düşünülmüş ve kullanılmıştır. Köşkün ön cephesindeki merdiveninde, barok çizgiler kullanılmıştır. Merdivendeki: kabartmalar, motifler, kalem işi bezemelerle yapılmış süslemeler büyük beğeni kazanmaktadır.
Yapı: tek katlıdır, dikdörtgen planlıdır ve kesme taştan yapılmıştır. Yapının içinde: giriş salonu ve her iyi yanında bulunan birer oda vardır.
Yapının iç süslemelerinde, Osmanlı sanatının 19 yüzyılda tercih edilen Batılı dekorasyon anlayışına uygun süslemeler yapılmıştır. Ayrıca Avrupa’nın çeşitli üsluplardaki mobilyaları ve döşeme ögeleriyle, belirli bir bütünlük sağlanmıştır.
Ihlamur kasrı: tarihi süreçte, bir kısım horoz ve koç dövüşleri ve güreş müsabakalarına ev sahipliği yapmış ve özellikle Sultan V Mehmet Reşat döneminde, 1910 yılında İstanbul’u ziyaret eden Bulgar ve Sırp kralları burada ağırlanmıştır.
Maiyet kasrı
Merasim köşkünün biraz ilerisinde ve Merasim köşküne nazaran daha küçük bir yapıdır. Burası Sultanın maiyeti ve haremi için kullanılmıştır. Buranın iç ve dış süslemeleri, daha yalındır yani sadedir. İki katlı olan yapıda: giriş bölümünde, iki kollu bir merdiven vardır.
Girişten sonra hol ve köşelerde dört oda bulunur. Odalarda duvarlar farklı renklerde ve mermer görünümü veren şutuk işçiliğiyle kaplanmıştır.
Bahçe
Kasır içinde çok güzel bir bahçe bulunuyor. Bahçenin içinde, Maiyet köşkünün hemen arkasında, havuz kıyısında bir yazlık kafeterya vardır. Merasim köşkünün önünde ise bir süs havuzu bulunuyor.
Bahçede, çok miktarda çeşme bulunmasına rağmen, bunların birçoğunun suyu akmıyor ve tahrip olmuştur. Sağlam olan bir iki tanesinin ise suyu içiliyor.
Kasır günümüzde TBMM bağlanarak müze saray olarak kullanılmakta ve gezilebilmektedir. Merasim köşkü: müze saray olarak ziyarete açıktır. Maiyet köşkü ise, kışlık kafeterya olarak düzenlenmiştir.
Milli Emlak Dükkanları
Şair Nedim Caddesindedir. Mimar Vedat Tek tarafından 1914-1916 yılları arasında tasarlanmış bu yapılar ilgi çekmektedir. Küçük bir arsayı değerlendirmek için yapılmıştır. Alt katta üç dükkan ve üst katta tek bir mekan vardır. 1990’larda yapılan restorasyon sonucunda, alt ve üst katlar, birlikte kullanılır hale getirilmiştir.
Şeyh Zafir Külliyesi-Ertuğrul Tekkesi
Barbaros Bulvarından yukarı doğru çıkarken, bir otelin önünde bir külliyeye rastlanıyor.
Külliye, ilk olarak (mimarı belli değildir) bir derviş gurubunun lideri ve Sultan II. Abdülhamit’in ruhani danışmanı Şeyh Muhammed Zafir Efendi için 1887 yılında yaptırılmıştır. Libyalı Şeyh Zafir: 1870’lerde İstanbul’a gelmiş, Sultan Abdülhamit’in hürmet ve muhabbetini kazanmış ve 1902 yılında yine İstanbul’da vefat etmiştir.
Tekke: Sultan II. Abdülhamit’in Domaniç yöresi Türkmenlerinden oluşturduğu Ertuğrul Alayının ibadetine tahsis edilmiştir. Cami, harem ve misafirhane binaları, 1886 yılında tamamlanmıştır. Şeyh Muhammed Zafir Efendi, vefatından (1903) sonra buradaki türbe içine defnedilmiş, yine aynı tarihte külliyeye kitaplık ve çeşme eklenmiştir.
1904 yılında eklenen türbe, çeşme ve külliyenin mimarı Osmanlı devletinin baş mimarı Raimondo d’Aronco’dur. Udine Müzesi arşivindeki taslak ve çizimler, ünlü mimarın bu konu üzerinde yoğun çalışma ve denemeler yaptığını belgelemektedir.
Sonuçta: mimarlık tarihi literatüründe, tarihi ortamın değerlerini de içeren “art nouveau/secession” mimarlığının yetkin bir örneği ortaya çıkmıştır.
Caminin taştan minaresi: 1905 yılından önce eklenmiştir. Binanın mimari türünde Batı üslubu egemendir. Sultan II. Abdülhamit, o dönemde binanın inşaatına nezaret etmesi için Gazi Osman Paşayı görevlendirmiştir.
Kadınlar mahfilinin kafesleri, bizzat Sultan II. Abdülhamit tarafından hazırlanmıştır. Türbenin kulelerinin tepesinde, bir gül figürü bulunmaktadır, buna dikkat ediniz. Bu gül figürü, klasik Osmanlı mimarisinde görülmez.
Cami: iki katlı ve dikdörtgen planlıdır. Kare kesitli ahşap sütunlar, üst kat mahfilini taşır.
Tekke: daha çok eğitim amaçlı kullanılmıştır. Her yıl buraya gelen dervişler, bir yıl boyunca eğitim alırlarmış. Yani: İslam aleminin çeşitli yörelerinden, Osmanlı başkentine gelen tarikat şeyhleri, ulema ve resmi işler için payitahtta kalan Arap kabile reisleri burada ağırlanırdı.
Hatta: Sultan Abdülhamit’in asıl amacının: Panislamizm politikası ve Şeyh Zafir Efendinin, Kuzey Afrika’daki yaygın nüfusunun kullanılmasıdır.
Buna benzer olarak: Sultan II. Mahmut, Orta Asya’dan hac amacıyla payitahta gelen yolcular için Üsküdar Özbekler Tekkesini yaptırmıştır. Böylece, çadırlarda geçici olarak kalan ziyaretçilere, sürekli bir ikametgah sağlanmış, hem de devlet bu işten diplomatik yararlar temin etmiştir. Misafirler ve tekkede kalan dervişlerin yiyecek ve içecekleri, saraydan gelirdi.
İçinde birçok ağaç ve çeşitli meyveler bulunan geniş bir arazi (günümüzde burada Conrad otel vardır), Akaretler caddesindeki bütün binalar ve bazı dükkanlar bu tekkeye vakfedilmiştir.
Cumhuriyet döneminde, tekkelerin kapatılmasıyla burada cami ve tevhidhane dışında kalan bölümler 1957 yılına kadar Şair Nedim İlkokulu olarak kullanılmıştır. Bu sırada, tekkenin bazı binalarının orijinalliği bozulmuştur.
Zaten gerekli bakım ve onarımlar yapılmadığı için, bir süre sonra da ilkokul başka bir yere taşınmıştır. 1960 yılında çökme tehlikeli olan bina, 1969-1973 yılları arasında onarıma tabi tutulmuştur. Onarım kapsamına alınmayan harem ve misafirhane binaları ise harap olmuştur. Ertuğrul Tekke Camisi ise, halen ibadete açıktır.
ABBAS AĞA
Siyahi harem ağası olan Abbas Ağa: Sultan IV Mehmet döneminde, 1668 yılında Darüssade yani Kızlar Ağası olur. Abbas Bin Abdürrezzak adı ile tanınır.
Hamisi ise, Valide Hatice Turhan Sultandır. Kazandığı servetle birçok hayır işi yapar. Bunlardan birisi de, Abbas Ağa camisidir. Abbas Ağa: dört yıl “Kızlar Ağası” olarak görev yaptıktan sonra, azledildi ve ömür boyu maaş bağlanarak 1672 yılında Mısır’a gönderilir ve orada ölür. Kahire’de İmam-ı Şafi Türbesi haziresine gömüldü.
Abbas Ağa Camisi
Cami: 1665 yılında Abbas Ağa tarafından yaptırılmıştır. Bu cami yaptırıldıktan sonra semt “Abbasağa semti” olarak anılmaya başlanmıştır.
Duvarları kagir ve çatışı ahşap olan camide, Hünkar Mahfili vardır ve Sultan II. Mahmut döneminde, 1834 yılında restorasyon geçirmiştir. (Bir kısım tarihçiye göre yeniden yaptırılmıştır)
Ahşap tavan ve galerileri ilgi çeker. Tavandaki tahta oymalardaki ince işçilik ve buradan sarkıtılmış zarif kristal avizeler değişik bir hava yaratıyor. Avize, altın yaldızlı beyzi bir göbeğe asılmıştır.
Tavan yüzeyi: kalın çıtalarla oluşturulmuş sekiz köşeli yıldızlar, kenarları yumuşatılmış dikdörtgenler ve çeşitli geometrik desenlerle süslenmiştir. Tavan kornişlerinde, yelpaze şeklinde ajurlu konsollar, mukarnası andıran sarkıtlı süslemeler ve perde motifleri görülmektedir.
Ahşap Hünkar mahfili, günümüzde imam odası olarak kullanılıyor. Mahfilin kuzey ve doğu kanatları, çatıdan mamul kerestelerle, insan boyunu aşacak yükseklikte kapatılmıştır.
Caminin dört bir tarafı yüksek duvarlarla çevrilmiştir. Bir köşesinde, taş duvarın içine gömülmüş kör bir çeşme görülür. Bu çeşmenin 1682 yılı yapımı olduğu söyleniyor. Ama kitabesi bir hayli aşınmış, zor okunuyor ve musluğu yok, suyu akmıyor.
Burada küçük bir ayrıntıdan söz etmek istiyorum. Caminin kuzeyindeki yamaçlarda bir zamanlar “Abbasağa Mezarlığı” varmış ve kurulduğu 17 yüzyıldan itibaren yörenin sakinleri ve büyük zatları bu mezarlığa gömülmüştür. Ancak 1939-1940 yılları arasındaki şehir planlamalarında, bu mezarlığın bütün mezar taşları sökülmüş ve selvi ağaçları kesilmiştir.
Sahibi bulunan iki yüz kadar mezar, sahipleri tarafından başka yerlere taşınmıştır. Sahibi bulunmayan mezarlardan çıkarılan kemikler ise, mezarlığın aşağı köşesinde kazılan iki kuyuya doldurulmuş, mezar taşları ise kireçhaneye gönderilmiştir. Ortaya çıkan araziye ise, 1941-1942 yılları arasında “Abbasağa Parkı” yapılmıştır.
Abbas Ağa Parkı
Barbaros Bulvarından yukarı doğru çıkarken, sol kolda ve yamaçta kalmaktadır.
Park dik bir yokuş üzerinde, eni dar, boyu uzun bir parktır. Parkın üst bölgesinde, küçük bir amfitiyatro bulunuyor. Altı sıra taştan oturma yeri ve düzlükte daire şeklinde bir sahne bulunuyor. Yaz aylarında burada konserler düzenleniyormuş. Hatta, Beşiktaş’ın “Çarşı gurubu” söylenenlere göre, maçlardan önce burada toplanarak yeni tezahüratları ve marşları deniyorlarmış.
Parkın üst kısmında: yan yana dizilmiş, on iki tunç heykel görülüyor. Merdivenlere çıkarak bu heykellere ulaşılıyor. Heykellerin altında: heykelin kime ait olduğu, doğum ve ölüm tarihleri ve ölüm şekilleri yazılmıştır.
Yani: Türkiye’nin uzun demokrasi mücadelesinde şehit edilen aydınların heykelleri burada bulunmaktadır. (Uğur Mumcu, Abdi İpekçi, Ahmet Taner Kışlalı, Bahriye Üçok, Çetin Emeç, Doğan Öz, Muammer Aksoy, Onat Kutlar) Yani bir anlamda: Şair sofasındaki şairlerin heykelleri gibi.
Birazda parkın geçmişinden söz etmek istiyorum:
Osmanlı döneminde, günümüzde parkın bulunduğu yerde, bir bölümü Ermenilere ve diğer bölümü Müslümanlara ayrılmış bir mezarlık vardı.
1940’lı yılların başlarında, İstanbul Valiliği buraya park yaptırmaya karar verir ve mezarlık istimlak edilir. Ancak, mezarlıktaki mezarlardan sadece 200 tanesinin sahibi çıkar ve bu mezarlar, sahipleri tarafından başka mezarlıklara nakledilir.
Geriye kalan sahipsiz mezarlıklardaki kemikler ise toplanarak, parkın en aşağı kısmına açılan üç büyük kuyuya topluca gömülür. Mezar taşları ise, eritilerek kireç yapılması için kireçhaneye gönderilir.
Park yapıldığında, ortamın mezarlık havasından kurtulması için servi ağaçları kesilir, yerine fıstık çamları, at kestanesi, mazı ve palmiyeler dikilir. Yollar yapılır, çiçek tarhları ve çim bahçeleri düzenlenir. Banklar ve kanepeler konur. Parkın en alt bölümüne de tuvalet yapılır. Yani, kemiklerin gömüldükleri kuyuların yakınına, yorumu size bırakıyorum.
İSTANBUL RESİM VE HEYKEL MÜZESİ-MİLLİ SARAYLAR MÜZESİ
Dolmabahçe Sarayının hemen bitişiğindedir.
Müze: 1937 yılında Atatürk’ün emriyle kurulmuştur. Türkiye’nin ilk Güzel Sanatlar Müzesi olarak önem kazanmaktadır.
Müzenin bulunduğu bina: 1856 yılında Dolmabahçe Sarayı yapılırken, Karabet ve Nikolgos Balyan kardeşler tarafından Veliaht Dairesi olarak tasarlanmış ve yapılmıştır. Bahçesinde özel sergilerin düzenlendiği küçük hareketli pavyonların bulunduğu müze binası, üç katlıdır. Birçok oda ve salon vardır.
Müzede bulunan ve Mimar Sinan Üniversitesi koleksiyonu olarak isimlendirilen koleksiyon, Türkiye’nin en önemli modern Türk resim koleksiyonudur. Bu koleksiyonda: Türk ve Dünya sanatçılarına ait resim, heykel, özgün baskı yapıtları, Antik ve Rönesans dönemlerine ait heykel mulajlarının yanı sıra müzeye bağış yolu ile gelmiş özel koleksiyon yapıtları bulunmaktadır.
Koleksiyonun resim bölümünde: çoğunlukla yağlı boya yapıtlar vardır. Bu yapıtlar, 3977 adettir. Bu koleksiyonda: 18 ve 19 yüzyıl Batılı sanatçıların bazılarının da (Bonnard, Deraini, Levy, Matisse, Picasso, Utrillo gibi) yapıtları bulunmaktadır.
Güncel
1937 yılında müze olan Veliaht Dairesi: uzun yıllar Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Üniversitesi İstanbul Resim Heykel Müzesi olarak kullanıldı. Ancak binanın yenilenmesi için kaynak bulmakta güçlük çeken Üniversite, 2007 yılında müzeyi kapattı.
Daha sonra Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından üniversiteye yeni bir bina tahsis edildi ve müzenin bulunduğu Veliaht Dairesi, Milli Saraylara geçti. Mimar Sinan Resim Heykel Müzesi koleksiyonu: çağdaş bir müze olarak yenileme çalışmaları süren Karaköy Fındıklı’daki Antrepo No. 5’e taşındı.
Milli Saraylar ise, Veliaht Dairesini yeniler ve binayı bir müze olarak düzenlemiştir. Milli Saraylara bağlı pek çok müzede sergilenen çok sayıdaki değerli tablo burada toplanmıştır. Ayrıca Milli Saraylara bağlı olmayan Topkapı Sarayının depolarındaki bazı resimler de ödünç alınıp restore edilerek sergiye dahil edilmiştir.
Günümüzde, Milli Saraylar koleksiyonunda 600 civarında resim bulunduğu söyleniyor. Bunların 202 tanesi müzede sergileniyor. Sergilenen eserler arasında dikkat çekenler: Şeker Ahmet Paşa, Ayvazovski, Zonaro, Osman Hamdi Bey gibi ünlü ressamlardır.
Koleksiyon: 19 yüzyıl Osmanlı padişahlarının yaptırdığı, satın aldığı, beğendiği ve saraylarda kendine yer bulabilen resimlerden oluşmaktadır. Saraylar, Resim Heykel Müzesi koleksiyonunda bulunan 200 kadar eserini geri alarak burada sergilemek istemiştir.
Ancak, Mimar Sinan Üniversitesi, Mimar Sinan koleksiyonundaki eserleri bozmak istememekte, bir süre sonra kendi açacakları müzede, kendi koleksiyonlarını sergilemek istemektedirler.
Ama, yine de, bu müze, klasik Türk resminin oluştuğu dönem hakkında iyi bir fikir vermektedir. Müzede: 19 yüzyıl Türk sanatçılarının tablolarından oluşan, önemli bir koleksiyon bulunmaktadır.
Özellikle Osman Hamdi Bey’in üç eseri ilgi çekmektedir. Müzede: Şadi Çalık’ın “Vietnam” isimli eseri de bulunuyor.
Gelelim müze gezisine:
Müzenin hemen girişinde, Topkapı Sarayından getirilen iki büyük ve ünlü resim bulunmaktadır. Bunlar: Veliaht Dairesini yaptıran Sultan Abdülmecit ve onun ardından tahta geçen o dönemin Veliahtı Sultan Abdülaziz resimleridir.
İlk Salonda: Askeri konulu resimler, son halife Abdülmecid efendinin kütüphanesi olarak bilinen salonda ise İstanbul manzaraları görülmektedir.
Bir salonda: Abdülaziz döneminde Paris Goupil galerisinden satın alınan resimler, bir başkasında Zonaro ve Chlebowski gibi saray ressamları, bir diğerinde de Oryantalist resimler, bir başkasında Şeker Ahmet Paşa gibi yaver ressamların resimleri bulunuyor. Sarayın büyük salonunda: Deniz resimleriyle, Osmanlıda çok sevilen ünlü Rus ressam Ayvazovski eserleri görülüyor. Küçük bir salonda ise: Cumhuriyet dönemi sanatçılarının eserleri bulunuyor.