Bizans döneminde, Yaşka isimli bir rahip, Kudüs şehrinden dönüşünde, Hz. İsa’nın vaftizde yıkandığı taştan beşiği getirdi. Beşik: taştan yapılmış, insan biçiminde ve lahit benzeridir.
Beşik, buradaki bir kilisede muhafaza edilmeye başlandı. Bu taş beşik, daha sonra Ayasofya’ya götürülmüştür. Ancak 1204 yılındaki Latin Haçlı işgali sırasında çalınmıştır.
Günümüzde nerede olduğu bilinmemektedir. Bu yüzden, Bizanslılar: buraya “Taş Beşik” ismini vermişlerdir. Bu isim, günümüze “Beşiktaş” olarak gelmiştir.
Yörenin ismine ait bir diğer söylenti: burada sahilde tekneleri bağlamak için iki sütun vardı. Bu sütunların varlığı: merkezde, pazarın yanındaki kilisenin karşısında bulunan okul binasının kapısındaki yazıttan anlaşılmaktadır.
Ayrıca: Bizans imparatoru Romanus Lakepanus: Boğaziçi’nde kazandığı bir zaferin anısına buraya bir anıt taş diktirdi.
Daha sonra, yöne, bu taşın adıyla anılmaya başlandı. Yörenin ismi “Diplokonion” ve “Kionia” olarak bilindi.
Bizans döneminde, bölgenin en önemli yapısı: Aya Mamas manastırı idi.
Bizans’ın ardından, Türkler İstanbul’u fetih ettikten sonra: Boğaziçi kıyılarında yayılmaya başladılar ve buralarda yaptıkları birçok inşaatta, özellikle yıkılan Bizans yapılarının kalıntılarını kullandılar.
Osmanlı döneminde: Beşiktaş kıyılarında, Hayrettin iskelesi denen ve donanma gemilerinin bağlandığı bir yer vardı. Donanma sefere çıkmadan önce, gemiler burada toplanıyordu. Bu yüzden, yöreye denizciler semti de denir.
Günümüzde, yörenin tam merkezindeki meydanlık bölüme, Osmanlı döneminde “Deve meydanı” denir. Deniz: Barbaros Türbesinin bulunduğu yere kadar gelirdi. Bu yüzden, türbenin bulunduğu yere “Hayrettiniye Meydanı ve İskelesi” denir.
Ancak, yörenin önemi ve ünü: burada yaptırılan “Beşiktaş Yalısı” ile arttı. Günümüzdeki Dolmabahçe Sarayının bulunduğu yerde yaptırılan bu yalı: 1746 yılı yapımıdır ve sonrasında birçok Osmanlı sultanı saraydan çok bu yalıyı kullanmayı tercih ettiler.
Özellikle 1748 yılında, Sultan I. Mahmut, sürekli olarak burada yaşamaya başladı.
Yalının özellikle geniş bahçeleri “Hadaik-i Hassa” olarak isimlendirildi. Ağaçlar içindeki Boğaziçi kıyılarının bu bölümümün sorumlu ve bakıcıları, Sarayın Bostancıbaşılarıdır.
En güzel bölümü: Sultan IV Murat tarafından yaptırılan Çinili köşktü. Burada: yedi kubbe bulunur ve yapının pencerelerinin önündeki çeşmelerden, şadırvanlara sular akar.
Sultan Murat, kendisini hicveden şair Nefi’yi, bu köşkün odunluğunda boğdurarak öldürtmüştür.
Beşiktaş yalısı haricinde, bir Türk mahallesi olarak yerleşime açılan burada, 20 yüzyıl başlarına kadar birçok ahşap konak ve konut yapıldı.
Bu ahşap konakların birisi: falcılığı çok meraklı olan Sultan II. Abdülhamit’in muskacısı Ebulhüda Efendiye aitti. Muskacı Ebulhüda, burada paşalar gibi yaşar ve sık sık Müslüman mahalle halkına ücretsiz yemek verirdi.
Süleymaniye semti, Fatih ilçesinde, Süleymaniye Cami ve külliyesi çevresinde, İstanbul’da üçüncü tepe üstünde bulunmaktadır. Osmanlı döneminde, önemli bir bilim ve ticaret merkezi olan bölge, günümüzde de birçok tarihi ve turistik eseri barındırmaktadır. Semt ismini: 16 yüzyılda, Kanuni Sultan Süleyman tarafından Mimar Sinan’a yaptırılan Süleymaniye Cami ve külliyesinden almıştır. Öte yandan, efsanelere göre: Hz Süleyman, eşi Şemsiye için burada bir saray yaptırmıştır.
Kayserili Ahmet Paşa Konağı
İstanbul Suriçi, Fatih Süleymaniye Mahallesi Kayserili Ahmet Paşa Sokağındadır.
Ahmet Paşa: Bahriye Nazırı olarak Sultan Abdülaziz’in hal’edilmesi olayına karışmış ve Dolmabahçe önüne savaş gemileri göndermişti. Konak: 19 yüzyıl yapısıdır ve 1806-1878 yılları arasında yaşayan ve 1873 yılında Bahriye Nazırı olan Ahmet Paşa’ya aittir.
Ahmet Paşa: er olarak katıldığı donanmada zekası ve yetenekleriyle kısa sürede amiral olmuş ve Kırım Savaşına, Karadeniz filosu komutanı olarak katılmıştır. 1855 yılında Kırım Sivastopol şehrinin alınmasında önemli rol oynadığı için vezirlikle ödüllendirilmiştir.
1873 yılında Bahriye Nazırı olmuş ve ardından Kaptan-ı Derya olmuştur. Bahriye Nazırı iken, Sultan Abdülaziz’in tahtan indirilmesi olayında, donanma gemilerini Dolmabahçe Sarayı önüne göndermiş ve bunun üzerine takip eden dönemde, Sultan II. Abdülhamit tarafından görevden alınmış ve Tuna valiliğine atanarak İstanbul’dan uzaklaştırılmıştır.
1877-1878 yılı Osmanlı-Rus savaşında, Rusçuk muhafızı olarak görev yaparken yaşlılık ve hastalık nedeniyle İstanbul’a dönmesine izin verilmiştir.
Konak: önemli bir kültür varlığıdır. Şehir içi büyük konutlar için önemli bir örnektir. Eskiden bu tip konaklara, İstanbul’da birçok semtte rastlanırken, günümüzde çok nadirdir. Yapı: Osmanlı mimari tarzının, 19 yüzyılda moda olan ampir tarzının örneğidir.
Kagir bir bodrum üzerine oturan ahşap binadır ve iç süslemelerinde, Batı tarzı hakimdir. Zemin kat üstünde, aynı plana sahip iki kat daha bulunmaktadır. Evet, bu nadir bina, yıkılmak üzere iken son anda kurtarılmış ve restore edilmiştir.
Süleymaniye Külliyesi
Süleymaniye Külliyesi: cami, medreseler, kütüphane, hastane, Sıbyan mektebi, imaret, hamam, hazire ve dükkanlardan oluşmuştur. İstanbul külliyeleri içinde, Fatih Külliyesinden sonra ikinci büyük külliyedir. Tarihçi Peçevi’ye göre: Külliye inşaatında 1713 Müslüman olan toplam 3523 işçi çalıştı. İnşaat için yaklaşık 3200 kilo altın harcandı. İşçi sayısı, yazın günlük 2000 kişiye ulaşıyordu.
Süleymaniye Cami
Osmanlı imparatorluğunun en ihtişamlı yıllarında Kanuni Sultan Süleyman, bu ihtişama yaraşır bir cami yaptırmayı arzu eder. Düşündüğü bu yapıt, günümüzdeki “Şehzade Cami” olarak bilinen camidir. Ancak çok sevdiği Şehzadesi Mehmet ölünce, camiyi onun adına tamamlatır.
Ancak içindeki özlem bitmemiştir. 1550 yılında bir rüya görür. Rüyasında Peygamberimizi görür ve Peygamberimiz, Süleyman’a: camiyi nereye yapacağını, kaç kubbeli olacağını, mihrap ve minarenin nasıl olacağı gibi her şeyi en ince ayrıntısına kadar anlatır.
Heyecan içinde uyanan Süleyman hemen mimar başı Sinan’ı çağırttırır. Kanuni, Sinan’a gördüğü rüyayı anlatır. Bugünkü Süleymaniye camisinin bulunduğu yere gelinir.
Ancak Süleyman, bazı ayrıntıları unutmuştur ve o ayrıntıları Mimar Sinan tamamlar. Kanuni buna şaşırır ve “Mimar başı haberli gibisin” der. Sinan “Sultanım siz peygamberimizle yürürken ben hemen arkanızdaydım” der.
Süleymaniye Cami Külliyesi: İstanbul’un üçüncü tepesinde, bu tepenin Haliç’e bakan yamacındadır. Böylece, şehrin birçok yerinden görüldüğü gibi, kendisinden görünen manzara da oldukça geniştir.
Cami: Kanuni Sultan Süleyman tarafından, 1551-1557 yılları arasında Mimar Sinan’a yaptırılmıştır. Mimar Sinan, eserin kalfalık dönemi eseri olduğunu belirtir.
Süleymaniye, Ayasofya’ya erişmek ve belki de onu aşmak için yapılmış bir girişimdir. Zaten, planı da ona oldukça yakındır. Boyut açısından Ayasofya’dan küçük kalmasına rağmen, estetik açıdan, muazzam bir mimari eser olarak, dünyanın en güzel anıtları arasında yer almıştır.
Temel
Temel atma töreni, 13 Haziran 1550 tarihinde yapılmıştır. Bu gün: devletin ileri gelenleri, zamanın uleması, din adamları toplanmıştır ve Kanuni atlı olarak inşaat yerine gelir.
Koyunlar ve koçlar kurban edilir. Seçilen uğurlu zaman geldiğinde ise, Sultanın emriyle dönemin önemli din adamı Şeyhülislam Ebusuud Efendi, mihrap temeline ilk taşı koyar ve inşaat başlar.
Temel birkaç yıl süresince kazılır ve 15 metre derinliğe inildikten sonra: zemine, demirli büyük kazıklar kakılıp, kireç ve horasan ile moloz taşından bir rıhtım bina yapılır. Binaya: gerekli sağlamlığı verebilmek için, özel bir şekilde hazırlanmış olan ayaklar üzerine, kemerler örülerek bir nevi sarnıç inşa edilir.
Yeryüzüne çıkmaya 3 metre kala taştan temeller örülmeye başlanır. İçten dışa, alttan yukarıya doğru ilerleyen inşaat, kemerlerin örülmesi ve örtü sisteminin kapatılmasıyla tamamlanır.
Evliya Çelebi, caminin temelinin 3 yılda atıldığını ve daha sonra 1 yıl beklendiğini söyler. Çünkü, şehirdeki depremlere karşı dayanıklılığı sağlamak için, caminin temeli atıldıktan sonra, temelin tam olarak oturmasını sağlamak için bir yıl beklenmiştir.
Böylece Sinan’ın kendi söylemiyle “kıyamete kadar yıkılmayacak” bir cami ortaya çıkmıştır. Zaten yapılışının üstünden uzun yıllar ve birçok deprem geçmesine rağmen, caminin duvarlarında en ufak bir çatlak olmamıştır.
Kapılar
Camide: dış avlunun imaret kapısından girildiğinde: bir saray cephesi görünüşüyle taç kapı belirir. Bu taç kapı: mimari kuruluşu, süslemeleri ve kitabeleriyle göze çarpar. Kapının alınlığı: saray nakkaş hanesinde hazırlanan örneğe göre yapılmış olup 16 yüzyıl natüralist çiçek üslubu hakimdir.
Avlu kapısı ve cümle kapısı arasındaki bölümlerde: mermer laleler, mermer zincirlere asılı avizeler bulunmakta iken, günümüzde sadece bağlantı yerleri görülmektedir.
Zemini mermerle döşeli iç avlunun 3 kapısı vardır. Bunlardan biri: kuzey-batı kapısı ve diğer ikisi ise kuzey-doğu ve güney-batı kapılarıdır. Caminin iç kısmına üç kapıdan girilir. Bunlar: iç avludan girilen “Cümle kapısı” ve mihrabın sağında ve solundaki batı ve doğu “harim” kapılarıdır.
Evliya Çelebi: hünkar mahfilinin altına açılan kapının “Hünkar kapısı” ve bu kapının karşısındaki kapının ise “Müezzin kapısı” olduğunu yazmıştır.
Dış avluda: minareye girişi sağlayan kapılar: kuytuda bırakılmıştır. Cami minareleri, tek sütunun desteklediği bir çatıyla sevimli bir portik halinde sunulmuştur. Caminin ana giriş kapısıyla iç avluya girilen kapı: mimari ve süsleme bakımından oldukça farklıdır.
Cami kapısı ve yan kapıların: kilit ve halkalarının altın ve gümüş görünümlü olduğu ifade edilmiş, satın alınan 95 okka fildişiyle, bu kapıların kanatları ve cami içinde bulunan dört dolabın kapak süslemeleri yapılmıştır. Cami kapısı: Baş marangoz yani Ser Neccar usta Ahmet eseridir.
Kubbe
Ayasofya ile mukayese edilmesindeki en büyük gösterge, caminin kubbesidir. Dört fil ayağı üstüne oturan caminin kubbesinin çapı 26.30 metre ve yüksekliği ise 48.23 metredir. Yani, Ayasofya’nın kubbe boyutlarını geçememiştir.
Ayasofya’dan farklı olarak, ana kubbe, ikisi büyük, beşi küçük yedi yarım kubbeyle desteklenmiş ve 30 küçük kubbeyle çevrelenmiştir. İç ve dış kubbeler arasında 2-3 metreyi bulan yer yer boşluklar vardır.
Bu boşluklar: havayı mevsimlere göre dengede tutması yanında, ana kubbeye geçişi sağladığı gibi akustik içinde önemli rol oynamaktadır.
Kubbenin ve üst kagir kabuğun yaklaşık 1000 ton ağırlığındaki yükü: iki yarım kubbeyle ve fil ayaklarıyla temele iletilmiştir. Kubbenin hafif olması için özel tuğlalar imal edilmiş ve kubbenin yapımında bu tuğlalar kullanılmıştır.
Caminin büyük kubbesini 4 büyük kırmızı granit yekpare sütun yani fil ayağı taşımaktadır. Ayaklar: 6 x 5 metrelik, küfeki taşından örülmüş payeler üzerine oturmaktadır.
Küçük bir caminin alanını kapsayacak büyüklükte olan bu ayaklar: ustalıkla ve zarif görünecek şekilde inşa edilmiş, ön ve arka cephelerine mihrap şekilleri verilmiştir.
Yükseklikleri 9.02 metre, çapları 1.4 metre olan ve yaklaşık 30’ar ton oldukları hesaplanan bu 4 fil ayağının her biri 8000 ton yükü temele iletmektedir.
Bu dört ayak: Mimar Sinan tarafından, Cihanyar- Güzin yani dinin dört direği: Hz Ebubekir, Hz Ömer, Hz Osman ve Hz Ali’ye armağan olarak sunulmuştur. Fil ayaklarının yanlarında bulunan sütunlar farklı yerlerden getirilmiştir.
Sinan tarafından söylendiğine göre; bu sütunlar, bütün ülke taranarak çeşitli yerlerden getirilmiştir. Bir sütun Lübnan Bekaa vadisinde bulunan Baalbek-Jupiter Tapınağından, bir diğeri Mısır’ın İskenderiye şehrinden, diğerleri de Topkapı Sarayı ve Vefa semtinden getirilmiştir.
Hatta: Ayasofya’nın bazı sütunlarının da, yapılış döneminde Hz Süleyman’ın yaptırdığı tapınaktan getirilmiştir.
Kubbe kasnağında 32 pencere vardır. Mimar Sinan, gün ışığı bu pencerelerden girdiğinde oluşan görüntüyü “Azrail a.s.” ın kanatlarına benzetir.
Kubbenin derin anlamlarından birisi de “vahdette kesret, kesrette vahdet” yani “ Tek olan Allah’a varıp ondan teferruata dönüşü” sembolize eder. Kubbe: okunan Kuran-ı Kerimleri ve duaları müminlere aksettirmek görevindedir.
Sinan, restore ettiği Ayasofya’da, kemerli yan duvarların zayıflığını gözlemleyerek, özel bir istifleme tarzı uygulamıştır.
Kubbenin dört köşesinde, payelerin dıştaki devamı olan dört sekizgen kule, yarım kubbelerin altında çeyrek kubbeler vardır.
Caminin duvarlarını oluşturan taşlar, birbirlerine içten demir kenetlerle bağlanmış ve bu kenetlere eritilmiş kurşun dökülmüştür.
İç mekanda, genişlik duygusu kusursuzdur ve büyük bir sadelik vardır.
Payandaların içeri taşan kısımları, sütunlar üstüne oturan kemerlerle bağlanmış ve böylece yan nefler oluşturulmuştur.
Mihrap
İki kabartma oluklu ve altın yaldız kaideli sütunlarla tek parçalı olarak yapılan mihrap: çini dekorlar arasında yükselir.
Yapısı sadedir. Mihrap: en iyi mermerlerden Konyalı Yahya tarafından yapılmış ve 1554 yılında tamamlanmıştır.
Mermer mihrabı çevreleyen çiniler, 746 tanedir. Evliya Çelebi: mihrabın iki yanında bulunan ve adam boyu yüksekliğindeki altın yaldızlı iki bakır şamdanın büyük mumlarının, her gece yandığını ve bu mumların onbeş basamaklı bir merdivenle çıkılarak yakıldığını yazar.
Minber
Minberin tasarımı bizzat Mimar Sinan tarafından yapılmıştır. Caminin estetiğine uygun olarak inşa edilen minber: mermer işçilik ürünüdür.
Minber aleminin, altın sikkelerle yaldızlandığı ve minber köşkünün altın varak kaplı bir askı topu olduğu belirtilmektedir.
Hünkar Mahfili
Mihrabın sol yanında, caminin doğu köşesindedir. Burası, granit ve mermerden yapılmış 8 sütuna dayanmaktadır. Buraya yan balkondan geçiş olduğu gibi, dışarıdan ayrı bir kapıdan da girilebilir.
Müezzin Mahfili
Minberin hemen arkasında, 18 mermer sütun üstüne kurulmuştur. Mermer işçiliği, oldukça güzeldir. Evliya Çelebi: burayı “Cennet Mahfili” diye anlatır. Bu benzetme, burada geçmişte var olduğu düşünülen bir süslemeye atıfta bulunmaktadır.
Kütüphane
Müezzin mahfilinin sağında, madeni şebekeden çevrilmiş bu bölüm: uzun süre kütüphane olarak kullanılmıştır. Bu kütüphane: Sultan I. Mahmut ve Sadrazam Mustafa Paşa döneminde yapılmıştır.
Bu bronz kafesli bölüm: 18 yüzyıl Türk maden işçiliğinin güzel bir örneğidir. 19 yüzyılda, bu parmaklık, Ahmet Vefik Efendi tarafından onarım yapılarak yenilenmiştir.
Vaaz Kürsüleri
Cami içinde, ahşap işçiliği bakımından önem kazanan iki vaaz kürsüsü vardır. Ayrıca: fil ayaklarına bitişik, 3 mermer kürsü daha vardır. Mermer ve granit direklere dayalı bu yerlerde, Osmanlı döneminde ilim adamlarının halka islam hukuku, tefsir ve tasavvuf dersleri verdiği söyleniyor.
Çeşmeler
Evliya Çelebi: giriş yönündeki iki ayakta bulunan çeşmelerden: bütün cemaatin su içtiğini belirtmiştir.
Üst Mahfiller
Camide, mekanı üç yandan çevreleyen üst mahfillerde: Sultanın maiyetinin namaz kıldığı bilinmektedir. Evliya Çelebi: caminin üst hazine maksurelerinde de değerli malların saklandığını yazar.
Akustik
Caminin en önemli özelliklerinden birisi de akustiğidir. Sinan: caminin akustiğinin mükemmel olması ve seslerin caminin her köşesinden duyulması için: kubbenin çevresine ve caminin çeşitli yerlerine, içi boş 50 cm boyunda, 64 tane küp yerleştirmiştir.
Bu küpler: Anadolu’da kullanılan turşu küpleridir. Bunlar ağızları aşağıya bakar vaziyette, ana kubbenin çevresindeki duvarlara yerleştirilir ve küplerin araları da yumurta akıyla sıvanır.
Ayrıca: sesin düz yüzeylerle karşılaşmaması için duvarlarda gerekli hareketlilik sağlanmış, sütunlar bunu engellemeyecek şekilde oturtulmuş ve büyük desteklerin yüzeylerine nişler oyulmuştur. Akustik konusunda bir söylenti vardır.
Sinan: caminin akustiği konusunda çok zaman harcar ve inşaat süresi uzar. Sinan’ı çekemeyen kişiler, Kanuni Sultan Süleyman’a Sinan’ın camide keyfine baktığını ve hatta cami içinde nargile tüttürdüğünü iletirler.
Bunun üzerine, sinirlenerek camiye giden Kanuni, Sinan’ı nargile içerken görür, ancak Sinan bu durumu şöyle açıklar; “Nargilenin içinde tütün yoktur, sadece suyunun fokurdama sesinin camide nasıl duyulduğunu anlamaya çalışıyorum” Bu sırada, yani içeride nargile fokurdatırken, işçilerde, borular yolu ile bu sesi dinlemektedir. Yeri gelir, bazı yerler yıktırılır ve yeniden yaptırılır.
Yani, olay tamamen Sinan’ın bir akustik yaratma çalışmasıdır. Yine akustiğin sağlanması, zeminden sesin yansıtılması için tuğlalardan boşluk bırakılmıştır. Sonuç olarak: caminin içinde mikrofon kullanmadan verilen vaazın duyulması sağlanmaktadır.
Havalandırma
Mimar Sinan: yer altında bir takım yollar kazdırıp üzerine kemerler yaptırmıştır. Bu yollardan: caminin içinden dışarıya, Süleymaniye’nin bütün yan yapılarına su dağıtan depolara gidilir. Bu yollar: cami içinde, devamlı temiz hava bulundurmak için yapılmıştır.
Caminin tabanının orta kısmında bulunan bu yollar üzerinde: tahta kapaklar bulunur. Böylece aşağıdan gelen hava aracılığıyla, cami yazın devamlı serin ve kışın sıcak olmaktadır.
Vitraylar
Caminin içinde en göz alıcı yer: mihrap duvarındaki 16 yüzyıl Türk motifleriyle süslü vitraylardır. Bu vitraylar: Sarhoş İbrahim adıyla bilinen, dönemin ünlü cam ustası tarafından yapılmıştır.
Hatlar
Caminin iç ve dış kısmında ve avlu kapılarında bulunan yazılar, büyük bir emek ürünüdür. Devrin kültür ve değer yargılarının ve sanat anlayışının sembolüdür. Bu yazılar, dönemin meşhur hattatı: Hattat Ahmet Karahisari ve Hasan Çelebi tarafından yapılmıştır.
1869 yılında, iç mekanın yeniden süslenmesinde: yazılar Abdülfettih Efendi tarafından yazılır. Kazasker Mustafa Efendi de bazı yazılar ilave etmiştir.
Yazıların bir kısmı çiniler üstüne, bir kısmı farklı renklerdeki zemin üzerine yazılmıştır. Bir bölümü kapılara işlenmiş, bir bölümü de mermer üzerine kabartma yapılarak yazılmıştır.
Değişik ebat ve karakterlerde yazılan yazıların büyük bölümü ayet-i kerime ve kalan bölümü hadis-i şerif ve muhtelif dini yazılardır. Yazılar: bulundukları zeminle, anlam bakımından tam bir ahenk içindedir.
Mihrabın iki yanındaki pencereler üstünde bulunan çini madalyonda “Fetih Suresi”, caminin ana kubbesinin ortasında ise “Nur Suresi” yazılıdır. Nur Suresi: aşağıdan okunacak şekilde büyük harflerle yazılmış ve bu durum, yazının sanatsal değeri ve inceliğinden bir şey kaybettirmemiştir.
Hava Akımı
Cami ilk yapıldığında iç mekan aydınlatması için: elektrik olmadığından 275 adet kandil ve bunlara ek olarak mihrabın iki yanına yerleştirilmiş dev mumlar kullanılıyordu.
Pencerelerden gelen hava akımlarını hesaplayarak, kandillerin isinin belirli bir noktada toplanması, Sinan’ın başka camilerde elde ettiği şaşırtıcı başarıları arasındadır.
Camideki kandil ve yağ lambalarından çıkan isler: ana giriş kapısı üzerindeki odada toplanmış ve mürekkep yapımında kullanılmıştır. Bu is odasında dışarıya yani caminin içine açılan iki pencere vardır.
Bunlardan bakıldığında birinde “Allah” ve diğerinde ise “Muhammed” yazılı levhalar görülür. İsten elde edilen mürekkep, normal mürekkebe nazaran çok daha dayanıklıymış. Kağıt tamamen yok edilmeden, bu mürekkebin silinmesi mümkün değilmiş.
Deve kuşu yumurtaları
Sinan bu büyüklükteki bir camiyi örümcek ağlarından korumak için: caminin çeşitli yerlerine ve özellikle avizelerde bulunan kandil çanaklarının aralarına, aşağıdan da görülecek şekilde, Afrika’dan getirttiği yaklaşık 300 deve kuşu yumurtası yerleştirmiştir.
Deve kuşu yumurtası: örümcekler, böcekler ve hatta akrepler tarafından sevilmez ve bu tür haşarat camiden uzaklaşırmış.
Söylenenlere göre: kurumuş deve kuşu yumurtası: insanın hissetmediği ancak akrep, örümcek gibi haşeratı uzak tutan bir koku yaymaktadır. Yıllar boyunca: bu yumurtalardan çalınan ve kırılanlar olmasına rağmen, halen ilk günkü gibi asılı olduğu yerde bulunanlar görülür.
İlk asıldığında 300 tane olan yumurtalar günümüzde 30 kadar kalmış, bunlar da karararak renkleri kahverengiye dönüşmüştür.
Ölçüler
Caminin içindeki ölçüler ebcet hesabına göre hesaplanmıştır. Mesafeler ölçüldüğünde: bütün mesafelerin “ebcet” hesabı ile “Allah” isminin katları olduğu, minare yüksekliği, kubbe çapı gibi bazı uzunluk ve açıların birbirlerine orantılandığında “pi” sayısı ya da dünya ekseninin eğim açısı olan 23 rakamı gibi rakamların verildiği görülür.
Kabe’ye yakın iki minarenin arasındaki uzaklık 92 arşındır ve bu ölçü “Muhammed” ismini ifade eder.
İran Şahı
Bir söylentiye göre: caminin yapılışı sırasında (temellerin iyice oturması için) bir duraklama olmuştur. Zamanın İran Şahı, küstah bir tavırla “Satıp da camiyi bitirin” diye mücevher yollamıştır.
İyice sinirlenen Kanuni bunları un ufak edip caminin harcına karıştırmak üzere Sinan’a vermiştir. Paraları ise, şehirdeki Yahudilere dağıttırmıştır. Şahın gönderdiği yardımların kanıtı: Şah Tahmasp’ın karısı Sultanım’la mektuplaşan Hürrem Sultan, şahın cami için gönderdiği yardımlara teşekkür etmesinden anlaşılır.
Mimar Sinan, caminin mimari ve teknik özellikleri hakkında bilgi vermezken, caminin yapımında kullanılan malzemeler ve harcanan paralarla ilgili çok ayrıntılı kayıtlar tutmuş ve bu kayıtlar günümüze kadar ulaşmıştır.
Yani, dönemin özellikleri hakkında çok somut bilgiler vardır. Öte yandan, İran Şahı tarafından gönderildiği iddia edilen mücevherler neden Kanuni tarafından geri iade edilmemiştir?
Çünkü: mücevherler cami yaptırmak üzere kurulan vakfa bağışlanmıştır ve Kanuni’nin malı değil, vakfın malıdır. Bu yüzden, Kanuni bu yardımları geri gönderememiştir.
Minareler
Dört minare: avlunun dört köşesinde yükselir. Camiye bitişik olan ikisinde üçer, uçtakilerde ikişer şerefe vardır. Üçer şerefeli minarelerin yüksekliği 76 metre, ikişer şerefeli minarelerin yüksekliği ise 55 metredir.
Minareler örülürken, taşlar birbirine demir kemerle tutturulmuş, taş ve demirin birbirine kenetlenmesini sağlamak için, bağlantı yerlerine kurşun dökülmüştür.
Toplan on olan şerefe sayısı: Süleyman’ın onuncu Osmanlı Padişahı, dört minare ise İstanbul’da hüküm süren dördüncü padişah olduğunu simgelemektedir. İran Şahı tarafından kullanılan mücevherler, Kanuni Sultan Süleyman’ın emri üzerine parçalanarak o anda yapılmakta olan minarelerden birinde kullanılmıştır.
Bu minare günümüzde “Cevahir Minaresi” olarak bilinir. Bu minare, üç şerefeli minarelerden doğuda olanıdır. Öte yandan, Evliya Çelebi, ne zaman güneş çıksa bu minarenin parladığını ancak net olarak mücevherlerin hangi minarenin harcına karıştırıldığının bilinmediğini yazar.
Avlu
Avlu revaklarında: somaki, granit ve mermer kullanılmıştır. İç avlu: beyaz harem isimli, beyaz mermerden inşa edilmiştir.
Şadırvan
Cami iç avlusunun ortasında, dikdörtgen şekilli ve bitkisel motifli bir şadırvan vardır. Şadırvan havuzunun içinde iki fiskiye bulunur. Söylenenlere göre, şadırvan: o devrin şartlarında kısmen Bizans kanalları kullanılarak Istıranca derelerinden getirilen suyu: kule prensibiyle hava akımı oluşturarak, oksijenle arıtan tarihin ilk içme suyu hazırlama istasyonu imiş.
Halı
Camide, yerdeki halı el yapısıdır. Mihraplı halı 1950 yılında yerleştirilmiştir.
Sinan’ın İmzası
Kanuni, Sinan’a “Türbeni buraya yapalım” teklifinde bulunur, ancak Sinan, bunu kabul etmez. Süleymaniye’nin gölgesinde, mütevazi bir mezarda yatmaktadır.
Öyle ki, burası Süleymaniye Külliyesinin havadan bakıldığında sağ alt köşesindedir. Yani tablolarda olduğu gibi, Sinan, en sevdiği eserine, kendi imzasını bu şekilde atmıştır.
Caminin açılışı
Kanuni, başarısından ötürü camiyi açma şerefini Sinan’a verir ve anahtarı Sinan’a uzatır. Ancak Sinan, öyle mütevazidir ki, bu daveti kabul etmez ve şöyle söyler “Sultanım Ahmet Karahisari, bu muhteşem hatlar için gözlerini feda etti, son hattın son harfinde gözünün feri söndü, ama kaldı, bu şeref onundur” der.
KANUNİ TÜRBESİ
Caminin mihrap duvarının arkasındaki avluda: Kanuninin türbesi vardır. Türbe: ölümünden sonra: oğlu Sultan II. Selim tarafından 1566 yılında Mimar Sinan tarafından yapılmıştır. Bu türbede: Kanuni’nin Zivetgar’dan getirilen bedeni bulunmaktadır. İç organları, Zivergar savaşı sırasında, öldüğünde, çadırının bulunduğu yere gömülmüştür.
Türbe mimarisi açısından, örnekleri arasında bir şaheser olarak nitelendirilmektedir. Sekizgen türbe, avlunun ortasına yerleştirilmiştir. Çevresinde 29 sütunlu, üstü örtülü açık bir revak vardır.
Türbenin içi: 16 yüzyıl İznik çinileri, kalem işleri ve ağaç işçiliğinin güzel örnekleriyle süslenmiştir. Giriş kapısının iki yanına: bitkisel kompozisyonların hakim olduğu çini panolar bulunur. Kapı kanatları: abanozdan yapılmıştır, sedef ve fildişi kakmalarla bezenmiştir. Bunların üzerine “Kelime-i Tevhit” yazılmış ve geometrik desenlerle süslenmiştir. Türbenin içindeki iki dolap ta abanoz ağacından yapılmış, fildişi kakmalarla süslenmiştir.
İç mekan duvarları: yarıya kadar çinilidir. Beyaz zemin üzerine lacivert, firuze ve kırmızı renklerin ağırlıklı olduğu çinilerde bitkisel kompozisyonlar ağırlıklıdır ve bütün yüzey çinilerle kaplanmıştır. Çinilerin üstünde: bütün mekanı çepeçevre dolaşan bir ayet frizi görülür. Pandiflerin yüzeylerinde de: Allan, Muhammed ve dört halifenin ismi yazılıdır.
Türbenin yuvarlak kasnaklı kubbesi: kalem işleriyle bezenmiştir. Altın yaldızlı madalyonlar dikkat çeker. Burada: bezemeleri birleştiren düğümlerin ortalarına yani metal plakalar arasına, yıldızlarla donatılmış gökyüzü imajını vermek için parlak cisimler ve bir söylentiye göre pırlantalar yerleştirilmiştir.
Gövdenin üst kısmında bulunan üçlü pencere gurupları: renkli kilit taşlarıyla her cephede tekrarlanan kemerler ve ağır çatı kornişi: dönemin taş işçiliğinin en güzel örnekleridir.
Türbenin girişinin üstünde: Mevlevi sikkesi şeklinde, Kabe’den getirilen Hacer-ül Esvet taşının bir parçası bulunur. Türbeyi ziyaret ettiğinizde, buna mutlaka dikkat ediniz.
Türbede yedi sanduka vardır. Ortada: Kanuni Sultan Süleyman: hemen sağında çok sevdiği kızı Mihrimah Sultan, onun yanında sırasıyla Sultan İbrahim’in eşi ve aynı zamanda Sultan II. Süleyman’ın annesi Saliha Dilaşub Sultan ve Sultan II. Ahmet’in kızı Asiye Sultan’a ait sandukalar vardır. Kanuninin sandukasının solunda ise: Sultan II. Süleyman ve Sultan II. Ahmet’in sandukaları bulunuyor.
HÜRREM SULTAN TÜRBESİ
Hürrem Sultan: Kanuni Sultan Süleyman ile birlikte çıktığı bir Edirne gezisi sonrasında, 1558 yılında vefat etmiştir. Önce Süleymaniye camisi haziresine defnedilmiştir.
Hürrem Sultan Türbesi, avlunun köşesinde, 1559 yılında, Hürrem Sultanın ölümünden bir yıl sonra Mimar Sinan tarafından yapılmıştır. Türbenin tamamlanması ile haziredeki naaşı, buraya defnedilmiştir. Yani, türbe Hürrem Sultanın sağlığında yapılmamıştır. Kesme taştan yapılan türbe: dıştan sekizgen, içten on altıgen planlıdır. Türbesi, silindirik bir kasnağa oturan kubbe örter. Girişin önünde, üç gözlü bir revak bulunur. Türbe özellikle: içindeki çinilerin renk ve kompozisyonuyla mimarlık tarihinde ayrı bir önem taşır.
Osmanlı klasik dönem yapılarının bir klasiği olarak, türbe içinde çini kaplamalar, mimarinin ayrılmaz bir ögesi olarak kullanılmıştır. Pano çinilerin yanı sıra ulama çiniler de kullanılmıştır. Çinilerin deseni, saray nakkaşları tarafından hazırlanmıştır. Hürrem Sultan Türbesinde: ilk kez, çinilerde bahar açmış meyve ağacı motifi işlenmiştir. Ayrıca: çinilerde: lale, karanfil, gül, sümbül, narçiçeği ve servi görülür. Çinilerde geometrik desenler ve kırmızı sır altı tekniği kullanılmıştır.
Türbe duvarlarında, yedi tane pencere ve içeride sekiz niş vardır. Pencerelerin üstündeki çini panolarda ayetler yazılıdır. Türbenin kubbesindeki özgün bezeme, kubbe restorasyonu sırasında yok olmuştur. Türbede: Hürrem Sultan’dan başka: Sultan II. Selim şehzadesi Mehmet ve Hatice Sultanın kız kardeşi Hanım Sultanın sandukaları da bulunmaktadır. Türbe özellikle ülkeyi ziyaret eden Ukraynalılar tarafından ziyaret edilmektedir.
Hazire
Türbenin çevresindeki hazirede: birçok tanınmış kişinin kabri vardır. Sultan Abdülaziz’i tahttan indirenlerden Hüseyin Avni ve Kaptan-ı Derya Ali paşalar, sadrazam Ali Paşa, II. Mustafa’nın kız kardeşi Safiye Sultan, Maarif Nazırı Kemal Paşa.
Medreseler
Bahçenin kuzeydoğu köşesinde: bir kanat vardır. Burası: Darülhadis yani hadis öğretilen bir medresedir. 1556-1557 yılları arasında yapılan Süleymaniye Darülhadisi: Kanuni Sultan Süleyman tarafından Mimar Sinan’a yaptırılan Süleymaniye Külliyesi bünyesindedir.
Süleymaniye camiinin kıble tarafında, Kanuni ve Hürrem Sultan türbelerinin önünde bulunan dershane ve caminin güney doğusundaki 22 tane talebe hücreleri binalarından oluşmaktadır. Burası: yapıldığı dönemde, Osmanlı devletinin en yüksek kadrolu medresesi sayılmış, kurulduğu yıldan, Osmanlı devletinin son dönemlerine kadar, eğitim sisteminin zirvesinde yer almıştır. Buranın en büyük özelliği: bilinen avlulu, dört köşeli medreselerden çok farklı bir yapıda bulunmasıdır.
Buradan inip, sola kıvrılındığında: Süleymaniye yükseltisinin alt tarafında yani solda: Arasta ve sağda altında yine dükkanlar bulunan iki medrese binası görülür. Bu iki medrese: Salis ve Rabi, caminin güney kanadına bakan Evvel ve Sani medreseleriyle birlikte bir bütün oluşturur.
Arkadaki bu iki medrese ile yokuşta aşağıda kalan Mülazimler Medresesinin mimarileri benzersiz ve son derece güzeldir. Yokuşa yapılan bu iki medresede, başka hiçbir medrese binasında görülmeyen çok katlı bir hücre düzenine rastlanılır.
Her katın sofası, iki medrese arasındaki avlu, merdivenler, yukarıda kalan medreselerin aşağıdaki Mülazimler’le bağlantısı, hepsi özgün bir mimari deha göstergesidir. Ancak, bu güzel medreseler ve hemen karşıdaki hamam: özel mülk haline gelmiştir. Kimi depo, kimi imalathane olarak kullanılmaktadır. Ama binaları kullananlar içlerine kimseyi sokmamaktadırlar.
Mimar Sinan Türbesi
Türbe, Süleymaniye Külliyesinin deniz cephesinde, müftülük binasının hemen köşesindedir. Sinan, kendi türbesini de yapmıştır. Türbenin yanında bulunan Mimar Sinan’ın evi ve Sıbyan Mektebi günümüze ulaşmamıştır. Som mermerden yapılmış sebilin arkasındaki türbe: yontma taş ve mermerden yapılmıştır. Mimar Sinan’ın sandukasının önünde, hacet penceresinin üstünde, yekpare mermerden kitabe bulunur. Sülüs yazısı ile yazılmış bu kitabe: Nakkaş Sai eseridir.
Türbede sadelik ve yalınlık hakimdir. Türbe, bu köşede üçgen biçimindedir ve üçgenin ucunda bir sebil vardır. Yarı açık türbe: altı kemer üstüne oturtulmuş küçük bir kubbeden oluşur. Çevresi, iki yönden yüksek duvarlarla çevrilidir. Türbenin Mimar Sinan Caddesine bakan avlu duvarına 11, Fetva yokuşuna bakan duvarına ise geometrik şebekeli 5 mermer pencere açılmıştır.
Türbede kendi harici eşi ve kimliği bilinmeyen bir kişi (muhtemelen Ali Talat Bey’dir) daha yatmaktadır. Söylentilere göre: soldaki mezarın Mimar Sinan’ın ikinci karısı Gülruh Hatuna, sağdakinin ise torunu Derviş Çelebi’ye ait olduğu belirtilmektedir. Türbe içindeki üçüncü mezar ise: Neo-Klasik devrin öncülerinden Mimar Ali Talat Beye aittir. Kendisi, 1922 yılında öldüğünde, arkadaşları, onu hayran olduğu Mimar Sinan’ın yanına gömmüşlerdir.
Ali Talat Bey’in mezarı üstüne: kendi arzusu nedeniyle, ismini belirten bir kitabe konulmamıştır. Türbenin kuzey ucuna bitişik, çokgen mermer bir sebil vardır. Sebil, yalın bir görünüme sahiptir. Kubbesi betonarme olarak yenilenmiştir. Altı tane demir şebekeli pencereyle dışarıya açılan sebilin, geniş saçak altını, bir sıra mukarnas çevreler. Türbe, 1922 yılında sebille birlikte restore edilmiştir.
Hani, amaç buraların tarihi ve turistik yönünü belirtmek ama, zamanında bulunduğumuz topraklara birçok eser kazandıran büyük usta hakkında bir husustan, daha doğrusu bir rezillikten söz etmek istiyorum.
1935 yılında: Türk Tarih Araştırma Kurumu üyeleri tarafından: Mimar Sinan’ın mezarı kazılmış ve incelenmek üzere kafatası alınmıştır. Ancak sonraki restorasyon kazısında: kafatasının yerinde olmadığı görülmüştür. Hatta, kafatası kayıptır, yani nerede olduğu bilinmemektedir.
Dar-üz Ziyafe Restoran
Süleymaniye caminin inşaatı başlamadan bir yıl önce, inşaatta çalışacak işçilere yemek hizmeti vermek için burası yapılmıştır. Burada büyük bir avlu ve bu avlunun içinde, yaklaşık 500 yıllık çınar ağaçları vardır. Yapı uzun süre “Türk ve İslam Eserleri Müzesi” olarak kullanılmıştır. Ancak, müze Sultanahmet’te bulunan İbrahim Paşa Sarayına taşınınca, burası, Osmanlı mutfağının en seçkin yemeklerinin sunulduğu bir restorana dönüştürülmüştür.
Yapının hemen girişinde, uzun yıllar günümüzdeki buzdolabı gibi görev yapan mermer bir blok vardır. Ayrıca: yine girişte: buğday ve mısır gibi tahılların kabuklarının ayıklanması ve öğütülmesinde kullanılan dibek taşı görülür. Restoranın içinde: orijinal bir tartı ve şömine içindeki taşlar görülür. Diğer bir odada: Kanuni ve Sinan’ın yan yana asılan resimleri vardır.
Bu resimlerde, kişilerin başları üstündeki sarıklara dikkatinizi çekerim. Bu sarıklar, aynı zamanda kefen olarak kullanılırmış. Çünkü o dönemde savaşlar ve ölüm riski fazla olduğundan, kişiler kefen bezlerini başları üstünde sarık olarak taşırlarmış. Burada bir de orijinal servis penceresi vardır. Servis penceresinden fakirlere yemek verilirmiş. 500 yıllık orijinalliğini halen koruyan bu pencerenin en başlıca özelliği ise, yemek veren kişinin sadece elinin görülmesidir. Böylece: veren el kime verdiğini görmez ve de alan kişi rencide olmazmış.
Ayrancı Sokak
Süleymaniye’den Haliç’e inen bu sokakta: eski Osmanlı havası yaşanmaktadır. Çünkü tarihi doku, olduğu gibi korunmuştur. Ahşap ve cumbalı eski Osmanlı evleri ilgi çekmektedir. Tarihi sokak 1998 yılında restore edilmiştir. Özellikle buradaki kafenin ön tarafına dolaştığınızda, muhteşem bir İstanbul manzarası görebilirsiniz.
Şeyhülislamlık-Müftülük
Süleymaniye’den ve Sinan’ın türbesinden ilerleyince: İstanbul Müftülüğüne yani eski adıyla Şeyhülislam Makamı olan binaya varılır.
Burası da önceleri Osmanlı devletinde en yüksek memurlardan biri olan Yeniçeri Ağasısın makamıdır ve “Ağa kapısı” olarak bilinir. Şehre ve Haliç’e hakim bu sarayda oturan Yeniçeri Ağalarının ne zamandan beri burada oturdukları bilinmemektedir. Ancak 1555 yılına ait bir şehir panoramasında bina görülmektedir.
Ağa Kapısı: çevresi yüksek duvarlarla çevrili bir alanda, içinde adeta Hünkar Sarayı gibi çeşitli köşkler, selamlık, harem ve hizmet daireleri ve atölyelerin bulunduğu büyük bir kompleksmiş. Ağa kapısının bir diğer önemli yapısı da bütün İstanbul’a hakim olan yangın kulesiydi.
Burada çok sayıda kişi, sürekli olarak ikamet ederdi. Yapı topluluğunda ayrıca bir cami, hamam, odalar, çardaklar, sofalar, küçük mescitler, mutfaklar, dehlizler ve mahzenler bulunurdu. Ancak bunlar ahşap olduğu için birçok yangından olumsuz etkilenmiş ve her defasında yeniden inşa edilmiştir.
1826 yılında Yeniçeri Teşkilatı kaldırılınca, burası Şeyhülislam’a tahsis edilmiştir. Ancak, Sultan II. Mahmut, Yeniçeriliğin bütün hatıralarını silmek adına, burasının Ağa kapısı olan ismini de değiştirmiş ve “Bab-ı Meşihat Fetvahane” si yapmıştır. 1924 yılında Cumhuriyet döneminde Şeyhülislamlık kaldırıldığından, bu binalar İstanbul Müftülüğüne tahsis edilmiştir.
Müftülük bahçesinde, dünyadaki başka örnekleriyle karşılaştırıldığında pek zengin olduğu söylenemeyen Botanik Bahçesi vardır. Bu sokağın adı da “Şeyhülislam” dolayısıyla “Fetva Yokuşu” dur.
Beşiktaş’ın en merkezi yerindeki mahalleye ismini veren Sinan Paşa: 1550-1553 yılları arasında Osmanlı donanmasında Kaptan-ı Deryalık yapmıştır. Sadrazam Rüstem Paşanın kardeşidir.
Sinan Paşa Camisi
Meydanın karşı tarafındaki cami, 1555 yılında Mimar Sinan tarafından yapılmıştır. Yapı: almaşık duvarlı ve dikdörtgen planlıdır. 12.5 metre çapındaki ana kubbesinin yanlarında, ikişer küçük kubbe daha bulunmaktadır.
Cami: Edirne üslubunda, tek minareli, üç şerefeli cami planıyla çok benzerlik gösterdiğinden, Sinan’ın eski mimari anıları canlandırma isteği duyduğu düşünülüyor.
Cami: 1553 yılında ölen Sinan Paşa’dan ancak 2 yıl sonra kardeşi olan dönemin ünlü Sadrazamı Rüstem Paşa tarafından bitirilmiştir. Sinan Paşa’da cami tamamlanmadan öldüğü için buraya gömülmemiş, Üsküdar’da bulunan Mihrimah Sultan Camisinin haziresine gömülmüştür.
Caminin hünkar mahfili 1936 yılında yıkılmıştır.
Caminin karşısında eskiden orada bulunan benzin istasyonunun yerinde: Barbaros Bulvarı ve Beşiktaş Caddesinin kesiştiği yerde, Barbaros Anıt Parkının karşısında da bu külliyeye ait çifte hamam bulunuyordu ve sonradan o da yıktırılmıştır.
Mimar Sinan’ın eseri olan hamam: Mimar Sinan tarafından 1547 yılında Samatya’da yapılan Yakup Ağa Hamamına benzer. Hamama: Beşiktaş İskele Hamamı ve Köprü Hamamı isimleri verilmiştir. 1957 yılında, Tophane-Beşiktaş yolu genişletilirken, hamam yıkılmış ve arsasının bir kısmı yola giderken bir kısmına da benzin istasyonu yapılmıştır.
Cami çok az değişimle günümüze kadar ulaşmıştır. Son cemaat yerini eğimli bir tavan örter. Ortasında şadırvan bulunan avlusunu, üç yönden medrese yapısı sarar. Şadırvan, havuzdaki suyun kirlenmemesi için mermerle kapatılmıştır. Bu mermerler, 16 yüzyıl Osmanlı mermer işçiliğinin en güzel örnekleridir.
Geç dönemlerde, bayramlaşma törenleri sürekli olarak bu caminin önünde yapılırmış. Hatta perdeli arabaları içinde saray kadınları da bu törenlere katılırlarmış. En önde ise valide sultan bulunurmuş. Büyük kalabalıkların toplandığı bu törenler, giderek gelenekselleştirilmiştir.
Deniz Müzesi
Sinan Paşa camisinin karşı köşesindedir. Müze, buradan önce bir süre Dolmabahçe Caminde bulunmuştur. Ancak Maliye bu binayı boşalttıktan sonra, Müze buraya taşınmıştır. Deniz müzesi, ilk olarak 1897 yılında Bahriye Nazırı Hasan Hüsnü Paşa emri ve girişimleriyle kurulmuştur.
Deniz Müzesi: değişik ilgi alanlarına hitap edecek şekilde düzenlenmiştir.
Özellikle, insanları ve eşyaları Boğaz’da taşıyan zarif ve süslü kayıkların sergilendiği bölüm ilgi çekmektedir.
Çoğu 13 çift kürekle kullanılan kayıklarda, kürek sayısı: yolcunun önemine veya gidilen yere göre artar yada eksilirmiş. Geçmişte: kayıklar arasında da bir hiyerarşik düzen varmış. Kayıkların en güzeli: padişahlar ve aileleri için kullanılan “Sultan kayıkları” ve özellikle padişahı Cuma namazına götürenlermiş.
Padişahlık kayıklarının arka kısmında, üstü kapalı bir taht bulunurmuş. Tahtın bulunduğu bu bölüm: padişahın tuğrası ve silahlarıyla süslenirmiş.
Haremdeki kadınları taşıyan kayıkların arka bölümü ise çiçek ve meyvelerle dekore edilirmiş. Kayıkların başında: bir kartal figürü yer alırmış.
Müzenin zemin katında: Atatürk Odası bulunmaktadır. Burası: Ulu Önder’in Ertuğrul Yatındaki kamarasını sergilemektedir. Karşısındaki oda ise: ipekten hatıra mendil koleksiyonuna ev sahipliği yapmaktadır.
Burada ayrıca: Yavuz zırhlısına ait parçalar, gemi isimlerinin yazılı olduğu plaketler, mayınlar, torpiller, fenerler, sancaklar, haritalar, taş baskılar sergileniyor. Barbaros Hayrettin Paşanın meydandaki türbesinden alınan ve cam bir kutuda saklanan yeşil sancak da ilgi çekmektedir.
Saltanat Galerisi Bölümü: Burada Sultan IV Mehmet Reşat ve Sultan Abdülaziz, Abbas Paşa, Sultan II Abdülhamit ve Abdülmecit dönemine ait Saltanat ve diğer çeşitli kayıklar görülmektedir.
Koleksiyondaki en eski padişah kayığı: 17 yüzyıla tarihlenmektedir. 24 çift küreği olan bu kayık: Sultan IV. Mehmet tarafından kullanılmıştır. Müzede görülen diğer kayıkların çoğunluğu ise, 19 yüzyıldan kalmadır.
Alt katta: yine çeşitli kayıklar, Refah gemisi filikası, Mabeyn yani Saray Servis kayığının baş kısmı, Prens Sait Halim Paşa tarafından kullanılan bir kayık ve yine başkaca kayıklar sergileniyor.
Tarihi Kayıklar Galerisinin üst katında: Atatürk’ün Marmara havuzu ve Florya köşkünde kullandığı kayıklar, Ertuğrul yatının filikası, Sultan Abdülmecit ve Abdülaziz’e ait kayıklar görülmektedir.
İkinci Katta: cansız mankenlere saltanat kayıklarında kürek çekenlerin kıyafetleri giydirilmiştir. Yani, yüzyıllarca Türk denizcilerinin giydikleri üniformalar sergileniyor.
Yine üst katta: Bizans döneminden kalma Haliç’i kapatmak için kullanılan zincir görülebilir.
Bahçede: açık havada, savaş topları, Yavuz zırhlısının bir pervanesi, 11 ton ağırlığındaki çapası, savaş kumanda bölümü ve yine bazı gemilere ait parçalar görülmektedir.
Barbaros Meydanı
Deniz Müzesinin hemen yanındadır.
Burada: korsanlıktan Kaptan-ı Deryalığa kadar yükselen ve Avrupalılar tarafından “Kızıl Sakal” yani “Barbarossa” adıyla bilinen Barbaros Hayrettin Paşa’nın heykeli vardır. Akdeniz’de Osmanlı hakimiyeti, Barbaros Hayrettin sayesinde kurulmuş, ama 1571 yılındaki İnebahtı savaşı ile kaybedilmiştir. Paşa: Kanuni Sultan Süleyman döneminde: Sadece Osmanlı donanmasından değil, aynı zamanda Cezayir ve Ege Adalarının da yönetiminden sorumluymuş. Barbaros Hayrettin: 4 Temmuz 1546 tarihinde vefat etmiştir.
Barbaros Hayrettin Türbesi
Yapı: 1546 yılında Mimar Sinan tarafından yapılmıştır. Planı: altıgen planlı, kubbeli türbede, Barbaros’tan başka karısı Bala Hatun ve oğlu da yatar. Bakımlı bir bahçenin içinde ve tam cadde kenarında bulunan türbenin haziresinde ise, birçok Osmanlı kabri görülür. Bunların çoğu, Barbaros’un akrabalarıdır. Eskiden Osmanlı donanması sefere çıkacağı zaman, ordu, kaptan-ı derya başkanlığında burada toplanırdı.
Barbaros Hayrettin Heykel Gurubu-Barbaros Anıtı
Ünlü kaptan-ı derya Barbaros’un leventleriyle birlikte kompoze edildiği heykel gurubu: türbenin bulunduğu meydanın karşı kıyısında yükselen taş kaide üzerindedir.
1938 yılında, İstanbul Belediyesi tarafından, bugünkü Beşiktaş Meydanı düzenlenip ortaya çıkartılırken, alınan kararla türbenin tam karşısına, Türk denizciliğinin simge ismi Barbaros Hayrettin Paşanın anıtsal bir heykelinin yapılmasına karar verilmiş ve anıt 1944 yılında heykeltıraşlar Ali Hadi Bara ve Zühtü Müridoğlu tarafından yapılmıştır.
Kefeki taşından, büyük bir kaide üzerine oturtulmuş 10 metre yüksekliğindeki heykel, 1944 yılında büyük bir törenle açılmıştır. O günlerden bugünlere Kabotaj Bayramlarında, Deniz Şehitleri Günlerinde, denizcilikle ilgili kutlamalar bu anıtın önünde yapılmaktadır.
İstanbul’un en güzel heykel guruplarından bir tanesi olarak tanınır.
3 bronz heykelden oluşan anıtta: Barbaros Hayrettin Paşa, arkasında yer alan 2 leventle birlikte bir kalyonun pruvası üzerinde gösterilmiştir.
Bu idealist ve çok başarılı kompozisyon, Cumhuriyet döneminin meydan anıtları arasında, içinde Atatürk olmayan ilk anıtsal heykellerden biridir.
Kaidenin deniz tarafına bakan yüzünde: bronzdan yapılmış bir pano üzerinde, Barbaros Hayrettin Paşa’nın Kanuni Sultan Süleyman’ın huzuruna çıkışını gösteren kompozisyon görülür. Kaidenin arka yüzünde de, Yahya Kemal Beyatlı’nın tarihe kazınmış muhteşem dizileri yazılıdır.
Bu anıtın en olumsuz yanı: Barbaros Hayrettin Paşanın, otobüs duraklarına doğru bakar durumda yerleştirilmiş olmasıdır. Oysa “denize” bakar yerleştirilmeliydi. Umarım, bu haksızlık bir gün düzeltilir ve anıt, denize bakar şekilde yeniden düzenlenir.
Anıt ile ilgili bir husus daha var. Anıttaki figürler kaide üzerine yerleştirilirken, bir hesap hatası yüzünden, leventlerden birinin eli, arka bölümde yükselen kaya kütlesiyle çakışmıştır. Bunun üzerine, kaya kütlesinde, elin arkasına temas eden kısma bir oyuk açılmıştır.
Beşiktaş İskelesi
Meydanın hemen önündeki kıyı: 19 yüzyıl ortalarında İstanbul’un en işlek limanı olarak önem kazanmaktadır. 1854 yılında kurulan Boğaz Vapur İşletmesi Şirket-i Hayriye için, ilk taş vapur iskelesi, 1913 yılında burada yapılmıştır. 1913 yılında o günlerin stili olan “birinci ulusal mimarlık” akımı üslubunda, sivri kemer, çini ve kubbe üçlemesinin vurgulandığı klasik devir yapısıdır. Özellikle ön cephedeki çiniler güzellikleriyle ilgi çekmektedir. İskele: Mimar Ali Talat Bey tarafından yapılmıştır. Bu ünlü mimar, hayranı olduğu usta Mimar Sinan’la birlikte, Süleymaniye’de aynı açık türbede yan yana yatmaktadır.
Büyük Beşiktaş Çarşısı
1985 yılında açılmıştır. Alt katında postane bulunması nedeniyle halk arasında “Postane Çarşısı” diye de bilinir. Yarı açık tarzda bir çarşıdır ve en üst katında otopark vardır. Evet, bu çarşının en önemli yanı: Beşiktaş futbol takımı taraftarlarının özellikle maç günlerinde burada toplanıp, marşlar söyleyerek eğlenmeleridir. Atmosferi harika bu çarşının, İstanbul şehrinin ziyaretçileri tarafından mutlaka gezilmesi ve görülmesini öneririm.
Surp Asvazadzin Kilisesi-Meryem Ana Kilisesi
Beşiktaş semtinde çarşı içinde, “İlhan Sokağı” nın sonundadır.
Sade bir yapıdır ve diğer Ermeni kiliselerine benzer. Kubbesi özeldir. Çünkü kubbeli 1-2 Ermeni kilisesinden biridir. Garabet Balyan tarafından 1838 yılında yapılmıştır. Planı haç şeklindedir. Dış mimarisinin yalınlığına karşılık, içi oldukça süslüdür. Aziz resimleri de göz alıcıdır.
Beşiktaş Panayia Rum Ortodoks Kilisesi
Mumcu Bakkal Sokakta, Beşiktaş Balık Pazarının olduğu meydandadır. Kilise 19 yüzyıl yapısıdır. Balık pazarının yenilenmesi sırasında, Beşiktaş Belediyesi, zemin altına girmek istemiş, ancak kilise vakfı, yerin altında dehliz bulunduğunu öne sürerek buna izin vermemiştir.
Tarihi Rum Okulu
Mumcu Bakkal Sokaktadır. Okul 1903 yılında kurulmuş ve 1975 yılında kapatılmıştır.