Çubuklu: İstanbul Boğazının ortalarında, yeşillikler arasında bir semt olarak dikkat çekmektedir.
Bizanslılar, buraya sakin bir yer anlamında “Eiranaion” demişlerdir. Burası önemini, burada kurulan bir manastırdan almıştır. Bu manastırda: çok az uykuyla yetinen, gece-gündüz İncil okuyan ve kendilerine “Akemetoi” denen bir takım keşişler bulunuyormuş. 4’ncü yüzyılda: Bizans da, Hıristiyanlığın kabul edilmesinin ardından: Ortodokslar ile çok tanrılı dine tapınmaya direnenler arasında şiddetli çatışmalar yaşanmıştır. Bu çatışmalar sırasında: büyük olasılıkla din mücadelesi uğruna şehit olan Aziz Aleksandros’un kutsal kabul edilen kalıntıları, 450 yılına kadar burada korunmuştur.
Çubuklu isminin kaynağına gelince: buna ait Osmanlı döneminden günümüze kadar gelen iki söylenti vardır.
Birinci söylenti: buradaki çubuk (eski dönemlerin piposu) lüleleri imaline dayandırılmaktadır.
Diğer söylenti: Sultan II. Beyazıt, oğlu Yavuz Sultan Selim’i (bir sonraki padişah olan I. Selim) şehzadeliğinde, aksi davranışlarından ötürü sekiz kızılcık sopası ile dövmüş ve sonra da o haylazlıklarını hatırlasın, bundan bir ders alsın diye, o çubukları buraya diktirmiştir. Bu durum, bir kısım tarihçi tarafından şu şekilde anlatılır: Sultan II. Beyazıt, oğlu Selim’e sekiz adet kızılcık çubuğu verir ve “bunları toprağa dik, bekle sekiz yıl sonra bunların meyvesini yiyeceksin” der.
Selim’de çubukları alıp Boğaz’ın bu en güzel yeşil köşesindeki uygun bir yere diker ve “Yarabbim inşallah bu çubuklar ağaç olur ve meyvelerini verir” diye dua eder. Aradan geçen süre içinde, çubuklar yeşerir ve sekiz yıl sonra meyve verirler. Sonrasında da, burası “Çubuklu” olarak anılır ve “Kızılcık” çubuklarıyla ünlenir.
Daha sonra: Yavuz’un sekiz yıl süren sultanlığı da yediği bu sekiz kızılcık sopasına bağlanmıştır. Çubuklu ve tepesinin sık ağaçlarla kaplı koruluğu, yüzyıllar öncesinden yakın geçmişe kadar, İstanbul şehrinin önemli avlak alanlarından birisi olmuştur.
Gerek Bizans imparatorları ve gerekse Osmanlı padişahları burada sık sık avlanmaya çıkmışlardır. Hatta: buradaki büyük bir alan “Padişah Bahçesi” ne dönüştürülmüştür. Ancak Çubuklu, en güzel dönemini, suyu ve yeşili seven padişahlardan Sultan III. Ahmet döneminde yaşamıştır.
Burada, Sadrazam Nevşehirli İbrahim Paşa tarafından, büyük bir havuz ve bir çeşme yaptırılmış, dere boyunca çınar ağaçları dikilmiştir. Ardından, Çubuklu “Feyzabad” ismiyle Anadolu yakasının en gözde mesire alanlarından biri haline gelmiştir.
1700’lü yılların sonlarına doğru, saraydan gelen emirler doğrultusunda Çubuklu’da “Hasbahçe” kaldırılmış, burası eski dönemlerde olduğu gibi, kıyı kısmında balıkçı ve kayıkçıların oturduğu, iç kesimlerde ise tarımla uğraşan insanların yerleştiği sakin bir köy olarak varlığını sürdürmüştür.
Çubuklu ilçesinde en önemli eser “Çubuklu/Hidiv Kasrı” dır. Ayrıca: Üsküdar yakasında geniş toprakları bulunan ve birçok çeşme yaptırmış olan Nevşehirli Damat İbrahim Paşa: 16 yüzyılda burada barok stilde bir çeşme yaptırmıştır.
Çubuklu/Hidiv Kasrı
Çubuklu ilçesinin günümüzdeki en güzel eseri: tepelerde küçük bir orman arazisi içinde bulunan “Hidiv Kasrı” dır.
Yapı: 1907 yılında Mısır’ın son hıdivi (Osmanlı döneminde Mısır Valisine Hidiv deniliyordu) Abbas Hilmi Paşa tarafından, İtalyan mimar Delfo Seminati’ye yaptırılmıştır. Bunu yaptırma sebebi: Aslında Abbas Hilmi Paşa, annesiyle birlikte Bebek Sahilindeki yalıda yaşamaktadır. Ancak, Avustralyalı bir kadınla evlenir ve annesi, bu evliliği ve gelini kabul etmez ve bunun üzerine Hilmi Paşa, Anadolu yakasına geçer ve Çubuklu’da bu yalıyı yaptırır, yeni hanımı ile birlikte bu kasra yerleşirler. Hilmi Paşa, Boğazı ve mehtabı seyrederken kahve içmek için yapılmış olan rasat kulesi ise, aslında daha yüksek olacakmış. Ancak Sultan II. Abdülmecit izin vermez ve sebep olarak şöyle der “İstanbul semalarında, minareden daha yüksek bir yapı görmek istemiyorum”
Hidiv Abbas Hilmi Paşa: henüz yirmili yaşlarının başında Mısır’a vali tayin edilmiştir. Ancak daha sonraki yıllarda makamını kaybetmiştir. 1940’lı yıllara gelindiğinde ise: gayri Müslimlere uygulanan “Varlık Vergisi” kapsamında, borçlarına karşılık, bu saray yavrusu yapıyı satmak zorunda kalmıştır. Kasır: Vali Muhittin Üstündağ tarafından, çok küçük bir bedelle alınmıştır. Böylece: 175 dönümlük koca orman, kıyıdaki eski yalı binaları, güney taraftaki büyük ahır binası, kuzey girişteki şato benzeri kapı ve sarayın kendisi: İstanbul şehrinin malı olur. Hidiv ise, Türkiye’yi terk eder, İsviçre’ye yerleşir ve orada ölür.
Sultan Abdülaziz: sık sık, sadece kuş sesi dinlemek ve huzur bulmak için Hidiv Abbas Hilmi Paşanın bu korusuna gelirmiş.
Yapı: dönemin mimari modasına uygun olarak art nouveau tarzında inşa edilmiştir. Yani: neo-klasik, neo-İslam ve neo-Osmanlı tarzlarının ögeleri bir arada kullanılmıştır. Şato biçimindeki bina “D” şeklinde dizayn edilmiştir.
Yuvarlak mermer sütunlar, teraslar, Hidiv’in yatak odası, kule, mermer, ahşap ve kristal salonların hepsi, ayrı bir güzellik taşımaktadır.
Bakımlı ve temiz bahçeden içeriye girildiğinde, adeta bir saray yavrusu ile karşılaşılır.
Dış kapı girişi: tamamen altın yaldızlı çiçek figürleriyle süslenmiştir. Ayrıca kapısının üstünde; arma haline getirilerek yerleştirilen ay-yıldızlı “Hidiv Tacı” bulunmaktadır.
Kasrın ana girişinin ortasında: mermerden yapılmış ihtişamlı anıtsal bir çeşme vardır. Çeşmenin vitrayla kaplı dış cephesi çatıya kadar yükselir. İçeride de çeşitli yerlerde zarif çeşme ve havuzlar bulunmaktadır. Zaten, bina: plan olarak havuzun çevresinde bir daire çizmekte, salonlar arasında bağlantılar bulunmaktadır. Bu daire, sadece giriş holünün bulunduğu yerde kesilmektedir.
Bu holdeki tarihi asansör önemlidir. Çünkü: elektrikle kullanılan bu asansör, İstanbul şehrinde kullanılmaya başlayan ilk asansördür ve günümüzde de kullanılmaya devam etmektedir. Osmanlı topraklarında, elektriğin henüz kullanılmadığı dönemlerde, Abbas Hilmi Paşa, Sultan Abdülhamid’den aldığı izinle: itfaiyenin bulunduğu yerde bir jeneratör tesisatı kurdurmuş ve buradan sağladığı elektrikle, hem yapının hem de Çubuklu camisinin aydınlatılmasını sağlamıştır. Asansörün elektriği de bu şekilde sağlanmıştır.
Üst katta: özel odalar vardır.
Yapının içinde kullanılan mermer ve ahşap işçiliği, muhteşem bir zenginliği göstermektedir. Çiçek, meyve ve av hayvanlarının resimleri: duvarlara, sütun başlıklarına ve tavanlara işlenerek Avrupa mimarisi özellikleri kullanılmıştır.
Yapıda, dillere destan ve 152 basamaklı bir merdivenle çıkılan kule vardır. Bu kuleden, özellikle gün batımı muhteşem izlenir.
Bu önemli kasır: 1930-1970 yılları arasında kapalı kalır ve uzun süreli bakımsızlık nedeniyle izbelik bir yer haline dönüşür. Ancak 1980’lerde özel bir firma tarafından restore edilerek otel olarak kullanılmaya başlanır. Bir süre sonra Belediye tarafından geri alınan yapı: günümüzde ise, burası lokanta ve sosyal tesis olarak kullanılıyor.
Kasrın büyük gül bahçeleri, İstanbul şehrinin en güzel bahçelerinden birisidir. Tarihi iç mekanda ise düğün gibi organizasyonlar düzenleniyor. Arka bölümdeki korulukta bulunan yürüyüş yolu ise: spor ve yürüyüş yapanlar tarafından tercih ediliyor.
Fatih ilçesinin bir semtidir. Aksaray’da: Saraçhane’den Aksaray’a inen geniş bulvarın sağ tarafındadır. Horhor caddesi diklemesine inen bir caddedir ve Marmara’yı Haliç’e bağlayan bu cadde, Bizans döneminden günümüze kadar olan süreçte, sürekliliğini ve güzergahını değiştirmemiştir. Bu cadde yani yol: Bizans ve Osmanlı dönemlerinde önemini korumuş ve sürekli kullanılmıştır.
Burası, İstanbul’un en eski mahallelerinden biridir. Bir zamanlar bu çevrede gürül gürül akan bir çeşme bulunuyormuş. Horhor isminin bundan kaynaklandığı söyleniyor. Horhor su savakları, Bozdoğan su kemeriyle ilişkilidir. Bozdoğan su kemeriyle İstanbul’a getirilen su ve Fatih Camisi çevresindeki Kirmastı Mahallesinde çıkan yer altı su kaynakları: künklerle savaklar kurularak günümüzdeki Aksaray ve Laleli bölgelerine temiz su aktarılıyordu.
Bu savaklar, bölgedeki saray ve dini yapılarla Saraçhane Çarşısına düzenli su sağlamıştır. Bu su savağında toplanan suların oluşturduğu sesin getirdiği horhor diye tanımlanan gürültü sesi, sebebiyle de semte Horhor isminin verildiği söyleniyor. Bu horhor su sistemine ait bir kısım yapı parçaları, 1999 yılında İlahiyat Fakültesi temel kazısı sırasında ortaya çıkarılmıştır.
Semtin ismine ait bir diğer söylenti ise: Fatih Sultan Mehmet, burada yürürken, yerin altından su sesleri duyar ve yanındakilere “Burada bir çeşme yapın, baksanıza hor hor su sesi geliyor” der. Böylece yapılan çeşme “Horhor Çeşmesi” ve semtin adı da “Horhor” olarak kalır. Çünkü horhor kelimesinin anlamı “gürleyerek akan su” demektir.
1908 yılındaki Çırçır yangını, semtin kültürel mirasının günümüze kadar ulaşmasını engellemiştir.
Günümüzde: Horhor ve Sofular sokakları boyunca yan yana sıralanmış birçok kebapçı dükkanı bulunmaktadır. Çünkü burada özellikle Hatay ve Şanlıurfa yöresinden gelenler ikamet etmektedirler. Hatta burada “Kebap Festivali” bile düzenleniyor. Semtin bir diğer özelliği ise antikacılarıdır.
ABDÜLLATİF SUPHİ PAŞA KONAĞI
Burası semtin tarihi konaklarından birisidir. Semtin sınırları bitişiğinde yer alır. Yani aslında Saraçhane konaklarından birisidir. Günümüzde, Fatih ilçesinde kalabilmiş, nadir konaklardan birisi olarak önem kazanmaktadır.
Bu güzel konak: Hamdullah Suphi Tanrıöver’in babası olan Suphi Paşa’dır. Kendisi 1818 Mora doğumludur. 1867 yılında Maarif Nazırı olmuştur. Sultan II. Abdülhamit döneminde, evkaf, maarif, maliye, ticaret nazırlıklarında bulundu.
Ticaret Lisesi ve Sanayi Nefise Mektebi kurulmasında öncülük yaptı. Suphi Paşa: bu arazide bulunan 40 odalı ahşap köşkü Sadaret Kethüdası Hadi Efendi’den satın almıştır. Bu ahşap köşkün yanına: selamlık olarak bu konak yaptırılmıştır. 1845 yılında, bir misafirin nargilesinden düşen kor ateş sebebiyle, ahşap konak yanmış ve yerine bir İtalyan mimar tarafından bu kagir konak inşa edilmiştir.
Yöredeki bütün yapıların tamamı ahşap iken, buranın kagir yapılması binanın önemini ortaya koymaktadır. Zaten bu yüzden çevrede “Taş Konak” olarak anılırdı. Bu tür konakların içinde, ahşap dekorasyonlar bulunur. Bu yapıda “kündekari” üslubu kullanılmıştır. Yani hiç çivi kullanılmamıştır.
Yapı: 1854 yılında yapılmıştır. Günümüzde bu konağın sadece harem kısmı durmaktadır. Selamlık kısmı büyük bir yangında harabeye dönmüştür. Bir zamanlar okul olarak kullanılan yaveran dairesi de harabeye dönmüş ve civarda olan ahır binaları da zamanla yok olmuştur.
Günümüzde 3 katlı konak “İstanbul Üniversitesi Çapa Tıp Tarihi Müzesi” olarak kullanılmaktadır. 1966 yılında Hamdullah Suphi Tanrıöver öldükten sonra konak İstanbul Üniversitesine geçmiştir.
Girişindeki kemerli kapıda: süs olarak iki tane gizli İonik sütun kabartması bulunur.
Giriş katındaki sofada, Fatih Sultan Mehmet’in bir büstü bulunur. Üst kata çıkan çift merdivenler ceviz ağacından yapılmıştır.
En üst kata çıkıldığında ise, “Tıp Müzesi” olarak kullanılan etkileyici bir salon vardır. Salonun çevresindeki odalar hekim odalarıdır. Salonda: camekanlar içinde: eski tıp aletleri, ilk ilaçlar, şişeler, kavanozlar, ilk doktorların büstleri ve çeşitli yayınlar sergilenmektedir.
HORHOR ANTİKACILAR ÇARŞISI
Çeşmenin ilerisindedir. 1981 yılında İlkokul olarak inşa edilen binaya, aynı yıl Kuledibi Bit Pazarındaki antikacıların yerleştirilmesiyle oluşturulmuştur. Yapı 7 katlıdır ve 200 kadar dükkan bulunmaktadır. Bu dükkanlarda: her türlü antika ve eskitilmiş eşya bulup satın alabilirsiniz.
Antika tutkunlarının İstanbul şehrindeki ilk durağı olan bu çarşı içinde: İngiliz şövalyelerinin giydikleri zırhlardan, Fransız aristokratlarının devasa koltuklarına kadar pek çok obje satılmaktadır. Parfüm şişesinden el yazmasına kadar çok farklı fiyat aralıklarında ürünler vardır. Ayrıca Horhor’un nam salmış ustaları: eskilerinizi elden geçirdikleri gibi, size Osmanlı tarzı birçok eşyanın bire bir kopyasını da üretebiliyorlar. Ancak burayı “Bit Pazarı” olarak değerlendirmemek gerekir, çünkü fiyatlar yüksektir.
KIZIL MİNARE MESCİDİ-KİREMİTÇİBAŞI CAMİ
Horhor caddesi üstünde, Halil Efendi Sokaktadır. Şehirdeki en eski Osmanlı yapılarından birisidir.
Banisi: Fatih Sultan Mehmet’in Kiremitçibaşısı Pir Mehmet bin İlyas’dır. 1521 tarihinde yapılmıştır. Önceleri düz çatılı iken günümüzdeki yapı kubbelidir. Mehmet bin İlyas’ın kabri ise Bursa’dadır. Oğlu Sinan Bey’in kabri ise, caminin ihata duvarı önündedir.
Yapı: 1718 yılındaki yangın sonucu tahrip olmuş ve Halil Ağa isimli hayırsever bir kişi tarafından yeniden yaptırılmıştır. Ancak bu kere, minber konularak Cuma namazı kılınmaya başlanmıştır. Böylece cami “Halil Efendi Camisi” olarak anılmaya başlanmıştır.
1965 yılında ise: mahalle halkı tarafından ciddi bir tamir yapılmış ve cami, caddeye doğru büyütülerek, minaresi haricinde, yapının tüm dönemsel özellikleri değiştirilmiştir.
Tombul minare: kırmızı tuğla ile inşa edilmiştir ve bu özelliğinden dolayı, halk arasında camiye “Kırmızı Minare Cami” denilmektedir. Minarenin 18 yüzyıl özellikleri taşıyan şerefesi, ilk devir özellikleri taşıyan külahının biçimi nedeniyle: orijinalliğini korumuş nadir İstanbul minarelerinden biri olarak önem kazanmaktadır.
BABA HASAN ALEMDAR CAMİİ
Horhor caddesinde, Baba Hasan Alemi sokaktadır. İsmail Ağa-Oruç Gazi mescidinin önündedir. Antikacılar çarşısı binasının bitişiğindeki alandadır.
Mescit: 1460 yılında, Fatih Sultan Mehmet’in Alemdarı Baba Hasan Ağa tarafından yaptırılmıştır. Yarı kagir, dört duvar üzerinde, ahşap çatılıdır. 1930 yılında kadro dışı kalan mescit, 1956 yılında Atatürk Bulvarı açılırken, yola denk gelmemesine rağmen ahşap çatılı ve değersiz denilerek yıktırılmıştır.
Günümüze, mescidin banisinin mezarı ve yıkık duvar kalıntıları ulaşmıştır. Hasan Babanın mezarı: caminin önündeki sokakta bir evin bahçesindedir.
HORHOR ACI ÇEŞMESİ
Horhor caddesi ve Kavalalı Sokağın birleştiği köşe başındadır. Üzerinde ahşap bir ev vardır. Fatih semtinde yer alan üç tarihi çeşmeden birisi olarak önem kazanmaktadır. Günümüzde çeşme, tek cephede iki gözden oluşur. Üzerinde sadece bir satırlık “Tarih-i tamir-i Çeşme 1293” ibaresinden başka yazı bulunmaz.
1876 yılına ait bu tamir kitabesinde, tamirin kim tarafından yaptırıldığı yazılı değildir. Çeşmenin üstündeki ahşap mesken, 2008 yılında yıktırılmıştır. Çeşme günümüzde faal değildir. Çeşmenin yanına yeni bina yapıldığında çeşmenin suyunun kesildiği söylenir. Bazı kaynaklara göre: tarihi Horhor çeşmesi budur veya bazı kaynaklara göre ise, Hindular Tekkesi yanındaki çeşmedir.
HORHOR ÇEŞMESİ-KANUNİ SULTAN SÜLEYMAN ÇEŞMESİ
İstanbul şehrinde, günümüzde mevcut en önemli beş çeşmeden birisidir. Saraçhane Arkeoloji Parkından, Horhor’a inişte, Horhor caddesiyle Kırma Tulumba sokağının kesiştiği yerdedir.
Muhtemelen Bizans döneminde yaptırılmış bu çeşme: Osmanlı döneminde, Kanuni Sultan Süleyman Vakfı’na eklenmiştir. Sultan Süleyman tarafından Mimar Sinan’a tamir ettirilen Kırkçeşme su şebekesinin: şehir içindeki en önemli su tesisidir. Likus deresi ve Şehzade ve Beyazıt’dan gelen tüm suları birleşerek, tonoz içinde Marmara’ya aktığı kavşak burasıdır.
Kubbesi, yan tarafında bir akarcası ve iki köşesinde iki açık pencereli kulesi dikkat çeker. Muazzam taş eserin kulelerinden: horhor (dehlizlerden gürce akan) su sesleri işitilirdi. Öte yandan, yine bu çeşmenin tarihi süreçte dikkat çeken özelliklerinden söz edilebilir.
Bu çeşmenin önünde bekleyen yeniçerilerden korkula korkularak bahşiş karşılığında su alınıyormuş. Çünkü: duvara kazınan üç servi ağacı motifi; bedava su alınamayacağını anlatıyormuş.
Orta sakaların su çektiği çeşme: günümüzde de tüm ihtişamı ile ayaktadır. Halen çeşme üzerinde, sert cisimle kazıma suretiyle yazılmış saka isimleri görülmektedir.
Çeşmenin muazzam haznesi, sırtını, Hinduler Tekkesi bahçesine, ahşap derviş hücrelerine vermiştir. Çeşmenin önü ve güneyi Aksaray meydanına bakmaktadır.
Çeşme ile ilgili yine bir anı: Sultan II. Mahmut tarafından 1826 yılında Yeniçeri ocağının kaldırılması kararının ardından, Yeniçeri kışlası kuşatılmadan önce meydana gelen en büyük çarpışma bu çeşme önünde gerçekleşmiş ve ardından yeniçerilerin yenilmesi sonucu kışlaları kuşatılmıştır.
HORHOR HAMAMI-HAS ODABAŞI HAMAMI
Aksaray hamamı sokağındadır. Has odabaşı hamamı diye de bilinmektedir. Hindular tekkesinin yanındadır. İkinci derece küçük ölçekli bir hamamdır. Çifte hamam olarak kullanılmakta iken, kadınlar kısmı 1990 yılında kapatılmıştır.
Hamamın zemini toprak seviyesi altında kalmıştır ve 8 basamaklı bir merdivenle inilir. Soyunma mekanı 3 katlıdır. İlk ve ikinci kat erkeklere ait olup, harem denen üçüncü kat ise kadınlara aittir. Ancak günümüzde kadınlara kapatıldığından, bu üçüncü kat kullanılmamaktadır.
Kanuni Sultan Süleyman dönemi Has Odabaşılarından Behruz Ağa Vakfında gösterilen hamamın içi: zaman zaman yenilenmiştir. Özellikle yakın geçmişte yapılan onarımlar sonucu orijinal mimari yapısı tamamen değişmiştir. 1975 yılında büyük bir onarım geçirmiştir. Günümüzde faal durumdadır.
HORHOR TEKKESİ-HİNDİLER-HİNDULAR TEKKESİ
Gureba Hüseyin Ağa mahallesinde; Aksaray Murat Paşa camisi yakınındadır.
Tekke, Fatih döneminde kuruluşundan kapatılıncaya kadar Hindistan’ın İstanbul şehrindeki elçiliği görevini yapmıştır. İstanbul şehrinin ilk Nakşibendi Tekkesidir.
Fatih Sultan Mehmet döneminde: Buharalı Hoca İshak Buhari Hindi adındaki Nakşibendi dervişi için yaptırılmıştır. Muhtemel yapılış tarihi 1451-1481 yılları arasındadır. Tekkenin varlığı, 1453 yılında kaleme alınan bir kaynakta da geçmektedir. Fatih tarafından yaptırılan tekkenin giderleri padişahın vakfından ödenmiş, yönetimi tekke şeyhlerine bağlanmıştır.
1783 yılında Halil Hamit Paşa tarafından yeniden yaptırılmıştır.
Tekkenin son şeyhlerinden Şeyh Hintli mücahit Abdurrahman Riyat Babur: 1923-1945 yılları arasında, tekkenin ikinci katında oturmuştur. Tekkenin harap durumda olan mescidi ve İshak Buhari türbesi Belediye tarafından 1933 yılında Belediye tarafından yıktırılmıştır.
Geriye kalan ahşap yapılar da yakın tarihe kadar kimsesiz ve yaşlı kadınların barınağı olmuştur. Nakşi ve Kadiri tekkesinden, günümüze sadece ahşap ve harap şeyh meşrutası ve bahçesindeki kabirler ve taşlar ulaşmıştır. Tespit edilen on adet mezardan biri avlu kapısından girişte sağda, biri mescit tevhidhanenin güneybatı köşesindedir.
Sekizi de, aynı mekanın doğu duvarının önünde sıralanmaktadır. Mezar taşlarından birisi, 1788 yılında burada elçi iken vefat eden Serdar Mehmet’e aittir. Bu mezar taşının serpuşu: elçi şapkası şeklindedir. Tuğla örgülü mescidin mihrap duvarı, günümüzde de görülmektedir. Tekke binası son yıllarda ayrıntılı restorasyondan geçirilmiştir. Tekkenin hemen arkasında Horhor Medresesi ve Hamamı bulunur.
Cerrahpaşa semti, şehrin 7 tepesinden birini süslemektedir. Geçmişte toprağının kuru olması nedeniyle, buraya “Kuru Tepe” denilmiştir. Ancak eskiden bu tepenin havası çok güzelmiş ve bu nedenle buraya gerek cami ve gerekse Tıp Fakültesi ve hastanesi kurulmuştur.
Burası: Bizans döneminde, önemli dini merkezlerden biridir.
Osmanlılar kendi dönemlerinde de yöreye önem vermişler ve muhteşem yapılarla süslemişlerdir.
Cerrahpaşa adı-Mehmet Paşa
Saraya berber yani cerrah olarak giren, geleceğin sultanı, III. Mehmet’in sünnetini yapan ve bu yüzden cerrah unvanı ile ödüllendirilen: Saray doktoru Cerrah Mehmet Paşa’dan alır. Osmanlı tarihinin en muhteşem törenlerinden biri olan bu sünnet düğünü, tam 57 gün sürmüştür.
Sünnetten sonra: Cerrah lakabı verilen paşa, Cerrahpaşa ve Cerrah Mehmet Paşa diye anıldı. Bazı tarihçilere göre: III. Mehmet’in halasının kocası olduğu belirtilmektedir.
Mehmet Paşanın nereli olduğu ve kaç yılında doğduğu bilinmemektedir. Enderun da yetiştiği ve cerrahlığı burada öğrendiği varsayılmaktadır. Sultan olan III. Mehmet’i sünnet ettikten sonra hızla yükselen Cerrah Mehmet Paşa: 1598 yılında Sadrazam olur. Macaristan seferinden önce, Sultan III. Mehmet’i uyarmasına rağmen, başarısızlıkla sonuçlanan seferin ardından, Sadrazamlıktan azledilir ve hastalığı nedeniyle 1604 yılında ölmüştür, ancak bazı kaynaklarda katledilerek öldürüldüğü yazılıdır.
Haseki
Haseki: Cerrahpaşa Caddesi ve Millet caddesi arasında bulunan tarihi semttir. Buradaki mahalleler, İstanbul’un fethinden sonra oluşturulmuş ve halen kurucularının isimlerini taşımaktadır.
Buranın ismi de, öncesinde “Başçı Mahmut” mahallesidir. Çünkü burada bir dini yapı olarak “Başçı Mahmut Tekkesi” bulunuyordu. Ancak bu tekke zamanla bakımsız kalmış ve yok olmuştur. Burada ilginç bir durum söz konusu olmaktadır. Bizans döneminden beri, bu civardaki yer adları hep kadınlar çevresinde dönmüştür. Bizans döneminde, buradaki Arkadios Forumu meydanı, sonraları Avrat Pazarı olmuş, Fatih Sultan Mehmet döneminde yine burada Keyci Hatun bir mescit yaptırmış ve son olarak Kanuni döneminde Haseki Sultan külliyesi yaptırılmıştır.
Yani, Haseki semtinde kadınların etkisi aşikardır. Haseki kelimesi: Arapça “hass” tan gelen hassa ile Farsça dan gelen “gi” ekinden oluşmuştur. Yani “yakın arkadaş” anlamına gelmektedir. Haseki kelimesi: Osmanlı saray teşkilatında padişahın cariyeleri ve Osmanlı devletinin askeri teşkilatında ise çeşitli hizmetlerdeki görevliler için kullanılmıştır. Padişahın dikkatini çeken ve zevci olan cariyelere “Haseki” veya “Hünkar Hasekisi” denirdi.
Hasekiliğe yükselen cariyelere samur kürk giydirilir, Hasekilerden erkek çocuk doğuranlara “Haseki Sultan” denirdi. Semtin ismi: Kanuni Sultan Süleyman’ın hasekisi adına yaptırdığı külliyeden sonra kayıtlara “Haseki” olarak geçmiştir. Tarihi eserlerin büyük bölümü, Haseki Caddesi üstünde karşılıklı sıralanmıştır.
Haseki Hastanesi ve Vatan Caddesinin genişletilmesi sırasında, bazı eserler yok edilmiştir. 1955-1960 yılları arasındaki imar faaliyetleri sırasında, Haseki semtinde bulunan Zıbını Şerif tekkesi, Selçuk Hatun camii, Şirmer Çavuş cami, Tevekkül hamamı yıkılarak Millet Caddesi genişletilmiştir. Bunlardan, sadece Selçuk Hatun camisi, caddenin karşısında yeniden yapılmıştır.
AVRAT PAZARI
Günümüze pek bir iz kalmamasına rağmen, bir zamanlar Arkadios sütununun bulunduğu Haseki semtindeki bu meydanla ilgili, yine iki ayrı görüş bulunmaktadır.
Bu görüşlerden bir tanesi, buranın: köle ticaretinin yapıldığı ve özellikle cariyelerin satıldığı “Avrat Pazarı” imiş.
Diğer görüşe göre ise, burada; bölgenin en ünlü çarşısı olduğu, burada ağırlıklı olarak kadınların alışveriş yaptıkları, yani buraya “Avrat Pazarı” denilmesinin sebebi: cariyelerin satılmasından değil, burada satıcı olarak kadınların bulunmasından dolayıdır.
Yani: buranın hangi görüşe göre faaliyette bulunduğu konusunda net bilgiler bulunmamaktadır.
Bu meydan: günümüzde Namık Kemal caddesinden, günümüzde çay evi olarak kullanılan, 18’nci yüzyıldan kalma “Ebu Bekir Paşa Okulu” binasının hemen önündeki alandır.
Bizans döneminde, bu bölge “Heleniana” diye biliniyordu. Burada: askeri yapılar ve ekim yapılan alanlar bulunuyordu. Marmara denizine bakan yamaçlarda ise, sivil konutlar vardı.
Osmanlı döneminde, bölgenin aynı işlevi yani 19’ncu yüzyıl ortalarına kadar sürmüş ve burası “Avrat Pazarı” olarak bilinmiştir. Zaten: Osmanlı döneminde, nüfuslu kişilerin çoğu, Padişah anaları ve hatta Sadrazamlar bile: Saray yaşamlarına esir olarak başlamışlardır.
Korsanlar tarafından ele geçirilen ya da imparatorluğun çeşitli bölgelerinden vergi olarak toplanan ve devşirme denen bu insanların çoğu, aslında Hıristiyan iken sonradan Müslüman olmuşlardır. Pazar; 1847 yılında kapatılmış ama esir ticareti, 1922 yılına kadar, İstanbul’un çeşitli yerlerinde sürmüştür.
Bu varsayımlardan hangisinin gerçek olduğu, günümüze kadar kanıtlanamamıştır.
Ancak günümüzde burada semt pazarı kurulmakta ve sadece orta yaşlı ve ihtiyar kadınlar gelip, bir şeyler satmaktadırlar. İlerleyen zamanlarda Pazar, sabit çarşı halini almış ve dükkanlar inşa edilmiştir.
HASEKİ HÜRREM SULTAN KÜLLİYESİ
Haseki caddesinde: Avrat pazarı meydanında, Bayram Paşa külliyesine bitişiktir.
Burası: Bizans döneminde Kuru Tepe/Kserolofos/Xerolophos daha sonraları ise Avrat/Avret Pazarı olarak adlandırılan yerdir. Yani, İstanbul’un önemli bir bölgesidir. Burası, İstanbul’un 7 tepesinden yedincisidir. Evliya Çelebi, külliyenin Avrat Pazarı meydanında yapılmasını, büyük bir incelik olarak yazar. Külliyenin inşa edildiği 16’ncı yüzyılda ise, buralar “Başçı Hacı” mahallesi olarak bilinmektedir.
Fatih döneminin tanınmış kişilerinden olan Başçı Hacı Mahmut’un burada bir mescidi olduğu ve 1918 yılında yandığı bilinmektedir. Semt de o dönemde adını bu mescitten almıştır. 19’ncu yüzyıl sonlarında ise, semt “Haseki” olarak anılmaya başlanmıştır. Kanuni Sultan Süleyman döneminde; Hasekisi Hürrem Sultan adına, Mimar Sinan tarafından, 16’ncı yüzyılda burada ilk kadınlar hastanesi ve cami bulunan külliye yaptırılmıştır.
Burası: Mimar Sinan’ın 1538-1540 yılları arasında mimarbaşı olduktan sonra inşa ettiği ilk kagir ve kubbeli camidir. Fatih ve Süleymaniye külliyelerinden sonra İstanbul’daki en büyük üçüncü külliyedir.
Külliye: cami, medrese, darüşşifa, mektep, sebil ve aş evinden oluşuyordu. Ancak iki aşamada inşa edilmiştir. İlk aşamada: cami, medrese, mektep ve imaret: ikinci aşamada ise 1551 yılında darüşşifa yapılmıştır. Külliyedeki binalar, tarz olarak birbirine ne kadar benziyorsa, cami bu yapı gurubundan aynı oranda uzaktır. Yani cami, Mimar Sinan’ın ne önceki ne de sonraki eserlerine benzemez.
Cami: muhteşem mimarın tasarladığı harika binalar arasına girme şansından çok uzaktır. Hatta: Kanuni ve Hürrem Sultanın kendi aile fertleri adına inşa ettirdikleri camiler yanında pek zayıf kalmış, mimari bakımdan değer taşımamaktadır. Örneğin: Sinan’ın eşsiz eserlerinin başında gelen Süleymaniye ve Selimiye’yi bu cami ile karşılaştırmak mümkün olmaz. Halbuki, külliyenin diğer yapıları olan medrese, imarethane, darüşşifa ve mektep, mimari karakter bakımından kesinlikle Sinan imzasını taşır.
Sonuç olarak: caminin tamamen Sinan eseri olmadığı, sadece minare, revaklar, son cemaat mahalli gibi bazı eklerin Sinan eseri olduğu söylenmektedir. Mimar Sinan: yapının bitimine yakın, minare, revaklar ve son cemaat yeri gibi kısımları inşa ederek, yapının hiç değilse dış manzarasını kurtarmaya çalışmıştır. Mabedin tamamlanmasından sonra, külliyenin diğer binalarının inşası Sinan’a verilmiştir.
Cami
Cami: mimar Sinan eseridir. 1539 yılında yapılmıştır. Tek kubbeli ve tek minarelidir. Kubbenin çapı 11.30 metredir. Ancak cemaatin yer sıkıntısı çekmesi nedeniyle, inşaatın üzerinden 74 yıl geçtikten sonra 1612 yılında Sultan I. Ahmet döneminde, doğu tarafındaki duvar kaldırılır, kubbe eklenir ve açıklıkla geçilen aynı büyüklükteki ek bölüm inşa edilir ve cami, iki kat büyük hale gelir.
Bu değişiklik, mimar Sedefkar Mehmet Ağa tarafından yapılmıştır. Bahçe kapısından girilip caminin giriş cephesine ulaşıldığında: altı sütunun taşıdığı revak ve dar bir son cemaat yeri görülür. Bu revaklar, sadece caminin eski tek kubbeli mekanının önünü örtmektedir. Yani Sultan I. Ahmet zamanında, tek kubbe eklenerek yapılan ilave bölümün önünde revak yoktur.
Caminin dikdörtgen biçimli cümle kapısının içine, daha küçük bir ikinci kapı yapılmıştır. Bu kapının yanlarında kufi yazılar görülür.
Evet, caminin mimari özellikleri değerlendirilirken en önemli husus ileri zamanlarda ikinci kubbe eklenmesidir. Camiye eklenen ikinci mekan, caminin orijinal yapısını değiştirmiştir. İbadethane kare şeklinden dikdörtgene daha doğrusu yamuğa dönüşmüştür. Çünkü eski mekanın mihrap duvarı 11.60 metre, yenisinin ise 11.90 metredir. Duvarlar, enlemesine 11 metre uzunluğundadır.
Yani, yeni kısım biraz daha büyüktür. Mimari mecburiyetin bir sonucu olarak, iki mekan arasındaki kolonlar caminin şeklini bozarak yükselir. Hünkar mahfili, yeni kısımdadır. Oldukça sade olan hünkar mahfilinin mihrabı, düz duvar üzerine perde resmi olarak yapılmıştır. Minber ise eski bölümde kalmıştır. İlk mihrabın önüne bir sütun gelerek mihrabın önü kapanmıştır.
Caminin diğer camilerde rastlanılmayan bir özelliği de: mihrabın yanlarında çiçek motiflerinin bulunmasıdır. Böylece: Haseki Hürrem Sultanın zevki bir anlamda camiye yansıtılmıştır. Hazire tarafından bakılacak olursa: eski ve yeni kısımlar birbirine eklenmiştir.
Medrese
Camiden bir yıl sonra tamamlanmıştır. Caminin hemen karşısındadır. Burası, mimar Sinan’ın muhteşem eserlerinin minyatür bir örneğidir.
Ana kapı ve dershane giriş kapısının üstünde, renkli sır tekniğiyle 1539 yılında yapılmış, iki çini pano bulunmaktaydı. Bu panolar yapının harap dönemlerinde çıkarılıp, İstanbul Arkeoloji Müzeleri kompleksinin içinde bulunan “Çinili Köşk” e götürülmüştür. Çünkü bu kitabe panolar, son derece harika 16’ncı yüzyıl çinileriyle süslüdür.
Üst kısmı iki yerden kırık ve noksan olan bu panonun üzerinde, yeşil zemin üzerine beyaz büyük harflerle sözler yazılıdır. Bu yazıları, ince şerit halinde bir bordür kuşatır. Bu kısımda da firuze üzerine sarı renkli “Besmele” ve “Ayetül Kürsi” yazılıdır ve alt kısmın ortasında 1539 tarihi bulunur. Yani, çini panodaki beytin son mısrasında belirtildiği üzere, medresenin yapım tarihi 1539 yılıdır.
Medrese: bir avlu çevresinde revak, hücreler ve dershanelerden oluşan bir plana sahiptir. Medresenin Haseki Caddesi yüzündeki pencerelerin aynaları tamamen boştur. Ancak inşa tarihinde bunların çinilerle kaplı olduğu düşünülmektedir. Kapıdan girildiğinde geniş, havuzlu bir avlu görülür.
Bu avlunun çevresine öğrenci odaları ve bir dershane sıralanmıştır. Revaklı bir avlunun üç yanı, kapalı mekanlarla kuşatılmıştır. Dershane, kapının karşısındaki revakın tam ortasındadır. Odaların hepsi kubbelidir ve içlerinde birer küçük ocak vardır. Pencere alınlıklarındaki çinilerden ise hiçbir iz kalmamıştır.
Medrese: zaman içinde deprem ve yangın gibi afetlerden etkilenerek zarar görmüştür. Özellikle 1894 yılı depremi sonrasında külliyenin diğer yapılarıyla birlikte ciddi hasar görmüştür. 1896 yılı başlarında tamir edilmiştir.
1914 yılında ise, tamir ve tadilata muhtaç, metruk bir halde bulunduğundan kadro dışı bırakılmıştır. 1918 yılı sonlarında bir dönem asker tarafından mutfak olarak kullanılmış, sonraki yıllarda ise bir süre ruh ve sinir hastalarına barınaklık yapmıştır.
1967-1969 yılları arasında Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından tamir ettirilen medrese: uzun bir süre Diyanet İşleri Başkanlığı İstanbul Eğitim Merkezi olarak kullanılmıştır.
Sıbyan Mektebi
Medresenin doğusunda hemen yanındaki mektep, zarif işçiliğiyle önem kazanmaktadır. Kitabesi olmadığından (yeri boştur) ne zaman yapıldığı bilinmemektedir. Ancak Medresedeki nilüfer çiçeği motifli sütun başlıklarının mektepte de kullanılması, iki yapının birlikte tasarlandığını göstermektedir.
Mektep: dikdörtgen bir kütleye sahiptir ve kareye yakın iki mekandan oluşmaktadır. Bunlardan biri kışlık kapalı, diğeri ise yazlık açık mekandır. Açık dershanelerin caddeye bakan kısmı kapalıdır. Altlı-üstlü iki sıra pencere bulunur. Mektebin iki kısmının da üstü oturtma çatı ile kapatılmıştır.
Binanın hemen önünde, oyun bahçesi olarak kullanılan havuzlu bir alan vardır. Kapalı dershanenin yanında, küçük bölümlü bir hazire bulunur. Mezar taşlarına göre: burası medrese çalışanlarına, külliyede hizmet veren kişilere ve onların aile fertlerine aittir.
Haseki Sultan Çeşmesi
İmarethane ve Sıbyan mektebi girişi arasındadır. Haseki Sultan için yapılmıştır. Klasik tarzda inşa edilmiştir, ayna taşına iki sütunla taşınan yuvarlak kemerli bir kabartma işlenmiştir. Bu kabartma kitabede: “Rableri onlara tertemiz bir içecek sunmaktadır” yazılı ayet bulunmaktadır. Külliye ile birlikte yapılan çeşme, 1766 yılında tamir edilmiştir.
İmaret
İmaret: Haseki caddesinin kuzey kenarı arkasında, arazide, caddeden geriye yapılmıştır. Külliyenin taç kapısından girilince hemen karşısındadır. İmaretin üç giriş kapısından biri yani ana kapı, çeşmenin hemen yanında, Haseki caddesi üstündedir. İmaretin ana giriş kapısındaki kitabede giriş tarihi 1540 yılı olarak yazılıdır.
İmaret özgün bir Sinan yapısıdır. Kubbelerin yapılışı ve kemerlerin atılışı, şaşırtıcıdır. Yapı, gerek üslup ve gerekse karakter yapısıyla devrinin ihtişamını gözler önüne serer. İmaret yapısı: revaklı bir avlu çevresinde kurgulanmıştır. Avluda iki tane büyük mutfak ve dört tane küçük kubbeli mutfak vardır. Avlunun uzun olan doğu ve batı kenarlarında, ikişer kubbeli dört yemekhane vardır. Yemekhaneler arasında birer geçit bulunur. Mutfak ise avlunun kuzey tarafındadır.
Darüşşifa-Haseki Hastanesi
Binası, hoş bir sekizgen avlu içindedir. Mimar Sinan tarafından yapılmış ve 1550 yılında tamamlanmıştır.
Zaman içinde farklı maksatlarla kullanılmış ve kullanılış maksadına göre ismi değiştirilmiştir. Darüşşifa: 1679 yılına kadar: Haseki Darüşşifası, 1801 yılına kadar: Haseki Sultan Darüşşifası, Haseki Zindanı, Nisa Tevkifhanesi; 1843 yılında Haseki Sultan Kadın Darüşşifası, 1844 yılında Haseki Bimarhanesi, 1870’de Haseki Nisa Hastanesi adıyla kullanılmıştır. 1870’lerde yapı 30 yataklı bir hastaneye dönüştürülmüştür.
1843 yılında hizmet alanı genişleyen darüşşifada, memurların bulunduğu kısım ayrılmıştır. Asıl darüşşifa olan bölüm ise, fahişelere ayrılmış zindan olarak kullanılmıştır.
1848 yılında bir süre boş duran darüşşifa: eklenen bir mutfak ve eczane ile genişletilerek, kimsesiz ve bakıma muhtaç kadınlara sığınma yeri ve tedavi oldukları bir merkeze dönüştürülmüştür.
1869 yılında yapı Zaptiye’ye devredilir ve bir süre, kadınlar tevkifhanesi olarak kullanılır. Yatak kapasitesi arttırılarak, bir odasında kadın tutuklular, diğer odasında ise aciz ve yardıma muhtaç kadınlar barındırılmaya başlanır. Önceleri sadece kadın tutukluların sağlık durumuna bakan doktorlar, sonraları dışarıdan müracaat eden olursa onların da kontrollerini yapmaya başlarlar.
Ancak, burada sürekli doktor bulunmaması nedeniyle, hastaların tedavilerinde süreklilik sağlanamıyordu. Bu yüzden: 1871 yılından itibaren, burada sürekli olarak bir eczacı, kısa bir süre sonra da sürekli bir doktor bulundurulmaya başlandı. Böylece: 1882 yılına kadar, darüşşifa hastane olarak hizmet verdi.
Kadınlar Hapishanesi-Haseki Zindanı
Hapishanenin yapılış amacı: buraya gelen kadınların ıslah edilmesiydi. Bu hapishaneye gelen kadınların çoğu fahişeydi. Bunlara el işleri öğretiliyor ve meslek edinmeleri sağlanıyordu. Yaptıkları el işleri satılarak hapis sonrası hayatları için sermaye olarak değerlendiriliyordu. Evet, burası her ne kadar kadınlar arasında kötü bir ün sahibi olsa da, bu hapishanede kalmış, meslek edinerek çıkmış pek çok hayat kadını, hayatlarını kurtarmıştır.
Haseki Hastanesinin kurulumu
Hasta sayısı her gün artıp ihtiyaca cevap verilmeyince, darüşşifa yakınlarında “Moralı Ali Bey” in taş konağı satın alındı ve yeni hastane binası haline dönüştürüldü. Böylece: Haseki Hastanesinin çekirdeğini oluşturan binadan sonra, yeni eklemeler yapılarak hastane geniş bir alana yapıldı ve semtin bazı sokaklarını da içine aldı.
Ardından yaşanan bir yangın sonucu semtin büyük kısmı yok olunca, darüşşifa da uzunca bir süre harap halde onarım bekledi. Darüşşifa yönetimi: 1890 yılında: Şehremanetine geçti ve tutuklu kadınlar, Sultanahmet’de yeni yapılan kadınlar hapishanesine nakledildi.
Çok harap durumda olan darüşşifa iyi bir onarım geçirdi ve yatak kapasitesi arttırılarak düşkünler yine kabul edilmeye başlandı. Ancak bu genişleme, bir süre sonra yine ihtiyacı karşılayamaz hale geldi ve bina yıkılarak, Avrupa’da revaçta olan pavyon sistemine geçilerek çok modern bir hastane yapıldı.
1894 yılına gelindiğinde: meydana gelen deprem sonucu bina büyük hasar gördü ve tahliye edildi. 1908 yılında II. Meşrutiyet’in ilanından sonra, tekrar onarıma alınan darüşşifa: eklenen mutfak ve lojmanla birlikte, yeniden yönetim değiştirdi. 1911 yılında bina tamamen yenilendikten sonra, akıl hastalarına hizmet verilmeye başlandı.
Bu arada I. Dünya savaşının başlamış olması nedeniyle, yenilenme faaliyetleri ancak 1924 yılında tamamlanabildi. Arada 1918 yılında büyük bir yangın yaşanır ve bina yanarak yeniden harabeye dönüşür. Sonrasında tesis 1946 yılında yeniden onarıma alınır ve 1948 yılında hizmete açılır.
Haseki Hastanesi: yüzyıllar boyu kullanılan binasında olmasa da Sağlık Bakanlığı bünyesinde inşa edilen yeni binalarıyla günümüzde hizmet vermeye devam etmektedir.
Dürüşşifa bölümü ise: günümüzde hizmet içi eğitim yapılmak için, Diyanet İşleri Başkanlığına bırakılmıştır. Haseki Eğitim Merkezi adı altında müftü ve vaizlere eğitim verilmektedir.
Bu son bölümde: Darüşşifa’nın mimari özelliklerinden söz etmek istiyorum. Burası Osmanlı mimarisinde türüne rastlanmayan bir yapıya sahiptir. Giriş kapısının üstünde kitabe bulunmaktadır. Kitabenin son mısrasında “dürüşşifa nafi-i nas cihan” yazılıdır. İstanbul’un en eski hastanelerinden olan burası: sekizgen avluludur ve böylece arkadaki odaların da ışık ve hava alması sağlanmıştır.
Günümüzde, avluda Mimar Sinan’ın hastaların oturma ve beklemeleri için özenle yaptığı köşelerdeki camlar, kırık ve pis durumdadır. Bu yerler, bir tür eyvan oluşturmak için yapılmıştır. Avlunun köşelerindeki iki büyük eyvan, sonradan camlarla kapatılmıştır.
Sonuç
Haseki külliyesi: 1689, 1690, 1719, 1754, 1766 ve 1894 depremlerinde hasar görmüştür. Özellikle 1894 depremi: Haseki külliyesinin başından geçen en büyük felakettir. Bu depremde: Darüşşifa kubbelerinde çatlaklar oluşmuş ve yapı terk edilmiştir.
Deprem sonrasında külliye uzunca bir süre boş kalmıştır. 1918 yılındaki yangın da, Haseki Darüşşifası için gerçek bir felaket olmuştur. Külliye topluca 1948 yılında onarıma tabi tutulmuştur. Bu onarımda, eyvanları kapatan duvar kaldırılarak yerine demir doğrama bir camekan yapılmıştır ve avlu döşeme kaplaması mermere dönüştürülmüştür.
Darüşşifanın kuzeyindeki tonozlu mekan da bu onarımda eklenmiştir. 1960 yılında medrese onarımdan geçmiştir. Bu onarımda: kapı ve pencerelerin kırmızı renkli taş sövelerinin bu onarımda imal edildiği, taş bacaların bir bölümünün yenilendiği görülmüştür. Ancak günümüzde, Haseki Külliyesinin, bir bahar mevsimini hatırlatan ve şöhreti dilden dile dolaşan muhteşem çinilerinden hiçbir iz yoktur.
Çünkü bu eşsiz sanat eserlerini zaman değil insan eli tahrip etmiştir. Külliye, 1974 yılındaki genel onarımdan sonra turizm tesisi yapılması düşünülürken, halkın tepkisinden çekilinmiş ve Diyanet İşlerine bırakılmıştır.
Cerrahpaşa semtinde: eski “Avrat Pazarı” mahallesinde, Kız taşı caddesindedir. Anıt: bir konutun bahçesinde, gözlerden uzak yıllarca durduktan sonra, ortaya çıkarılmıştır.
İstanbul şehrindeki Bizans döneminden kalma sütunlar
İstanbul şehrinde, Bizans döneminde şehri koruması için 24 adet tılsımlı sütun dikilmiştir. Bunlardan günümüze kadar ayakta kalarak gelebilenler: kız taşı sütunu, Çemberlitaş, Gülhane Parkındaki Gotlar sütunu ve Cerrahpaşa’daki Arkadios sütunudur.
Marcianus Sütunu
Fatih’de, Kıztaşı olarak isimlendirilen küçük bir meydanın ortasında, günümüze kadar ulaşmıştır. MS 455 yılında Bizans imparatoru Markianos adına Forum Amastrion’a dikilmiştir.
Markianos: Bizans döneminde İmparator I. Theodosius’la başlayan hanedanın son hükümdarıdır. Kendi zamanında, gerek ülkesini dış tehditlere karşı koruması ve gerekse ekonomik reformları sayesinde altın bir dönem yaşanmıştır. Ancak yine Markianos döneminde, Batı Roma, barbar hücumlarına karşı desteksiz kalmış ve yıkılmıştır.
Kızıl-gri granitten sütun, iki parçadır. Yapıldığında sütunun üzerinde bir kaide bulunduğu ve bunun üstünde de İmparator Marcianus’un bronz bir heykelinin bulunduğu, ancak 1204 yılındaki Haçlı-Latin istilasında, şehrin yağmalanması sırasında bunun da çalınarak İtalya’nın Bari şehrine götürüldüğü ve burada bulunan “Barletta” heykeli olduğu söylenmektedir.
Mermer kaidesi dört yüzlüdür ve her yüzündeki madalyonlar, Yunan haçları ile bezenmiştir. Kaidesinde bulunan Yunan Zafer Tanrıçası Nike kabartması nedeniyle, kız taşı olarak da isimlendirilir. Kaidede bulunan kitabesinde: Latince olarak yazılan yazıtın tercümesi “İste bu imparator Marcianus’un anıtıdır ki Tatianus bu eseri adamıştır”
Bu arada: bu sütunla ilgili bir efsaneden söz etmek istiyorum. Justinyen: Ayasofya’yı inşa ettirirken tılsımlı güçleri olan bir kız, buraya büyükçe bir sütun taşımaktadır. Derken, kızın karşısına, ruhani bir canlı yani cin çıkar. Taşı nereye götürdüğünü sorar.
Kız: Ayasofya’ya gittiğini söyler, ancak cin: geç kaldığını ve taşı boşuna taşımamasını söyler. Kız: taşı oracıkta bırakır ve durumu görmek için, bugünkü Sultanahmet Meydanına gelir. Cinin yalan söylediğini anlar. Fatih’e geri dönüp taşı götürmek ister, ancak sihirli güçlerinin artık işe yaramadığını fark eder. Taş da o günden beri “Kız taşı” olarak anılır.
Arkadios Sütunu yapılışı
395 yılında: Roma imparatoru I. Teodosius döneminde, imparatorluk Doğu ve Batı olmak üzere ikiye ayrıldı. Teodosius’un oğlu Arkadios’un Doğu Roma imparatorluğunun ve diğer oğlu Honorius Batı Roma imparatorluğunun başına geçti.
Henüz 18-19 yaşlarında bir delikanlı olan; babasının tersine güçsüz ve pısırık kişiliği olan Arkadios, temelleri atılan Bizans tarihinin ilk imparatoru olur. Hükümdarlık döneminde, İstanbul’a 3 önemli yapı kazandırır.
Bunlar: Arkadianai semtinde (günümüzdeki Sultanahmet civarı) bir hamam, eskiden “Avrat Pazarı” olarak bilinen (günümüzdeki Cerrahpaşa semti) yerde “Arkadios Forumu” adını taşıyan büyük meydan ki bu meydan Bizans döneminin ilk yıllarında şehrin merkezidir.
Burada: köle ticareti yapılır ve idam cezaları infaz edilirmiş ve 402 yılında bu meydanın ortasına diktirdiği büyük anıt sütundur. Çünkü: ilk Bizans imparatoru olan Arcadius: kendi adına, zaferlerini ilan etmek için Roma şehrindeki Trajan sütununa benzer bu anıt sütunu diktirmiştir. Sütunun tam olarak yerini gösteren eski çizimler, 1453 yılından sonra Fatih Sultan Mehmet’in ünlü portresini yapan İtalyan ressam Bellini’ye aittir.
Arkadios Sütunu
Sütunun bulunduğu hafif tepelik bölgeye “Xerolophus” denirdi. Sütun 402 yılından kalmadır. İlk dikildiğinde, kayıtlarda yazılı yüksekliği 50 metredir. Çapı ise 4 metredir. Tepesinde: bir korint başlık ve bunun üstünde kare bir blok vardır. Bu blokun köşelerinde, dört adet, kanatlarını açmış melek heykeli görülür.
İlk dikildiğinde, üstteki kale blok üzerine, şehrin ufuklarını gözleyen, güzel bir peri heykeli konulmuştur. Evliya Çelebi’ye göre: İmparator Konstantin: sütunun tepesindeki peri heykelini kaldırtmış ve tehlike anında gözcüler tarafından çalınması için çanlar yerleştirmiştir.
10 Temmuz 421 tarihinde ise: Arkadios’un oğlu II. Teodosius imparator olunca: sütunun tepesine, babasının atlı bir heykelini koydurmuştur. Ancak, bu heykel: 740 yılındaki depremde, kuvvetli sarsıntıya dayanamaz ve yerinden koparak düşer. Ardından, sütunun tepesi boş kalır.
Yine tarihçilerin yazdıklarına göre: bir zamanlar 40 metre yükseklikte olan bu sütunun içinde bulunan helezonik bir merdivenle, tepesine çıkılırdı. İlk yapıldığında: sütunun üstünün: yukarıdan aşağıya kadar, Arkadios’un seferlerini anlatan kabartmalarla süslü olduğu söylenir. Bazı Osmanlı dönemi fotoğraflarında, sütunun üzerindeki motifler gayet güzel görülmektedir.
Kaidesi
Sütun dikdörtgen bir kaide üzerindedir. Kaide iri taşlarla örülü bir yüksek duvar şeklindedir. Kaidenin bir yüzü ve büyük kısmı, büyük bir ağaç tarafından gizlenmiştir. Diğer yüzleri ise, bitişik ahşap evin yanındadır. Kaidede: ünlü Zafer Tanrıçası Nike figürü görülür.
Kız taşı denilmesinin sebebi
Anıtın üstündeki kare blokun köşelerindeki melek yani kadın heykelleri nedeniyle, bu ismin verildiği söylenmektedir.
Bir başka söylentiye göre ise: sütun, altından geçen kızlara, bakire olup olmadıklarını fısıldarmış. İmparator II. İustinianus: baldızına bu oyunu oynamaya kalkınca, sütunun üstündeki heykel yerinden kırılarak devrilmiştir.
Yine bir söylentiye göre: eskiden bu sütunun önünden, bakire bir kız geçtiğinde: sütun hafifçe yana eğilirmiş.
Bir iddia daha, anıta kız taşı denilmesinin bir sebebi de: kaidesinde bulunan Yunan Zafer Tanrıçası “Nike” kabartmasıdır.
1204 yılı Haçlı İşgali
Ancak: sadece bir defa ve birkaç dakika için, sütunun tepesine bir imparator çıkarılır. 1204 yılında Haçlılar şehri ele geçirdiklerinde, zamanın Bizans imparatoru V. Aleksios’u bu sütünün tepesinden yani unvanına uygun yükseklikten aşağı atarak öldürürler.
Başka bir söylentiye göre: Haçlılar şehri ele geçirip yağmaladıklarında, bu sütunun üstünde İmparatorun heykeli vardır ve bu heykeli çalarak götürmüşlerdir. Günümüzde, bu heykelin İtalya’da Bari şehrinde bulunduğu söylenmektedir.
Sütunun tılsımlı olması
Bazı kaynaklara göre, Bizanslılar, bu sütunun tılsımlı olduğuna inanırmış. Evliya Çelebi de, bu sütunun tılsımlı olduğuna inananlardandır. Yazdıklarına göre: Hz Muhammed’in doğduğu gün, büyük bir deprem olur ve sütun parçalanır, ama tılsımlı olduğu için dağılmaz.
Evliya Çelebi, bununla da yetinmez ve başka tılsımlardan söz eder. Eski dönemlerde, sütunun üstünde duran kız heykeli yılda bir defa bir feryat koparır ki, civarda ne kadar kuş varsa önce pervane gibi bu sütunun etrafında döner, sonra bunlardan binlercesi ölüp sütunun dibine düşer, halk da bunları afiyetle yer.
Sonuç
İstanbul’u sarsan depremler, Arkadios sütunu da yıpratmıştır. Sonunda da iyice yana eğildiğinde, çevresindeki binaların üstüne düşebileceği için 1719 yılında Sultan III. Ahmet tarafından yıktırılmasına karar verilmiştir. Bir başka söylentiye göre: sütun uzun süre olduğu yerde durmuş, ancak üstündeki heykel: Lale devri Sultanı III. Ahmet tarafından indirtilmiştir.
Günümüzde görülen sütun: sadece 8 metre yüksekliktedir ve kaidesi 6 metre genişliktedir. Kaidenin büyük kısmı, bir ağaç tarafından gizlenmiştir.
1874 yılında, deniz tarafındaki kumluk alanda bulunan bazı kabartma mermer parçalarının bu sütuna ait olduğu söylenir ve bu parçalar, günümüzde Arkeoloji Müzesindedir.
Kaidenin içine: kaidenin yakınında bulunan evin kapısından geçilir. Buradan: harabe haldeki sütunun tepesine: merdivenle tırmanılarak çıkılır ve sütunun tepesinden: sütunun dibi ve üstündeki kabartmaların izleri görülebilir.
Burada belirtmek istediğim bir konu var. Yaptığım araştırmalara göre: Fatih semtinde Kız taşı olarak nitelendirilen bir tanesi İmparator Arkadios tarafından dikilmiş sütun ve bir tanesi de İmparator Marcianus tarafından dikilmiş sütunlardan söz ediliyor.
Ama her iki sütun hakkında anlatılanlar, söylentiler de aynı yere çıkıyor. Arada sadece küçük farklar olduğunu (örneğin sütunların yerleri ve kaidelerindeki yazılar gibi) öğrendim. Bu konuda bilgisi olanların yorum bırakmaları rica olunur.
BULGUR PALAS
Cerrah Mehmet Paşa camisi yakınlarında, Marmara denizi manzaralı tepeye yapılmış: kirli kahverengi ve büyüklüğü ile dikkat çeken, ilginç bir binadır. Arkadius sütununun hemen karşısındadır.
Yapı: I. Ulusal Mimarlık Akımının 1912 yılında yapılan en güzel örneklerinden biridir. Binanın bir tarafının kırmızı tuğla, öbür tarafının sıva olması sebebiyle, yapışık iki bina gibi gözükmektedir. Cepheleri ve pencereleri, geniş bir alanı gördüğü belli olan büyük kuleleri vardır. Kuleleri ve tuhaf çatısı ile yüksekçe bir taş binadır. Çevresindeki diğer yapılardan farklı tasarımı hemen fark edilir. Yapının her tarafı, büyük yani yüksek duvarlarla çevrilidir.
Bina: İstanbul Parlamentosunun Bolu milletvekili, savaş yıllarında bulgur ticaretinden zengin olan bulgur tüccarı Mehmet Habib Bey için, İtalyan mimar Giulio Mongeri tarafından yapılmış ancak bitirilememiştir. Yapı: ismini, sahibinin mesleğinden almıştır. İsminin “Palas” olarak nitelendirilmesinin sebebi: yapının sahibi Mehmet Bey’in, I. Dünya savaşı devam ederken karaborsa olarak sattığı bulgurdan dolayı inanılmaz zenginleşmesine karşılık verilen kinayeli bir isimdir.
Ancak Mehmet Bey bu binanın zevkini süremedi. Yani burası bulgur ambarı olarak yapılmamıştır. Çünkü: 1921 yılında ipoteklenen bina, 1926 yılında Osmanlı Bankasına devredildi. Gelelim bu olayların hikayesine:
Birinci söylenti: Kurtuluş savaşı sonrasında bina Mustafa Kemal Atatürk hükümetinin eline geçer ve onlar da binayı Osmanlı Bankasına bağışlarlar.
İkinci söylenti: Osmanlı Bankasının arşivindeki kayıtlara göre: Haziran 1921 tarihinde Emrullah Kardeşler Şirketi adına Selim Nuri Bey: Osmanlı Bankasına senet kırdırmak için başvurur. Ayrıca: yine firması için, İnebolu ve Samsun’daki mallarına karşılık avans ister. Bolu mebusu, Mehmet Habib Bey, borcuna kefildir ve kendisine ait bulgur palas denen yapıyı ipotek eder.
Banka: inşaatı bitmemiş bulgur palas denen yapıyı ipotek olarak kabul eder. Fazla uzatmadan, elbette borç ödenmez ve Osmanlı Bankası, yapıyı ihaleye çıkarır ve ihale sonucunda, 1926 yılında yapının sahibi olur. Banka tarafından alınan kararla: İstanbul’un ticaret merkezlerine uzak, yolları dar, ulaşımı zor ve fakir bir mahallede inşa edilen yapının tamamlanması ve kullanılır hale sokulması ve sanatoryum veya hastaneye dönüştürülmesi için karar alınır.
Ancak bunun için büyük yatırım yapmak gerektiği ortaya çıkınca vazgeçilir ve banka burayı: arşiv ve banka çalışanları için konut olarak kullandı. 6-7 Eylül olaylarında bina tahrip edildi. Bu olaylardan sonra, fazla bakım da görmeyen bina çürümeye terk edildi.
Bina: 1920’lerde Osmanlı Bankası mülkiyetine geçmiş ve uzun yıllar, bankanın arşivi olarak kullanılmıştır. Arşiv, daha sonra Osmanlı Bankası Müzesine taşınınca ve Osmanlı Bankası Garanti Bankası tarafından satın alınınca bu bina da Garanti Bankası mülkiyetine geçmiş ve günümüzde kullanılmayıp, boş olarak durmaktadır. Yapının üst katından, harika bir deniz manzarası izlenir. Son aldığım bilgilere göre: binanın turistik tesis olarak kullanılması düşünülüyormuş.
CERRAHPAŞA KÜLLİYESİ
Külliye: Cerrah Paşa tarafından, 1593-1594 yılları arasında, Mimar Sinan’ın halefi yani yetiştirdiği öğrencisi mimar başı Davut Ağa tarafından: cami, kütüphane, türbe, sebil, şadırvan, çeşme ve hamamdan oluşan bir külliye şeklinde yapılmıştır. Ancak günümüzde Aksaray-Kocamustafa paşa caddesi, medrese ve külliyenin diğer yapılarını birbirinden ayırmıştır.
Cerrah Paşa: bu külliyeyi, sadrazam olmadan önce yaptırmıştır. Çünkü sadrazamlığı süresince hasta yatağından dışarı çıkamamıştır. Külliyeden günümüze sadece hamam ulaşmamıştır. Çünkü 1598 yılı yapımı çifte hamam: 1908-1910 yılları arasında ortadan kaldırılmıştır. Çünkü külliyenin tamamı, 1894 yılındaki depremde hasar görmüş, 1958-1960 yılları arasında onarım görmüştür.
Cami
Cami, yüksek bir tepede bulunduğundan, arka taraftaki bahçesinden, Marmara denizinin panoramik manzarası izlenebilir. Böylece cami için yer seçiminde ne kadar isabetli davrandığı anlaşılmaktadır. Cami dönemin ünlü mimarı Mimar Sinan’ın halefi Davut Ağa’nın eseridir. Davut Ağa, bu camiyi bitirdikten sonra, Eminönü’ndeki Yeni Cami inşaatına başlamıştır. Ama kısa süre sonra vebadan ölmüştür. Caminin giriş kapısındaki Arapça kitabede “Mescidi mustahseni erkane” yani “Her şeyi ile beğenilmiş mescit” ve yapılış tarihi olarak 1593 yılı yazılıdır.
Klasik Osmanlı tarzındadır. Kesme küfeki taşından inşa edilmiştir. Kütlesel estetiği çok güzeldir. Camiye: tak şeklinde ve iki yanlarında birer niş bulunan, üstü stelaktitli muhteşem güzel bir kapıdan girilir. Kare planlıdır, ortada büyük ve yanlarda altı yarım kubbeyle örtülüdür. Basıkça olan merkezi kubbesi 13 metre çapında ve 18 pencereli bir kasnağa oturmakta ve bunu da altı fil ayağı üzerindeki kemerler taşımaktadır. Kubbe geç dönem kalem işleriyle süslüdür. Merkezi kubbenin yanlarında, etrafı pencereli kubbeler vardır.
Minber: geometrik desenlerle süslüdür ve döneminin en önemli yapıtlarından sayılmaktadır. Caminin son cemaat yerinde: sekiz antik sütun bulunur. Tek minarelidir. Minare gövdesi: onaltıgendir. Şerefedeki şebekeli mermer korkuluklar, devrinin özelliklerini taşımaktadır. Mihrap mahalli dört köşeli ve dışa çıkık durumdadır. Mihrap ve minberi: mermer yontuculuk sanatının güzel örneklerine sahiptir.
Mihrap da: imam yüzü hizasında, yeşil bir çini vardır. Mihraptaki çininin Ravzayı Mutahhara’yı (Hz Muhammed’in Medine’deki türbesi) çağrıştırdığı kabul edilmektedir. Camiye 1767 yılında yani yapımından 169 yıl sonra güneş saati konulmuştur. Yüksek konumdaki bu güneş saati dış etkenlerden uzak kaldığı için sağlam olarak günümüze ulaşmıştır. Güneş saati, Kutup Yıldızını gösterecek şekilde yapılmıştır. Cami hakkında anlatılan bir söylenti vardır.
Buna göre: 1660 yılındaki büyük yangında, cami içine sığınanlarla birlikte yanmış ve ertesi yıl tamir edilmiştir. Bu olay: Ayvansarayı tarafından yazılmıştır. 1196 yılındaki yangında, cami yeniden zarar görür. Caminin yıkılan minaresi, 1820 yılında yeniden yapılır. 1894 yılındaki deprem ise, bu camiyi yeniden harap eder. Minaresi, son cemaat yeri ve kubbeleri tamamen çöker. Minare: 20’nci yüzyıl başlarında taş külahlı ve değişik bir üslupla yeniden yapılır.
Fakat son cemaat yeri olduğu gibi bırakılır. Uzun yıllar boyunca, son cemaat yerinde, demir kirişlerle birbirine bağlanmış mermer sütunlar görülür. 1958 yılında yeniden bir tamir süreci yaşanır. 1982 yılında ise, kubbeler tamir edilerek son cemaat yeri yeniden düzenlenir. Caminin bahçeleri de bakımlı değildir ve bahçede Bizans dönemi sarnıcı ve başka bir yapının izleri yani yıkıntıları görülür.
Medrese
Caminin kuzeyindeki medrese: Klasik Osmanlı medresesi planındadır. Medresenin önünde, kapısı yola bakan ve üstü açık küçük bir giriş avlusu bulunur. Esas avluya girişi sağlayan kapıya 8 basamaklı bir merdivenle çıkılır.
Ortadaki kare avlunun çevresini, her yönde; başlıkları baklavalı dörder sütunun taşıdığı tuğla kubbeyle örtülü revaklar çevirir. İçte revakların arkasında, yine kubbe örtülü olan hücreler vardır. Restore edilmiş olan medrese, günümüzde Cerrahpaşa Tıp Fakültesinin “Tıp Tarihi Bilim Dalı Araştırma Merkezi ve Müzesi” olarak kullanılmaktadır.
Şadırvan
Avlunun kuzeybatısında, mermer havuzlu ve onaltı köşelidir. Üstü açıktır.
Türbe
Caminin hemen yan tarafında, avluda ve sokak üstündeki türbe: sekiz köşeli, kubbeli, iki dizi pencereli bir yapıdır ve semte ve hastaneye ismini veren ve 1604 yılında vefat eden Cerrahpaşa ve 3 oğlu yatmaktadır. Türbenin batısında, kare planlı ve kiremit çatılı “muvakkithane” binası (zamanı ölçmek için yapılmış yapılara denir) bulunur.
HASEKİ BOSTAN HAMAMI
Haseki Hürrem külliyesi yakınında, Hekimoğlu Ali Paşa caddesi üstündedir.
Yapı: Fatih döneminden kalmadır. Hürrem Sultan tarafından: Mimar Sinan’a onarımı yaptırılmıştır. Fatih Sultan Mehmet’in, bu hamamda “Dellak Dede” eliyle yıkandığı rivayet edilmektedir.
16’ncı yüzyılda ise: Hürrem Sultan’ın özürlü kızı Mihrimah Sultan, kimselere görünmemek için burada; annesinin yaptırdığı büyük hamamda tek başına yıkanırmış. (Söylenenlere göre: tek memesi yoktur) Hamamda “Şeftali kurnası” denen bölüm: Mihrimah Sultana aitti. Hamam hakkındaki söylentilerden söz etmek istiyorum:
Evliya kurnası: kısmeti çıkmayan kızlar, bu kurnada yıkanır, abdest alır ve dua ederse: hemen kısmeti çıkarmış. 1900’lü yılların ortalarında, bu olay mum dikmeye kadar varınca, işletmeciler buna son verdirdiler.
Demir hindi şerbeti: 1910 yılına kadar, Sultan II. Abdülhamit’in son dönemi ve Meşrutiyetin ilk yıllarında: Şerbetçi Rüstem Ağa, İstanbul’un en lezzetli demir hindi şerbetini yapar ve hamamın kapısında satarmış. İstanbul’un birçok yerindeki insanlar, sırf bu şerbeti içmek için bu hamama gelirlermiş. Zengin, fakir hamama girenler yıkanıp çıktıktan sonra, mutlaka bir bardak şerbet içerlermiş.
SADRAZAM BAYRAMPAŞA KÜLLİYESİ
Cerrahpaşa caddesi yakınlarında, Haseki hastanesinin hemen bitimindeki Haseki caddesi üzerindedir.
İstanbul Davutpaşa’da doğan Bayram Paşa: Yeniçeri ocağında yetişti. Sultan I. Ahmet’in kızlarından Hanzade Sultan ile evlenerek Saraya damat oldu. Ardından: Mısır Valiliği, Rumeli Beylerbeyliği ve İstanbul Kaymakamlığı yaptı. 1637 yılında ise Sadrazam oldu. Bayram Paşa, sadrazamlığı sırasında Şair Nefi’yi idam ettirmesiyle hatırlanır.
Sultan IV. Murat: Nefi’den bir daha hicviye yazmamasını istemesinden sonra Nefi, sözünü tutmamış ve Sultan IV. Murat’ın eniştesi Bayram Paşa’yı hicvetmiştir. Bayram Paşanın isteği üzerine, Padişah, Nefi’yi idam ettirmiştir. Şair Nefi, Bayram Paşanın evinde öldürüldükten sonra, cesedi Sarayburnu’ndan denize atılmıştır.
Sadrazam Bayram paşa: Eylül 1638 tarihinde, Urfa yakınlarında Celab mevkinde Bağdat seferi sırasında beyin kanamasından ölmüştür. Cesedi İstanbul’a nakledilmiş ve Avratpazarı mezarlığına defnedilmiştir.
Külliye: 1634 yılında dönemin Hassa baş mimarı Kasım Ağa tarafından yapılmıştır. Banisi: Sultan I. Ahmet’in damadı Bayram Paşa’dır. İstanbul’un bir semtine de ismini veren Bayram Paşa: aynı zamanda Sultan IV. Murat’a da Sadrazamlık yapmış ve 1639 yılında Bağdat’ın alınması sırasında şehit düşmüştür. Külliyede: cami, medrese, mektep, mescit, tekke, türbe ve sebil vardır. Tüm külliye yapıları: sokak dokusuna uygun, asimetrik bir plan içinde yerleştirilmiştir.
Cami
Külliyenin başyapıtı olarak kabul edilir, kalem işleri ve ayetlerle süslenmiştir.
Sebil
Sol tarafta, köşede parmaklıklı açıklığı olan güzel bir sebil vardır. Sebilin üzerindeki kitabede, yapım yılı olarak 1634 yazılıdır.
Türbe
Sebilin hemen arkasında ise, caminin banisine ait, küçük bir cami görünümlü, saray gibi bir türbe bulunur. Türbede, Bayram Paşa, tek başına yatmaktadır. Burada bir ayrıntıdan söz etmek istiyorum. Türbenin çinileri 1990’lı yıllarda çalındı, ancak daha sonra bulunarak yerlerine yerleştirildi.
Mescit
Duvarlarla çevrili bahçe ve mezarlığın ötesinde, üç yandan derviş tekkesinin revaklı odalarıyla çevrili mescit bulunur. Dikdörtgen ve büyük bir bina olan ve kesme taştan yapılan mescit aynı zamanda Semahanedir.
Medrese
Medrese: Osmanlı mimarisinde en eski medrese stili olan İznik medrese mimarisi etkilerini içermektedir. Ortada kare bir avlu vardır. Bu avlunun üç tarafından sütunlu revaklar bulunur. Revakların arkasında, kubbelerle örülmüş medrese hücreleri vardır. Bu kare mekanın, girişi batı bölümdedir. Girişin karşısında ise, mescit ve dershane binası bulunur. Günümüzde: Diyanet Eğitim Merkezi olarak kullanılmaktadır.
Tekke
Tekke ilk kurulduğunda “Kadiriye Tekkesi” olarak kurulmuştur. Daha sonra, 18’nci yüzyıl başlarında, “Bayramiye Himmetiyle” tarikatı tarafından kullanılmıştır. Yüzyılın sonunda ise “Halvetiye Sümbüliye” tarikatına ev sahipliği yapmıştır. 19’ncu yüzyıl itibarıyla tekrar “Kadiriye” tekkesi haline gelmiştir.
Bu tekke: yazılı kaynaklarda “Kadem-i Şerif Tekkesi” olarak geçmektedir. Çünkü: tekkede: bir zamanlar Üveys-el Karani’ye ait olduğu söylenen bir arakiye ve Hz Muhammed’in ayak izi muhafaza edilmektedir. Evet, tekke külliyenin batı kısmındadır. Kapı: Haseki caddesine cephelidir.
Bu kapıdan girildiğinde: türbe, sebil ve tekkeye ulaşılır. Tekke: arsanın güney ve doğu kesiminde, L biçimlidir. Tekkede: 10 adet derviş hücresi bulunmaktadır. Derviş hücreleri: medrese hücrelerine benzer. Ancak aradaki fark, penceresiz olmalarıdır. Bu hücrelerde ocak da bulunmaz. Büyük olasılıkla, bu yapı tarzı, tarikat yaşamında içe dönük yapımın göstergesidir.
Sıbyan Mektebi
Son onarımlarda yıkılmış olan mektebin kagir alt yapısı hala durmaktadır. Caddeden merdivenle çıkılan kısmı ayaktadır. Ama Sıbyan Mektebi kütlesi yok olmuştur.
Tevhidhane
Avlunun güney kısmında, bağımsız bir kütle olarak yapılmıştır. Girişi kuzeye bakar. Külliye giriş kapısı ve Tevhidhane kapısı karşılıklıdır.
Arasta
Kuzeyde bulunan hücrelerin altında, cadde kodundan yararlanılarak yapılan dükkanlar bulunur. Bu dükkanlar: beşik tonoz örtülü ve dikdörtgen planlıdır.
Sonuç
Külliye, 18’nci yüzyıldan günümüze kadar birçok onarım geçirmiş ve Sıbyan Mektebi dışındaki diğer yapılar sağlam olarak günümüze ulaşmıştır. Külliye yapıları: en son olarak: 1968-1973 yılları arasında Vakıflar İdaresi tarafından restore edilmiş ve günümüzde “Kadınlar Dayanışma ve Yardımlaşma Vakfı” olarak kullanılmaktadır. Belli dönemlerde, burada halka gıda yardımında bulunulmaktadır.
GEVHER SULTAN MEDRESESİ
Cerrahpaşa caddesi üstünde, Cerrahpaşa camisinin karşısındadır. Medrese: Sultan II. Selim’in kızı ve Kaptan-ı Derya Piyale Paşa’nın eşi Gevher Han Sultan tarafından, 1568 yılında inşa ettirilmiştir. Burada ilgi çekici bir husus var. Gevher Sultan, kocası öldükten sonra Cerrah Mehmet Paşa ile evlendirilmiştir.
Medresenin Cerrahpaşa camisinin karşısında bulunması, bununla açıklanabilir. Yapının güzel kapısı ve duvarları, yol boyunca uzanmaktadır. Yalın kapısındaki kemer biçimleri ilgi çeker. İçinde kubbeli 16 göz oda vardır. Kuzey yanda ise, yapının 12 göz pencereli duvarı bulunur.
Bu duvarın yüzünde, kubbelere bağlanan saçaklar, kirpi saçak türüdür. Kubbelerin yanlarında da şirin görünümlü bacalar bulunur. Yapı uzun süre harap durumda kaldıktan sonra, 1970’lı yıllarda “Tıp Tarihi Enstitüsüne” tahsis edilmiş ve günümüzde: bir yardım derneği tarafından kullanılmaktadır.
DAVUT PAŞA KÜLLİYESİ
Hekimoğlu Ali paşa caddesi, Cerrahpaşa Tıp Fakültesinin tam karşısındaki Davut Paşa Medresesi sokağındadır. Bölge: 1829 yılında, Sultan II. Mahmut döneminde, Yeniçeri ocaklarının yerine kurulan ve Avrupa’da kilere benzeyen kışlalarıyla modern ordunun eğitim yaptığı yerdir.
Günümüzde üniversite kampüsü olarak kullanılan alandaki tarihi kışla harabeleri: 1972 yılında eski eser olarak tescil edilmesine rağmen, 1985 yılında gıda toptancılarına tahsis edilmiştir. Davut Paşa: Sultan II. Beyazıt’ın emrinde: 1482-1497 yılları arasında Sadrazamlık yapmış ve 1485 yılında bu külliyeyi yaptırmıştır.
Külliye: cami, medrese, sıbyan mektebi, türbe, imaret ve hamamdan oluşmaktadır. Özellikle: gezgin dervişlerin gecelediği odalar çok etkileyicidir.
Cami
1485 yılında yapılmış cami, İstanbul’da Osmanlı dönemine ait, en eski anıtsal mimari örneğidir. Caminin mimarisi: Osmanlı mimarisinin Bursa ekolü düzeneğini içeren ters “T” modelidir. Zaten, camiye tepeden bakıldığında, ters duran bir “T” harfine benzetilir. Caminin kitabesi: Beyazıt caminin de yazılarını yazan, hattat Şeyh Hamdullah’a aittir.
Bu kitabede: mavi zemin üstüne, kahverengi palmetler ve yanlarda altın yaldızlı yazılar görülür. Girişten sonra, ana mekanı enlemesine genişleten, yan hücreler bulunur. Son cemaat yerinde 6 sütun vardır. Ortadaki 2 sütunun başlıkları: mukarnas ve diğer sütunların başlıkları ise baklava şeklindedir. Çünkü bu iki tür süsleme şekli: Osmanlı mimarisinde yüzyıllar boyunca kullanılan özelliklerdir.
Ön bahçede: kırık dökük sütun gövdeleri ve başlıkları görülür. Cami yapısında: en büyük özellik, güzel ve basık kubbedir. Yarım kubbe yoktur. Kubbenin pandifleri: olağanüstü güzelliktedir. Bunlar: derin oymalarla biçimlendirilmiş ve duvarların köşelerinde, aşağıya kadar indirilmiştir.
Sıbyan Mektebi
Külliyenin yapılarından olmasına rağmen günümüze ulaşmamıştır. Günümüzde görülen lisenin bulunduğu yerdeydi. Bu okul: Galatasaray Mektebinden sonra, İstanbul’daki en eski okul olarak önem kazanmıştı ve buradaki eğitim, 1485 yılında başlamıştı. Ancak mektep binası, 1894 yılındaki depremde hasar görür ve çatısı çöker.
Medrese
Kuzeydeki dar sokakta, külliyenin tamamen evlerle çevrelenmiş medresesi bulunur. Şehirdeki en eski medreselerden biridir. Avlusunda Bizans sütunları kullanılmıştır. Üç cephesinden her birinde: ocakları olan dershaneler görülür. Medresenin avlusu: Bizans sütunları ve sütün başlıkları ile süslüdür. Duvarlardaki freskler bakımsızlıktan solmuştur.
Türbe
Caminin avlusundaki türbe, sekizgen planlıdır ve kıble yönünde yapılmıştır. Klasik stil pencere düzenekleri, türbeye oldukça hoş bir görünüm kazandırmıştır. Giriş revağı: iki sütun üstündedir. Bahçedeki mezar taşları güzellikleriyle ilgi çeker.
HEKİMOĞLU ALİ PAŞA KÜLLİYESİ
Davutpaşa camisinin yaklaşık 200 metre ilerisinde, aynı isimle bilinen cadde ile Koca Mustafa Paşa caddesi arasındadır.
Ali Paşa: Nuh Efendinin oğludur. Nuh Efendi: Venedik asıllı İtalyan’dır ve Padova Üniversitesinde tıp öğrenimi aldıktan sonra, İslamiyet’i kabul edip İstanbul’da hekim olarak çalışmaya başlamış, Sultan II. Mustafa döneminin Saray Hekimbaşısıdır. Annesi Türk asıllı olup Safiye Hanımdır. Ali Paşa: Sultan I. Mahmut’un 15 yıl Sadrazamlığını yapmıştır.
Anadolu Beylerbeyi olarak Kütahya’da bulunduğu sırada 1758 yılında hastalıktan ölür. Ancak bir söylentiye göre ise, hizmetinde çalışanlar tarafından zehirlenmiştir. Külliye: Sultan I. Mahmut’un dördüncü saltanat yılına rastlayan, ilk sadrazamlığı zamanında, 1735 yılında mimar Çuhadar Kayserili Ömer Ağa ve Hacı Mustafa Ağa tarafından yaptırılmıştır.
Tüm yapı birimlerinde: barok stil özellikleri görülür. Klasik Osmanlı mimarisinin en son eseri olan külliye: sadece mimari yönüyle değil, güzel sanatlar tarihi bakımından da önemlidir. Külliyenin kapı üstlerindeki manzumeler, çoğu Nedim’in çağdaşı olan Vehbi, Şair Hıfzı, Şair Nevres, Refi, Mehmet, Şair Münif, Ragıp Mehmet Paşa ve Şeyhülislam İshak Efendi’ye aittir. Yazılar, büyük hattatlar tarafından yazılmıştır. Bunlar arasında Cihangirli Mustafa önde gelir.
Cami
Cami: sarnıçlı bir temel üzerine, yüksek bir platforma oturtulmuştur. Cami yapılmadan hemen önce, burada Abdal Yakup Tekkesi bulunduğu söylenmektedir. Ali Paşa: babası Hekimbaşı Nuh Efendinin kabrine yakın olduğu için, bu alanı uygun bulmuştur. Cerrahpaşa camisinin tam bir kopyasıdır. Ancak onun tersine, biraz zayıf ve kişiliksiz kalır.
Hatta: soluk çini kaplamalar bile, bu kişiliksizliği yumuşatamaz. Çiniler: Türk işidir ama eskisi gibi İznik değil, Tekfur Sarayındaki yeni çini atölyelerinde üretilmiştir. Bu çinilerin en büyük özelliği: sırların mavimtırak bir renk alması, sarının fazlaca kullanılmasıdır. Yapının geneli incelendiğinde: klasik ve barok üsluplar görülür. Üç avlu ve üç kapı vardır. Ana giriş kapısı: rokoko öğeler ve geleneksel oymalarla süslenmiştir.
Avlu girişinde, kapı üstünde, Ragıp Paşa tarafından yazılan Türkçe kitabede, caminin yapım tarihi olarak 1734 yılı yazılıdır. Mimar olarak ise Ömer Ağa isimleri geçer. Kubbe: altıgen planlı olacak şekilde, bir ayak sistemi üzerine oturmuştur. İç mekan: 18’nci yüzyıl Tekfur Sarayı çinileriyle döşenmiştir. Bu çiniler: tüm mekanın duvarlarını, pencerelerin üst hizasına kadar kaplar. Yan duvarlarda: 16 çini plaka üstüne “Kabe” manzarası resmedilmiştir.
İç mekan kemerleri: klasik ve sivri modellidir. Vaiz kürsüsünün ahşap işçiliği ve mermer minberdeki zarif oymalar gayet güzeldir. Mihrap bölümü: dışarıya çıkıntı yapar. Sol duvar üstünde: Hünkar Mahfili bulunur. Minare: caminin ince ve zarif minaresi, uzun servi ağaçları ve yaşlı çınarlarla kaplı bahçede, son derece çekici görünür.
Türbe
Hazirede bulunan türbe: 1745 yılı yapımıdır. Yapı: iki kubbelidir. Türbede: Hekimoğlu, karısı Muhsine ve oğlu yatıyor. İkinci kubbenin altında, bir zamanlar burada olduğu söylenen zaviyenin kurucusu Abdal Yakub ve Şeyh İbrahim yatmaktadır. Avlu cephesi ahşap sundurmalı olan türbenin kapı alınlığında, talik yazılı kitabe vardır. Avluda su terazisi ve bir kuyu bulunur.
Külliyenin kütüphane bölümü: avlunun köşesindedir. Vakfiyede kütüphanede kaç kitap vakfedildiği belirtilmemiştir. Ancak personel kadrosu incelendiğinde, kütüphanenin oldukça zengin bir koleksiyona sahip olduğu söylenebilir. Şeyh Mehmet Rıza Efendi, 1740 tarihinde zengin bir koleksiyonu, bu kütüphaneye bağışlamış ve kitapların bakımı için ek personel tayin edilmiştir.
Kitapların bulunduğu bölüm: merdivenle çıkılan bir kafes gibi yapılmış olup, bu yapı, daha önce görülmemiştir. Alt bölüm: tünel şeklinde, sivri kemerli bölümdür. Üst bölümde, 4 kemer üstünde yükselen dikdörtgen bir kubbe vardır. Kütüphane: Cumhuriyet döneminden önce Millet Kütüphanesine ve 1962 yılında ise Süleymaniye kütüphanesine nakledilmiştir. Ancak; kitaplar taşınmasına rağmen, saklandıkları, parmaklıklı, boyalı ahşap kafesler hala durmaktadır.
Duvarların üst kısımları: zarif çiçek desenli friz çerçeveler ve tonozu çiçek desenli madalyonlarla süslüdür. Kütüphaneye giden merdivenlerin tepesindeki sütunlu revakta: tüm külliye gayet güzel görülmektedir. Buranın yazıları da hattat Mustafa Efendi tarafından yazılmıştır. Yandan merdivenlerle çıkılan üst kat: günümüzde “Türk İslam Sanatı Kitaplığı” olarak kullanılmaktadır. Burada: 10 yıldan bu yana, İslam ve Türk sanatları, tatbiki olarak öğretiliyor.
Bunlar arasında: hat, tezhip, ebru, minyatür, katı, musiki ve Osmanlı Türkçesi dersleri bulunmaktadır. Kütüphanenin fevkani kitap dolapları, İslam-Türk sanatlarını havi yüzlerce ansiklopedi, atlas, albüm, fotoğraf, kitap, dia, CD ve el yazması eserleri muhafaza ediyor. Bunlar kursiyerlerin ve araştırmacıların hizmetine sunulmaktadır.
Sebil
Külliyede, girişte bir sebil vardır. Sebil: güzel barok sitili ve harika madeni şebekeleriyle dikkat çeker. Yani, metal işçiliği muhteşem güzeldir. Beş bronz parmaklığı vardır. Üst kısmında: uzun kitabe ve rokoko tarzı asma, çiçekler ve gül bezek oymaları bulunan zarif bir fresk vardır.
CERRAHPAŞA TIP FAKÜLTESİ-CERRAHPAŞA HASTANESİ
İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesinin Cerrahpaşa kısmında bulunan ilk binası: Belediye tarafından satın alınıp 80 yatakla, 1911 tarihinde hizmete açılan Taküyiddin Paşa Konağıdır.
Ahşap olan bu bina, zamanla ihtiyaca cevap vermeyince yıkılarak, yerine günümüzdeki idare binası ve 150 yataklı yeni klinik yaptırıldı ve 1912 yılında hizmete açıldı. Belediye, zamanla yaptığı istimlaklar ile hastaneyi genişletmeye devam etti. 1930 yılında İç Hastalıkları kliniği hizmete girdi. 1938 yılında Farmakoloji ve Tedavi Kliniği inşa edildi. 1967 yılında Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalı ile Çocuk Kliniğinin bulunduğu binalar tamamlandı.
14 Aralık 1930 tarihinde, Cerrahpaşa Hastanesini ziyaret eden Atatürk, şimdiki Dekanlık binasının balkonunda oturarak görüşünü “Bu hastane at nalı şeklinde sahile kadar uzanmalıdır” sözleriyle dile getirmişti. Atatürk’ün dediği gerçekleşmiş ve hastane sahile kadar inmiştir.
Evet, bu dev hastane külliyesi günümüzde bünyesinde birkaç eser barındırmaktadır. Şimdi bunları görelim;
Şah Sultan Cami
Cerrahpaşa hastanesinin sınırları, 1981 yılında genişletilince, bu cami, hastane bahçesi içinde kalmıştır. Cerrahpaşa hastanesi sınırları içindeki dört camiden biridir. Hakim bir tepeye inşa edilmiş olması nedeniyle, Marmara’ya karşı manzarası vardır. Cami: Yavuz Sultan Selim’in kızı, Sadrazam Lütfi Paşanın eşi Şah Sultan tarafından, 1528 yılında yaptırılmıştır. Kendi türbesi, Eyüp Cami civarındadır. Caminin bahçesinde 1983 yılında, sekiz musluklu bir mermer şadırvan yaptırılmıştır.
Caminin mihrabı alçı, minber ve kürsüsü ahşaptır. Minaresi caminin sağ tarafındadır. Doğu tarafında ise ağaçlıklı, loş ışıklı bir yerde hazire vardır. Burada bulunan çeşitli kabirler arasında Melami Şeyhlerinden Hüseyin La-Mekani’nin kabri bulunmaktadır. Uzun yıllar bakımsızlık nedeniyle harap durumda olan cami, 1953 yılında tamir ettirilmiştir. Ancak kubbeli olan yapı, bu tamir sonucu düz tavanlı ve çatılı hale getirilmiştir. Yalnızca temelleri kalmış olan son cemaat yeri de 2 katlı olarak yeniden yapılmıştır. Cami: 1981-1982 yılları arasında yeniden tamir görmüştür.
Çavuşzade Mustafa Cami
Bu güzel ve küçük cami, Mimar Sinan eseridir. Cami: minberini bağışlayan Çivicizade kızı Ümmü Gülsüm adıyla da anılmaktadır. Yapı: kagirden, düz çatılıdır ve yüksekçe bir zemin üstünde durmaktadır.
Ancak bu caminin orijinalinden günümüze sadece turuncu renkli ve çok şirin minaresinin bir kısmı kalmıştır. Diğer bölümler yenilenmiştir. Caminin yanında 1847 yılı yapımı Muhasip Beşir Ağa çeşmesi görülür. Diğer yanında ise, Bizans işi olduğu tahmin edilen bir duvar ve tuğla kemer kalıntısı vardır.
CERRAHPAŞA TIP TARİHİ MÜZESİ
Müze: Cerrahpaşa Tıp Fakültesi eski dekanlık binasındadır.
1933 yılında, Atatürk’ün gerçekleştirdiği Üniversite Reformu ile: Türkiye’de ilk defa İstanbul Üniversitesi bünyesinde Tıp Tarihi Enstitüsü kurulmuştur. Enstitü bünyesinde bir koleksiyon oluşturulması için, ilk defa tıpla ilgili dokümanlar ve malzemeler toplanmaya başlamıştır. Ardından, çeşitli kurumların katkılarıyla 28 Mayıs 1985 tarihinde Cerrahpaşa Tıp Tarihi Müzesi açılır. Müzede: Türk Tıp Tarihine ait çok zengin materyaller bulunmaktadır.
Koleksiyonun en eski eseri: MÖ 4’ncü yüzyıla tarihlenen toprakaltı buluntulardır. Bunlar arasında: yüzyıllar öncesinde Anadolulu hekimlerin kullanmış oldukları: 12 adet bronz spatül, bistüri, pens, küvet gibi antik tıp aletleri bulunmaktadır. Müzenin duvarları oyularak yerleştirilmiş olan vitrinlerde: geçen yüzyılın mikroskoplarından, enjektör aletlerine kadar bir yığın malzeme sergilenmektedir. Ayrıca: geçmişin önemli hekimlerine ait şahsi eşyalar, madalyalar, dişçi aletleri, reçeteler, kitaplar ve daha birçok değişik malzeme müzenin envanterinde kayıtlıdır.