18’nci yüzyıldan itibaren, semt Osmanlı bürokrasisinin, sadrazamlık mensuplarının, paşaların oturduğu bir bölge haline gelmiştir. 1870’lerden sonra ise Türk basını buraya yerleşmiştir. 1990’larda buradan birçok gazetenin taşınmasıyla eski etkisini kaybetse de tarihi dokusu ile şehrin çekim noktalarından biri olmayı sürdürmektedir.
Cağaloğlu’nun adı, Cenovalı Cicala ailesinden gelen ve sonrasında bir Osmanlı Amirali ve politikacısı olan Cigalazade Yusuf Sinan Paşa’dan gelmektedir. Yusuf Paşa’nın aile isminin Türkçeleştirilerek önce Cigaloğlu olduğu, daha sonra da zaman içinde Cağaloğlu’na dönüştüğü söylenir. 20’nci yüzyılın başlarında burası basın sektörünün merkeziydi, gazete binaları ve Bab-ı Ali bulunuyordu. Gazeteler “İkitelli” ve diğer yerlere taşınmış olsalar da bu bölgede günümüzde de çok sayıda matbaa ve kitapçı bulunuyor.
CAĞALOĞLU HAMAMI
İstanbul’un tarihi hamamları arasında en meşhur olanlardan biridir. Hamamın yakınındaki İran Konsolosluğu ve İstanbul Valilik binası, gayet güzel yapı olarak dikkat çekmektedir. Yerebatın Sarayının biraz ilerisindedir. Aralarında Alman İmparatoru Kayzer Wilhelm, İngiltere kralı Edward, Macar besteci Franz Liszt, İngiliz hemşire Florance Nightingale, Rus balet Rudolf Nureyev ve Mısırlı aktör Ömer Şerif’in de bulunduğu birçok ünlü, burayı ziyaret etmiştir. İstanbul’daki hamamların en güzeli olan Cağaloğlu, diğerleriyle kıyaslandığında fazla eski değildir. 1741 yılında Sultan Mahmut tarafından yaptırılmıştır.
Padişah bu hamamı, geliriyle birlikte Ayasofya’daki kitaplığın masraflarını karşılaması için yaptırmıştır. Odun ve su: kıtlığa neden oluyor diye büyük hamam yapımını yasaklayan kanundan kısa bir süre önce inşa edildiği için son büyük Osmanlı hamamı olarak tarihe geçmiştir. Hamamı yapanlar hakkında çok az şey biliniyor. Planların baş mimarı Süleyman Ağa tarafından çizildiği ve binanın Abdullah Ağa tarafından tamamlanmıştır. Hamam açılır açılmaz saraydan ve eşraftan önemli kişileri kendisine çekmiştir.
İstanbul’daki çifte hamamlardan biri olan Cağaloğlu’nda, kadınlar ve erkekler için ayrı bölümler vardır. Hamamın erkekler kısmının girişinde, hemen yukarıda, hat sanatının güzel örneklerinden biri hamamın kuruluşu ile ilgili bilgi verir. Barok tarzındaki yapı klasik hamam mimarisinden hemen ayırt edilir. Sıcaklıktaki sekiz mermer sütunlu kubbesi, ortadaki sekizgen göbektaşı ve kubbeli halvet hücreleri bu farklılığı ortaya koyar. Genelde, diğer hamamlarda erkekler kısmının daha güzel olmasına rağmen buranın kadınlar kısmı da gayet güzeldir. Her iki bölümde de barok üslup kullanılmış, daha sade tarzlarda inşa edilen hamamlardan ayrı bir güzelliğe sahiptir. Bu hamamı diğerlerinden farklı kılan özelliklerden birisi de; suyu ısıtmak için Ayvalık’tan getirilen zeytin çekirdeklerinin kullanılmasıdır.
İRAN KONSOLOSLUĞU
İran Konsolosluğu, İtalyan Domenica Stampa tarafından 1866 yılında yapılmış bir binadadır. Osmanlı devletinin Müslümanlara yapılan bir jesti sonucu, burası Sur içinde inşa edilen tek konsolosluk binasıdır.
İSTANBUL ERKEK LİSESİ
Konsolosluğun hemen yanında 1897 yılında Alexander Vallaury tarafından Düyun-u Umumiye için, I. Ulusal Mimari tarzında yapılan büyük binadadır. Osmanlı imparatorluğunun fiilen iflas ettiği ve yabancılar tarafından yönetildiği 1882 tarihinde kurulmuştur. 1923 yılında Türkiye Cumhuriyetinin kurulmasıyla binaya gerek kalmamıştır. Birçok şirket binaya talip olmuş fakat Atatürk burasının okula dönüştürülmesini ve genç Türklerin, tarihini öğrenerek burada yetiştirilmelerini istemiştir. 1964 yılından beri karma eğitim vermesine rağmen ismi hala İstanbul Erkek Lisesi olarak geçmektedir.
RÜSTEM PAŞA MEDRESESİ
Mimar Sinan’ın 1550 yılında yaptığı Rüstem Paşa Medresesi, özellikle ana kapısının ihtişamıyla dikkati çeker. Medrese dıştan dörtgen olmakla birlikte içeri girilince sekizgen avlusuyla dikkat çeker. Kenarlarda kullanılan banyo ve tuvaletlerle, duvarların doldurulması sekizgen yapıdan dışarıdaki dörtgen yapıya geçişi sağlar. İstanbul İlim ve Kültür Vakfı tarafından kullanılan medrese, restore görmüştür.
KIRMIZI KONAK
İstanbul Erkek Lisesinin devamında, modern Türk tarihinde önemli rol oynayan ahşap bir yapı bulunmaktadır. Burası, II. Meşrutiyet dönemli önemli rol oynayan “Kırmızı Konak”, İttihat ve Terakki Cemiyeti (Jön Türkler): Osmanlı imparatorluğunun Almanların yanında, I. Dünya Savaşına girmesi gerektiğine burada karar verilmiştir. Tarihimizin çok çarpıcı öykülerini odalarında barındıran konak Cumhuriyet Gazetesinin eski merkezidir. Ancak günümüzde harap durumdadır.
VALİ KONAĞI
Tepenin üstündedir. Topkapı Sarayında yaşayan padişahlara hizmet eden Sadrazamlar için yapılmış olan konak, Osmanlı Hükumetinin merkeziydi. O yüzden binanın girişi: “Bab-ı Ali” diye adlandırılan Gülhane Parkı tarafındaki kapıdır. Başkentin 1923 yılında Ankara’ya taşınmasıyla birlikte bina valilere ev sahipliği yapmaya başlamıştır.
Tahtakale ismi anıldığında çoğu kişi, buradaki “döviz fiyatlarının belirlendiği” borsayı hatırlamaktadır. Ancak: Tahtakale semtinin de, tarihi özellikleri vardır. Öncelikle, buranın isminden söz etmek istiyorum.
İlk anda her ne kadar bir tahtadan yapılmış kale akla gelse de, buranın isminin kaynağı: “Taht el Kale” kelimesinden gelmektedir ve anlamı: “Kalenin altı” dır. Yani, buralarda, eski bir Bizans burcu, kale gibi görülmüştür. Bu Bizans burcunun “Vasilin kulesi” olarak da isimlendirilmektedir. Bölgede bulunan hanlardan birinin: eski bir Bizans kulesi olabileceği düşünülüyor.
Rivayetlere göre: Osmanlı orduları şehre girdiklerinde, bu kulede bulunan ve Giritli gemicilerden oluşan askerler, bir süre daha direnmeyi sürdürmüşler ve Sultan, kahramanlıkları nedeniyle bu askerlerin canını bağışlamıştır.
Günümüzde, yokuş aşağı inerken görülen ve Tahtakale olarak isimlendirilen bu bölge de bu savunma yapılan kalenin anısına isimlendirilmiştir. Ancak, günümüzde bu çevre “Rüstempaşa Mahallesi” olarak resmen isimlendirilmiştir.
Tahtakale Hamamı
Rüstem Paşa camisinin yanındadır.
Şehrin en eski ve en geniş bu hamamı: 15 yüzyılda çevre esnafının yararlanması için yapılmıştır. Söylediğim gibi oldukça geniştir ve yaklaşık 5000 metre karelik alanı kaplar. Bu hamam: I. Dünya savaşından sonra satılmıştır. 1980’li yıllarda soğuk hava deposu olarak kullanılan hamam: 1988 yılında başlayan ve uzun yıllar sürdürülen restorasyon çalışmaları sonucunda tekrar faaliyete sokulmuştur.
Restorasyon çalışmalarında, yapıdan tonlarca moloz çıkarılmış ve geçmişin görkemli izleri, bu restorasyonla tamamen silinmiştir. Günümüzde, hamam kadın ve erkek bölümleri olarak iki bölüm halinde kullanılmaktadır.
Kuru Çeşme
Tahtakale hamamının karşısındaki sokakta bulunan bu çeşme: almaşık stilde ve dört yüzlüdür. Ancak günümüzde kuru değildir ve kullanılmaktadır.
Çelebioğlu Alaattin Cami
Buraya: Alaca mescit, Ketenciler mescidi ve Marpuçcular mescidi de denilmektedir. Çelebioğlu Alaattin: Fatih dönemi ulemalarından biridir. Hatta: Fatih Sultan Mehmet’e hocalık yaptığı söylenir. Camiye: Alaca mescit denmesinin sebebi: burada bir zamanlar, çifte hamam türünde bir yapı olan “Alaca hamamı” bulunuyormuş. Günümüzde görülen cami: orijinal değildir. Çünkü 1945 yılında tamamen yeniden yapılmıştır.
Kepenekçi Sinan Cami
Cami oldukça çukur bir yere yapılmıştır ve yapıya yaklaşıldığında, önce minaresi görülür. Bu yüzden, bir hayli gözden uzak kalmıştır. Kapısındaki kitabede, yapım tarihi olarak 1531 yılı yazılı olmasına rağmen, diğer bazı yazılı kaynaklarda yapım tarihi olarak 1546 yılı yazılmıştır. Kagir ve düz çatılı yapının minaresi tuğladandır.
Hoca Hamza Cami
Caminin duvarında, 1696 yılı yapımı ve “Develioğlu Çeşmesi” denen bir çeşme bulunmaktadır. Bu yüzden, camiye aynı zamanda “Develioğlu Camisi” de denir. Cami: 1561 yılında ölen Hoca Hamza tarafından yaptırılmıştır ve kendisi de caminin haziresinde gömülüdür. Caminin minberi: Lale devrinin ünlü sadrazamı Nevşehirli Damat İbrahim Paşa tarafından yaptırılmıştır.
Semt ismini: Rumca “Saray” anlamına gelen “Palation” kelimesinden almıştır. Çünkü yakınlarda “Blahernai Sarayı” bulunmaktadır. Fetihten hemen sonra, Bizans’ın Haliç kıyısındaki surlarında bulunan “Balat Kapı” da buradaymış ve Türkler tarafından buraya verilen “Balat Kapusu” isminin de bundan kaynaklandığı düşünülmektedir.
Ancak günümüzde bu kapıdan bir iz yoktur. Ancak kapı mevcut olmasa da yeri belirgindir. Çünkü: çevredeki sokakların tümü bu kapıya çıkacak şekilde düzenlenmiştir. Bu kapının: tarihi süreçte çok bilinen ama yeri kesin olarak bulunamayan: “Kynegos (Avcı) kapısı” veya “Prodomos (Vaftizci Yahya) kapısı” olabileceği de söylenmektedir.
Balat semtinin tarihi: gerek Bizans ve gerekse Osmanlı döneminde, şehirdeki başlıca Yahudi yerleşkesi olarak bilinir.
Çünkü: özellikle fetihten sonra, Osmanlı imparatorluğunun ilk dönemlerinde: tenha İstanbul nüfusunu arttırmak için her millet ve din mensuplarına, şehir açılmıştır. Çünkü: Osmanlı mantığına göre: gelen her gurubun kendine özgü bilgi ve becerilerinden yararlanılmak istenmiştir.
Balat bölgesinde ise: tarihi süreç içinde, yoğun olarak Yahudiler yerleşmiştir.
Yüzyıllardır dünyanın değişik yerlerinden İstanbul’a göç eden ve sürgün gelen Yahudiler: buraya yerleşerek kendi aralarında kaynaşmışlardır. Özellikle, fetihten sonra: Makedonya ve İspanya’dan göç eden Yahudiler bu semte yerleşmişlerdir.
Ama özellikle: iç Balat denen yere ve buradaki İstipol, Kasturiye, Ayistrati, Las Kazas de Perendeoğlu, Sigiri ve Dubek gibi mahalleleri yaratarak buralara yerleşmişlerdir.
Fatih Vakfiyesine göre: Balat’a ilk yerleştirilenler: Makedonya’nın Kastorio şehrinden gelen 100 kadar yoksul Yahudi ailesidir. Bu aileler: burada geldikleri semtin adını taşıyan “Kastorya Sinegogu” nu inşa edip çevresine yerleşmişlerdir.
Bunları takiben, 1492 yılında: Granada şehrinin düşmesiyle, İspanyol engizisyonu tarafından sürekli sıkıştırılan Yahudi cemaati İspanya’yı terk etmeye zorlanınca: dönemin Osmanlı sultanı ve sofuluğu ile bilinen Sultan II. Beyazıt tarafından, bunlar İstanbul’da davet edilmişler ve geldiklerinde Balat’a yerleştirilmişlerdir.
Bu yeni gelen Yahudiler: “Seferad” olarak isimlendirildi. Bu sözcük İbrani dilinde “İsyanyol” demektir. Bu İspanyol Yahudileri, geldikleri yerin “Kastilya” lehçesini konuşuyorlardı.
Ardından 1497 yılında Portekiz ve İtalya’dan ve 1599 yılında Rodos’tan gelen Yahudiler; yine buraya yerleşerek Balat semtinde Gerus, Neve Şalon, Messine ve Montias sinegoglarını kurmuşlardır.
Yani: bir anlamda, her topluluk, kendi geldikleri yörenin ismini taşıyan sinagog inşa edip onun çevresine yerleşmiştir. 17 yüzyılda, tarihçi Baudier’in yazdıklarına göre: İstanbul şehrinde 38 Musevi Sinegogu bulunuyordu.
Yahudiler sinegogların görev yapabilmeleri için bazı kurallar koymuşlardı. Örneğin: bir sinegogun on kişiden az cemaati olamazdı. Bu cemaatin, sinegogun bulunduğu yere, yürüme mesafesinde ikamet etmesi gerekiyordu. Balat’ta, neredeyse yan yana birçok sinagog bulunması da, çevrenin Yahudi yerleşiminin çekirdeğini oluşturduğunu kanıtlamaktadır.
1590 yılında, İstanbul şehrinde oldukça yüksek sayıda, yaklaşık 20 bin kadar Yahudi bulunduğu bilinmektedir.
1660 yılında, Eminönü civarını yok eden büyük yangın, burada Bahçekapı, Tahtakale ve Yemiş İskelesinde yerleşik Yahudilerin evlerini de kül eder. Sultan IV. Mehmet’in annesi Turhan Sultan: Yeni Cami Külliyesi ve Mısır çarşısını yaptırmak isteyince, Yahudiler Balat ve Hasköy taraflarına yerleştirilirler. Böylece: Sefahadlar, Aşkenazlar (Orta Avrupadan gelen Yahudiler) ve Roma’dan kalma Romanyotlar birbirlerine karışırlar.
17 yüzyıl sonlarında: bir Türk ile kavga eden Yahudi’nin Sultan Mehmet’e şikayet edilmesi üzerine: padişah köpürmüş ve cemaati cezalandırmak için Yahudilere “Çadır vergisi” adıyla yeni bir vergi yüklemiştir.
1853 yılında bu kere, Kırım Savaşı sonrasında bir gurup Yahudi buraya gelerek yerleşti.
İslam hukukuna göre: her dinsel topluluk bir millet olarak kabul edilirdi. Osmanlı devletindeki azınlıklar “Zımmi” yani “Devlet Himayesinde” kabul edilirdi. Bunlar: vergilerini öder, kendi mahkemelerini kurar ve iç işlerinde serbest kalırlardı. Her bölgenin kendi hahamı vardı ve aralarında toplanıp hahambaşını seçerlerdi. Hahambaşı: dini ve hukuki liderdi.
Ancak Yahudilerde hiçbir zaman Rumlarda olduğu gibi, Patrikhane sistemi ve hiyerarşisi yani merkeziyetçilik olmadı. Tüm bunlarla birlikte, Yahudilerin kendi geleneksel yaşamları içinde eğlencenin büyük yeri vardı.
Bunların yaptığı sirk gösterileri, Osmanlı eğlencelerinin vazgeçilmez unsuru olmuştu. Yahudi hokkabazlık gösterileri, İstanbul’un en heyecan verici seyirlerinden olmuştu. Ayrıca: şenliklerde kukla oynatırlardı.
Özellikle: “hareket eden ejderha” gösterileri çok beğenilirdi. Sultan II. Mahmut’un bir şenliğinde ve Sultan Abdülmecit’in sünnetinde de bu heyecanlı gösterileri yapmışlardır. Bunların yanında: İstanbul’daki ilk matbaa 1894 yılında Yahudiler tarafından kurulmuştur.
Tüm bunlara rağmen: semt, tarih boyunca sağlık yönünden tehlikeli bir yer olarak tanınmıştır. Özellikle 1942 yılında yürürlüğe giren “Varlık Vergisi” ve 1948 yılında İsrail Devletinin kurulmasıyla, Balat Yahudileri: 1950’lerde başlayarak kalabalık guruplar halinde İsrail’e göç ettiler. Bu göçe: ikinci askerlik hizmeti ve 6-7 Eylül olaylarının da etkili olduğu bilinmektedir.
Balat’dan göç eden Yahudiler, İsrail devletinin başkenti Tel Aviv şehrinin yanı başında yerleştikleri semtin ismi, buraya atfen “Batyam” olarak düzenlediler ve Türkiye dışında, yemekleri, müziği ve adetleriyle burayı bir Türk yerleşim yerine dönüştürmüşlerdir.
Şehri terk etmeyenler ise, Galata bölgesine göç etmişlerdir.
Yahudilerin Balat semtini terk etmelerindeki bir diğer etken de; tarihi süreç içinde: Balat, her zaman karanlık görünümlü, dar ve bakımsız bir çevre olarak tanınmasıdır. Çünkü: Fener’e göre burası daha yoksul bir semttir. Fener’de yerleşik Ermeniler, Osmanlı devlet yönetiminde etkin olduklarından zamanla zenginleşmiş, ancak Balat’ta oturan Yahudilerin böyle bir durumu söz konusu olmamıştır.
1923 yılında Yahudiler azınlık değil, tam vatandaşlık statüsü kazandılar.
Günümüzde ise: İstanbul’un ekonomik ve kültürel açıdan gelişmiş semtlerinden biridir. Bunda: mimari yapısı, kilise ve sinegogları, esnafı, hamamı ve çarşısı etkindir. Ara sokaklara girerseniz, tek tük Yahudi evi görebilirsiniz. Yine: ünlü geçen yüzyıldan kalma şarkılara konu olmuş “Agora Meyhanesi” buradadır.
Balat merkezinde iki sinagog vardır. Bunlar: Yanbol ve Ahrida (Ohrida) sinegoglarıdır.
YANBOL SİNEGOGU
Lapçacılar Sokağında, hareketli bir çarşı içindedir. Bulgaristan’dan gelen Yahudiler tarafından kurulmuştur. Giriş kapısında “5655” sayısı görülür. Bu sayı: Yahudi Takvimini belirlemektedir ve bunun karşılığı, normal takvime göre “1895” yılıdır.
Yani: Sinagog 1895 yılında yapılmıştır. Sinegogun apsisinde “Adalet kapısını aç bana” sözcüklerinin İbranicesi olan “Petah li şarei sedak” yazısı dikkati çeker. Ayrıca: yine yapıda bir takım Tevrat ruloları saklanmaktadır.
AHRİDA-OHRİDA SİNEGOGU
Kürkçü çeşme sokaktadır. Ahride sinegogu: 1427 yılında kurulmuştur. Ancak, sinagog binası, 18 yüzyılda Makedonya’nın Ohrid şehrinden gelen Yahudiler tarafından onarılarak kullanılmaya devam edilmiştir ve adını bunlardan almıştır.
1693 yılındaki yangında harap olan sinagog: 1694 yılındaki fermanla yeniden yaptırılmıştır. 1709, 1823 ve 1881 yıllarında onarım görmüştür. Sinagog: 500 kişilik kapasitesiyle şehrin en büyük sinegogudur.
Sinagog’un dua kürsüsü “Teva” bir gemi pruvasına benzer. Gemi pruvası, bir rivayete göre: İspanyol Yahudilerini Osmanlıya getiren kadırgalar ve bir başka rivayete göre ise Nuh’un gemisine benzetilmektedir. Sinegogun kutsal dolabında: Tevrat’ın “Tora kısmı” saklanmaktadır.
Dolap: Doğu yönüne yani Kudüs şehrine bakmaktadır. Buranın en özel tarafı: yani açık durması ve ayin yapılmasının sebebi: bazı Yahudilerin, aslında kendi dini kurallarına aykırı olmasına rağmen: başka yerlerden buraya geliyor olmalarıdır.
Çünkü daha önce sözünü ettiğim gibi: sinegogun açık durması için, cemaatin sinegoga yürüme mesafesinde yaşıyor olması gerekir.
Yine buraya ait bir özellik: 17 yüzyılın ünlü sahte mesihi diye bilinen Sebatay Zevi, bir dönem, burada cemaate hitap etmiştir. Sebatay Zevi: İzmir doğumludur. 1665 yılında Selanik şehrinde ortaya çıkmış, fikirleri ve söylemleriyle halkı etkileyerek Museviliği yaymaya çalışmış, yani Hz Musa’nın tahtına göz dikmiştir. Peşine büyük kitleleri takan Sebatay: zamanla Türklere karşı da bir ayaklanma hareketinin öncüsü olduğu zannıyla Osmanlı yönetimi tarafından aranmaya başlanmış, bir süre sonra yakalanmış ve hapsedilmiştir.
Bu kere, hapishanede İslamiyet’in etkisinde kalarak Kur-an okumaya başlamış ve Müslüman olmuştur. Ardından: İslam dinini savunmaya yönelik söylemleriyle dikkati çekmiş ve serbest kalmıştır. Ona inanan eski Yahudiler ise, aynı yolu izleyerek Müslüman olmuşlardır.
Bunların çoğu: İspanyolcayı bozuk Kastilya lehçesiyle konuşan Yahudilerdi. Bu olaydan sonra ilk kez “dönme” sözcüğü kullanılmaya başlanmıştır. Selanik’ten yayılan bu “dinden dönme” olaylarından sonra, oradaki Yahudiler de “Selanik dönmeleri” diye tanımlandılar.
Burada; 1877-1878 Osmanlı Rus savaşı sırasında, Osmanlının muzafferiyeti için, Sadrazam İbrahim Paşa ve cemaatin katıldığı bir dua töreni yapılmıştır.
Haliç kıyısındaki caddededir. Buradaki ilk yapı: 1858 yılında mimar Gabriel Tedeschi tarafından İpsilanti ailesinin ikametgahı olarak yapılmıştır. Ancak 1883 yılında burada sağlık hizmeti verilen “Or-Ahayim Derneği” kurulmuştur. Günümüzdeki görülen “Or-Hayim Hastanesi” ise: 1886-1898 yılları arasında yapılmıştır. Daha sonra hastane içine bir de sinagog eklenmiştir.
Yapı: kabartmalarla süslüdür. Dış görünümde: yüksek bir estetik düzenleme göze çarpar. Günümüzde hastane olarak kullanılan yapı: Türkiye’nin tek Yahudi hastanesidir. Hastane: I. Dünya savaşında yaralı askerlerin tedavisi için kullanılmıştır. Günümüzde ise bir vakıf tarafından yönetilmektedir.
FERRUH KETHÜDA CAMİİ-BALAT CAMİİ
Balat çarşısının içinde, Mahkemealtı caddesindedir. Osmanlı imparatorluğunun en şişman Sadrazamı olan Semiz Ali Paşanın kahyası (kethüdası) Ferruh Ağa tarafından, 1562 yılında mimar Sinan’a yaptırılmıştır. Bu durum, yani caminin yapım yılı: giriş kapısı üzerindeki Arapça uzun ve hoş kitabede belirtilmiştir.
Cami: tekke bölümü, mahkeme binası ve çeşmesiyle birlikte, küçük bir külliyenin çekirdeğini teşkil eder. Basit dikdörtgen planlı yapının, bir zamanlar büyük bir ihtimalle küçük bir kubbesi olan ahşap tavanı bulunuyordu.
Ama yakın geçmişte yani 1959 yılında yapılan restorasyonla, bunun yerine betonarme tavan yapılmıştır. Bu düz tavan: karelere bölünüp beyaza boyanmıştır. İç mekandaki çift kat pencereler, içeriye bolca gün ışığı girmesini sağlar.
Dışarıya doğru çıkıntılı mihrap duvarları: Tekfur sarayı dönemi çinileriyle süslenmiştir. Batı duvarı boyunca, tahta balkon uzanır. Caminin önündeki son cemaat yeri, derindir ve sekiz sütunla desteklenmiştir.
Restorasyonda burası da etkilenmiş ve yapıldığı dönemdeki etkileyiciliğini kaybetmiştir. Ayrıca, caminin giriş kısmı: camlı bir bölmeyle kapatılmıştır ki bu bölüm yapıyla uyum sağlamamaktadır. Arka duvarda: türünün son örneği olan bir güneş saati görülür.
Balat Mahkemesi: uzun süre, bu caminin avlusunda kurulmuştur. Camiyi yaptıran Ferruh Kethüda: caminin haziresinde gömülüdür.
Balat Camii yakınındadır. Kilisenin dışında kalan bina, bir zamanlar “Ermeni Okulu” olarak kullanılmıştır. 451 yılında: Khalkedon (Kadıköy) Konsülünde: İsa’nın tanrısal ve insani doğalarının aynı bedende birleştikleri kabul edilir.
Ancak, sadece ilahi doğanın varlığına inanan Ermeni Gregoryan Kilisesi: bu kararı kabul etmeyince aforoz edilir. Sonrasında: yüzyıllar boyunca Ortodoks ve Katolik kiliseleri, Ermenileri kendilerine bağlamak için yarışırlar.
901 yılına kadar: tüm Ermeni kiliseleri: Erivan Ecmiyadzin Patrikliğine bağlı kalır. Sonrasında ise, değişik yerlerde bağımsız Patrikhaneler kurulur. 1461 yılında: Fatih Sultan Mehmet: Bursa Ermeni Piskoposu Hovakim’i, İstanbul’a çağırır ve onu “Ermeni Patriği” ilan eder.
İstanbul Ermeni Patrikliği: başlangıçta diğer Patriklerden aşağı statüde olmasına rağmen, zamanla diğer bölgeler de Türkler tarafından ele geçirilince, önem kazanır. Ancak, hiçbir zaman, Ortodoks Patrikliğinin gücüne erişemez.
1628 yılında, Sultan IV. Murat döneminde: Karagümrük semtinde bulunan Surp Nikagos Kilisesi, Ermenilerden alınmış ve Kefeli Camiine çevrilmiştir. Karşılığında ise, Rumca adı “Ayios Eustrati” olan bu kilise: artan ihtiyaçları karşılamak için Ermenilere verilir. Ana mihrabın arkasındaki duvar kitabesine göre, aynı yıl yani 1628 yılında onarım görmüş ve Bursalı İsdeponos tarafından takdis edilmiştir.
İlk yapılan kilise, birkaç yangın sonucunda harap olmuş ve 1835 yılında günümüzde görülen kilise “Mikail ve Cebrail” yani “Baş meleklere” adanarak inşa edilmiştir. Kilisenin bodrum katında “ayazması” vardır. “Ayios Andonios” denen bu ayazma, kilisenin daha önce Ortodoks kilisesi olduğunu kanıtlamaktadır. Bodrum katında: ayrıca: Aziz Ardemios ve Azize Peprone’nin kemikleri saklanmaktadır.
Kilisenin içinde: ana mekandan, yandaki galeriye açılan bölümdeki bir ağır demir kapı ilgi çeker. Kapının bir tarafı “Latince” ve bir tarafı “Almanca” yazılıdır ve kabartmalarda “Ejderhayı öldüren St George ve tapınak hırsızlarını kovan Hz İsa” görülmektedir.
Söylentiye göre: Bu kapı: Sultan I. Mahmut döneminde; Topkapı sarayında yapılan bir kazıda bulunmuş ve “Babik” isimli ve Topkapı sarayında demircilik yapan bir Ermeni demircisi tarafından satın alınarak kilisede, bulunduğu yere takılmıştır. Bu kilisede, günümüzde, yılın belli günlerinde kurban olarak koyun ve horoz kesilir ve her dinden, yoksul insanlara dağıtılır.
BALAT İSKELE-YUSUF ŞÜCAATTİN CAMİİ
Balat kapı dışında, Karabaş Mahallesinde Vapur iskelesi sokağındadır. Bu yüzden: cami “Balat İskelesi” camisi olarak da bilinir. Kagir caminin ilk yapılışı: devrin ulemalarından Yusuf Şücaattin tarafından Fatih Sultan Mehmet döneminde yaptırılmıştır. Ancak 1892 yılındaki yangında yanarak harap olunca, yeniden yapılmış ve günümüze ulaşmıştır.
Deniz kenarındaki cami “fevkani” yani “yükseltilmiş” tir. Altında başka bir kat vardır. Camiye güney cephesinden girilir, sağ tarafta cami deposu ve sol tarafta ise, caminin hemen yanında, camiye bitişik 1828 yılı yapımı “Hafize Hatun Çeşmesi” bulunmaktadır.
TAHTAMİNARE CAMİİ
Vodina caddesi üzerindedir. 1458 yılında, Fatih Sultan Mehmet tarafından yaptırılmıştır. Cami, zamanla harap olunca, 1865 yılında; Tahtaminare Hamamcısı Sivaslı Halit Ağa tarafından tamir edilerek yenilenmiştir. 1957 yılına gelindiğinde, cami, cemaati tarafından onarıma tabi tutulmuştur. Cami: kare planlı, çatılı ve kagirdir. Son cemaat yerinin üstü, kadınlar mahfilidir.
Tavan içi ahşaptır. Mihrap: ayetli Kütahya çinileriyle döşenmiştir. Önceleri ahşap olan ve camiye ismini veren tek şerefeli minare: yenilenme döneminde betonla yapılmış, külahı ve alemi madendendir. Cami yanındaki çeşme: Kanuni Sultan Süleyman tarafından yaptırılmıştır. Mihrap duvarı önünde: Hüseyin Efendinin kabri bulunmaktadır.
BULGAR KİLİSESİ-SVETİ STEFAN-DEMİR KİLİSE
Haliç kıyısında: Fener’den Balat’a giderken sağ kolda, Mürsel Paşa Caddesiyle Balat Vapur İskelesi Caddesi arasındadır. Yapının yeşil renkli soğan kubbesi, denizden bakıldığında deniz ile arada kalan evler arasında hemen seçilir.
Bulgarca “Sveti” kelimesinin anlamı “Aziz” dir.
Kilisenin yapılış hikayesi şöyledir: O tarihlerde, İstanbul’da yaşayan Bulgarların sayısı fazladır. 1850 yılında milliyetçiliğin de etkisiyle, Bulgarlar dini ayinlerini Fener Rum Patrikliğine bağlı olarak ve Rumca yapmak istemediklerini söylerler.
Bağımsız ve milli, Bulgar Ortodoks kilisesi yapmak isterler. Çünkü başlangıçta Bulgar milliyetçiliği: Osmanlıdan çok Fener Patrikhanesine karşı oluşturulmuştur.
Ancak bu durum Osmanlının işine gelmez. Çünkü Fener Patrikhanesiyle karşılıklı anlaşma vardır. Ayrıca: Bulgar milliyetçiliğinin, zamanla Osmanlı otoritesine karşı yöneleceği de tahmin edilmektedir.
Bu yüzden, dönemin padişahı Bulgarların bir kilise yapmalarını istemez. Israr edildiğinde ise, işi zora sokmak için “Bir şartla izin veririm, kiliseyi bir ay içinde yapacaksınız, aksi halde izin vermem” der.
Evet, padişah tarafından verilen bu bir aylık yapım izninin ardından: Bulgarlar, kiliseyi demir döküm olarak yapmaya karar verirler. Çünkü: bu tarihlerde inşaatlarda kullanılan demir, dönemin yeni mimari modasıdır. Paris şehrindeki Eyfel kulesi, aynı dönemde yapılmıştır.
Yani: Padişahın öne sürdüğü şartı için en uygun çözüm, demir kullanılmasıdır. Bulgarlar hemen bir ihale açarlar ve bir Avusturya firması ihaleyi kazanır. Proje: İstanbullu bir Ermeni olan Hovşep Aznavur tarafından yapılır.
Ayrıca: Bulgarlar, bu kiliseyi yapmak için oldukça ilginç bir yer tercih ederler. Bu yer: Fener Patrikhanesinin sadece birkaç yüz metre yakınıdır.
İç ve dışı, yani tümü Viyana’da kurulu Wagner firmasının fabrikasında dökülen kilise: Viyana’da kurulur, denenir ve sonra mavnalarla: Tuna nehri ve Karadeniz yolu ile parça parça İstanbul şehrine ulaştırılmış ve burada monte edilmiştir.
Ancak: demir olduğu için ağır çeken kilisenin deniz kenarında kurulması öncesinde, temellerde ciddi mühendislik çalışmaları yapılır. Temeline 70’e yakın demir kazık çakılır.
Ayrıca: kilisenin nemden ve rüzgardan etkilenmesi, ciddi bakım ve onarım sorunları yaratır. Önce: taşıyıcı iskelet, çeşitli biçim ve boyutlardaki çelik profillerden oluşturulmuştur. Çünkü zeminin zayıf olması nedeniyle, betonarme yerine daha hafif olduğu için demir iskelet yöntemi tercih edilmiştir.
Ancak bununla yetinilmemiş, dış cephede bulunan elemanlar da demirden yapılmıştır. Bütün dış duvar kaplamaları, pencere doğramaları, kapı kanatları yani bütün yapı demirdendir.
İç mekana gelince: duvarlar, merdivenler, bütün kolonlar ve kolon başlıkları demirdendir. Ancak: daha görkemli bir görünüm için: girişte ve ana mekandaki duvarların ve kolonların üstleri: renkli mermer levhalarla kaplanmıştır. Yani: içerideki mermer görünümlü sütunlar da demirdendir.
Dünyanın ilk ve tek, dökme demirden yapılmış prefabrik kilisesidir. Mimari olarak: neogotik stil kullanılmıştır. Yeşilimsi, gri renkte boyanmıştır. Cephesi bezemelerle doludur. Yaklaşık 1.5 yıllık bir çalışmanın ardından: kilise 1898 yılında, bir aylık süreçte, günümüzde bulunduğu yere monte edilmiştir. Hemen girişte: kilisenin Viyana’da (R.Ph. Waagner, Vienne) yapıldığını belirten bir plaket görülür.
Kilisenin karşısında “Eksarhlık” binası vardır. Kilisenin bahçesindeki mezarlıkta bulunan heykeller: Bulgaristan’da Türk azınlığa baskı yapılan yıllarda, bilinmeyen kişiler tarafından kırılmıştır. Bu yüzden, bu heykeller kilise içine alınmıştır.
TUR-U SİNA MANASTIRI
Bulgar kilisesinin hizasındaki bu eski Ortodoks kilisesi, oldukça harap haldedir. Kilisenin önünde: küçük avludaki eğilmiş tahta çan kulesi ilgi çeker. Ama kiliseyi ana caddeden ayıran binalar daha da ilgi çekicidir. Bu kompleks yapılar: bir “Metohion” dur. Yani: Tur-ı Sina’daki “Aya Katerine Manastırı”nın, İstanbul şehrindeki bir koludur.
Metohion binası: İstanbul şehrindeki en eski konutlardan biridir ve yapılışı muhtemelen 17 yüzyıla uzanır. Ancak bu bina yakın zaman öncesine kadar çeşitli amaçlarla kullanılmış ve duvarlarındaki süsler yok olmuştur. Oysa, Miss Pardoe isimli yazarın İstanbul hakkındaki kitabında, bu evin bir odasının duvarlarındaki gravürler görülmektedir. Böylece buranın bir zamanlar ne kadar güzel bir yapı olduğu anlaşılmaktadır.
ESKİ GALATA KÖPRÜSÜ
Emektar Galata köprüsü: iki eski Yahudi semtini yani Balat ve Hasköy’ü birleştirmektedir. Yörenin insanları, iki kıyı arasında yürüyerek geçerler.