Fatih ilçesine bağlıdır. Topkapı’dan Suriçi’ne girildikten sonra, Millet Caddesi boyunca Fındıkzade’ye kadar inen soldan Çapa Tıp Fakültesinden Vatan Caddesine uzanan semttir.
Semtin ismi “Şehir Emini” den gelmektedir. Bu görevliler: merkezi hükümete ait bina ve yapılardan sorumluydular. Sonradan sarayın vekilharçlık işlerini de üstlendiler. Tanzimat döneminde alınan kararla kurulan Şehremaneti kurumu: 1831 yılında kaldırıldı.
Kırım ve Rumeli toprakları kaybedildiğinde, oralardan ve Karadeniz’den gelenler bu yörede iskan edildiler. O zamanlar çayırlık olan bölgede, tek katlı ve kerpiç evler inşa edildi. 1950’lerden sonra ise, buranın dokusu bozularak yüksek katlı binalar yapılmaya başlandı. Yani, bölgenin Bizans’tan kalan bağlık ve bahçelik mesire yeri vasfı, 1950’lerden sonra hızla değişti.
Daha sonra yapılan çalışmalarla: Şehremini meydanı açıldı. Meydanın hemen yanındaki Belediye Garajının bulunduğu yer de eskiden bostanlıktı.
VATAN CADDESİ
Cadde, çok eski dönemlerde tarihi yarımadanın tek akarsuyu olan Lykos deresi (Türkçe ismi Bayrampaşa) yatağı üstüne yapılmıştır. Bu derenin üstünde, o zamanlarda çeşitli köprüler bulunuyormuş.
DENİZ ABDAL MAHALLESİ
Deniz Abdal isimli kişi: Fatih Sultan Mehmet dönemi Anadolu velilerindendir. Fetih sırasında, orduya katılmış ve fethin ön saflarında savaşmıştır.
Deniz Abdal isimli şeyhin mezarı: mahalledeki Mimar İlyas Camisinin karşısındaymış. Bu caminin yanında, 1902 tarihli Uşşaki Tekkesi varmış. Çeşitli zamanlarda onarım gören cami ve tekke, 1956 yılında Millet caddesinin açılması nedeniyle, Deniz Abdal’ın mezarı ile birlikte ortadan kaybolmuştur. Cami: 1551 yılında Mimar İlyas Bey tarafından yapılmıştır. Mahallede bir de Deniz Abdal Çeşme Sokağında, Osmanlı döneminden kalma bir su terazisi görülür.
Koruk Mahmut Ağa Cami
Fatih Sultan Mehmet’in korucu başısıdır. Kendi adıyla anılan camiyi yaptırmıştır. İnşaatın ilk harcını Fatih Vakfı vermiştir.
Cami: Sultan II. Abdülhamit döneminde tamir edilmiştir. 1970 yılında ise, bu cami, semt sakinleri tarafından biraz daha büyütülerek betonarme olarak yeniden yapılmıştır. Son cemaat yeri sonradan ilave edildiğinden, sağ tarafta yer alan minarenin kalındığının yarısı, iki bina arasında kalmıştır. Şerefenin betondan korkuluğu demirden, külahı ise kurşun kaplıdır. Minare giriş kapısı, yeni binadan açılmıştır. Mihrabın sağ ve solunda altlı üstlü birer pencere vardır.
Abdest alma mahallerinin (Kitabesine göre 1672 yılı yapımıdır) üstüne yapılan bina, kız kuran kursu olarak kullanılmaktadır.
ÇAPA KIZ ÖĞRETMEN OKULU-DARÜLMUALLİMAT
Tanzimat ilanından sonra, öğretmen yetiştirmek için, Sultan Abdülmecit emriyle kurulmuştur. Darülmuallimat, 1870 yılında Maarif Nazırı Saffet Paşa tarafından açılmıştır. Bu tarihten itibaren, uzun yıllar kız iptidai ve rüştiyelerine muallim yetiştirmek için hizmet vermiştir. Bununla birlikte özellikle savaş zamanlarında az veya bazen hiç mezun vermediği yıllar da olmuştur. Bazı yıllarda müfredat değişikliklerine gidilse de genel itibarıyla verilen dersler aynı kalmıştır.
Bu şekilde Devlet-i Aliyye’de ilk defa muallime yetiştirmek üzere 1870 yılında bir de mektep kurulmuş ve 1924 yılında kapatılana kadar, bu mektepten mezun olan muallim kızlar: açılan iptidaiye ve rüştiyelerde eğitim vermişlerdir. 1869 yılı sonunda okulun açılış hazırlıklarına başlayan Maarif Nezareti, bina olarak Sultanahmet’te ahşap bir konak kiraladı. Biraz önce sözünü ettiğim mektep yani okul Ahmet Kemal Efendi tarafından öğretime açılmıştır.
İlk mezunlar, 1873 tarihinde verildi. Ancak okul, 93 Harbi ve bunun sonucunda Balkanlardan gelen göçmenler yüzünden iki yıl kapatıldı. 1881-1882 yılında okul yeniden açıldı.
Okul: 1890 yılında: İstanbul Darulmuallimin-i Aliye Okuluna dönüştürüldü. 1910-1911 ders yılında Fatih Çarşamba’daki Lelli Kız Sanayi Mektebinde ilk Dadülmuallimat açıldı. Ancak, Fatih’teki yangın nedeniyle, okul bir yıl sonra Çapa’daki Derviş Paşa Konağına taşındı. Böylece yatılı okul haline geldi.
Cumhuriyetin ilanından sonra, okul “Yüksek Muallim Mektebi” oldu. 1934 yılında ise İstanbul Yüksek Öğretmen Okuluna dönüştü. 1985 yılında yatılı öğretmen okulu yapıldı ve halen Çapa Anadolu Öğretmen Lisesi olarak hizmet vermektedir.
EREĞLİ MAHALLESİ
Konya-Ereğli bölgesinden gelenlerin iskan edildiği bir yer olduğu için, buraya Ereğli Mahallesi ismi verilmiştir. Günümüzde ise mahalle nüfusunun büyük bölümü Kırım Türklerinden oluşmaktadır. Sultan II. Mustafa’nın kızı Emine Sultanın bu yörede küçük bir sarayı varmış ve semtte ismini bu saraydan almış, uzun süre Saray Meydanı olarak anılmıştır.
Mustafa Çavuş Mescidi-Manastır Camii
Burada 13 yüzyıl yapımı bir Bizans kilisesi: Fatih Sultan Mehmet’in çavuşlarından Mustafa Çavuş tarafından camiye dönüştürülmüştür. Binanın eski ismi ve inşa tarihi bilinmemektedir. Ancak: Rus hacılar, Kudüs şehrine hacıya giderken İstanbul’a uğradıklarında, bu bölge olarak tarif edilen yerde Kira Marta Manastırını ziyaret ettiklerini belirtmişlerdir.
O kayıtlara dayanarak bu yapının, sözü edilen Kira Marta Kadınlar Manastırının bir parçası olduğu düşünülmektedir. Ancak, günümüze kalan bina gerçekten çok küçüktür, yani bunun bir manastır veya kiliseden ziyade, bir manastır veya kilisenin parçası olarak kaldığı düşünülmektedir.
Harap durumdaki manastırın küçük binasını, kendi adına mescide çevirmiştir. 18 yüzyılın ikinci yarısında, mescide tahtadan bir minare eklenmiştir. 1955 yılında Millet caddesi açılınca, cami cadde kenarına çıkar ve bu arada yanına İETT garajı yapılınca da garajın bir köşesinde kalır ve malzeme deposu olarak kullanılır. Daha sonrada garajda çalışanların ibadet yeri olarak düzenlenir.
Caddeden küçük bir avluya girilir. Avlunun solunda olan taş binanın önüne, alüminyum çerçevelerle bir odacık yapılmıştır. Burada hem abdest alma, hem de ayakkabılık imkanı yaratılmıştır. Buradan, yine sonradan eklenmiş küçük bir son cemaat yerine geçilir. Harim kapısından girildiğinde, iki yuvarlak sütun görülür. Bunlar: tonoz örtüsünü taşıyan sütunlardır.
Binanın uzunluğu 11 metre ve genişliği 6 metredir. Bina mescit olarak yapılmadığı için kıbleye dönük değildir. Kıble tarafındaki köşe doldurularak alçı bir mihrap yapılmıştır. Beton sıvalı mihrabın bir kısmı ahşapla kaplanmıştır. Duvarlar, yarım metre kadar lambri kaplanmıştır. Yapıda: Bizans ve Türk dönemlerine ait herhangi bir bezeme görülmez. Mescitte günümüzde minare yoktur.
Ereğli Cami-Şehremini Camii
Fatih Sultan Mehmet tarafından yaptırılmıştır. Ereğli cami denilmesinin sebebi, Ereğli bölgesinden gelen bir kişinin, bu caminin bakım ve onarımını üstlenmesidir. Çeşitli kereler tamir gören cami 1953 yılında yeniden yapılmış ve 1957 yılında Aksaray-Topkapı yolu yani Millet Caddesi yapılırken ortadan kaldırılmıştır. Cami avlusunda bulunan ve Şeyhülislam Ebusuud Efendinin yaptırdığı çeşme de kaybolmuştur.
Hacı Muhin Camii-İskenderağa Camii
Ereğli Mahallesinde, İskender Ağa Cami sokağındadır.
Eski yaya başılarından İskender Ağa tarafından 16 yüzyılda yaptırılmıştır. Vakfiye tarihi 1538 yılıdır. 17 yüzyıldaki yangında, cami yanmış ve 1963 yılında betonarme olarak yeniden yapılmıştır. Bu yeni yapıda: son cemaat mahalli ve kadınlar mahfili eklenmiş ve ibadete açılmıştır. Cami kubbesiz ve ahşap çatılıdır. Minaresi tek şerefeli ve betonarmedir. Caminin sağında bulunan minareye içeriden çıkılır. Mihrap alçı, kürsü ve minber ahşaptır. İskender Ağanın kabri, caminin haziresindedir.
Cafer Ağa Cami ve İnadiye Hamamı
İbrahim Çavuş Mahallesinde Ayık Fırın Sokaktadır.
Caminin ilk banisi: Fatih Sultan Mehmet dönemi ileri gelenlerinden Yaya başı Yusuf Fakih Efendidir. Zamanla harap olan camiyi, Yeniçeri ocağı ağalarından, Yaya Başı Cafer Ağa 1516 yılında yeniden yaptırmıştır. Böylece caminin ilk banisi unutulmuş ve Cafer Ağa camisi olarak anılmaya başlanmıştır. Minber: 1679 yılında Halil Ağa tarafından koydurulmuştur.
Halil Ağa: Macuncu Çarşısı yanındaki hamamda kiracı iken, buradan çıkarılmış ve inat etmiş, Cafer Ağa camisinin hemen yanında arazi alıp hamam yaptırmıştır. Bu yüzden bu hamam “İnadiye Hamamı” diye bilinir. Yine Halil Ağa: İnadiye Hamamını vakfedip, Cafer Ağa Mescidinin minberini yaptırmıştır. Caminin hemen karşısında “İnadiye Baba” türbesi vardır. Haziresinde 4-5 mezar bulunmaktadır.
Mescidin hemen karşısında, meşhur Şeyhülislam Zenbilli Ali Efendinin evi varmış ama günümüze ulaşmamıştır. Cami: 1970 yılında yıkılmış ve tamamen betonarme olarak yeniden yapılmıştır. Sağında olan minaresi, beton olup girişi son cemaat yerindendir. Mihrabı: çini, minber ve kürsüsü ahşaptır. İç duvar etekleri: kahverengi seramik kaplıdır. Caminin kapısı üstündeki tamir kitabesindeki tarih 1899 yılıdır. Caminin haziresi: mihrap önündedir. Burada birkaç kabir bulunur.
Çivicizade Kalburcu Mehmet Efendi Camii
Beyyezidağa Mahallesi, Kalburcu Mehmet Efendi Sokağındadır.
Caminin ilk banisi: Sultan III. Murat dönemi Şeyhülislamlarından Çivicizade Şeyh Mehmet Efendidir. Cami 1586 yılında Mimar Sinan tarafından yapılmıştır.
Kendisi 1587 yılında vefat emmiş ve Eyüp Sultan’da Boyacı Sokaktaki Hüsnü Paşa Türbesi yanına gömülmüştür. Caminin minberi, Osman Efendi tarafından konulmuştur.
Kısa bir süre sonra yıkılan caminin ikinci banisi: Kalburcu Mehmet Efendidir. Bu yüzden, cami “Kalburcu Mehmet Paşa Camisi” olarak da bilinir. Zamanla harap olarak ortadan kalkan mescitten günümüze: sadece kaidesi kesme taş ve gövdesi tuğladan olan yıkık bir minare ulaşmıştır.
Bu yüzden: cami üçüncü kere, 1990 yılında Kastamonulu Hacı Mehmet Ali Kaya tarafından betonarme olarak yeniden yaptırılmıştır. Üstü çatılı, son cemaat mahalli ve kadınlar mahfili düzenlenmiştir. Caminin mihrabı: çini, minber ve kürsüsü ise ahşaptır. Caminin hemen yanında: Çivicizade Kalburcu Mehmet adına bir bina bulunur.
Odabaşı Behruz Ağa Camii-Has Odabaşı Camii
İbrahim Çavuş mahallesindedir.
Banisi: Kanuni Sultan Süleyman dönemi Has odabaşısı (Genel Sekreteri) Behruz Ağa’dır. Caminin çevresindeki yerleşim de buna istinaden “Odabaşı” olarak isimlendirilir. Cami: 1562 yılında Mimar Sinan’a yaptırılmıştır. Cami: sıbyan mektebi ve hamamdan oluşan bir külliye olarak yaptırılmasına rağmen, hamam, günümüze ulaşmamıştır. Hamamın camiye yakın bir yerlerde inşa edildiği söylenmektedir. 1762 yılında caminin minaresi yıkılır.
1782 yılındaki Cibali yangınında ise yanarak harabeye döner. Bu şekilde uzun süre kalan cami, 1836 yılında Sultan II. Mahmut tarafından tamir ettirilerek yeniden ibadete açılır. Cami, avlusu ve sıbyan mektebi, taş duvarlarla kaplı olup çatısı ahşap olarak yapılmıştır. Geniş saçaklıklı çatı, kiremit örtülüdür. Tavanı ahşap çıtalarla karelere bölünmüştür. Dışarıdan ahşapla kaplanmıştır. Caminin içi, devrinin özelliklerini taşıyan, toz boyalı süslü çiçek motifleriyle, güzel ve mavi bir görünüm kazandırılmıştır.
Harimde duvarın tamamı çinilerle kaplanmıştır. Mihrap çimento sıvalı ve boyalı, minber ve kürsü ise ahşaptır. Minare caminin solundadır.
Cumhuriyetin ardından, 1948 yılında cami ve çevresi harap olmuş: cami bahçesinde sekiz tane ayrı parsel oluşturulmuş ve bunların üstüne küçük dükkan ve evler tapulandırılmış, hatta bir de ahır yaptırılmıştır. 1983 yılında ise bu işgaller kamulaştırılarak kaldırılmış ve cami ile sıbyan mektebi, aslına uygun olarak tekrar restore edilerek günümüzdeki görünüme kavuşturulmuştur.
Caminin banisi Behruz Ağanın kabri: işgal edilmiş olan parsellerden birinde yapılan kazı çalışmaları sonucu bulunmuş ve yeniden düzenlenmiştir. Ön avludadır.
Aydın Kethüda Cami-Yayla Camii
Yaylı Mescidi ve Kurşunlu Cami olarak da bilinmektedir. Çünkü bir zamanlar çatı örtüsü kurşunmuş. Caminin banisi: Sultan II. Beyazıt döneminin sadrazamlarından Davut Paşa’nın temsil görevlisi olan Kethüda Aydın Ağa’dır. İnşa tarihi kesin olarak bilinmemektedir.
Ancak 16 yüzyıl başlarında yapıldığı tahmin edilmektedir. Kubbesiz ve ahşap olarak yapılan mescitte: Çelebi Ulak lakabı ile tanınan Seyyid Mehmet Ağa tarafından minber koydurularak camiye çevrilmiştir.
Cami: 1965-1970 yılları arasında betonarme olarak yeniden yapılmıştır. Kapalı olan son cemaat yeri, sonradan ilave edilmiştir. Ahşap tavan yağlı beyaz boya ile boyanmıştır. Bütün duvarlar: yerden pencere altlarına kadar ahşap lambri ile kaplanmıştır. Minarenin şerefe korkuluğu demir çubuklarla yapılmış olup, külahı kurşun kaplıdır.
Bu caminin imamlarından Ramazan Efendi, 400 Mushaf-ı Şerif yazmasıyla ünlü olmuştur.
Selçuk Kız Meslek Lisesi
1922 yılında Derviş Paşa Konağı yanınca, aynı yere bugün okul olarak kullanılmakta olan bina inşa edildi ve 1879 yılında “Kız Sanayi Mektebi” olarak Aksaray Sinekli Bakkal Sokağında açılan okul buraya taşındı. Okul: zaman içinde nitelikli kadın istihdamı yaratılmasında etkili olmuştur.
Sırasıyla ilk açıldığında “Selçuk Hatun Sultanisi” binasından dolayı adı “Selçuk Hatun Kız Sanayi Mektebi” olmuştur. Daha sonra “Selçuk Kız Sanat Okulu”, “Selçuk Kız Sanat Enstitüsü”, “Selçuk Kız Meslek Lisesi” ve son olarak “Selçuk Kız Teknik ve Meslek Lisesi” olmuştur. Okulun isminin başındaki Selçuk kelimesi: Sultan II. Beyazıd’ın kızı ve Yavuz Sultan Selim’in kız kardeşi “Selçuk Hatun” un binasında ilk olarak eğitime başlanmasından gelmektedir.
İBRAHİM ÇAVUŞ MAHALLESİ
Mahalle adını İbrahim Çavuş camisinden almıştır. İbrahim Çavuş, 16 yüzyılda sipahi ocağındandır. Ferdi sokaktaki caminin inşa tarihi bilinmemektedir. Mimar Sinan eseri olan cami: zaman içinde bakımsızlıktan yıkılmıştır ve haziresindeki İbrahim Çavuş’un mezarı kaybolmuştur. Arsasına ise gecekondular yapılmıştır.
MİMAR ACEM CAMİİ
Melek Hatun Mahallesindedir. Cami: 1523 yılında Acem Ali denen kişi tarafından inşa ettirilmiştir. Kırma çatılı yapının minaresi sağ bölümde ve yapıya bitişiktir. Saraymeydanı kapısından girilince sağda tuvalet ve şadırvan bulunur. Mihrap duvarıyla dış duvar arasında hazire bulunur.
1524 yılına tarihlenen haziresinde, güzel mezar taşları görülür. Hazirenin ortasında, Sultan II. Mustafa’nın kızı Emine Sultanın açık türbesi bulunur. Acem Ali, lahiti daha güneydedir. Burada ilginç bir durumdan söz etmek istiyorum. Şadırvanın sütunlarının alt ve üst bitimlerinde: kum saati bulunduğu söylenir.
Örümceksiz cami olarak da bilinir. Çünkü caminin hemen karşısında, kubbeli ve son derece yalın bir yapı olan “Örümceksiz Dede” türbesi vardır. Türbenin sivri kemerleri, kafesli tek pencere bulunan yüzleri çok yalın ve taş örgülüdür. Bir kısım söylentiye göre, burada “Esir Ali” yatmaktadır. Esir Ali Camisi de denen bu eseri: geniş bir onarıma tabi tutan kişi, Sultan V Mehmet Reşat’dır.
VAKIF GUREBA HASTANESİ
Vatan caddesinin kıyısındadır. Günümüzde kapladığı alan, Anadolu’da orta boy bir kasabanın kapladığı alan kadardır.
Vakıf olarak yapılan hastane: Sultan Abdülmecit’in hayır yapmayı çok seven annesi Bezm-i Alem Valide Sultan tarafından yaptırılmıştır. 1843 yılında İstanbul’da çok sayıda ölüme sebep olan çiçek hastalığı sonucu, sağlık kurumlarının yetersiz kaldığını gören Sultan I. Abdülmecit’in annesi Bezm-i Alem Valide Sultan bir hastane yaptırmak ister.
Mekan olarak: Çapa ile Vatan Caddesi arasında bulunan, o zamanki adıyla Yeni bahçe çayırı seçilir. Hastane yapılır ve 1845 yılında hizmete açılır. Hastane: yapıldıktan 2 yıl sonra: “Bezm-i Alem Gureba-ı Müslümin Hastanesi” olarak isimlendirilerek: elden ayaktan düşmüş, fakir ve kimsesiz Müslümanlara tahsis edildi. Her türlü muayene ve tedavi ücretsiz yapılıyordu. Çünkü Bezm-i Alem Valide Sultan: hastaneyi ve vakfı kurarken, ücretsiz muayene ve tedavi şartı koymuştu.
Hastane, ilk kuruluşunda 12 koğuş ve 210 yataklıydı. İlk başhekimi Kaymakam Ahmet Beydi. Veba ve buna benzer bulaşıcı hastalıklar koğuşu, diğerlerinden ayrılmıştı. Hastane 1894 yılındaki depremde büyük zarar gördü. Hastalar Ok meydanında yaptırılan yeni hastaneye taşındılar.
Tamirat 1 yılda bitirildi ve ardından 1920 yılına kadar birçok tamirat daha yapıldı ve yeni ilave servis hizmet birimleri açılarak, tam teşekküllü hizmet verecek duruma getirildi. Hastanenin günümüzde kullanılan 400 yataklı hastane binası, 1991 yılında bitirilerek hizmete alınmıştır. Eski bina ise tamire alınmıştır.
ÇAPA TIP FAKÜLTESİ HASTANESİ
Çapa semti: 20 yüzyıl ortalarına kadar Şehremini olarak anılırdı. Ancak zamanla meydana gelen gelişmeler, bölgenin adının değişmesine sebep oldu.
1933 yılında Atatürk’ün direktifleriyle yapılan Üniversite reformu sonucunda: İstanbul Tıp Fakültesi: şehirdeki çeşitli hastanelere ve bu arada Çapa ve Vakıf Gureba Hastanelerine dağıtılmıştır. 1974 yılında Beyazıt’taki kliniksiz kürsülerin Çapa’ya nakledilmesiyle İstanbul Tıp Fakültesi bir bütün haline gelmiştir.
Vakıf Gureba Hastanesinin Kadın-Doğum ve Çocuk klinikleri açıldıktan sonra, Haseki’deki İstanbul Tıp Fakültesinin 2 Kadın-Doğum kliniği buraya taşındı. Böylece Şehremini’nin bir bölümü, Kadın Doğum konusunda bir merkeze dönüştü.
Gelelim “Çapa” isminin kaynağına: Vakıf Gureba: fakirler için bir çekim merkezi olunca, burası çok sayıda bebeğin dünyaya geldiği ve göbeğinin kesildiği bir yer oldu. O zamanlar, bu bölge ve yakın çevrede çok sayıda Rum yaşadığı için, onların bebekleri de bu doğum merkezinde dünyaya geliyordu. Göbek bağının Rumca karşılığı “Çıpa” olduğundan bu yeni doğum merkezine, Rumlar “Çıpa” demeye ve yerli halk ise bunu değiştirerek “Çapa” demeye başladı.
Ardından: fakülte, hastane ve semtin adı “Çapa” oldu. Yalnız yöreye Çapa isminin verilmesiyle ilgili birkaç varsayım daha bulunmaktadır. Bunlardan birine göre, burada çapa imal eden büyük bir işyeri bulunmasıdır. Diğer bir söylenti: Çapa isminin Latincede havalandırma ızgaralarıyla ilgili bir demir araç olan “Zappa” dan bozulmuş olarak günümüze “Çapa” olarak ulaştığıdır.
Kocamustafapaşa semti, ismini: 1489 yılında Bizans döneminden kalma Ayios Andreas Manastırını camiye çeviren ve 1512 yılında idam edilen Sadrazam Koca Mustafa Paşa’dan almıştır. Bizans döneminde önemli bir dini merkez olan semt: Osmanlı döneminde de Halvetiye şeyhi Sümbül Efendi tekkesinin burada olması nedeniyle önemini devam ettirmiştir.
Samatya
Antik dönemde, Samatya, suçlular ve idam mahkumlarının gömüldüğü bir mezarlık bölgesi olarak biliniyor.
Bizans döneminde bu bölgenin ismi “Psamathion” yani “kumluk” olarak geçmektedir. Geçmişte semtte bol bulunan kumlu topraklar ve yine buradan kum çıkarılması nedeniyle bu ismin verildiği düşünülmektedir. Bu kelime, zaman içinde değişerek günümüze “Samatya” olarak gelmiştir. Yani, burası Bizans zamanından günümüze ulaşan ender semtlerden biridir.
Efsaneye göre: antik Bizantion şehrinin kurucusu Megaralı Byzas, körlerin şehri (Kadıköy) karşısına, kendi şehrini kurmak için buraya geldiğinde, Samatya’da bir köy vardır. Bizans döneminde, Konstantinopolis şehri batıya doğru büyürken, Psamatia, surların içinde kalmıştı ama yine nüfusu seyrek bir bölgeydi. Sadece bazı kiliseler ve manastırlar vardı. Bunlardan: Studios Manastırı, bölgenin en önemli dini merkeziydi.
5’nci yüzyılda
Samatya’da bir mezarlık olduğu biliniyor. Çeşitli kaynaklara göre: Bizans’ın ilk dönemlerinde, bölgede özellikle suçluların ve idam edilenlerin gömüldüğü bir mezarlık bulunmaktadır. Suçlular mezarlığı nedeniyle, bölgeye “yargılama, mahkeme” anlamına gelen “Krisis” adı verilmiştir.
Evet, burada Büyük Konstantin tarafından inşa edilmiş, Bizans’ın en büyük limanları olan Elefterios ve Teodosios bulunuyordu. Lykos (Bayram Paşa) deresinin getirdiği toprakla dolunca, Vlanga (Langa) adını alan bu bölgede: marul ve hıyar yetiştirilen bostanlar kuruldu. Bu bostanlar, 40-50 yıl öncesine kadar, İstanbul’un taze sebze ve salatalık ihtiyacını karşılıyordu. Yani, bölgenin liman özellikleri kaybolmuştu.
Gelelim Osmanlı dönemine
Fetihten sonra, Samatya uzun süre Hıristiyan kimliğini korumuştur. Ama: Studion Manastırından geriye kalan Ioannes Prodromos kilisesi, İmrahor İlyas Bey camisine çevrilmiştir. Bu cami, 1894 depreminde yıkıldıktan sonra bir daha onarılmadı. İstanbul’daki en eski kilise kalıntısı olarak ilgi çekmektedir.
Fetihten sonra, sur içindeki İstanbul iskan edilirken: bu bölgede de camiler, mescitler yapıldı ve çevresinde yeni mahalleler oluşmaya başladı. Böylece Hıristiyan ve Müslüman nüfus dengelendi.
Marmara denizine doğru inen eğimli tepelerin alt kısımlarında yani Samatya da daha çok Hıristiyanlar yaşarken, 17’nci yüzyıldan itibaren Kocamustafapaşa olarak anılan üst kısımlarda da çok sayıda Müslüman yaşıyordu.
Yine fetihten sonra: harap olan şehri onartmak için Fatih: Anadolu’nun çeşitli yerlerinden Ermeni ustaları, sanatkar ve işçileri İstanbul’a getirtti. Bu Ermeniler, önce Samatya da Ghastria Manastırı önündeki ormanlık arazide, çadırlarda kalmışlar, ancak daha sonraları kilisenin çevresinde yapılan evlere geçmişlerdir.
1461 yılında Bursa Episkoposu Hovagim’i İstanbul’a çağırdı ve ona Patrik unvanını verdi. Samatya da, Rumlara ait olan ve Perivleptos adıyla anılan Teotokos (Panayia) kilisesini Ermenilerin kullanımına verdi. Burası, Ermenilerin şehirdeki ilk Patriklik makamı oldu.
Cumhuriyet döneminde bile, Yozgatlı ve Kayserili Ermeniler buraya gelip yerleştiler. Semt, Kapalıçarşı esnafının, kuyumcunun, terzinin, bakkalın, nalburun yuvası oldu. Böylece, Ermeni cemaatin de Samatya da yerleştiği biliniyor. Zaman içinde: Türkler de semtin bazı sokaklarına yerleşirler.
Ancak zamanla, denize ulaşan derenin çekilip kurumasıyla, bu bölge bataklık olmuş ve denizden uzaklaşmıştır. Yani bir zamanlar deniz kıyısında olan Samatya, günümüzde daha içeri çekilmiştir.
Sahile paralel uzanan cadde boyunca ve surlara yakın sokaklarda Rumlardan kalma: taverna benzeri yemekli ve içkili eğlence mekanları, zaman içinde burayı İstanbul’un en gözde eğlence mekanı olarak geliştirmiştir.
Ancak 1940’lı yılların başında, Rumların burayı terk etmeleriyle birlikte, bu gözde mekanlar popülerliğini kaybetmiştir.
Günümüzde
Bu bölgenin resmi ismi “Kocamustafapaşa” semtidir. Ama insanların çoğunluğu, buraya “Samatya” demektedirler. Çünkü Cumhuriyet sonrasında, Bizans kökenli semt isimleri değiştirilmiştir.
Kiliseler semti olarak tanınır. Çünkü: Samatya’nın merkezindeki meydanın hemen arkasındaki sokaklarda ise, kapalı bulundurulan Rum Ortodoks kiliseleri “Hristos Analipsis” ve “Ayios Mikolaos” bulunur. Gençosman İlköğretim okulu ilerisinde ise, İtalyan kilisesi görülür. Kilise, günümüzde Süryaniler tarafından kullanılmaktadır. Çan kulesi değişik tarzdadır.
Samatya denilince, burada yıllarca üretim yapmış köklü ailelerden olan Zildjian (Zilciyan) ailesinden de söz etmek gerekir. Ailenin kökleri, Osmanlı’ya kadar dayanmaktadır. 1681 yılında Sultan I. Mustafa, Saray bandosuna zil yapması için Avedis Bey’e görev verir.
Sultan I. Mustafa yapılan zillerin seslerine hayran kalır. Böylece Avedis Bey, Zilciyan soy adını alır. Yaptıkları zillerde kullanılan malzemenin miktarını, bir sır gibi aile içinde kuşaktan kuşağa aktarırlar ve saklarlar.
400 yıldır faaliyet gösteren Zilciyan zillerinin kullanıcıları arasında: The Beatles, Pink Floyd, Deep Purple, Rolling Stones gibi ünlü isimler vardır.
SURP KEVORK KİLİSESİ-SULU MANASTIR
Abdi Çelebi camisinin karşı köşesinde, Marmara caddesi üstünde okulla bitişiktir. Kilisenin ismindeki “Kevork” ise bilinen “Yorgo” yani “Yorgi” isminin Ermenilerdeki adıdır.
Kilisenin geçmişi: İmparator Büyük Konstantin’in annesi Azize Helena’ya kadar gider. Azize Helena: oğlu üzerindeki nüfusu sayesinde, hem Konstantin’in Hıristiyanlar üstündeki baskısını kaldırmasını sağlamış ve hem de oğlunun Hıristiyanlığı kabul etmesinde rol oynamıştır. Azize Helena: Kudüs’e kadar gitmiş, aralarında Hz. İsa’nın gerildiği çarmıhın da bulunduğu bazı kutsal kalıntılara ulaşmış ve bunları İstanbul’a getirmiştir.
Azize Helena: Kudüs dönüşü, İstanbul’a Samatya kapısından girer. Kudüs’de kutsal haçın gömülü bulunduğu toprakta yetişmiş çiçekleri: kastria denilen saksılar içinde Peribleptos manastırının arazisine diker. Bu yüzden, buradaki manastır “Kastria” manastırı diye de bilinir.
Buradaki ilk kiliseyi yaptıran III. Romanos’un kısa ve ilginç hayat hikayesiyle başlamak istiyorum. Makedonya hanedanının son imparatoru olan VIII. Konstantin: geride bir erkek çocuk yani veliaht bırakmadan ölmeden kısa süre önce, güvendiği komutanlarından 50 yaşını geçmiş Romanos Argos: kendi kızı: gayet bakımlı ve güzel olan Zoe ile evlendirmiş ve böylece komutan Romanos’da İmparatorluğa kadar yükselmiştir.
Ancak: İmparator Romanos: tahta geçtikten kısa süre sonra, karısı Zoe’yi aldatmaya başlar. Zoe ise, Saray hareminde görevli olan Hadım İoannes’in kardeşi Mikail ile yakınlaşır ve sonuçta, bu üçlü, birlikte düzenledikleri bir komplo sonucunda İmparator III. Romanos’u öldürerek ortadan kaldırırlar. Romanos, Saray hamamındaki havuza girdiğinde, Zoe tarafından elde edilmiş olan hizmetkarları, kendisini suya batırarak boğarlar.
Ertesi günü, Zoe’nin aşığı IV. Mikail olarak tahta çıkarken, İmparatorun cenazesi de kendi inşa ettirdiği Peribleptos Manastırına gömülür. Yani sonuç olarak: İmparator III. Romanos, manastır için harcadığı bunca para ve emeğe karşılık, sadece defnedildiği küçük bir yeri kendisine yaratmıştır.
Evet: İmparator Romanos, burada ilk kiliseyi yaptıran kişi olduğu için, hayat hikayesinden kısaca söz etmekte yarar var.
Bu arazide, ilk kilise 1031 yılında İmparator III. Romanos tarafından “Thetokos Perivleptos” yani “Her şeyi gören Meryem” adına: burada daha önce de bulunan eski dini yapıların yanına bir manastır yaptırılır.
Bu yapının, Ayasofya’dan sonra en büyük ve en güzel mabet olduğu söylenir. Çünkü: İmparator III. Romanos: Hz İbrahim tarafından yapılan Kudüs şehrindeki büyük mabet ve Justinyanus’un yaptırdığı Ayasofya’yı geçmek istemiştir.
Hatta, söylenenlere göre, imparator, inşaat alanının önünde bir çadır kurdurmuş ve tahtını da buraya taşıtmıştır. Çünkü: özel yaşamında dindar olmasa da toplum önünde dindar bir idareci profili yaratmaya çalışmıştır.
Manastıra 1034 yılında yukarıda belirttiğim gibi İmparator III. Romanos ve 1081 yılında İmparator III. Nikephoros gömülür.
İmparator Nikephoros’un da ilginç bir geçmişi vardır. İmparator III. Nikephoros: Komnenos ailesine mensup I. Aleksios tarafından tahtı terk etmeye zorlanınca, kendini bu manastıra kapatır, keşiş elbisesi giyer ve ömrünün geri kalan kısmını bir keşiş olarak geçirdikten sonra, öldüğünde buraya gömülmüştür. Keşişlik günlerinde hatırını soran bir yakınına “Sadece etten yoksun kalmak canımı sıkıyor, ötesini pek umursamıyorum” şeklinde ilginç bir cevap vermiştir.
Bu kilise, Konstantinopolis şehrinin en önemli Ortodoks kiliselerinden birisidir. Ancak 1204 yılındaki Haçlı-Latin işgali sırasında bu manastır yağmalanır ve harabeye döner.
Ardından son İznik İmparatoru VIII. Michael Palaeologos tarafından onarılır ve yeniden ibadete açılır.
1402 yılında, yıldırım düşmesi sonucu manastır tahrip olur ve ardından onarılarak inziva yerine dönüştürülür. İmparator III. Manuel buraya sığınıp inzivaya çekilmiştir.
1458 yılında ise, yani fetihten sonra: Manastır bölgeye yerleşen Ermenilere verilir.
1660 yılındaki yangın, kilisenin yarısını harap eder. 1772 yılında, Kudus Ermeni Patriği Kirkor ve İstanbul Patriği Hovhannes Golod zamanında, hassa mimarı Melidon Kalfa Araboğlu tarafından, yeniden inşa edilir.
1782 yılında yine yangın ve kilise yine yanar. Bu yangının en büyük hasarı: Bizans İmparatoru Mihael Paleologos zamanından kalma mozaiklerin de yok olmasıdır. (Kanuni’nin bu mozaikleri çok beğendiğini daha önce anlatmıştım)
1804 yılında Baybartlu Patrik Hovhannes XI döneminde restore edilir. 1832 yılında mimar Hagop Amira Güllabyan ve mimar Minas Kalfa tarafından yine restorasyon yapılır. 1866 yılındaki yangında kilise ve bitişiğindeki Nunyan okulu tamamen yanarak kül olur.
1885 yılında Mikayel ve Hovhannes Hagopyan kardeşlerin maddi desteği ve Bedros Nemtze’in mimarlığı ile, kilise bu kez günümüzde görüldüğü şekilde kagir olarak yeniden yapılır.
Kilisenin Rumlardan alınıp Ermenilere verilmesiyle ilgili çeşitli söylentiler bulunmaktadır.
Birinci söylenti
Geçmişte bu kilise Ortodokslarda yani Rumlarda iken, İstanbul’un fethi sonrasında, Fatih Sultan Mehmet ve selefleri tarafından Karaman, Bursa ve Nahcivan’dan getirilen Ermeniler Samatya’ya yerleştikten sonra, burada bulunan Bizans kiliselerinden Meryem Ana’ya ithaf edilmiş “Panayia Perivleptos” kilisesi: Ortodokslardan alınıp Ermenilere verilmiştir.
Böylece: Galata’daki “Kirkor Lusaroviç” kilisesinden sonra, burası, Ermeni cemaatinin İstanbul’daki en eski ikinci kilisesi olarak tarihe geçmiştir. Bu kilise: aynı zamanda 1641 yılında Samatya’dan Kumkapı’ya taşınan Ermeni Patrikhanesinin de ilk kilisesidir.
İkinci söylenti
Sultan Deli İbrahim, bir zamanlar “çok şişman kadın isterim” diye tutturduğunda, götürülen kadınlar arasında en çok 130 kiloluk bir Ermeni cariyeye vurulur ve kadına “şekerpare” ismini verir. İşte bu kadının çabalarıyla, burada bulunan kilise, Rumlardan alınıp Ermenilere verilir. Çünkü: fetihten sonra Bursa ve çevresinden İstanbul’a gelen Ermenilerin çoğunluğu, Samatya bölgesine yerleşmiştir. Yani, sonuç olarak bu manastırın, 1643 yılı öncesinde Rumlara ait olduğu sanılıyor.
Üçüncü söylenti
Bir Ermeni seyyah olan Polonyalı Simeon: 1608 yılında İstanbul’u ziyaret ettiğinde: bu kilisenin Ermenilerde olduğunu ve Ermeni Patrikhanesinin katedral kilisesi olarak kullanıldığını yazar.
Dördüncü söylenti
1630 yılında İstanbul’a gelen seyyah Stockhove: seyahatnamesinde “Kanuni Sultan Süleyman’ın, Surp Kevork kilisesine duyduğu ilgi ve sevgiden söz eder. “Şehirde, Ermenilere ait duvarlarla çevrili büyük bir mahal mevcuttur ki, patrikhaneleri oradadır. Kiliseleri küçük ve aleladedir, fakat geniş bir holü vardır ki, burada Hıristiyan imparatorlar zamanında bir konsil toplanmıştır.
Holün duvarlarında bu konsile iştirak eden ruhani reislerin resimleri bulunmakta, içlerinde çok garip kıyafetlere girmiş olanlar görülmektedir. Kapının üst tarafında, bir imparator ile imparatoriçenin ve diğer iki kadının mozaik resimleri vardır. Bu resimler, sanki henüz yapılmış gibi hiç bozulmamış bir halde kalmıştır.
Ermenilerin söylediklerine göre, Sultan Süleyman, bu resimlere çok ilgi gösterir, onları sık sık görmeye gelir ve o kadar beğenirmiş ki, sarayına naklettirip yerleştirmeyi arzu edermiş. Fakat canlı mahluk resmi yapmayı men eden dinlerinden dolayı, bu arzusunu yerine getirememiş”
İspanya’dan Orta Asya’ya Timur’a elçi olarak gönderilen Ruy Gonzales de Clavijo tarafından 1402 yılında verilen bilgiye göre: kilisenin dışı, çeşitli resim ve tasvirlerle bezenmişti. Kilisenin bir köşesinde ise yapının banisi olan İmparator III. Romanos’un mezarı görülüyordu. Rahiplerin Clavijo’ya verdikleri bilgilere göre, mezarın olduğu alan, eskiden altınlarla kaplı ve değerli taşlarla bezeliydi. Ancak 1204 yılında şehre saldıran haçlılar bunları yağmaladılar.
Clavijo, kilise içinde bir imparator mezarı daha gördüğünü söyler ki bu da muhtemelen ömrünü burada bir keşiş olarak tamamlayan III. Nikephoros’a ait olsa gerektir. Yine, Clavijo: kilisede çeşitli kutsal emanetlerin bulunduğu yazar. Bunlar: Hz Yahya’nın baş parmağı eksik olan ve altın çubuklar içinde muhafaza edilen bir kolu, Aziz Gregor’un çok iyi muhafaza edilen cesedi vardır.
Kilisenin en değerli emanetlerinden birisi ise Hz. İsa’nın gerildiği çarmıhın ağacından yapıldığına inanılan bir haç idi. Bu haçın üzerinde Hz. İsa’nın çarmıha gerilişi işlenmişti. İnanışa göre, söz konusu haç, Büyük Konstantin’in annesi Azize Helena tarafından Kudüs’ten getirilen kutsal haçın bir parçasıydı. Clavijo, manastırın sınırları içinde, rahiplere ayrılmış çok sayıda konuttan bahseder ve bu kompleksi, çevresindeki bahçe ve bağlarla bir şehre benzetir.
Sonuç olarak
Hangi söylenti gerçek olursa olsun, uzun yıllar boyunca, kilisenin mülkiyeti konusunda Rumlar ve Ermeniler arasında büyük anlaşmazlıklar çıkmıştır. Hatta: İstanbul tarihini yazan Gugas İnciciyan’a göre: Perivlephos kilisesinin Ermenilere verilmesini kabullenmeyen Rumlar ve Ermeniler arasında çekişmeler ve tartışmalar zaman zaman uç noktalara vararak, kanlı olaylar cereyan etmiş ve hatta Surp Kevork kilisesi, halk arasında uzun süre “Kanlı Kilise” olarak anılmıştır.
Kilisenin demir kapısı üstündeki kanatlarda: Adem ve Havva ile Surp Kevork’un ejderhayı öldürüş sahneleri bulunmaktadır.
1641 yılında Ermeni Patrikhanesi, buradan çıkıp Kumkapı’ya taşınmasına rağmen, kilise Ermenilerde kalmıştır. Günümüzde, yortu günlerinde, bizzat Patrik gelerek burada ayin yönetmektedir, yani oldukça önemli bir kilisedir.
Ancak: yangınlar ve restorasyon çalışmaları sonucu orijinalliğini önemli ölçüde yitirmiştir.
Gelelim günümüzdeki kilisenin mimari özelliklerine: muntazam düzgün kesme taşlardan yapılmıştır. Narteksli, doğu-batı ekseninde, 2 katlı bir yapıdır. Cephelerindeki tezyinat, yapıya hareketlilik kazandırmıştır. Plan şeması, ilk yapıldığında bazilika tipinde olmasına rağmen, sonradan yapılan ilavelerle, Yunan haçı şekline dönüşmüştür.
Kilisenin yüksek bir çan kulesi vardır. Ana giriş kapısı üzerindeki çan kulesi, altındaki katlar ile tam bir uyum sağlar. Aşağıda kare, en üst bölümde ise yarı yuvarlak açıklıkları olan kule, sivri bir örtüyle sonlanır.
Bu kulenin iki tarafındaki, simetrik çan kulesi şeklindeki kuleler, sadece dekoratif olarak yapılmıştır. Eski yapıdan kalan en değerli parçalardan biri: demirden yapılmış, her kanadına kiliseye adını veren Aziz Kevork’un hayatından kesitler işlenmiş olan giriş kapısıdır.
1993 yılında, buraya, eski Ermeni Patriklik kilisesi olmasının hatırasına bir patriklik tahtı yerleştirilmiştir.
Özellikle: I. Dünya savaşı sırasında buradaki kilise ve yanındaki okula askeri amaçla el konuldu. 1917 yılında Sırp esirler buraya yerleştirildi, mütarekenin ardından ise kilise tekrar ibadete açıldı.
1918 yılından sonra kiliseye, Anadolu’daki katliamdan sağ kurtulanlar yerleştirildi, Gayan (kamp, durak) adı verilen bu göçmen konaklama merkezinde, yüzlerce insan yıllarca kaldı. Samatya da ki kamp, şehrin diğer yerlerindeki benzerlerinden farklı olarak, yaklaşık 20 yıl faal kaldı ve Anadolu’dan hala gelmekte olan Ermeni göçmenlerin pek çoğunun ilk durağı oldu.
En son olarak 1993 yılında restore edilmiştir.
Halk bu kiliseye: bahçesindeki Bizans döneminden kalma ayazma nedeniyle “Sulu Manastır” demektedir.
Günümüzde kiliseyi gezmeyi düşünürseniz, Pazar ayinine katılmak mümkündür. Özel günlerde cemaat tarafından kilise tamamen dolduruluyor. Sağ tarafta genellikle erkekler, solda ise kadınlar bulunuyor. Cemaatin çoğunluğunu ise, yaşlılar oluşturuyor. Kilisede bulunan gençler, sadece koroda yer alanlardır.
SAHAKYAN-NUNYAN ERMENİ OKULU
Kilisenin hemen bitişiğinde, halen faaliyetini sürdüren büyük bir “Ermeni okulu” vardır. Okul: 1831 yılında kurulmuştur.
Ancak 1866 yılında çıkan yangında yanarak yok olmuştur. Yerine: gümüşçülük yapan Kaspar Ağa adında bir zat, günümüzde görülen kagir binayı yaptırmıştır. Okulun ilk adı “Sahakyan” iken, sonradan yeniden yapılan okulun adı ise “Nunyan” dır ve günümüzde ikisi de kullanılmaktadır. Nunyan: ikinci okulu yaptıran Kaspar Ağanın eşinin ismidir.
1869 yılında kız öğrencilerin de eğitim görmesi için Akabyan Yatılı Kız Okulu açılmıştır. 1915 yılında hükumet tarafından alınan karar gereği okul ve kiliseler kapatılmış ve karargah olarak kullanılmaya başlanmıştır. 1917 yılında okulda, Sırp esirler barındırılır. Savaştan sonra, Temmuz 1918 yılında okul ve kiliseler yeniden açılır. Anadolu’dan İstanbul’a gelen Ermeni göçmenleri de Nunyan ve Sahakyan okullarının binalarına yerleştirilir.
1966 yılında iki tarihi okul binası birleştirilir ve okul: Sahakyan Nunyan adını alır. Birinde: ana sınıfı ve ilkokul, diğerinde ise ortaokul ve lise derecesinde eğitim verilir. Akabyan yatılı kız okulu kapanmıştır. Okul: zengin bir kütüphaneye sahiptir ve Türkiye’deki Ermeni okulları arasında en iyi eğitim verendir.
BALIKLI ERMENİ MEZARLIĞI VE BALIKLI SURP SARKİS ERMENİ KİLİSESİ
İstanbul’un en eski mezarlıklarından olan burası: 1554 yılında Ermeni toplumuna tahsis edilmiştir. 1903 yılında çevresi duvarlarla çevrilmiş, içinden yol geçirilmesiyle “Küçük Balıklı” ve “Büyük Balıklı” olarak ikiye ayrılmıştır. Mezarlığın içinde, Surp Sarkis Ermeni kilisesi bulunmaktadır.
AYİOS MENAS KİLİSESİ
Abdurrahman Nazif Gürkan caddesinde, yokuşun üstündedir. İstanbul’da Ayios Minas adına adanmış tek kilisedir. Burada daha önce Bizans döneminden kalma bir kilise olduğu biliniyor. 1200 yılında Rusya’dan gelen Novgoradlı Antoine: yazdığı notlarda burada bulunan bir kiliseden söz etmektedir. 1577 yılında Stefan Gerlach: İstanbul seyahatine ait bilgiler yayınladığında, buradaki kiliseyi ziyaret ettiğini ve kubbesinin 36 ayak olduğunu yazar.
Günümüzde görülen kilise: 1782 yılında yanan kilisenin yerine, 1833 yılında, mimar Konstantin Yolasigmasis tarafından bazilika olarak yapılmıştır. Binaya kuzey avludan girilir. Yapının narteksine de kuzeyden girilir. Yükseklik yaklaşık 8.7 metredir. İstimlaklar sırasında yapının apsisi yıkılmıştır. Yapı, köşelerde kesme taş ve yan duvarlarda ise moloz yontu taşla yapılmıştır.
Kilisenin altında, eski kilisenin temelleri bulunmaktadır. Çatı olarak, kuzey ve güney aksında kırma çatılıdır. Ama içeride, orta nef üstü tonozla geçilmiştir. Bu güzel kilise: 1955 yılında 6-7 Eylül olayları sırasında hasar görmüştür. Kilisenin altında: Anadolu’da Hıristiyanlara yapılan zulüm sırasında öldürülen İmparator Decian tarafından öldürülen Aziz Karpos ve Paylos’un mozoleleri vardır. Bu mozoleler, şehirdeki benzerleri arasında en eski olanlardır. Bu mozoleleri görmek için, kilisenin yanındaki kahvehanenin yanında, bir dehlize girmek gerekiyor.
HRİSTOS ANALİPSİS KİLİSESİ
İstasyonun arkasında, Büyük kule Sokak ve Akıncı sokak arasındadır. İsa’ya adanmış kilisenin yapılış tarihi, 16’ncı yüzyıla kadar uzanır. Analipsis “İsa’nın göğe yükselişini” betimler. Kilise ile ilgili en eski kayıt, Gedeon’un tespitine göre 1566 yılına aittir. Kiliseyi 8 Mayıs 1578 tarihinde ziyaret eden ve buradaki dini törene katılan Gerlach: aldığı notlarda Analipsis adındaki ayazma ile şifalı suyundan söz eder.
Kilise: 1583 yılında İstanbul’a gelen Tryfon Karabeinikov’un çıkardığı listede 14 sıradadır. Günümüzde görülen kilise, son olarak 1782 yılındaki yangında yanarak yok olan kilisenin yerine 1832 yılı yapımıdır. Patrik I. Konstantinos döneminde yapılmıştır. Kilise, yüksek duvarlarla çevrili avlunun, güneybatısındadır. Bir de ayazma vardır. Çan kulesi, avlunun kuzeydoğusundaki zangoç evinin çatısındadır.
Yapı: doğu-batı doğrultusunda dikdörtgen planlıdır. Giriş mekanı, kiliseye sonradan eklenmiştir. Dıştan sıvalıdır ve kaba yontu taşla inşa edilmiştir. İkonostasiste bulunan tasvirlerden Analipsis İkonası: kabartma tekniğinde, gümüş kaplamadır. Galeri korkuluğunda, Tevrat konulu tasvirler dikkat çeker. Pencerelerde, renkli camlardan oluşturulmuş haç motifleri bulunur.
Ayrıca: ambon adıyla tanınan vaaz kürsüsü ve başpapaz koltuğu ilgi çekmektedir. Günümüzde kilise sadece yılda bir kere, Haziran ayında yapılan yortu gününde açılmaktadır.
AYİOS NİKOLAOS KİLİSESİ
Analipsis kilisesinin az ilerisindedir. Tren istasyonunun arkasındaki Muallim Fevzi sokaktadır.
Ayios Nikolaos: denizciler, balıkçılar, fakirler ve yoksul çocukların koruyucusu olarak bilinir. Yani, tüm dünyanın bildiği ismiyle “Noel Baba” dır. Yıllar önce, Rum balıkçılar denize açılmadan önce, fırtınasız deniz ve bereketli balık avı için buraya gelir ve içeriye girip mum yakarlarmış.
Kilise: yüksek duvarlarla çevrili bir avlunun içindedir. Bu kilisenin: 1583 tarihli Trypon ve 1604 tarihli Paterakis listelerinde ismi geçer. 1652 yılında buraya gelen Antakya Patriği katibi Paulus, yazdığı raporunda, kilisenin içinde çok güzel süslemeler olduğundan söz eder.
1782 yılındaki yangın sonucu yanan kilise, yeniden inşa edilir ve 1830 tarihinde Patrik Konstantinos zamanında ibadete açılır. Kilise: kaba taş ve tuğla karışımı malzeme kullanılarak inşa edilmiştir. Avludaki çan kulesi, demir iskeletten yapılmıştır.
KAPIAĞASI YAKUP AĞA HAMAMI
Samatya’nın tepelik mahallelerine çıkarken görülür. Samatya caddesi ile Cambaziye sokak köşesindedir.
Yapı: 1547 yılında Osmanlı döneminde bir bürokrat olan ve Enderun’da görev yapan Kapıağası Yakub Ağa tarafından Mimar Sinan’a yaptırılmıştır. Yapılış amacı: Kadıköy’de bir deniz feneri ve Eyüp’te bir okul için gelir sağlamaktır. Özellikle: Thomas Allom’un ünlü gravürüne konu olmasıyla önem kazanmıştır.
1920 yıllarına kadar işlevini sürdürmüş, İstanbul’un en güzel hamamlarından biridir. Günümüzde; orijinal haline yakın şekilde yapılan restorasyonu ile yapının dışı mermerlerle kaplanmış ve yenilenmiştir. Lokanta, çarşı, Türk Hamamı, Sergi, Kültür ve Etkinlik Merkezi olarak kullanılacağı ve bunun için 1987 yılında burayı satın alan sahipleri tarafından satışa çıkarıldığı duyulmuştur.
9 tane dükkanı ve otoparkı bulunmaktadır. Tabii burada hemen akla gelen Mimar Sinan eserinin nasıl özel mülkiyet olabildiğidir. Bu mümkün olmakta, Mimar Sinan eserlerinden sadece hamamlar özel mülkiyet olabilmektedir.
ARPACI MEHMET EFENDİ ÇEŞMESİ
İstasyon çıkışında ve sırtını Bizans döneminden kalma surun dış yüzüne dayamış durumdadır. 1796 yılı yapımı bu taş çeşme, günümüzde kurudur ve hatta musluğu bile yoktur. Kitabesinden anlaşıldığına göre: Arpacı Mehmet Efendi isimli bir zat yaptırmıştır.
NAZIR MEHMET HALİL EFENDİ DERGAHI
Nafiz Gürman caddesi üstündedir. Yapı: Nazır Mehmet Halil Efendi tarafından, 1879 yılında Uşşaki Dergahı olarak yaptırılmıştır. Tekkelerin kapatılması ile başka amaçlarla kullanılan yapı: 1951-1952 yılları arasında, halkın yardımıyla tamir edilmiş ve ibadete açılmıştır.
Dikkat çeken bir mimari özelliği yoktur. Ama çevre duvarına gömülü ve kitabeli çeşme, tekkeden daha eskidir. 1562 yılında yaptırılmış olan bu çeşmenin kitabesi, 16’ncı yüzyılın en büyük hattatı ve Süleymaniye camisinin yazılarını da yazan, Ahmet Karahisari’dir. Mavi zemin üstüne, altın yaldızla yazılan kitabe: yapının yapım tarihi olarak 1562 yılını gösterir. Günümüzde üstü tel örgü ile kapatılmıştır.
ABDİ ÇELEBİ CAMİİ-SANKİ YEDİM CAMİİ
Marmara caddesi üstünde, Kırbacı sokakta, apartmanlar arasında kalmış, ilginç bir camidir. Çilingirler cami ve Sankiyedim cami olarak da bilinir.
Cami: Kanuni Sultan Süleyman döneminde; 1533 yılında Sarayın gelir ve giderlerini kaydeden (Ruznameci) Çelebi Abdullah Efendi tarafından Mimar Sinan’a yaptırılmıştır. Dolma bir suret üstüne, dört fil ayağı üzerine bir kubbe oturtularak yapılmıştır. Caminin minberi: 1756 yılında, Mahmut Efendi tarafından yenilenmiştir.
Sultan II. Abdülhamit döneminde, bu caminin yanına bir karakol inşa edilmiştir ve bu yapı günümüzde: Basılı kağıt ve Kıymetli Evrak Ambarı Şube Müdürlüğü tarafından kullanılmaktadır. Karakol inşaatı görmeye gelen Serasker Rıza Paşa: bakımsızlıktan harap durumda olan camiyi görünce, hazineden yardım alarak, camiyi Mimar Sinan’a yeniden inşa ettirmiştir. Yeni yapılan cami, orjinalinden farklı olarak: eklektik üslupla yapılmıştır.
Balkan ve I. Dünya savaşı sırasında caminin bakımı yapılamamış ve yine harap hale gelmiştir. 1933 yılında bir hayırsever öncülüğünde: camide geniş bir onarım ve ilaveten imam lojmanı yaptırılır. Ancak bu tamir sırasında, daha önce çökmüş olan kubbe yerine, ahşap tavan yapılır. 1991 yılında, halkın desteğiyle: avluya dernek binası, tuvalet ve abdest alma yeri yaptırılır. Gelelim caminin mimari özelliklerine: caminin ibadet alanına merdivenle çıkılır.
Kare planlı harim kısmına, son cemaat yerinden ahşap bir kapıyla girilir. Sağ tarafta: önü ahşap korkuluklu müezzin mahfili vardır. Mihrap çini, ahşaptan olan minber ve kürsü ise yağlı boya ile boyalıdır. İç mekandaki avizenin Naciye Sultan tarafından hediye edildiği söylenir. Şimdi de, caminin ismi yani “Sanki yedim-içtim” konusuna gelelim. Caminin ismi, sosyal bir mesaj vermektedir.
Fakir olan insanlar ya da birikmiş parası olmayanlar, cami yaptırmak istediklerinde, yemeden içmeden kısar “Sanki yedim içtim” der, parasını biriktirirlermiş. Örneğin: canı elma isteyen biri “Sanki yedim” deyip, elmanın parasını cami için ayırdığı paraya eklermiş, en sonunda caminin parası tamamlanır ve cami yaptırılırmış”
PARMAKKAPI CAMİİ-KAZASKER MEHMET EFENDİ CAMİİ
Kazasker Mehmet Efendi: buradaki Bizans dönemi kilisesinin yıkıntısı üstüne, kendi adına bir cami yaptırır. Caminin avlusundaki mermer plakada şunlar yazar “İstanbul fethine iştirak eden askerlerden Kadı Asker Ahmet Efendi, 1453 yılında bu semtte bir mahalle kurmuş ve bu yerde de mescit ve mektep yaptırmıştır.” Ancak bu mescit ve mektep: 1766 yılındaki depremde yıkılır.
Bunun üzerine Yeniçeri Ağası Mustafa Ağa: 1768 yılında bu camiyi yeniden inşa ettirir. 1917 yılında Cibali yangınında semt ile birlikte cami de yanar. Ardından burası yani caminin arsası gecekondular tarafından işgal edilir. Sonunda: 1960 yılında kurulan “Cami Yaptırma Derneği” Anıtlar Kurulunun da desteğiyle, 1980 yılında gecekondular yıktırılmış cami ve Kadı Asker Türbesini yeniden yaptırmıştır. Camiye girmek için, avludan mermer merdivenlerle son cemaat yerine varılır.
Burası: 3 metre genişliğinde, batı duvarı boyunca uzanmakta ve duvarları seramik kaplıdır. Kendi giriş kapısının hemen solunda bir kapı ile geçilen Kur’an kursu bölümü görülür. Mihrap çini, minber ve kürsü mermerden yapılmıştır. Duvarlar, yerden alt pencere hizasına kadar seramik kaplanmıştır. Tavanda büyük bir kubbe, çevresinde dört adet çeyrek kubbe bulunur. Ancak bu cami, 2012 yılında yapılan tespitlerde depreme dayanıklı olmadığının öğrenilmesi üzerine yıkıldı ve yeniden yapılmasına karar verildi.
Caminin resmi adı: Hoca Hüsrev Camidir. Çünkü cami: Hoca Hacı Hüsrev isimli bir zat tarafından, 1585 yılında Mimar Sinan’a yaptırılmıştır. Bu yüzden: Mimar Sinan camisi olarak da bilinmektedir. Ancak: tüm bunlara rağmen, cami “Ramazan Efendi camisi” olarak bilinir.
Çünkü: burada baştan beri, kurumun bir parçası olan derviş tekkesi vardır ve bunun ilk şeyhinin ismi Ramazan Efendi’dir. Ramazan Efendi: (1542-1616) 3 sultan döneminde yaşamış bir tarikat şeyhidir ve Halvetiye tarikatının Ramazanniye kolunun kurucusudur. 1585 yılında İstanbul’a gelmiştir. Birçok öğrenci yetiştirmiş, kerametleriyle tanınmıştır.
Özellikle: rüya tabirleri konusunda bilgiliydi. Cami: geniş bir bahçe içindedir. İlk inşa edildiğinde: tevhidhane, çilehane, şadırvan ve derviş hücrelerinden oluşan bir tekke olarak inşa edilmiştir.
Caminin uzun kitabesi: şair Mustafa tarafından yazılmıştır. Kitabede, caminin yapılış tarihi olarak 1586 yazılıdır. Yani: buna göre, Mimar Sinan’ın son eseridir. Ünlü Mimar, burayı tamamladığında 97 yaşındadır. Evet: cami son derece basit bir yapıdır. Ancak, İznik çinileriyle süslenerek güzelleştirilmiştir. Çatısı ve son cemaat yeri ahşaptır. Özgün yapının ahşap bir kubbesi ve dört mermer sütunla desteklenen, üç kubbeli bir son cemaat yeri vardır.
Avludaki küçük şadırvanın harika oymaları dikkat çeker. Ama caminin esas ünü: fayans panolar sayesinde gelişir. İç mekanın duvarları: mihrap yüksekliğine kadar, 16’ncı yüzyılın muhteşem güzel çinileriyle bezenmiştir. Bunlar: İznik çiniciliğinin üretiminin zirvesinden günümüze kadar gelebilmiş en güzel çinilerdir. Özellikle, bu çinilerde kullanılan “domates kırmızısı” çok beğenilir. Kesme taş minarenin külahının alt kenarında, mavi renkli çini plakalar vardır.
Türbe
Caminin sol yanındaki türbe: Ramazan Efendi’ye aittir. Türbe: Bezirgan Hacı Hüsrev tarafından yaptırılmıştır. 9 x 8.5 metre ölçülerindedir. Moloz taş ve tuğla duvarlıdır, üstünü ahşap bir çatı örter. Ramazan Efendinin sandukasının bulunduğu bölüm, kubbe altına rastlar. Sandukanın çevresi, demir parmaklıkla çevrilmiştir. Türbe içinde herhangi bir bezeme yoktur.
Türbenin giriş kısmındaki panoda: 74 yaşında ölen Şeyh Ramazan Efendinin kimliği vurgulanmıştır. Türbenin kaligrafik panelleri dikkat çekicidir. Ramazan Efendi, türbesinde kim oldukları bilinmeyen 6 müridiyle birlikte yatmaktadır. Türbe: ilginç ve uygun adı nedeniyle, özellikle “Ramazan” aylarında sıkça ziyaret edilmektedir.
Cami: 1782 yılındaki yangında büyük hasar görmüştür. 19’ncu yüzyıl başlarında Bestekar İsmail Dede Efendi tarafından onartılmıştır. Tekkelerin kapatılmasından sonra, cami olarak kullanılmaya başlanmıştır.
Son bir not: caminin en etkileyici özelliği, tüm içi mekanı kaplayan 16’ncı yüzyıl çinileridir. Bu özelliği nedeniyle, hırsızların da ilgisini çeken yapı, kamera sistemiyle korunmaktadır ve sadece vakit namazlarında ziyarete açıktır.
CAMBAZİYE CAMİ
İlk mektep sokak ile Eski cami sokağın kavşağındadır.
Cami: Fatih Sultan Mehmet dönemi devlet adamlarından Cambaz Mustafa Ağa isimli birisi tarafından 1485 yılında yaptırılmıştır. Ancak yapılış tarihi net değildir. Mescit: İzmit gümrükçülerinden Kuru Ahmet Efendi tarafından minber koydurularak cami haline getirilmiştir. Minik ve hoş bir camidir.
Sokağa tek cepheli küçük bir avlusu vardır. Tuğla ile yapılmış avlu duvarının üstü, demir parmaklıklıdır. Ortada yine demir olan kapıdan avluya girilir. Solda abdest alma muslukları ve karşıda tuvaletler bulunur. Mihrap, minber ve kürsü mermerden, tavan düz betondur. Çatı kiremit örtülüdür. Arkada mihrap tarafında küçük bir bahçe vardır. Bu bahçede hazire bulunur.
Bahçenin sağında ise minare vardır. Tuğla minarenin, şerefelerinin altları kirpi saçak modelli mukarnaslarla süslüdür. Hazirenin sokağa bakan duvarına bitişik bir çeşme vardır. Çeşmenin mermer süsleme motifleri gayet güzeldir. Mermer yalağında geç devir özelliklerini yansıtan, silah kabartmaları, yan çerçevelerde ise bitki ve çiçek motifleri görülür.
Bu çeşmeyi: Keçecizade Kazım Bey yaptırmıştır. Kitabesi: hattat Vahdet tarafından yazılmıştır. 1940’larda kadro harici bırakılan cami, bakımsızlıktan harap olmuş, dört duvar halinde iken halkın yardımlarıyla yeniden inşa edilmiş ve 1977 yılında ibadete açılmıştır.
ESEKAPI İBRAHİM PAŞA MEDRESESİ-İSA KAPISI MESCİDİ
Davut Paşa Medresesinin güneyinde, Kocamustafa Paşa Caddesinin solundadır.
1924 yılında araştırmacı M.Alpatoff ve N.Brunof tarafından yapılan araştırmalara göre: burada, daha önce bir Bizans kilisesinin varlığı tespit edilmiştir. Tarihçi Paspatis tarafından, kilisenin 1159 yılında açık olan Lasites Manastırı olduğu belirtilmiştir. Hatta Hz İsa’nın göğe yükselirken üstüne bastığı taşın bu kilisede saklandığı iddia edilmiştir.
Kilisenin muhtemel uzunluğu 23 metre ve genişliği 9 metreydi. Ancak: muhtemelen 14’ncü yüzyıl başlarına tarihlenen kilisenin yapılış tarihi ve kime adandığı bilinmemektedir. Zaten, günümüze bu kiliseden sadece güney ve doğu duvarları kalmıştır. Güney taraftaki apsis bölümünde: son zamanlara kadar fresklerin izleri görülüyordu, ama günümüzde büyük çoğunluğu kaybolmuştur.
İbrahim Paşa: Kanuni Sultan Süleyman’ın kız kardeşi Fatma Sultan ile evlenerek Saraya damat olmuştur. 1563 yılında vefat etmiştir. Yapı 1560 yılında, dönemin Sadrazamı ve Tavaşi adıyla bilinen Hadım İbrahim Paşa tarafından mescide çevrilmiş ve ayrıca yine buraya Mimar Sinan tarafından tasarlanmış güzel bir medrese eklemiş ve küçük bir külliye meydana getirilmiştir.
Yani: Bizans ve Osmanlı mimarisinin kaynaştırılmasıdır. 1769 yılında Sabih Ali Efendi, minber koyarak mescidi cami haline getirmiştir. Yöre halkı tarafından: Bizans I. Konstantin surunun kapılarından biri olan İsa (Ese) kapı buraya yakındır ve bölgeye adını vermiştir. Ancak bu kapının ve kemerlerin 1509 yılındaki depremde yıkıldığı bilinmektedir.
Taş ve tuğladan inşa edilmiş medresenin kitabesi günümüze ulaşmamıştır. Kubbeli ve ocaklı, 11 oda ve mescidin karşısında: kare planlı, büyük ve kubbeli dershaneden oluşmaktadır. Avluda bir de su kuyusu bulunur. Ancak: 1894 yılındaki depremde, gerek mescide dönüştürülen kilise ve gerekse medrese yıkılmış ve ardından terk edilmiştir.
Uzun süre 1930-1960 yılları arasında evsizler tarafından kullanılan cami ve medrese yapıları tamamen harap olmuştur. Ancak son dönemde kötü bir restorasyon geçiren yapı: sadece Bizans döneminden kalma iki duvarı ve Mimar Sinan tarafından yapılan Medresenin iki duvarı ile ilgi çekmektedir. Son zamanlarda, Cerrahpaşa Tıp Fakültesinin Adli Tıp Bölümü: bu tarihi eseri duvarları içine almıştır.
KOCAMUSTAFAPAŞA SÜMBÜL EFENDİ KÜLLİYESİ-AYİOS ANDREAS EN TE KRİSTEİ MANASTIRI
Kocamustafapaşa caddesi sonunda, Kocamustafapaşa İlköğretim Okuluna ev sahipliği yapan, 19’ncu yüzyıl yapımı konağın yanındadır.
Külliyenin bulunduğu geniş arazi, Bizans döneminde önemli bir dini merkezdir ve burada: geniş bir manastır kompleksi bulunur. Bu kompleks içindeki bu eski kilise: ilk olarak 6 veya 7’nci yüzyılda yapılmış ve 1264 yılında, muhtemelen Prenses Theodora Raulina tarafından, Bizans’a Hıristiyanlığı kabul ettirdiğine inanılan Giritli Aziz Andresa’a adanmıştır.
Yani: muhtemelen daha erken tarihli bir kilise temelleri üzerine kurulmuştur. Ancak bu ilk yapılan kilisenin tarihi son derece karanlık ve tartışmalıdır. Ancak, üzerine yapılan kilise yapısında: 6’ncı yüzyıla ait malzemeler ve özellikle devşirme sütun başlıklarının kullanıldığı görülmüştür.
13’ncü yüzyıla gelindiğinde, İmparator VIII. Mikael, bu kiliseyi, yeniletmiştir.
1486 yılına gelindiğinde ise, yani İstanbul’un fethinden 36 yıl sonra: Sultan II. Beyazıt’ın Sadrazamı Koca Mustafa Paşa: kilise camiye çevrilmiştir. Burada ilginç bir hikayeden söz edilmektedir. Yavuz Sultan Selim ile Sadrazam Koca Mustafa Paşanın arası açılınca: Padişah öfkesinden, Paşanın yaptırdığı bu camiyi bile yıkmak ister. Ancak, araya Halveti Tarikatı Şeyhi Sümbül Efendi girer ve cami kurtulur. Bu yüzden camiye “Sümbül Efendi” camisi de denir.
Sümbül Efendi Camisi
Evet: bu tarihsel ve dini mekan, oldukça mistik bir hava taşır. Her taraf: türbeler, yeşillikler arasındaki mezarlıklar, ahşap tekke binaları, yüzyıllık ağaçlar ve diğer yapılarla doludur. Bu yüzden, her gün kalabalık kitleler tarafından ziyaret edilir. Camiye girildiği anda, eski bir kiliseden çevrildiği hemen anlaşılır. Çünkü, girişteki farklılıklar çok belirgindir.
Kilisenin apsis boşluğunu oluşturan yarım kubbeli mekan, doğuya bakar. Mihrap ve minberin: güney duvarındaki yarım kubbenin altında olabilmesi yani “Kabe” ye bakabilmesi için: kilise camiye çevrilirken, içerisi doksan derece kaydırılarak, yeniden düzenlenmiştir. Girişin bulunduğu kuzey duvarı önüne: son cemaat yeri eklenmiştir. Kilise girişi aksine: cami girişi, kuzey yönüne, altı kubbeli son cemaat yerine alınmıştır.
Külliyenin diğer yapıları olan medrese, tekke, mektep ve türbeler: kilisenin camiye çevrilmesinden sonraki döneme aittir. Günümüzde külliyede bulunan kütüphane, çay evi, medrese gibi yerler: Kuran Kursu olarak kullanılmaktadır. Hamam ise, camiyi çevreleyen duvarların dışında kalmıştır.
Sümbül Efendi Türbesi
Sümbül Efendi: 16’ncı yüzyılda kurulan, derviş tekkesinin ilk şeyhidir.
Türbe: bugünkü şeklini 1834 yılında, Sultan II. Mahmut zamanında yapılan onarım sonucunda almıştır. Türbe binası yuvarlak planlı ve kubbeli bir yapıdır. Bunun güney yönünde, yamuk planlı bir giriş bölümü eklenmiş, gerek Sümbül Efendi ve gerekse bitişik olan Serasker Rıza Para türbelerinin kapıları giriş bölümüne açılmıştır.
Enlemesine yerleştirilen tepe pencereleri, alçıdan mamül sümbül demetleri ile çevrelenmiştir. Türbeyi örten ahşap kubbe, dışarıdan kurşun kaplıdır. Kubbe eğitinden hareket eden kurşun kaplı saçak, türbenin ve giriş bölümünün cephelerinde dalgalanarak uzanır, türbe içi ise süsleme bakımından sadedir. Türbede Sümbül Efendi tek başına yatmaktadır.
Türbe girişinde, Serasker Rıza Paşa türbesi vardır. Rıza Paşa türbesi, torunları tarafından yaptırılmıştır. Sümbül Efendinin vefatından bu yana: insanlar sorunlarının çözümü için, mezarını ziyaret edip, ona yalvarmışlardır. Zaten, bu mezar sebebiyle, cami, İstanbul’daki en popüler dini ziyaret yerlerinden birisi olmuştur.
Edep Kapısı
Sümbül Efendi Türbesi ile Çifte Sultanlar Türbesinin arasındaki kapıdır. Sultan II. Mahmut, Çifte Sultanların türbesini yaptırdıktan sonra, araya bu kapıyı yaptırmıştır. Ramazanın 15’nden sonra, bayrama kadar açık olan bu kapıdan, ziyaretçiler ziyaretlerini tamamlar ve arka arka yürüyerek, bu iki büyük türbeye karşı saygılarını gösterirler.
Rahime Hatun Türbesi-Safiye Sultan Türbesi
Sümbül Efendi türbesinin yanındaki türbede: kızı Rahime gömülüdür. Türbenin kitabesi olmadığından ne zaman yapıldığı bilinmemektedir. Türbe, bazılarına göre Koca Mustafa Paşanın kızı Safiye Sultana, bazılarına göre ise Sümbül Efendinin eşi Safiye Sultana aittir.
Ayvansarayi’nin yazılarında, türbenin Safiye Sultana ait olduğu yazar. Halk arasındaki söylentiye göre ise, bu türbede Rahime Hatun isimli bir kişi gömülüdür. Türbe son derece sade olup, herhangi bir bezemesi bulunmamaktadır. İyi bir koca arayan yani evlenmek isteyen genç kızlar: bu türbeye dua etmeye gelirler. Türbenin üstünde yükselen, antik dönemden kalma çınar ağacının mucizevi güçleri olduğuna inanılmaktadır.
Diğer Türbeler
Girişte, fes şeklindeki mezar taşı olan türbe: “Serasker Rıza Paşa” ya aittir. Bir diğer türbede ise: Safiye Sultanın gömülü olduğu düşünülüyor. Açık türbede ise: Hz Hüseyin’in kızları Fatma ve Sakine’nin yattığına inanılıyor.
Katerina mezarı
Caminin önündeki mütevazi mezar ise, Sıdıka Hatun ismini alarak İslam’ı seçen Bizans Prensesi Katerina’ya aittir. Rivayete göre, çok dindar bir Hıristiyan olan İmparator Konstantin’in kızı Prenses Katerina, İstanbul’un fethinden sonra eski bir manastırdan camiye çevrilen Sümbül Efendi camisinin de yer aldığı Bizans’dan kalma Andreas Manastırına rahibe adayı olarak katılır.
İmparator babası, kızın bu isteğine onay verir. Ancak: Bizanslıların eline esir düşen, Hz Peygamberin torunu Hz Hüseyin’in kızları Hz Fatma ve Hz Sakine bu manastıra gönderilerek Hıristiyan olmaları için zorlanırlar. Hıristiyan olmaları için iki kız kardeşe, bir ay süre verilir. Ancak, manastırda bulunan kızı Katerina, iki kız kardeşten çok etkilenir ve kendisi Müslüman olmaya karar verir.
Artık adı “Sarı Sıdıka” dır. Prenses Katerina’nın Müslüman olmasına, Konstantin çok kızar, iki kız kardeşi mahzene kapattırır. Bir süre sonra, bir gece bulundukları mahzenden nurlu bir ışık yayılır. Mahzenin kapısı açıldığında görülür ki, çifte sultanlar ölmüştür. Prenses Katerina yani Sarı Sıdıka da bir süre sonra ölür. Ölüm şekliyle ilgili birçok rivayet vardır.
Ama sonuç olarak, bu tarihi kişiler, ölümlerinin ardından manastırın bahçesine gömülürler. Aradan yüzyıllar geçer ve İstanbul’un fethinden sonra 529 yılında manastır, camiye çevrilirken, burası, Halveti tarikatının Sümbüliye kolunun kurucusu olan Sümbül Efendinin dergahının bulunduğu yer olur.
Gün gelir, Sümbül Efendi, mezarların yerini bulur ve mezarlar kabir olarak hazırlanır. Yıllar sonra ise, Sultan II. Mahmut, gördüğü bir rüya üzerine Çifte Sultanların çevresini ve üstünü zarif bir parmaklıkla çevirttirir.
Zincirli Servi Ağacı
Kocamustafapaşa camisinde bulunan çifte sultanlar türbesinde, zincirli bir servi ağacı vardır.
Bizans döneminden kaldığına inanılan bu ağacın: İstanbul’un anıtsal ağaçlarından biri olarak kabul edilir. Söylentiye göre: Sultan II. Mahmut, Hz Hüseyin’in iki kızını, Bizanslıların bu servi ağacı dibinde öldürüp gömdüklerini öğrenir. Oraya: açık bir türbe yaptırır. Ağacın ise: Hz Cabir tarafından dikildiği söylenir. Evliya Çelebi tarafından aktarılan bir diğer söylentiye göre ise: borcu olup ta saklayanlar buraya gelirlerse: zincirin alçalıp onlara değdiğine inanılır.
Bu yüzden: alacaklı olanlar, borçlularını, kadıya götürmek yerine, buraya getirir ve zincirin kararını beklermiş. Bizans zamanında: böyle borçlu ve yalancı yakalayan heykeller olduğu bilinmektedir. Bir diğer söylenti: Cami avlusunda bulunan bu yaşlı ağacın gövdesi, zamanla yarılmaya, kabukları dökülmeye başlar. Sümbül Efendi, ağacı zincirlerle sararak korumaya alır.
Ancak, zincirin bir ucunu yere doğru sarkık tutar ve der ki “Bu ağacın altında kim durur ve yalan söylerse, bu zincir yere doğru uzayacaktır” Ağaçla ilgili bir söylenti daha: Bu zincir koptuğunda kıyamet kopacağına inanılır. Bir diğer söylenti ise: ağaç kuruduğu için zincirle bağlandığıdır. Günümüzde ise, ağaç, beton payandalar yardımı ile ayakta durmaya çalışmaktadır.
Zincir ise, günümüzde İstanbul Belediye Müzesinde muhafaza edilmektedir.
İSTANBUL EĞİTİM VE ARAŞTIRMA HASTANESİ
Hastane, 1960 yılında 560 yatak kapasiteli olarak “İşçi Sigortaları Kurumu Hastanesi” olarak yapılmıştır. O dönem için Balkanların en modern hastanesidir.
BALIK MÜZESİ
Türkiye sahillerinde yakalanmış 350 balık türünün sergilendiği bu müze, Samatya sahil yolunda, Kocamustafapaşa Balıkçı barınağındadır.
1991 yılında Balıkçılar Derneği kurucusu Haydar Deniz tarafından kurulmuştur. Müzede: balıklar yanında deniz kestanesinden kabuklulara, Türkiye sahillerinde rastlanan mercanlardan kaplumbağalara ve deniz yıldızlarına kadar her çeşit deniz canlısının örneği bulunmaktadır.
Balıklar önce kurutularak saklanırken, adli tıpta kadavraları korumada kullanılan özel sıvı tespit edilince, balıklar kavanozlarda bu özel sıvının içinde saklanmaya başlamıştır. Bu özel sıvı içindeki balıkların 500 sene kadar saklanabileceği söyleniyor.
Bu müzede göreceğiniz balıklardan yüzde 80 kadarı, artık Türk denizlerini, sularını terk etmiş balıklardır. Müzede bulunan bazı balıklar hakkında kısa bilgi vermek istiyorum. Peri balığı: 19 Mayıs 1969 günü, Çandarlı körfezinde tutulmuştur. Benekli kırlangıç balığı 20 Şubat 1973 günü Kefken de tutulmuştur. Kurbağakayası balığı 29 Temmuz 1972 günü Karadeniz’de yakalanmıştır.
Yedikule surları karşısındaki Kazlıçeşme, beş asırdan bu yana varlığını sürdürmektedir ve bulunduğu semte ismini veren en eski ve çarpıcı çeşmedir. Zeytinburnu semtini, Yedikule semtine bağlayan Abay caddesi üzerinde, belirgin bir anıtsal çeşme konumundadır.
Bizans döneminde: İstanbul’a gelen yabancılar, bulaşıcı hastalık tehlikesine karşı, şehre girmeden önce burada karantinada tutulurdu.
Kazlıçeşme’nin tarihi Fatih Sultan Mehmet dönemine kadar uzanmaktadır. Bir rivayete göre: İstanbul’un fethi sırasında, surları kuşatmış olan Osmanlı ordusu, su sıkıntısı çeker. Bu sırada, Sakabaşı, uzaktan deniz tarafından kalkan kaz sürüleri görür. Kazların olduğu yerde mutlaka su vardır diye düşünerek aramaya girişirler ve çeşmenin kaynağının olduğu yeri bulurlar. Çeşme: Mehmet Efendi isimli bir hayırsever tarafından yaptırılır. Mekanda serbest, tek cepheli, kanatsız, tek musluklu, küp gövdeli, kesme taştan klasik üslupla yapılmış bir çeşmedir.
Bu anıyı yaşatmak için, 1537 yılında, kemerli çeşmenin üstüne kitabenin altına bir “kaz kabartması” eklenir. Bundan sonra ise, semtin ismi “Kazlıçeşme” olarak anılır. Ancak kimi araştırmacılara göre bu kaz kabartması, 6’ncı yüzyıldan kalma bir Bizans eseridir. Çünkü: çeşmenin iki yanında, yük ve eşya koymak için yerleştirilmiş, devşirme Bizans işi, iki ince sütun parçası bulunmaktadır. Kimi araştırmacılara göre, çeşmenin üstünde bulunan kitabede, çeşmenin 1537 yılında Mehmet isimli bir kişi tarafından yaptırıldığı yazılıdır.
Ancak çeşmenin üstündeki bu kaz kabartması günümüzde yoktur. Çünkü: 2002 yılının Kasım ayında: çeşmenin içinde define olduğunu düşünenler ve bu kaz kabartmasını pazarlamak isteyenler: bir balyoz darbesiyle kaz kabartmasını yerinden sökerler ve kabartma yok olur. Bu kaz kabartmasının yerinde, günümüzde bir kopyası bulunmaktadır.
Ancak burada bir ayrıntıdan söz etmek istiyorum, kaz kabartmasının söküldüğü yerden, yaklaşık 1 metre boyutunda bir haç figürü çıkmış olup, bu durum, çeşmenin Fatih döneminden önce, Bizans döneminde yapıldığını veya en azından devşirme malzemenin kullanıldığını açıklamaktadır, ama yine de çeşmenin hemen ön yüzünde bir haç bulunması, çeşmeyi yapanların bunu buraya bilinçli olarak koymalarının mümkün olmadığını düşünüyorum, yani çeşme büyük ihtimalle Bizans dönemi yapısı olabilir.
Tarihçi Kömürcüyan ise: İstanbul tarihi isimli eserinde şunları yazar “Kazlıçeşme ye verilmiş olan bu adın sebebi: bir kaz, otladığı sırada yeri eşeler ve eşelediği yerden su çıkar. Halk da burasını kazarak bir memba yani su kaynağı bulur ve üzerine bir çeşme yapılır”
Evliya Çelebi’ye göre: bu semtte bir cami, 7 mescit, 1 han, 1 hamam, 7 sebil ve 3 tekke vardı. Ayrıca 300 adet deri dükkanı ve imalathanesi, 50 adet tutkalcı, 70 adet kirişçi dükkanı vardır. mahallede oturan aileler çok az olup, büyük çoğunlukla bekarlar (mecerredler) oturuyordu.
Tüm kasaplar yeniçeri olup, mezbahaneler onlara aittir. Merzifonlu Sadrazam Kara Mustafa Paşa, bu kasaplar için burada bir de cami inşa ettirdi. Daha sonraki yüzyıllarda, Sütlüce mezbasının devreye girmesiyle semt, sadece dericilere mahsus hale gelmiştir. 1992-1993 yıllarında, tüm deri fabrika ve imalathanelerinin kapatılarak yıkılması sonucunda, bu semtte sadece tarihi eserler kalmıştır.
Tabakhaneler
Fetih döneminde yani Bizans zamanında da kazlıçeşme bölgesinde dericiler olduğu söyleniyor. Farklı inançlara mensup derici esnaf için çevreye kiliseler ve Sinegoglar kurulmuştu. Fetih sonrasında ise, Bizanslı ustalar buradan ayrılıp, günümüzde Yunanistan’ın Makedonya bölgesinde bulunan Kastorya’ya yerleştiler. Şehir kısa zamanda, Avrupa’da deri başkenti haline geldi. Özellikle değerli kürk imalatında, dünyada en iyi bilinen yerlerden biri oldu.
Öte yandan, ustaların bir kısmı da Fatih’in daveti üzerine tekrar İstanbul’a geri döndüler. Çoğu Musevi olan esnaf, günümüzde Edirnekapı olarak bilinen yere yerleşti. Bu yüzden, yakın zamana kadar, burası “Kastorya” mahallesi olarak bilinirdi. Günümüzde de Edirnekapı’da sokakların ismi, esnafın oturduğu mesleklerden gelmektedir. Örnek: Tabakhane, Saraçhane, Tulumba, Kürkçüler gibi.
Dericiliğe önem veren Fatih: yayınladığı ferman ile dericilerin Kazlıçeşme’de toplanmasını ve Ayasofya Vakfına bağlı binalar yapılmasını ve dericilere kiraya verilmesini sağladı. O günlere ait belgelerde, burada 360 Dabakhane ve 33 mezbaha olduğu yazılıdır.
İstanbul’a dönen ustalar, Kastorya ile bağlarını hiç kesmediler. Osmanlı döneminde, Saray dışındakiler kürk giymez, Saraydakiler ise en iyisini giyerdi. Saraya her yıl, binlerce kürk alınır ve bunlar üst kademe yöneticilere armağan edilirdi. 17’nci yüzyılda, Sultan IV. Mehmet’in kürkçü başı Kastoryalı Manolakis’ti.
Manolakis: Kastorya’da ve İstanbul’daki okullara ve kiliselere bağışlar yaptı ve Karagümrük’te yaptırdığı çeşme ile yaptırdı.
1970’li yıllardan başlayarak yükselen deri talebi, 1980’ler öncesinde Rus pazarının da açılmasıyla zirve yaptı ve Türkiye, deri sektöründe dünya lideri oldu.
1980’lere gelindiğinde, Kazlıçeşme’de yüzlerce deri tabakhanesi vardı. Tarihi sur duvarlarla örülü labirent gibi dehlizlerden çok kötü şartlarda deri işleyen bu tabakçılar İstanbul Belediyesinin zorlamasıyla Tuzla’ya taşındılar. Böylelikle 1500 yıllık Kazlıçeşme tabakhaneleri yok oldu. Daha önce, Kazlıçeşme’den başlayarak eğri kapıya kadar uzanan ve çevreye kötü kokular saçan, büyük ahşap, deri kurutma depolarından sonra burası da tarih oldu.
Evliya Çelebi yazılarında, burada yaşayan insanların deri işlenmesinden kaynaklanan berbat kokuya alıştıklarını ve zamanla kokuyu hissetmediklerini yazmıştır.
Kazlıçeşme tabakhanelerinde çalışanlar bu çeşmeyi su içmek ve abdest almak üzere kullanmışlardır. Ancak 1993 yılında: deri işletmeleri Tuzla’daki yeni ve modern tesislere taşınınca, gecekonduya benzer izbe binalar yıkılarak ortadan kaldırılmıştır. Yeni baştan yapılan çevre düzenlemesinde, günümüzdeki konumuna gelmiştir.
Kazlıçeşme’de: dericilik yanında, mumhaneler ve kirişhaneler de bulunuyordu.
Kazlıçeşme meydanından, Kasaplar mescidine kadar giden Cami Şerif Sokağı üzerinde, yıllar önce balıkçı Rumların evleri ve meyhaneleri bulunuyordu. Hatta bu meyhanelerden biri korunmuş ve günümüze kadar ulaşmıştır.
Meyhane ve Ayia Paraskevi ayazması arasında kalan alanda, Rumlara ait taş evler, bu bölgenin Rumlar için bir ikametgah alanı olduğunu gösterir. Ayrıca, yıllar önce, Kazlıçeşme sahilinde birçok balık türünün avlandığı ve satıldığı söylenmektedir. Bu işi yapan balıkçıların çoğunluğu ise Rumlardı.
Kazlıçeşme Marmaray
Günümüzde ise Kazlıçeşme Marmaray ile anılmaktadır. Avrupa yakasında Kazlıçeşme ve Anadolu yakasında Ayrılıkçeşme arasındaki Marmaray bölümü uzunluğu 13.6 km dir.
Kazlıçeşme Miting Alanı
Kazlıçeşme denildiğinde buradaki büyük miting alanı akla gelmektedir. Dericiler Tuzla’ya taşınınca bunların alanı miting alanı olarak düzenlenmiştir. Miting alanı 14 hektar yani 141 bin metrekarelik alandadır.
Alana, en yoğun kalabalık olduğunda 500 bin kişinin katılması mümkündür. Bu alanın 28 bin metre karesi kamuya, 72 bin metre karesi ise şahıslara aittir. Deri sanayicileri, bu alanı satmak istiyorlarmış, büyük ihtimalle bu alana alışveriş merkezi kurulur.
KAZLIÇEŞME FATİH CAMİİ
Kazlıçeşme mezarlığı karşısında, Zakirbaşı sokağındadır. İstanbul’un fethinden önce kurulan ilk Türk camisi olarak önem kazanmaktadır. Fatih Sultan Mehmet’in ordusunun konuşlandığı Kazlıçeşme çayırı üzerinde yapılmıştır.
Burası “Kazlıçeşme camisi” olarak da bilinir. Kesin inşa tarihi ve kim tarafından yaptırıldığı bilinmemektedir. Caminin özgün haliyle günümüze kadar gelen tek yeri: sadece minaresinin alt gövdesidir. Ayrıca caminin temelinde kullanılan taşlar da 1450’li yıllardan kalmadır.
Günümüzdeki cami, ahşap çatılı ve kagirdir. Ancak plansız şehirleşmenin kurbanı olmuş, yıllarca deri fabrikaları arasında kalmış, kaçak kat çıkılmış, çokça eklemeler yapılmış ve fabrikalar yıkılınca ortaya çıkmıştır. Camiyi, diğer camilerden ayıran en büyük özellik, minaresinin sağda değil solda olmasıdır.
Cami: Sultan II. Mahmut döneminde 1813 yılında yenilenmiştir. 1954 yılında ise derici esnafı tarafından tekrar yenilenmiştir. Günümüzde faal durumdadır.
ERYEK BABA-ERİKLİ BABA BEKTAŞİ TEKKESİ-DERGAHI
Demirhane caddesindeki ünlü Kazlıçeşme’nin hemen arkasındaki Zakirbaşı Sokağındadır. İstanbul şehrindeki Bektaşi dergahlarının ünlülerinden olan bu tekke, tarih boyunca çeşitli isimlerle adlandırılmıştır. Bunlardan en çok kullanılanı ise “Kazlıçeşme Eryek Baba Dergahı” dır.
Bektaşi tekkesinin önünde yatan kişinin, Hacı Bektaş-ı Veli’nin halifelerinden biri olduğu söylenir. Çevresi demir parmaklıklarla çevrili ve yazısız, yuvarlak bir dikilitaş ile simgelenmiştir ama hakkında yeterli bilgi yoktur. Bu kişi: bazı kaynaklara göre Horasan’dan İstanbul kuşatmasında bulunmak için gelen cihat erlerindendir.
Bu cihat erleri, sonraları erenlerden sayılmıştır. Çoğu da Bektaşi efsanelerine geçmiştir. Ancak Eryek Baba hakkında hiçbir somut bilgi yoktur. Eryek Baba adının zamanla, Arabi harflerle yazılışının ayrı olması dolayısıyla yanlışlıkla Erik(li) Baba diye okunup Erikli Baba şeklinde anılmaya başlandığı tahmin edilmektedir.
Dergah, günümüzde bir meydan evi (iki katlı dergahın ana binası), Eryek Babanın büyükçe mezarı, hazire, kameriye, bahçe ve Zeytinburnu Belediyesince yapılan ihata duvarından ibarettir. Ancak ihata duvarında, bazı mezar taşları ve mermer lahit parçalarının kullanıldığı görülmektedir.
Dolayısıyla tahrip edilen mezar ve mezar taşları sayısı bilinmemektedir. Ayrıca, Kazlıçeşme ile bu günkü kıble yönündeki ihata duvarı arasındaki alanda yer aldığı tahmin edilen dergahın diğer müştemilatının deri fabrika ve atölyelerin yıkımı sırasındaki düzenlemelerde de dergaha ait olmadığı sanılarak yıktırıldığı tahmin edilmektedir. İki katlı ve bağdadi yapıda olan dergah ana binası, bu gün bir hayli harap durumdadır.
Dergah binasının sol yan ve arka tarafından bazı bölümler çökmüş durumda ve bina biraz sol tarafa kayma göstermiştir. Şeyh odası, meydan odası, misafir odası, sofa, kahve ocağı, selamlık, mabeyn gibi bölümlerden oluşan meydan evi, hazire ve diğer müştemilatıyla Eryek Baba tekkesi onarılmayı beklemektedir.
AYİA PARASKEVİ AYAZMASI
Kazlıçeşme mezarlığının karşısında, Abay caddesi üstündedir. Ayazmanın suyunun özellikle göz hastalıklarına ve felçlilere iyi geldiği söyleniyor.
KAZLIÇEŞME YEDİ ŞEHİTLER KABRİSTANI
Demirhane caddesi üzerindedir. Yedi Şehitler Kabristanı olarak da bilinir. İstanbul’un fethi sırasında şehit düşmüş olan yedi tane asker gömülüdür. Muhtemelen fetihten yıllar sonra, Hacı İvaz isimli biri tarafından defnedildikleri yerler bulunan bu şehitlerin kabirlerinin çevresi duvarlarla çevrilmiş ve muhafaza altına alınmıştır. Bu şehitlik, ayrıca İstanbul’daki ilk Türk şehitliğidir. Şehitliğin caddeye bakan tarafındaki cephesinde küçük bir giriş kapısı ve bir pencere vardır.
DERYA ALİ BABA TÜRBESİ
Fatih Sultan Mehmet’in sakabaşısı Ali Baba: fetih süresince, askerlere kendi yaptığı deri kırbasıyla su taşımıştır. Askerler bu suyu içtikçe, bu suyun bitmemesinden dolayı Ali Baba’ya “Derya” mahlası verirdi. Fetihten sonra uzun yıllar civarın en sevilen kişisi olarak yaşayan Derya Ali Baba, kendisine tahsis edilen araziyi sağlığında vakfetti. Yakınlarına da “Bunlardan fakir fukara sebeplensin” diye vasiyette bulunduktan sonra vefat etti. Bugünkü Kazlıçeşme otobüs durağının yanındaki türbeye defnedildi.
BELGRAD KAPI
Kapının yapımına İmparator II. Theodosius Praefaectus Anthemios tarafından 413 yılına doğru başlamıştır. Yedikule ve Belgrad kapı arasında 11 burç vardır. Sekizinci burcun üzerinde, III. Leon ve oğlu V. Konstantin’in burada yaptığı onarımları anlatan kitabeler görülür. VIII. İoannes Palaiologos da 1434 yılında kapıyı onartırmıştır.
Osmanlı döneminde uzun zaman bu kapıya “Kapalı Kapı” denilmiştir. Çünkü Bizans döneminde 12’nci yüzyılda kapı örülmüş ve yaklaşık 700 yıl kapalı kalmıştır.
1886 yılında aşağıda bulunan Balıklı Rum Hastanesine geliş gidişi kolaylaştırmak için yeniden açılmıştır. Kapı, ismini bu civarda bulunan Belgrad göçmenlerinden almaktadır.
Kanuni Sultan Süleyman döneminde, Belgrad fethedildikten sonra, bir gurup Belgradlı esir İstanbul’a getirilmiştir. Esirlerin esnaf olan kısmı, bu kapı civarına yerleştirilmiştir. Su yollarından anlayan kısmı ise Belgrad ormanlarına yerleştirilmiştir. Belgradlı esirler, İstanbul’da iki ayrı noktaya isimlerini vermişlerdir.
Sur kapılarının yanlarında savunma kuleleri vardır. Kapılar, bu savunma kuleleri kullanılarak savunulur. Yedikule kapısında bulunmayan savunma kuleleri burada vardır. Ama surların bu bölümlerinde yeniden yapılmış bir hava vardır.
Belgrad kapıdan içeriye girince, kapının sağ ve sol yanlarında merdivenler bulunuyor. Bu merdivenler aracılığıyla surlara çıkılıyor. Kulelerin üzerinden, İstanbul’un farklı bir panoraması izlenebilir.
İstanbul’un fetih kutlamaları, her yıl 29 Mayıs tarihinde burada yapılmaktadır.
UYKULU MUHİTTİN EFENDİ TÜRBESİ
Uykulu Muhiddin Efendi isimli bir evliyanın gömülü olduğu bilinen bu türbe, halk arasında Kavaklı Dede Türbesi olarak da bilinir. 1989 yılında yeniden yapılan türbenin, uykusuzluk derdi çekenleri iyileştirdiği inancı, türbeyi büyük bir ilgi odağı haline getirmiştir.
ABDİ İPEKÇİ SPOR TESİSLERİ
İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından 1979-1989 tarihleri arasında yaptırılmıştır. 7 bin seyirci kapasitelidir. 1990 yılında yapılan çeşitli gösterilerle hizmete açılmıştır. Kapasite olarak Sinan Erdem Spor Salonu ve Ülker Sport Arenadan sonra Türkiye’nin üçüncü büyük spor salonudur.