Boğaziçi’nin batı yakasında, Bebek ve Baltalimanı arasındadır. Türklerin, 1450 yılında, Rumeli’de ilk yerleştikleri bölgedir. Evliya Çelebi, bu bölge hakkında şöyle demiştir “Yahudisi, Meyhanesi, Bozahanesi dahi bulunmaz” Günümüzde de, burası bu konuda çok zengin sayılmaz. Burada, sadece 1-2 mekan açıktır. Ancak, bir zamanlar: semtin sahil boyunda ve hisar çevresinde, seyyar tektekçiler yani açık hava meyhanecileri geziniyormuş. İlkbaharda Hisar’ın bademleriyle taze meyvelerinin, hele kirazı ve vişnesinin tadına doyum olmaz. Yine Evliya Çelebi: Seyahatnamesinde “diyar-ı Acem” de, bu kirazlara “Gülnar-ı Rum” dendiğini ve “iki adet kirazın bir dövme riyal ağırlığında” geldiğini anlatır.
RUMELİ HİSARI
Bölgenin ismi antik dönemde “Hermaion” olarak bilinmektedir. Bizans döneminde ise, burada: “Foneos” isimli ve balıkçılıkla uğraşılan bir köy bulunmaktadır. Daha arkalarda, tepelere doğru ise yeşil bağlıklar bulunuyordu.
1452 yılında: Sultan II. Mehmet, Boğazın kontrolünü ve kuzeyden Bizans’a gelebilecek yardımları önlemek için bir hisar yapmaya karar verir.
Hisar: “Dua Tepe” ve “Şehitlik Tepe” denen iki tepe üzerine kurulmuştur. Şehitlik Tepe: Rumeli Hisarının inşaatını engellemek isteyen Bizans askerleriyle çarpışarak şehit düşenlerin gömüldüğü yerdir. Buradaki en eski mezar taşları: 1450-1451 yılları arasını kapsamaktadır.
Hisarın yapımına başlandığında: Bizanslılar telaşlanarak önce kaleyi ele geçirmeyi düşünürler. Ancak, Sultan onlara kaleyi; şehri ve Akdeniz-Karadeniz hattında dolaşan tüccarlara saldıran korsanları önlemek için yaptırdığını söyler. Bizanslılar, böylece hisarın yapılmasına göz yumarlar.
İstanbul boğazının en dar yerinde ve Anadolu Hisarının tam karşısında (ikisi arasındaki mesafe 660 metredir) inşa edilen hisarın surlarının uzunluğu: kuzeyden güneye 125 metredir ve üç büyük kulesi vardır. Mimari açıdan, Orta çağ askeri mimarisinin güzel bir örneğidir.
Hisarın yapımında: bizzat Sultan II. Mehmet idaresinde: bin kadar usta ve bunun iki katı kadar da ırgat çalışmıştır. Hisarın projesi, yapılacak surlar, burçların, kapıların yerleri, aralık ve mesafeleri bizzat Sultan II. Mehmet tarafından belirlenmiştir. Mimar ise Muslihiddin Ağa’dır. Kendisi Edirne üç şerefeli cami ve tarihi Uzunköprü’nün de mimarıdır.
Hisarın yapımında: dönemin ileri gelenleri himmette bulunmuş, harcamalara katılmışlardır. Ayrıca: belli bazı kule ve beden duvarlarının da hızlı yapılmasından sorumlu tutulmuşlardır. Fakat, sadece güneydoğudaki kule, üzerindeki kitabeye göre, Zağanos Paşa idaresinde yapılmıştır.
Bir görüşe göre; kuzeybatıdaki kule Saruca Paşa ve kıyıdaki kule Çandarlı Halil Paşa tarafından yaptırılmıştır. Sultan’da kalan işlerle uğraşıyordu. Hatta: askerlerin sevgisini, desteğini ve saygısını kazanmak için inşaat sırasında, göstermelik te olsa birkaç kez taş taşıdığı söylenir.
Kıyıda toplanan inşaat malzemelerini ve çalışanları güvence altına almak için, önce kıyıdaki Halil Paşa burcu yapıldı.
Saruca Paşa burcu: 28 metre yükseklikte ve dış çapı 23.80 metre ve duvar kalınlığı 7 metredir. Kıyıdaki Halil Paşa burcu: 22 metre yükseklikte ve dış çapı 23.30 metre ve duvar kalındığı 6.5 metredir.
Zağanos Paşa burcu: 21 metre yükseklikte ve dış çapı 26.70 metre ve duvar kalınlığı 7 metredir. Sarıca ve Zağanos paşa burçları yuvarlak, Halil paşa burcu ise 12 köşelidir. Üstleri kurşunla örtülmüştür.
Surların kalınlığı: taarruza açık batı tarafından her yerde beş metre ve güney tarafında ise üç metredir. Bazı yerlerde dört metredir. Surlar dışında: dışarıya karşı iki metre yükseklikte, seksen santimetre genişlikte mazgallarla korunan bir devriye yolu vardır.
Dünyanın en büyükleri olarak kabul edilen bu üç büyük burçtan başka, küçük kuleler de vardı. Kulelerin içi ahşaptı ve her katta bir ocak bulunuyordu. Hisarın içinde dizdar ve nöbetçi yeniçerilerin evlerinden başka, Fatih tarafından yaptırılan bir mescit, mescidin altında bir sarnıç ve iki de çeşme bulunuyordu.
Hisar: 4 ayda bitirilir. Süleymaniye Kütüphanesindeki bir yazılı esere göre, hisar 139 günde bitirilmiştir.
Boğazdaki akıntı yüzünden, gemiler, Avrupa yakasında kıyıya yanaşmak zorunda kalırlar. Böylece hisarın gücü ve etkinliği daha da artar.
Hisar böylece, kendisine yaklaşan hedefleri, toplarının en uzak menzil mesafesinde karşılayarak, güneyde en uzun mesafeye kadar takip edebiliyordu.
2000 metre uzunluğundaki Rumeli Hisarına 400 yeniçeri ve Firuz Ağa atandı. Hisar, kuvvetli toplarla donatıldı. İlk olarak 10 Kasım tarihinde Karadeniz’den gelen 2 Venedik gemisine ateş açıldı. 26 Kasım tarihinde bir gemi batırıldı. 2 Aralık tarihinde, bir Trabzon gemisi, bu ateş barikatını güçlükle aşabildi. Böylece, hisarın tasarlanan görevi yapabileceği anlaşıldı.
Fatih Kararnamesine göre: Rumeli Hisarında, yatsı namazından sonra ve sabah namazından önce, iki defa nevbet vurulması gerekirdi. Cuma ve bayram günleri, hisara bayrak çekilmesi ve padişahlar Boğaz’da gezintiye çıktıklarında, hisar önünden geçerlerken topla selamlanmaları da kanun gereğiydi. Hisar’dan dizdar ile hisar ustası unvanı taşıyan subaylar sorumluydu.
Nevbent: Osmanlı devletinde, sarayda ve bazı özel yerlerde sabah, ikindi, yatsı zamanlarında çalınan askeri mızıkadır. Buna nevbet-i Sultani de denirdi. Osmanlı devletinin kuruluşundan itibaren gelenek olan bu nevbent, sonraları geniş bir kadrolu mehterhane tarafından icra edilmeye başlandı.
Osman Gaziden, Fatih Sultan Mehmet hana gelinceye kadar, nevbent çalmaya başlanınca, padişahlar ayağa kalkar ve öylece dinlerdi. Fatih Sultan Mehmet, çıkardığı kanunla ayakta dinlemeyi kaldırdı. Nevbent vurma esasları, kanuna bağlandı.
Mehter takımı, her gün padişahın bulunduğu yerde ikindi zamanı çalınır, sonra dua edilerek, nevbent merasimi biterdi.
İstanbul’un alınmasından sonraki dönem
İstanbul’un alınmasıyla birlikte, hisarın görevleri de büyük ölçüde biter. Çünkü: İstanbul’u, Karadeniz’den gelecek tehlikelere karşı koruyabilmek için, fazla güneyde kalır. Zaten, fetihten sonra, burası bir “Devlet Hapishanesi” yapılır.
Suçlu yeniçeriler burada cezalarını çekerler ve Osmanlı ile savaşa giren yabancı ülke elçilik mensupları, burada gözaltında tutulur. Önemli suç işleyen yeniçeriler: Süleymaniye ve Beyazıt arasındaki Paşakapısı denen Yeniçeri Ağası Sarayında muhakeme edildikten sonra: Yemiş İskelesi denen yerde yeniçeri kolluğuna bindirilir ve buradan kayıkla Rumeli hisarına getirilirdi.
Bunlar: hisar muhafızları tarafından gece yarısı boğulur, ayağına gülle bağlanıp denize atılır ve infazın yapıldığı bir top atışı ile duyurulurdu.
Yabancı devletler, Osmanlı devletiyle savaşa girdiklerinde ise, 16 yüzyıldan sonra, savaşa girilen ülkenin bütün elçilik mensupları, Rumeli hisarında enterne ediliyordu. Bu yüzden: burası yani Rumeli Hisarı, Avrupalılar arasında: korku verici olarak şöhret kazanmıştı. Hatta: buraya, yabancı elçilik mensupları için “Karakule” ismini vermişlerdir.
Çünkü siyah bir salyangoz şeklindeki kule, Konstantinopolis şehrinden sadece iki mil uzaklıkta, bir kayalığın üstüne kurulmuştur. Konstantinopolis şehrini fetih etmeden önce, Sultan II. Mehmet, bu kara kulede yani Rumeli Hisarındaki bir odada yaşıyormuş.
Hisar: Sultan II. Beyazıt döneminde: 1509 yılında küçük kıyamet denen depremde zarar gördü ve hemen tamir ettirildi. 1746 yılında ise, hisarda bir yangın çıktı ve hisar tahrip oldu. Yangından dolayı oluşan hasarlar, 1700’lü yılların sonlarında Sultan III. Selim döneminde onarıldı.
Sultan Abdülaziz döneminde: buraya bir saray yaptırılması ve Amerikan Kolejinin isteği üzerine manzarayı kapattığı için hisarın bir kısım duvar ve kulelerinin yıkılmasına karar verildi. Ancak yıkım işçileri, Ahmet Vefik Paşa tarafından bastonla kovalandı ve bu durum, o dönemde halk arasında büyük etki yarattı ve hükumet, yıkım kararından vazgeçti.
1917 yılında Rumeli Hisarında, bir deniz müzesi yapılmasına karar verildi ve bir tasarı hazırlandı ve iş, bir Alman firmasına ihale edildi. Ancak, hemen sonrasında Osmanlı devleti, Mondros Mütarekesiyle yeni bir krize girince, 1918 yılında bu tasarıdan vazgeçildi. Sonrasında ise hisar, kendi haline bırakıldı.
Zamanla: buraya halkın yerleşmesine izin verildi. Önceleri: kale kumandanı ve muhafızların oturdukları ve hisarın ilk yapıldığı zamandan beri var olan avludaki evler de yerlerini küçük bir mahalleye bıraktı. Mahalle, uzun yıllar boyunca iyice kalabalıklaştı ve ahşap yapılarla doldu. Köşkler ve evler, iki mahalle oluşturdu.
İstanbul’un fethinin 500 yıl dönümünde: 1953 yılında: hisarın büyük bölümü: turizm amaçlı olarak tamir edildi ve avludaki evler istimlak edilerek kaldırıldı. İçine bir açık hava tiyatrosu eklendi ve aynı zamanda müze haline getirildi. Böylece Rumeli Hisarı kurtarılmış oldu.
Hisarlar Müzesinde: açık teşhir yapılmakta olup, sergi salonu ve depo yoktur. Döküm toplar, gülleler ve Haliç’i kapattığı söylenen zincirin bir parçasından oluşan eserler, bahçede teşhir edilmektedir. Ayrıca: Saruca Paşa Müzesi ve Serpuş Müzesi olmak üzere iki müze bulunmaktadır. Geçmiş dönemlerde intihar olayları yaşandığı için, yüksek burçlara çıkmak yasaklanmıştır.
Kale içinde, anfi tiyatro şeklindeki açık hava sahnesi: Hisarlar Müze Müdürlüğüne bağlıdır ve yaklaşık 1350 seyirci kapasitelidir. Yaz aylarında: burada konser, tiyatro ve dans gösterileri düzenlenmekte, tüm dekor ve teknik aksam, etkinlikler için dışarıdan getirilip kurulmaktadır.
Aldığım bir duyuma göre: son çalışmalar çerçevesinde burada sahnenin bulunduğu yere bir mescit yaptırılıyormuş ve bundan sonra burada konser gibi etkinlikler düzenlenmeyecekmiş.
Mescit yapılmasına sebep olarak, 1884 depreminde burada bulunan mescidin yıkılması gösteriliyor. Yine söylenenlere göre: bu mescit: Fatih Sultan Mehmet’in namaz kıldığı ve hisar içinde kalan “Ebu’l Feth” yani “Fethin Babası” isimli camidir. Bu caminin minaresi, virane şekilde halen durmaktadır.
Ayrıca, yine hisarın içinde: yeşil alanlarda ve manzaralı yerlerde, birçok çay bahçesi ve kafeterya bulunmaktadır. Bu manzaralı yerlerden en ünlüsü: Duatepe Parkıdır ve hisarın üst kısmındadır.
Son bir not: Anadolu hisarından bakıldığında, Rumeli Hisarının yerleşiminin Arapça bazı harfleri hatırlattığı söylenmektedir. Bu görüşe göre, hisarın yerleşimi, Arapça “mim-heh-mim-de” harfleri “Mehmet” ismini yazmaktadır.
HİSAR İSKELESİ-ÇINARLI RESTORAN
Bu tarihi vapur iskelesi, Boğaziçi’nin en eski vapur iskelesidir. Yapılış tarihi olarak 1880 yılı belirtilmektedir. Günümüzde, İstanbul Deniz Hatlarından kiralanan bu iskelede, bir balık restoranı bulunuyor.
Bu restoran Çınarlı restorandır. Burası: Rumeli Hisarının demirbaş tesislerinden birisidir. Karaca restoran olarak da bilinir. Tesis 1959 yılında açılmıştır. Restoran, içindeki çınar ağacı ile de çok ünlüdür.
DENİZ ÇAY BAHÇESİ-ALİ BABA
Deniz Çay Bahçesinin müdavimleri, burayı eski Ali Baba diye de bilirler. Müşterileri daha çok gençlerdir. Hatta daha genel anlamda, müşterilerin geneli Boğaziçi Üniversitesi öğrencileri ve mezunlarıdır.
MISIRLI YUSUF ZİYA PAŞA YALISI
Dönemin ünlü tüccarlarından olan Yusuf Ziya Paşa: Mısır Hidivi Abbas Hilmi Paşa ile aralarındaki rekabet nedeniyle, burada yaptırdığı yalısını: yedi katlı yaptırmıştır. Yalı, kulesiyle birlikte on katlıdır.
Yusuf Ziya Paşa: gemileriyle İtalya’dan Osmanlıya ticaret yapmaktadır. Rumelihisarı’ndaki bu yalının yapımına: Marsilya tuğlaları kullanılarak 1910 yılında başlar. Ancak I. Dünya savaşının başlamasıyla inşaatı yapan ustalar askere alınır ve çalışmalar yarım kalır. Aynı dönemde, paşanın ticaret gemilerinden iki tanesi batar ve paşa ekonomik sıkıntı yaşamaya başlar.
Bu yüzden: inşaat tamamlanamaz ve boş kalan ikinci ve üçüncü katlar nedeniyle, yalı, çevrede “perili köşk” diye anılmaya başlar. Hatta: Yusuf Ziya Paşa, maddi sıkıntıya düşünce ailesiyle birlikte Mısır’a göçmüş ve bu yüzden inşaat ıssız ve başıboş kalmış ve bu yüzden “Perili Köşk” denildiği de rivayet edilir.
Daha sonra: köşkün inşaatı kalfalar tarafından tamamlanır. Hatta, köşkün bulunduğu kayalığın taşları kırılıp tuğla yerine kullanılır. Bu yüzden, köşkün iç yapısında düzgün bir işçilik görülmez. Ancak işçilerin bu çalışmaları sırasında birçok söylenti ortaya atılır. Tadilat ve tamirat sırasında, işçiler çalışırken çok defa Paşanın karısının hayaletini gördüklerini iddia ederler.
Yusuf Ziya Paşa, bir süre sonra Mısır’da ölür. Vasiyeti üzerine, yalının en üst katının taşları sökülerek Mısır’a götürülür ve bu taşlardan Yusuf Ziya Paşanın mezarı yapılır. Böylece, Paşa, yalının cihannüma kulesini, kendisine mezar odası yaptırmıştır.
Yusuf Ziya Paşa: 1926 yılında vefat edene kadar, ikinci eşi Nebiye Hanım ve Nebiye Hanımın ilk eşinden olan kızları Sabiha ve Melek: bu yalıda yaşadılar. Paşanın vefatından sonra da aile, 1993 yılına kadar yalıda oturmayı sürdürdü. 1993 yılında yalı, bir kişiye satıldı ve satın alan kişi tarafından restorasyon çalışmaları başlatıldı. Ancak köşkün kullanılmaz durumda olduğu görülünce, ilk hali göz önüne alınarak yeniden yapıldı.
Dış görünüşü aynen korunurken, iç görünüşü tamamen değiştirildi. Türkiye’de il’ ve tek olan ışık tüpü uygulaması, buradadır. Binanın dört katından geçen ışık tüpü, güneş ışınlarını helistatlar vasıtasıyla büyük aynaya yansıtır ve içeriye doğal ışık verilir. Ayrıca geceleri, 1400’ü aşkın renk çeşidiyle renkli aydınlatma yapılır.
Bizans dönemindeki ismi “kleidra tou pontu” yani “Karadeniz’in anahtarı” imiş. Yine Bizans döneminde bir diğer ismi “Euphemia” dır.
Büyükdere’ye gelmeden hemen önceki bu bölüm: Fatih Sultan Mehmet tarafından, Rumeli Hisarının yaptırılması için ihtiyaç duyulan kirecin çıkarılması için burada yaptırılan kireç ocaklarından gelmektedir. Aynı zamanda, buranın coğrafi yapısı, bir burun gibi uzanmaktadır. Bu yüzden, yöre “kireçburnu” olarak isimlendirilir.
Buradaki yerleşim, 18 yüzyılda Sultan I. Mahmut döneminde başlamıştır ve o dönemde bu bölgenin ismi “Gümrük Emini Hasan ağa Has bahçeleri” olarak bilinmektedir. Çünkü burada Hasan Ağa’nın yaptırdığı büyük bir bahçe bulunmaktadır. Hatta, bu bahçenin en ünlü meyvesi kirazdır.
19 yüzyılda ise, Rumeli göçmenlerinin yerleştirilmesiyle, yöre gelişme göstermeye başlamıştır. Osmanlı Rus savaşı (1877-1878) sırasında, Keçecizade Fuat Paşa: bu göçmenleri Rumeli’den buraya getirtmiştir.
Biraz daha yukarıda, sahilden uzakta ise: Ortodoksların en kutsal kişilerinden birisi olan “Azize Euphemia” adına kurulmuş bir ayazma vardır ama yıkılmıştır. Hatta yine aynı azize ait bir kilise bulunduğu söyleniyor ama yıkıldığından günümüze ulaşmamıştır.
Kireçburnu Fırını
Semtin en önemli simgelerinden biri olan bu fırının ilk açılışı, 1957 yılına dayanmaktadır. Semti ziyaret ettiğinizde, mutlaka bu fırının ürünlerini yani kurabiye ve çörekleri tatmanızı öneririm.
Gümrükçü İshak Ağa Camii ve Çeşmesi
Kireçburnu semtinde, Set üstündeki bu cami, Müslümanların yaşadığı mahallenin en ünlü yapısıdır. İshak ağa: ilk olarak 1749 yılında buradaki köye bir çeşme yaptırmış ve arkasından cami de yaptırarak bölgeyi kalkındırmıştır. Bu cami, 1902 yılında Mehmet Bey isimli bir zat tarafından yenilenmiştir.
Camiye: aynı zamanda “Mehmet Bey Camisi” ve “Ağaçaltı Camisi” de denir. Ağaçaltı ismi: caminin avlusunda bulunan anıt ağaçtan gelmektedir. Bu çınar ağacı camiyi yaptıran İshak Ağa tarafından dikilmiştir ve ana cadde duvarının dibindeki bu ağacın çevresi 5 metreden fazladır.
Memduh Paşa Yalısı
Dahiliye Nazırı Memduh Paşa tarafından 1895 yılında İtalyan bir mimara yaptırılmıştır. Memduh Paşa, Meşrutiyetin ilanından sonra Sakız adasına sürülmüş, sonda af çıkınca Kireçburnu’na geri dönmüş ve 1926 yılına kadar burada yaşamıştır. Mirasçıları ise, 1950 yılına kadar burada yaşamış ve ardından yalı birçok kez el değiştirmiştir. Yalı: 3 Temmuz 1919 tarihinde çıkan yangın sonucu yanmıştır. Günümüzde görülen yapı 1980’li yıllarda aslına uygun olarak yeniden inşa edilmiştir.
Fatih ilçesinin bir semti olan Şehzadebaşı semti: yüzyıllarca gerçek bir Türk mahallesi olma özelliğini korumuştur. Ama günümüzde o günlerin anısını yaşatacak çok az iz bulunmaktadır.
Şehzadebaşı semtinde: yana yana duran görkemli iki külliye: semti tam anlamıyla bir Müslüman mahallesine dönüştürmüş ve bu özelliği Cumhuriyet sonrası yıllarda bile sürmüştür. Semtte ayrıca: Yeniçeri ocaklarının kışlaları ve odaları vardı. Yani, Şehzadebaşı, zamanın kalburüstü semtlerinden biriymiş. Tarihi Bozdoğan kemerinin tanıklık ettiği semtin geçmişi Bizans dönemine kadar gitmektedir.
DİREKLER ARASI
Direklerarası: günümüzde Vezneciler-Damat İbrahim Paşa mescidi arasındaki caddedir. Burası, Bizans döneminde şehrin önemli caddelerinin kavşak noktasıydı ve şehrin en kalabalık yerlerinden birisiydi.
Bizans dönemindeki adı “Filadelfion” olan bu caddede o zamanlar “Halkun Tetrapilon” ve “Sintetos Kion” anıtlarının bulunduğu söyleniyor. Hatta: Nimfaion denen anıtsal bir havuz bulunuyordu. Tetraklar denen ve dört imparatoru tasvir eden buradaki heykel gurubu: 1204 yılındaki Haçlı-Latin işgali sırasında çalınarak Venedik’e kaçırılmıştır.
Evet, burası, Bizans’ta yapılan iki yanı sütunlu caddelerin ayakta kalan sonuncusudur. Bu son kolonad da 20 yüzyıl başlarında yıkılarak ortadan kaldırılmıştır.
Semt, ismini, 18 yüzyılda burada bulunan dükkanların önündeki mermer sütunlardan almıştır. Kalenderhane Camii önünden başlayan, Dede Efendi Caddesini kesen noktaya kadar süren ve aralarında altışar metre mesafe olan direkler vardı.
Semte ismini veren bu direklerle, cadde, kendine özgü bir güzellik kazanmış ve direklerin arkasındaki 82 adet dükkanlar, özellikle çayhaneler buraya ayrı bir hava katmıştır. Ancak: 1900’lerin başında, buradan tramvay geçirilmesi gündeme gelince, bu direkler sökülmüş ve böylece semtin yaşayışı ve hayatına önemli damga vurun semboller ortadan kaldırılmıştır.
Dükkanlar: Şahzade Camisinin külliyesine gelir sağlamak için Damat İbrahim Paşa tarafından 1729 yılında yaptırılmıştır. Burası, ilk sinema ve tiyatronun, İstanbul’a geldiği yer olarak önemlidir.
Türkiye’de ilk kez, sinema filmi 1897 yılında Galatarasay’daki bir birahanede, perdede izlenmiştir. Hemen ardından, burada bulunan Fevziye Kıraathanesinde: film izlenmiş ve 19 Mart 1914 tarihinde, yine burada, düzenli olarak film gösterilen sinema salonu açılmıştır.
Sokak, ilk zamanlar, yeniçerilerin bir gezi ve alışveriş yeridir. Ama, 19 yüzyılda özellikle ramazan aylarında bir eğlence merkezine dönüşmüştür. Burada: kıraathaneler ve tiyatro eğlenceleri yanında: en önemli etkinlik gezintilerdi.
Her meslek ve sınıftan erkekler ve hanımlar, kendi toplumsal yaşayışları, örf ve adetlerine göre, caddede boydan boya yürürler, fırsat bulduklarında birbirleriyle işaretleşir ve haberleşirlerdi.
Bu gezinti alemlerinde, hanımların yanında, özellikle Arap bacılar, refakatçi olarak bulunurdu. Zaten buranın en büyük özelliği, gayrimüslimler Beyoğlu’nda gezerken, Müslüman halk burayı tercih etmesidir.
Çayhaneler-Kıraathaneler
Zaten, direkler arasında bulunan dükkanların en önemlileri “kıraathaneler” yani çayhanelerdir. Çayhaneler, basit bir kahvehaneden öte sohbet edilen ve toplantılar yapılan, çeşitli gazeteler ve eserlerin okunduğu ve özellikle musiki heyetlerinin konserler verdikleri yerlerdi.
Bunların içinde en önemlisi “Fevziye Kıraathanesi” idi. Burası, dönemin müzik okulu olarak kabul edilmiştir. Ayrıca, yine bunlar arasında en çok ziyaret edileni: emeklilerin müdavimi olduğu İkbal Kıraathanesimiş.
Tiyatrolar
Direkler arası: Türk toplumunun geleneksel tiyatro ürünleri olan: Karagöz, Orta oyunu ve Meddahın değişik uygulamaları yanında: özellikle ramazan aylarında açık alanlarda gündüz oynanan orta oyunu ve gece yine açık alanlarda ve kıraathanelerde oynatılan Karagöz ve Meddah oyunlarının en yoğun sergilendiği yerdir. Ancak tüm bunların yanında, yine burada, Batı tarzı, kapalı mekanlarda ve sahneli tiyatrolarda oynanan tiyatro oyunları da vardı.
Çeşitli tiyatro toplulukları, buralardaki tiyatrolarda oyunlar icra ettiler. Gelelim tiyatro binalarına: tarihi “Turan Tiyatrosu” yıkılmış, Hilal, Ferah, Milli ve sonradan inşa edilen “Yeni Sinema” 1965 yılına kadar varlığını muhafaza edebilmiştir.
Milli Sinema: ufak ve gayet muntazam bir salon olarak İstanbul’da, ilk sinema filmi gösterilmiş salon olarak önemlidir. Burası bir dönemde tiyatro olarak kullanılmıştır. Turan Tiyatrosunun üç kat balkon ve locaları vardı. Balkon ve locaların ön cepheleri, kabartmalarla süslenmişti.
20 yüzyılın ortalarından itibaren: buranın en ünlü mekanları olan, Şehir Tiyatrolarının başladığı “Letafet Apartmanı” ile Yeniçeri hamamı ve Ferih tiyatrosu gibi yerler yıkılmış ve semtin tarihi özellikleri azalmıştır. Zaten: direkler ve eğlence yerlerinden günümüze ulaşan bir şey kalmamış, sadece küçük vakıf dükkanlarının çok az kısmı gelebilmiştir.
ŞEHZADE MEHMET KÜLLİYESİ
Ana girişler, Şehzadebaşı caddesindedir.
Eski Odalar diye adlandırılan yeniçeri kışlasından devşirilen yamuk planlı bir arazide yapılmıştır. Kanuni Sultan Süleyman, bu külliyeyi; 1543 yılında 22 yaşında Saruhan Valisiyken çiçek hastalığından ölen oğlu Şehzade Mehmet için yaptırmıştır.
Ama burada hemen burasıyla ilgili anlatılan bir öyküden söz etmek istiyorum. Kanuni Sultan Süleyman: bu camiyi önce kendi adına yaptırmış, ancak şanına layık bulmayıp Şehzade Mehmet’e hediye etmiştir.
Şehzade Mehmet, bu müjdeyi beğenmeyip “Ben de tahtı verecek sandım” demiştir. Bunun duyan Kanuni, öfkelenir çok öfkelenir. Şehzade, bu camide bir türbede gömülüdür ve Kanuni, sandukasının üstünde, tahtadan yapılmış zarif bir taht koydurur.
Bunun bir manada “Ben sana tahtı zaten verecektim” veya “Al sana taht” diye düşünülebilir. Şehzade Mehmet’in sandukasının üstündeki bu tahta taht hala durmaktadır.
Kanuni: en sevdiği oğlumun ölümüyle sarsılmış, üç gün, Mehmet’in bedeninin yanında oturduktan sonra, cenazenin kaldırılmasına izin vermiştir.
Külliyenin yapımı: 4 yıl sürer ve 1548 yılında tamamlanır. Aslında, Kanuni, bu külliyeyi kendisi için yaptırmayı düşünürken, Şehzade Mehmet genç yaşta ölünce, onun adına inşaat devam ettirilmiştir. Çünkü: henüz padişah olmamış şehzadenin, kendi adına bu kadar büyük cami yaptırması imkansızdır.
Bu yüzden, caminin Kanuni adına başladığı düşünülmektedir. Zaten, cami bitmeden şehzadenin türbesi buranın avlusuna yerleştirilmiştir. Öte yandan, bu cami bitmek üzere iken, Süleymaniye camisi inşaatına başlanılmıştır.
Eski Sarayın (bugünkü İstanbul Üniversitesinin bulunduğu alan) hemen yakınında, Fatih ve Beyazıt külliyeleri arasında, şehre hakim bir düzlükte yapılan Şehzade Mehmet Külliyesinde: camiden başka, medrese, imaret, tabhane, sıbyan mektebi ve kervansaray vardır.
Cami ve hazire, Vezneciler caddesi üzerinde, diğer yapılar arka taraftaki dış avlu duvarına yerleştirilerek, iki akslı bir düzen kurulmuştur. Bağımsız olan imaret ve sıbyan mektebi, Dedeefendi caddesi üzerinde bulunmaktadır.
Külliyenin bazı malzemeleri “Forum Tauri” den getirilmiştir.
Bu külliye: Mimar Sinan’ın “çıraklık” eseriydi. Ama aslında onun anıtsal ilk selatin camisidir. Görkemli ve anıtsal bir yapıdır. Bunun ardından, anıtsal büyüklük ve önemdeki, klasik mimari üslubunun tüm ögelerini tasarladığı kalfalık ve ustalık eserleri gelmiştir.
Sinan: bu Şehzade Mehmet camisinin yapımına başladığında: 54 yaşındaydı. Sinan’ın oldukça büyük ölçüde meydana getirdiği ilk külliye olması açısından önemlidir. Mimarbaşı unvanı ile inşa ettiği ilk selatin camisidir.
1613 ve 1633 yıllarındaki yangınlarda zarar gören külliye binaları: Sultan IV Murat emriyle tamir ettirilmiş, bu esnada şadırvan kubbesi yenilenmiştir. 1718 ve 1782 yıllarındaki yangınlarda ise minare külahlarına kadar bütün ahşap aksam yanmıştır. 1916 ve 1953 yıllarında bazı türbelerde ve camide yapılan kısmi onarımların ardından, 1994-1999 yılları arasında külliye binaları kapsamlı bir restorasyondan geçirilmiştir.
CAMİ
Kare planlı cami: üstü yarım kubbe şeklinde büyük bir kubbe ve onun çevresindeki dört yarım kubbeyle örtülmüştür. En önemli özelliği: ilk çift eksenli, simetrik cami olmasıdır. Yani: artık merkezi planlı, klasik Osmanlı camisi tipine ulaşılmıştır.
Bu mimari gelişimin bir önceki adımları: Edirne Üç Şerefeli Cami ve eski Fatih Camisiyle Üsküdar’daki Mihrimah sultan camilerinde görülür.
Caminin kendisi de, avlusu da 5 x 5 lik ızgaraya oturur. Avlu-cami ve minare-cami ilişkisinde dönüm noktasıdır. Cephelerde kullanılan revaklarla: dev bina insan boyutlarına yaklaştırıldığında, gölgelerle dramatik bir etkiye sahiptir. İki minareli cami, eğer dört minareli olsa, simetrik özelliği olmayacaktır.
Osmanlı mimarlığında, masif duvarların yerine, ilk olarak; dış mimaride revak kullanılmıştır. 15 yüzyıldan itibaren başlayan yalınlaşma eğilimi dışına ilk kez çıkılmıştır. Çok renkliliğin vurgulanışı, yapının dış profillerine getirilen bezemeli ögeler, minarelerin yüzey bezemeleriyle ünik yapıdır.
Ayrıca, cami şehzadenin yarım kalan gençliğinin anlatılması ve Şehzadenin sanata olan düşkünlüğünün göstergesi olarak: ince detaylı korniş, friz tepelikler ve renkli taşlarla süsleme yapılmıştır.
Avlu
Dış avludan geçerek ulaşılan camide, önce 12 sütun üzerine, 16 kubbeyle örtülü, revaklı bir avlu görülür. Şadırvan avlusu: cami gibi 5 x 5 modüle bölünmüştür. Kubbe açıklığına eşit olan bölüm 3 x 3 modül olarak açık bırakılmıştır.
Bu avlunun bütün kubbeleri aynı büyüklükte ve aynı yüksekliktedir. Böylece Beyazıt camisi avlusu ile birlikte, Osmanlı mimarisinin en dengeli ve en güzel avlusudur.
Avlunun merkezinde, yaklaşık bir modül büyüklüğünde, sekizgen şadırvan vardır. Şadırvanın üstü: 8 mermer sütunla örtülüdür. Sultan IV Murat döneminde yaptırılmıştır.
İç Mekan
İç mekana: dört kapıdan girilir. Bu kapıların genişlikleri, ortalama 2.3 metredir. Bu ölçü, Osmanlı mimarisindeki kapı enlerinin ölçüsüdür.
Buranın yarattığı etki genişlik ve boşluktur. Burada ne bir sütun ne de galeri bulunmaz. Hiç çini kullanılmamıştır. Bu bakımdan, plan benzersizdir. Bütün payelerin masif etkisi, biçimleriyle oynanarak azaltılmıştır.
Ancak, bu iç mekanın sadeliğini telafi etmek için, dış cephe başka hiçbir yerde olmadığı kadar bezemelerle süslenmiştir. Yan mahfiller olmadığından, iç mekan olduğundan daha büyük görünür.
Kubbe
Mimar Sinan: yarım kubbe problemini ilk defa bu camide ele almış, dört yarım kubbeli ideal bir merkezi yapı meydana getirmiştir.
Böylece Rönesans mimarisinin rüyası gerçekleşmiştir. Planda: bu kubbe sistemi “kare içine çizilmiş bir yonca yaprağı” gibi görülür ve bu sistem, Türk mimari tarihinde ilk defa yapılan bir denemedir.
Dört köşede yarım kubbe ve dört de küçük kubbe vardır. Bütün kubbeler, 4 büyük fil ayağı üzerine oturur. Kubbeyi taşıyan bu dört ayakların çok fazla yer kaplamaması ile, mekan bütünlüğü sağlanmaya çalışılmıştır. Böylece taşıyıcı unsur olmaktan çıkan duvarlar: çok sayıda pencere ile donatılarak çok daha yumuşak bir görünüm elde edilmiştir.
Ana kubbe: 18.42 metredir ve 4 büyük yarım kubbeye yaslanır. Kubbenin zeminden yüksekliği 37 metredir.
Kubbenin iç kısmında beyaz üzerine kırmızı motifler dikkat çekmektedir. Yani hiç çini yoktur, sadece kalem işleriyle süslenmiştir.
Süslemeler
Yapıldığı döneme özgü malakari ve kalem işi süslemeler ve ahşap malzemelerin işçiliği, klasik Osmanlı süsleme sanatlarının nadide örneklerindendir.
Mihrap
Üzerinde kitabesi bulunan mihrap mukarnas yaşmaklıdır. Mermerdendir.
Minber
Mermerden minber, geometrik şekillerle süslüdür.
Hünkar Mahfili
Sol köşede bulunan hünkar mahfili, kenarlarda, ikişer mermer, ortada 4 ağaç direğe oturur. Bir köşesiyle, duvar payelerine yaslanır. Korkuluklarla çevrilidir.
Müezzin Mahfili
Bursa kemerlidir ve mermerden yapılmıştır.
Vitraylar
Kubbenin hemen altındaki pencerelerde, rengarenk vitraylar görülür.
Dev Azize
Kubbenin tavanında asılı, eskiden yağ kandillerini taşıyan avize vardır.
Minareler
Avlu ve caminin birleştiği köşelerin dışında ikişer şerefeli iki güzel minaresi vardır. Yükseklikleri 41.5 metredir. Bunların üzeri, nakış gibi işlenmiştir. Yani plan ve konstrüksiyonda beliren yalınlık, minarelerde yerini plastik değer kazanan kabartma bezeme ögelerinde yansıyan hareketliliğe bırakmıştır.
Diğer cami ve minarelerdeki sadelik burada yoktur. Geometrik ve stilize edilmiş bitkisel motiflerle süslü bu minareler: Sinan’ın tasarladığı en görkemli minarelerdir. Söylenenlere göre: minarelerin üzerindeki bu motifler: Kanuni’nin çok sevdiği oğlu Mehmet için akıttığı gözyaşlarını simgelemektedir. Ancak, Sinan: sonraki yıllarda, yüzeysel etkiden ziyade, mimari etkiyi ön plana çıkaran uygulamalar yapmıştır.
HAZİRE ALANI
Selatin külliyelerinin defin geleneklerine aykırı olarak bir gelişim gösteren bu hazire de: 6 türbe ve yaklaşık 600 mezar vardır. Bu kasvet verici yer, her ne kadar Şehzade Mehmet için yaptırılmış olsa da, zamanla taht için öldürülen birçok şehzade buraya gömülmüştür.
Zaten türbelerin içine bakıldığında, birçok küçük sanduka görülür. Ancak öte yandan, bu türbeler, Türk çinilerinin en iyi iki döneminin müzesi gibidir. Buradaki çiniler, daha geç dönemde Tekfur Sarayında yapılmış az sayıdaki çininin yanı sıra İznik çiniciliğinin altın çağını bütünüyle kapsayacak kadar farklı tarihlerdendir.
Şehzade Mehmet Türbesi
Caminin kıble duvarı tarafındadır.
Şehzadenin ölümünün ardından, büyük bir hızla inşa edilerek 1544 yılı baharında camiden önce bitirilmiştir. Osmanlı mimarlığının en güzel mezar yapılarından biridir. Bilinçli bir bezeme endişesi görülür. Dilimli kasnak ve kubbesiyle, cephesindeki renkli taş işçiliği gibi detaylarla daha ziyade İran ve Orta Asya etkileri taşımaktadır.
Tek kubbeyle örtülü, sekizgen bir yapıdadır. Taşları farklı renklerdedir. Yer yer yeşil somaki levhalar kakılı kitabeler kullanılmıştır. Üç açıklıklı, düz saçaklı revaklı bir girişi vardır. Kubbe yivleri sıklaştırılmış ve derinleştirilmiştir.
Simetrik tambur, yivli bir sütun tamburu niteliği kazanmış, bir palmet dizisiyle sonlandırılmıştır. Kapının iki yanında: “cuerda seca” tekniğiyle İznik çinilerinden yapılan panolar bulunur.
Giriş kapısının üstünde, Şehzadenin öldüğü 1543 tarihini veren Farsça kitabe: içerisinin cennet bahçesi gibi olduğunu yazar.
Türbenin içi: kubbe eteğine kadar aynı teknikle yapılmış çini kaplıdır. Çiniler ile: canlı limon sarısı zemin üzerine; elma yeşili ve mor, firüze, yeşil, kırmızı ve beyaz renkli bitki ve çiçek desenleri işlenmiştir.
Yani, duvarları çinilerle kaplı ve pencereleri vitraylı olan türbede: matem havasından çok, adeta cenneti andırır renkli, sakin bir atmosfer yaratılmıştır.
Bunlar; orta dönem İznik çinilerinin çok renkli sır tekniğindeki en son ve en güzel örnekleridir. Bu teknikteki çiniler ve bu renkler çok enderdir. Sultan I. Selim’in, fethettiği Tebriz’den yanında bir gurup Fars zanaatkarla dönünce üretilmişlerdir.
Bilinen en son örnekleri, 1555 tarihli Kara Ahmet Paşa camisindedir. Sarayın farklı noktalarında ve Çinili Köşk’ün revağındadır ve hepsi bu kadardır. Yani Şehzadenin türbesi, bu ender ve hoş çinilerin en geniş ve en güzel koleksiyonuna sahiptir.
İçerinin çini dekorasyonu, bir bütün olarak tasarlanmıştır. Çiçek desenli panolar, alt sıra pencereleri ayırır. Bunların üstündeki kemer aynalarında, yukarıda kemer şekilli bordürlerle çevrelenmiş kitabeler bulunur. Kitabelerin arasında ise, yer yer fayans kabartmalar bulunur. Yukarıda her biri iki pencerenin üstünden geçen bir dizi büyük panoda, uzun bir kitabe vardır.
Bunun üstünde, her pencere çiftinin arasında hoş bir madalyon bulunan çiçek desenli panellerle çevrelenmiş üst pencere dizisi vardır. Zemin genellikle elma yeşili, bazen koyu mavidir. Bunun üstünde, limon sarısı, turkuaz, koyu mavi, beyaz ve pişirilmemiş pembemsi leylak rengi yaprak ve çiçek desenleri vardır.
Renk alanları, renkli sır tekniğinin ince, neredeyse siyah çizgisiyle ayrılmıştır. Bütünsel etki, gerçekten cennet bahçelerini hatırlatan lirik bir güzellik sunar. Tüm bu güzellikler, türbeyi kendi türündeki rakipsiz bir şaheser kılar.
Türbenin güzelliği, seramikleriyle sınırlı değildir. Üst sıradaki pencerelerin bir kısmı en zengin ve en parlak Türk vitraylarından örnekler içerir. Ne yazık ki bunların bir kısmı kırılmış, bir kısmı hasar görmüştür. Ama iyi durumda olanlar da mevcuttur. Sadece Süleymaniye’de bu derece parlak ve kapsamlı 16 yüzyıl Türk vitray örnekleri vardır. Yonca frizli mukarnaslı konnişlerle desteklenen kubbenin özgün arabesk bezemeleri korunmuştur.
Tepelikte tuğla kırmızısı, yaprak desenli halkasıyla büyük bir madalyon bulunur. Bundan daha küçük bir madalyon ve baklava desenleri şelalesi kornişe doğru dökülür. Şehirdeki mevcut en güzel bezeli kubbe de buradadır.
Türbenin bir başka eşsiz özelliği: Şahzadenin sandukası üzerindeki ilginç baldakendir. Koyu ceviz tahta çatısı, neredeyse Hint işi tarzda fildişi kakmalı, dört ayak ile desteklenmiştir. Kanuni, saltanata hazırlığı oğlu Mehmet’in erken ölümünden duyduğu üzüntüyü gidermek için: sandukasının üzerine, fildişi kakmalarla bezeli ahşap bir taht koydurmuştur.
Bunun üzerinde geçmeli çok genleriyle, bir çeşit kafes işi kakmasız ceviz kutu durmaktadır. İster istemez, bu kutunun Kabe’yi temsil edip etmediğini insan merak ediyor. Belki böylece Şehzade’nin dünyadaki en kutsal yerde yattığı duygusu verilmek istenmiştir.
Solunda kız kardeşi Humaşah Sultan, sağında 1553 yılında ölen kambur kardeşi Şehzade Cihangir yatar. Cihangir babaları Süleyman tarafından öldürtülen baba bir kardeşi Şehzade Mustafa’nın acısına dayanamayarak ölmüştür. Ayrıca bir de kime ait olduğu bilinmeyen birinin sanduka vardır.
2010 yılında İstanbul’un Kültür Başkenti olması öncesinde yapılan restorasyonda: türbenin üstünde, kubbe kasnağındaki kedi yolunda, temizlik yapılırken taşların arasında bir Arapça metin yazılı kağıt bulundu. Bu kağıt parçası incelendiğinde, türbeyle ilgili bir koruma duası olduğu anlaşıldı.
Rüstem Paşa Türbesi
Şehzade Mehmet Türbesinin sol tarafındadır.
Bu türbe de, 1561 yılında Mimar Sinan tarafından yaptırılmıştır. Bu türbe de zeminden kubbeye kadar çinilerle kaplanmıştır.
Çünkü Rüstem Paşa çinileri çok sevmektedir ve bütün türbe binasını çiniyle donatacak kadar parası da vardır. Ama türbe bütün olarak, biraz kusurludur. Çapına göre çok yüksektir ve bu kadar çini için fazla küçüktür. Üstelik çiniler çok güzel olmalarına rağmen, kilermeni uygulamalarındaki mükemmeliyeti henüz yansıtamamaktadır.
Rüstem Paşa, belli kibir çini tutkunuydu, sadece türbesini değil camisini de tümüyle çinilerle kaplatmıştı. Ama ne yazık ki, 1561 yılında, bu teknikte mükemmelliğin elde edilmesinden on yıl önce ölmüştü. Türbede, alt pencerelerin arasındaki çok gösterişli, koyu mavi çiçeklerle dolu vazo desenli panolar özellikle dikkat çekicidir. Alt ve üst pencere sıraları arasında koyu mavi üzerine beyaz, kesintisiz bir kitabe bulunur.
Üst pencerelerin arasında belli bir bütünsel deseni olmayan çiçekli çiniler vardır. Çizimler ve kompozisyon belirgin ve güçlü, renkler-beyaz zemin üzerine koyu mavi, turkuaz, biraz yeşil ve kırmızı-net ve canlıdır. Sadece kırmızı bazı çinilerde bulanık veya kahverengimsidir. Bu türbe, yanı başındaki Şehzade ve İbrahim Paşanın türbeleriyle kıyaslandığında çok daha zayıftır.
Rüstem Paşa Türbesinin inşası sırasında, türbenin ön kısmındaki duvara bitişik olarak yapılan, ancak 1916 yılında yıktırılan sebilden: günümüze pencere ve iki yanındaki tekneler kalmıştır. Yekpare mermerden küpü ise, o sırada Topkapı Sarayı Müzesine götürülmüştür.
Bosnalı İbrahim Paşa Türbesi
Cami tarafında, güneybatı kapısının hemen karşısındadır.
Sultan III. Murat’ın damadı ve döneminin Sadrazamı Bosnalı İbrahim Paşa: 1601 yılında Belgrad seferinde şehit oldu. Türbe: 1601 yılında vefatından sonra eşi Ayşe Sultan tarafından, Sefer Çavuş’un nezaretinde Mimarbaşı Dalgıç Ahmet Çavuş tarafından yaptırılmıştır ve 1603 yılında tamamlanmıştır.
Tasarım olarak Şehzade Mehmet türbesine benzeyen yapı: iç mekandaki çini süslemeleriyle ondan aşağı kalmaz. Ancak giriş kapısının her iki tarafındaki çiçek ve arabesk desenli alçak kabartma mermer levhalar pek alışılmadık tır ve çok hoştur. İçeride yine bir cennet bahçesi bulunur. Ama bu çok farklı renklerdedir.
Beyaz, yoğun bir mavi, turkuaz ve kızıl renkler hakimdir. Burada duvarlar, alt pencerelerin üstüne kadar mermerden, süpürgelik çıtası çiçekli çinilerdendir. İki pencere sırası arasında, iki adet koyu mavi üzerine beyaz hat frizler vardır. Beyaz zemin üzerine kızıl girişik çokgen desenli şeritle birbirinden ayrılmıştır. Bunun yarattığı etki son derece şaşırtıcı ve güzeldir.
Benzeri de yoktur. Üst pencereler ana rengi turkuaz olan, kızılla vurgulanmış, çiçek desenli harika panolar ayrılmıştır. Tüm çinilerin tekniği mükemmeldir. Kabarık kilermeni uygulamaları öne çıkar ve bütün yoğunluğuyla kızılı gösterir. Hattın kıvrımlarındaki noktalar dikkat çekicidir ve kan damlaları gibidir.
Bu türbe de değerli eşyalarla dolup taşar. Alt pencerelerin arasında, oyma kapılı ahşap dolaplar vardır. Eğer bu dolapları açılırsa içlerinin çinilerle kaplı olduğu görülür. Bunların sonradan eklendiği açıktır. Bazıları Tekfur Sarayı seramik fırınlarından gibi durmaktadır ama güzel örneklerdir. Kapının iki tarafındaki dolaplarda alışılmadık ve çekici Çin bulutu desenli çiniler varken, diğerleri daha tanıdık çiçek desenlidir.
Kubbe de, terra kota zemin üzerine zarif arabesk ve çiçek desenli özgün bezemeye sahiptir. Şahzade’nin kin den daha ağır ve daha karışıktır ama herhangi bir modern taklitten çok daha güzeldir. İbrahim Paşanın sandukası, alışılageldiği gibi ahşaptandır. Ama arkasında kızına ve oğluna ait iki küçük mermer tabut bulunur, mermerleri canlı desenlerle boyanmıştır.
2010 yılında yapılar restorasyonda: kubbe kısmında, avize kapağının altında üzerinde kan izleri bulunan bir bez parçası bulundu. Bu bez parçasının, İbrahim Paşa’ya ait bir pazıbant olduğu düşünülüyor. Bosnalı İbrahim Paşa için, külliyenin Saraçhane kapısı dışında, klasik üslupla Ayşe Sultan tarafından bir çeşme yaptırılmıştır.
Fatma Hanım Sultan Türbesi
Dedeefendi caddesi tarafındaki, kare plan üzerinde, baldaken formlu türbe: 1586 yılında vefat eden Mehmet Bey için eşi Fatma Hanım Sultan tarafından yaptırılmıştır. 1588 yılında vefat ettiğinde, kendisi de buraya gömülmüştür.
Şehzade Mahmut Türbesi
Bosnalı İbrahim Paşa türbesinin yanındadır. Altıgen planlı bu türbe, Sultan III. Mehmet’in isyana teşebbüs edebileceği şüphesiyle idam ettirdiği şehzadesi Mahmut’a aittir. Pencereler arasındaki duvarlar en iyi dönemden çinilerle döşenmiştir. İbrahim Paşanınkiler kadar müthiş olmasalar da çokça muhteşem kilermeni içerir.
Destari Mustafa Paşa Türbesi
Caminin güney kapısının hemen karşısında, bahçenin dış tarafında, dış bahçenin girişinin yanındaki bu türbe, 1611 yılında Sinan tarafından yapılmıştır. Sinan’ın alışılmadık tarzda, dikdörtgen olarak yaptığı türbe, restore edilerek ziyarete açılmıştır.
Haziredeki bazı kabirler:
Şeyh Ali Tabli-Davulcu Baba Kabri
Şehzade caminin bahçesindeki, ulu çınarın altındadır. Evliya Çelebiye Şeyh Ali Tabli hakkında şunları yazmaktadır “ büyük bir çınarın gölgesinde Şeyh Ali Tabli hazretleri gömülüdür. Sahabenin seçkinlerindendir ki, Hz Ebu Eyüp ile gelip o savaşta davul çalarken şehit olup buraya defnedilmiştir” Bu nedenle “Davulcu Dede” olarak tanınır.
Uryan Mehmet Dede Kabri
Fatih Sultan Mehmet’in askerlerindendir. Sade bir türbede gömülüdür. Ama hakkında ayrıntılı bilgi yoktur.
MEDRESE
1546-1547 yılları arasında kuzey doğu duvarını oluşturacak şekilde inşa edilmiştir. Asimetrik bir planı vardır. Girişin karşısına bir eyvan yerleştirilmiştir. Camide olduğu gibi, çok renkli taş ve palmet dizisiyle süslenmiştir.
Kubbeli revaklarla dikdörtgen bir avlunun üç tarafını çevreleyen 20 oda ve güneyde, kubbeli büyük bir dershaneden oluşmaktadır. Burası: 1950 yılından sonra, kız öğrenci yurdu olarak kullanılmıştır. Son restorasyonun ardından ise, lokanta olarak kiraya verilmiştir.
İMARET-TABHANE
Birbiriyle birleşik imaret ve tabhane: caminin doğu duvarına dayalıdır. Külliyenin güneyindeki bu mekanlardan imaret: bir avlu çevresine yerleştirilmiş mutfak, yemekhane, ambar ve kilerden oluşur. İmarethane, bir zamanlar fakirlere yemek dağıtılan bir aş evi olarak kullanılmıştır. Günümüzde ise bir üniversitenin lokali olarak kullanılıyor.
Tabhane ise, sıra dışı planıyla ilgi çeker. Caminin dış avlusundan girilen tabhane: iki eşit ama bağımsız bölümden oluşur. Bölümler: bir giriş holüne açılan, dört odalı konut planındadır. Odalar: kubbeli, dikdörtgen planlı, orta sofalar ise kubbeli ve aydınlık fenerlidir.
SIBYAN MEKTEBİ
Caminin dış avlusunun güney bölümündedir. 7.5 metre çapındaki tek kubbeli bu yapı: bir dönem İstanbul Üniversitesi matbaası olarak kullanılmıştır. Dershanesi: ocaklı ve kubbeli tek bir mekandır. Özgün revağı günümüze ulaşmamıştır. Yani giriş revağı olmayan mekanın, pencere düzeni değişmiş ve depo olarak kullanıldığı zaman ocağı da kaldırılmıştır.
İçinde Latince kitabeli büyük bir lahidin devşirme olarak kullanıldığı bilinen bu yapı: günümüzde bakımsız haldedir. Zaten matbaanın deposu olarak kullanıldığı dönemde, önemli yapısal değişikliklere uğramıştır. Yapı günümüzde bir vakıf malı olarak kullanılmaktadır.
KERVANSARAY
Vefa Lisesine giden yol üstündeki bu yapı: avlunun iki yanında dizili, dikdörtgen odalardan oluşmaktadır. Erken dönem özellikleri gösterir. Ortadaki fenerli kubbe ile örtülü holü çevreleyen, kubbeli dört bölümden oluşan simetrik iki tabhane ve bunlara bitişik, sekiz kubbeyle örtülen dikdörtgen planlı ahırdan meydana gelir. Uzun süre Vefa Lisesi laboratuvarı olarak hizmet veren yapı, günümüzde boş ve bakımsız durumdadır.
Yeşil Taş
Mimar Sinan, Şehzadebaşı camisini yaptırdığında, caminin Vezneciler tarafına bakan avlu duvarına: içinde demir bir mil olan ve dönen, yeşil bir taş koydurmuştur. Söylenenlere göre: Kanuni, Mimar Sinan’a İstanbul’un tam ortasını bulmasını ister.
Bunun üzerine, Mimar Sinan, Şehzadebaşı külliyesini yaparken: Eyüp-Sarayburnu arasında İstanbul şehrinin geometrik merkezini hesaplamış ve çeşitli ölçümlerden sonra, orta noktanın Şehzadebaşı külliyesinde, Şehzade Mehmet Türbesinin yanına denk geldiğini belirlemiş ve oraya, altı ve üstü demir millerle oturtulmuş, böylece dönen, yeşil somaki mermer sütun koymuştur.
Evliye Çelebi: bir üçgen şeklindeki İstanbul’un ortasının: saat, adım ve arşın hesabıyla Şehzade Camisinin zemini olduğunu yazar.
Ancak; burada daha önce, Bizanslılar tarafından konulmuş ve şehrin ortasını gösteren bir işaret varmış ve Sinan, bu işaretin yerine, bu taşı diktirmiştir. Taş, günümüzde caminin duvarı içinde çakılı kalmıştır ve ortasındaki demir mil dönmez ve hatta, buradan geçenler ve bunu bilmeyenler farkına bile varmazlar.
Taşın dönmeme sebebi: yol seviyesinin yükselmesi ve asfaltın sütunu kapatmasıdır. Ancak, sütun, günümüzde de İstanbul’un ortasını göstermeye devam etmektedir. Osmanlı imparatorluğu döneminde, çevre illerin başkent İstanbul’a uzaklığının hesaplanmasında, bu nokta kullanılmıştır.
Son durum
İstanbul Veznecilerde yapılan bombalı saldırı sonucunda Şehzade Cami büyük hasar gördü. Patlamada: caminin vitrayları parçalandı, alçı ve duvarlarda kopmalar oldu.
BURMALI MESCİT CAMİ
Şehzade camisi avlu kısmının ön tarafında ve dışarıdadır. Saraçhane gezi parkında, ağaçlar arasında kalan tek yapıdır. Çevresindeki yapılar istimlak edildiğinden, tek başına kalmıştır.
Cami: 1540 yılında, Osmanlı devletinin Mısır kadısı olan Mevlana Emin Nureddin Osman tarafından yaptırılmıştır. Kapısının üstündeki kitabe yeri boştur. Banisi 1554 yılında ölmüş ve mescidin yanına defnedilmiştir. Emin Nureddin Efendi, mescidi 25-30 yaşlarında iken yapıp vakfetmiştir.
Yapıldığı dönemde: Osmanlı devletinin ileri gelenlerinin konakları bu bölgede toplanmıştır. Şehrin en büyük yangın felaketlerinden olan 1911 yılındaki yangında, Burmalı Mescit çevresi tamamen yanarak kül olmuş ve burası her ne kadar zarar görmemiş olsa da, cemaatsiz kalmıştır.
Caminin adı: tuğla örme minaresindeki spirallerden gelir. Böyle süslü minareler, Osmanlı mimarisinin İstanbul’un fethinden önceki döneminde vardı. Ama İstanbul’da başka benzeri yoktur.
Düz çatılı ve kagir bir yapıdır.
Çevresindeki eski mezarlıkta bulunan mezar taşları ilginçtir.
Renkli taşlı ve sivri kemerli son cemaat yerindeki sütun başları Bizans işidir. Ayrıca: kapı ortada değil sağ köşede dedir ve bu durum ilginç bir apliktir. Sütün başlıklarının orijinalleri, Topkapı Müzesinde muhafaza edilmektedir.
Bu mescitle ilgili bir rivayetten söz edilmektedir. Buna göre “Sultan Deli İbrahim, alayı ile namaza Eyüp’e giderken: tam bu noktada sapıtıp, parmağı ile havada daireler ve burmalar çizmeye başlar. Geride atı ile gelen Sadrazam: Rikab-ı Hümayun’a dönerek “Saadetli hünkarımız burada, burma burma minareli bir mescit ferman buyurur” der.
Caminin en dikkat çekici özelliği: spiral kaburgalı tuğla minaresidir. Yani yuvarlak gövdeli minaresinin dış yüzü burmalı biçimde şerefeye kadar uzanan çubuklar halinde örülmüştür. Bunun için özel yapılmış, yarım yuvarlak kenarlı tuğlalar kullanılmıştır. Minarenin bir benzeri, Amasya’da Burmalı Minare Camindedir.
Diğer benzeri ise Edirne’de, üç şerefeli cami minarelerinden biridir. Bu minare, gövdesini süsleyen burmalı çubukları ile eski Türk mimarisinde görülen, çubuklu ve yivli minarelerin son ve İstanbul’daki nadir örneğidir. Düz çubuklu tek minare, Molla Gürani kilisesi/camisindedir.
Son cemaat yeri de eşsizdir. Revak kubbeli değil, eğimli bir çatısı vardır ve Korint tarzında Bizans işi başlıkları olan dört sütunla desteklenmiştir. Bunlar çok yıprandığından 1961-1962 yılları arasındaki tamirde çıkarılmış ve yerlerine, yine devşirme sütun gövdeleri ve şehrin çeşitli yerlerinden toplanmış başlıklar konulmuştur. Antik sütun başlıklarının kullanılması: Bursa’daki daha erken dönem mimaride ve Selçuklularda da görülmüştür. Ama İstanbul’da, bu çok enderdir.
Cumhuriyet döneminde, Burmalı Mescit, Şehzade camisine yakınlığı nedeniyle kadro dışı bırakılmıştır. 1922 yılında Vakıflara geçerek kapatılmış, daha sonra bir bölümü Türkistan Gençler Birliğine verilmiş, ardından çıkan bir yangın sonucu üst katı tamamen yanarak harap olmuştur. 1930’lu yıllarda dört duvardan ibarettir. Sonraki yıllarda üstüne sundurma çatı çekilerek marangozhane olarak kullanılmıştır. 1955 yılında ise onarılarak ibadete açılmıştır.
Nevşehirli Damat İbrahim Paşa Külliyesi
Külliye: Şehzade Caminin Beyazıt yönündeki köşesinden yan sokağa yayılmaktadır. Külliyede: cami, darülhadis, medrese, kütüphane, çeşme ve sebil bulunur.
Külliye: 1720 yılında yapılmıştır. 1730 yılında, Lale Devrinin sonunu getiren, Patrona Halil İsyanı sırasında parçalanarak öldürülen III. Ahmet’in sadrazamı Damat İbrahim Paşa adıyla bilinmektedir. Paşanın cesedinin bir kısmı, buradaki türbesinde bulunmaktadır. Paşanın oğullarının mezarı da buradadır.
Külliyenin küçük sayılabilecek camisi: sokak kenarındadır. İç mekanın eni: sadece 6.82 metredir. Kubbesinin içi, tamamen kalem işleriyle süslüdür. Mekanı tek başına örten, küçük sağır kubbenin dört köşesinde de minik çeyrek kubbeler vardır. Barok dönemine ait mermer süslemeleri çok niteliklidir.
Mekanın bezemelerinde kullanılan çiçek motifleri, Lale Devrinin mimari anlayışıyla paralellik gösterir ve yapının sanatsal değerini arttırır. Bu kubbeli mekan, önceden külliyenin din eğitimi verilen dershanesiydi. Cami olunca da sonradan minare eklendi. Kütüphane: hemen karşı köşede görülen kubbeli mekandır.
Şadırvan: Külliye avlusunun ortasında, sekiz sütun üzerine, piramidal çatı örtüsü bulunur.
Sebil: Bu külliyede, devrinin en önemli özelliğini yansıtan sebil: dışta cadde ve sokağın kesiştiği köşededir. Çeşmedeki barok lale motifleri ilgi çekmektedir. Tasarımı mükemmeldir. Bu sebile: eski gravür ve kartpostallarda sıklıkla rastlanır.
Acemi oğlanlar hamamı
Veznecilerde, Celal Ağa Konağı isimli otelin yanındadır. Daha doğrusu otelin gölgesinde kalmıştır. Hamam; Yeniçeri odalarının bulunduğu bina gurubunun bir parçası olarak 16 yüzyılda inşa edilmiştir. Acemi oğlanlar kışlası: Turnacıbaşı tarafından, Osmanlı coğrafyasının dört bir tarafından toplanarak buraya getirilen devşirme çocukların kaldığı yerdir.
Bu kışlaya ait, bu hamam, çocukların dağıtımdan sonra ilk uğradıkları temizlenme yeridir. 1826 yılında Yeniçeri Ocağı kaldırılınca, bu hamam da mahalle hamamı olarak hizmet vermeye başlamıştır. 2004 yılında hamam kapatılarak, hamamın bir kısım ve çevresindeki arsası üzerine Celal Ağa Konağı isimli otel inşa edilmiştir.
2008 yılında, hamam otel bünyesinde tekrar hizmet vermeye başlamıştır. Ancak “Acemi oğlanlar” kelimesi değiştirilmiş ve hamam “Acemoğlu Hamamı” olarak isimlendirilmiştir.
Dış görünüşü pek göz alıcı değildir. Çünkü bilinçsiz uygulamalarla, özgün biçimi yok edilmiştir.
Kuyucu Murat Paşa Medresesi
Hasan Paşa Medresesi geçildikten sonradır.
Pomak asıllı Murat Paşa: bu unvanını; kuyu açıp içinden su veya petrol gibi şeyler çıkarmasından değil, kuyu açıp içine bir şeyler doldurmasından kaynaklanmaktadır. Boğdurup başlarını kestirdiği celalilerin cesetlerini, açtırdığı kuyulara doldurmasıyla almıştır.
Ancak bu yöntem zamanın devlet gelenekleri arasında pek fazla yadırganmaz. Ancak “Kuyucu” lakabını alması hakkında bir söylenti daha vardır. 1585 yılındaki İran-Osmanlı savaşı sırasında, atının ayağı tökezlemiş ve bir çukura düşmüş, İranlılar tarafından esir alınmıştır. Bu olaydan sonra kendisi “Kuyucu” lakabı takılarak anılmaya başlanmıştır.
Ayrıca: Paşa, medrese de yaptırarak hayır işlerinden de eksik kalmamıştır. 17 yüzyılda, I. Ahmet döneminde sadrazamlık yapmıştır. Kuyucu Murat Paşa: 1611 yılında Diyarbakır’da vefat etmiş, cenazesi İstanbul’a getirilerek, medresenin hemen yanındaki türbeye gömülmüştür.
Türbenin kapısı üstünde bulunan ayet kitabesinden başka, yapıda bir kitabe yoktur. Türbede: ayrıca Abaza Mehmet Paşa, Cigalazade Sinan Paşanın oğlu da gömülüdür. Türbe, günümüzde harap durumdadır.
Çok ünlü ve can alıcı olarak tanınmıştır. Kuyucu Murat Paşa: Anadolu’da 100 yıl süren Celali İsyanlarını, sert yöntemlerle bastırmasıyla ünlenmiştir. Bu isyanlarda çok sayıda kişiyi (60 bin kişi olduğu söylenir) öldürttüğü için “Çukur Kazıcı” olarak da anılmıştır.
Medrese: 1606-1610 yılları arasında yapılmıştır.
Dar bir alana: medrese, dershane, mescit, sebil, türbe, Sıbyan mektebi ve dükkanlar yerleştirilmiştir. Külliyenin mimarı ise, Sultanahmet Camisini yapan mimar Sedefkar Mehmet Ağa idi. Külliye yapıları: üçgen biçimindeki arsada medrese binasına bitişik olarak yapılmıştır.
Cephede, dükkanlar arasında bulunan basık kemerli kapıyla medreseye geçiş sağlanmaktadır. Avlunun güneydoğu yönünde, dershane-mescit odaları vardır. Bu bölümün üstü, kubbe ile örtülmüştür. 14 adet medrese odasının üstü de kubbelerle örtülüdür. Odalarda: dolap ve ocak nişlerinin yanı sıra, avluya ve dışa açılan pencereler vardır.
Medrese: düzgün kesme taştan yapılmıştır. Büyük ölçüde onarılarak kubbesi çatıya dönüştürülmüştür. Yapı “L” planlı ve 14 odalıdır.
Külliyenin güney doğusunda minbere bitişik şekilde yerleştirilen, mermer kaplamalı sebil, beş cepheli olarak düzenlenmiştir. Sebile: basık kemerli bir kapı ile geçilir. Kurşun kaplı, ahşap bir kubbe ile örtülüdür.
Sebilin içinden, türbeye bakan dikdörtgen açıklıklı bir pencere vardır. Kapının karşısındaki köşede, mermer su haznesiyle kuyu mevcuttur. Sebilin suyu, o dönemde Süleymaniye su yolundan sağlanmaktaymış. Yapı günümüzde ise, bakımsız durumdadır.
Külliyenin Vezneciler caddesine bakan cephesinde 13 dükkan bulunur. Dışarıya tuğladan yuvarlak kemerlerle açılan dükkanlar, beşik tonozla örtülüdür.
Cephe: kemer aralarında taş ve tuğlanın alternatif olarak kullanılmasıyla oluşan almaşık duvar örgüsüne sahiptir. Son yıllarda restore edilmiş dükkanlar Vakıflar İdaresi tarafından kiraya verilmektedir.
1782 yılındaki yangında türbe zarar görmüştür. 1869 yılında, Medresenin faal olduğu görülmektedir. 1894 yılındaki depremde Sıbyan Mektebi yıkılmıştır. 1911 tarihindeki yangında, külliye kısmen yanarak harap olmuştur. Hatta: 1919 yılında, medresenin yangınzedeler tarafından işgal edildiği bilinmektedir.
Harap durumda olan külliye: 1943-1950 yılları arasında restore edilmiştir. Medrese, günümüzde: İstanbul Üniversitesi Güzel Sanatlar Bölümü binası olarak kullanılmaktadır. Külliyeye ait Sıbyan Mektebi ve bazı dükkanlar, günümüzde Piri Mehmet Paşa Vakfına geçmiştir.
Kalenderhane-Kalanderhane camisi
Medresenin hemen önünde, Bozdoğan Su Kemerinin bitişiğindedir. Vezneciler Kız Yurdunun bahçesiyle bitişiktir. Bütün özellikleriyle bir Bizans kilisesi olduğunu belli etmektedir. Asıl adı ise “Theotokos Kiriotissa” dır. 1960’lı yıllarda yürütülen arkeolojik çalışmalar sonucunda: kilisenin ismi öğrenilmiştir.
12 yüzyılda yapılan kilise, Yunan Haçı planlıdır. Daha önce burada bulunan bir Roma hamamının üzerine inşa edilmiştir. Yine yapılan araştırmalarda: aynı yerde daha önce yapılmış başka binaların da (hamam, kilise gibi) kalıntıları ortaya çıkarılmıştır.
Ama buradaki eski Bizans kilisesinin en ilginç yanı: 1204 yılındaki Latin Haçlı işgalinde, buranın bir Roma Katolik Kilisesi olarak kullanılmasıdır. Kilisenin güney kilisesi, St Francis’in hayatını tasvir eden fresklerle süslenmiştir. Latin istilası sırasında, Katolik Haçlıların bu kiliseye el koyup kullandıklarını gösteren delil: apsisin yanındaki küçük hücrenin kemer alınlığındaki gotik harflerle yazılmış bir kitabedir. Burada: Fransisken tarikatının kurucusu Assisili Aziz Francesco’nun adı geçmektedir. Bu freskler, günümüzde İstanbul Arkeoloji Müzesinin ikinci katında sergilenmektedir.
Bunlar, Azizin ölümünden sonra yapılan ilk freskler olarak önem kazanmaktadır. Bir başka ilginç buluntu da: İkonoklazm dönemi öncesinden kalan tek mozaiktir. Bunu, üstüne bir duvar örerek gerisinde saklamışlardır.
İstanbul şehrinin fethinin ardından ilk olarak, Kalender Tarikatına mensup dervişler tarafından medrese olarak kullanıldığı için “Kalanderhane” ismini almıştır. Manastırın keşiş odaları zaviye olmuş, ana bina tevhidhane olarak kullanılmıştır. Bu yüzden, burası İstanbul’daki ilk Mevlevihane olarak kabul edilmektedir.
1717 ve 1728 yıllarındaki yangınlarda hasar gören yapı, 1747 yılında Darüssaadet Ağası Beşir Ağa tarafından, onarımdan geçirilmiş ve camiye dönüştürülmüştür. Kilisenin bir odası doldurularak bir minare temeli haline getirilir ve bunun üzerine minare inşa edilir.
Bu onarımın ardından, camiye Arpa Emini Mustafa Efendinin hayrı olarak bir de medrese eklenmiştir. Bu medrese, 1935 yılında “16 Mart Şehitler Anıtı” dikilmek için yıkılmış, ancak anıt buraya dikilmemiştir.
Caminin avlusunda, kilisenin ilk zamanlarında, yapıya dahil olan ancak günümüzde yıkılıp harabe halini alan duvar kalıntıları görülür. Caminin kubbesi: dört köşeden örülen kemerlerle oluşturulan dairenin üstüne oturtulmuştur. Kubbede: çok eskiye dayandığı bilinen mozaik desenler bulunur. Özellikle içerideki mermer kaplamalar göz alıcıdır. İç duvarlar: renkli mermer kaplamalar ve kabartmalarla süslüdür.
Eski kiliseden kalma bazı fresklerin yakın zamana kadar durduğu ancak daha sonradan üstlerinin badana yapılarak kapatıldığı söyleniyor. Kilisenin narteks kısmı: son cemaat yerine dönüştürülmüştür. Orta mekan çevresi pencereli, yüksek kasnaklı, etrafı dalgalı saçaklı bir kubbeyle örtülüdür. Yangın ve depremlerden zarar gören cami, 1854 yılında onarılmıştır.
1930 yılında minare, yıldırım düşünce yıkılmıştır. Bunun üzerine cami terk edilmiştir. 1966-1975 yılları arasında, burada Harvard Üniversitesi ve İstanbul Teknik Üniversitesi tarafından arkeoloji kazısı yapılmıştır. Bu çalışmalarda: daha önce bilinmeyen bazı yapı kalıntıları ortaya çıkarılmıştır. Bu çalışmalar sırasında Assisili Aziz Fransis’in hayatını resmeden freskler de bulunmuştur. Yapı, harap durumda iken, onarılarak 1968 yılında ibadete açılmıştır. Ancak, buranın tarihi geçmişini bilen yabancı ziyaretçileri de eksik olmaz.