İstanbul şehrini kuran Megaralı Byzas ve adamları: uzun yolculuktan sonra, ilk olarak buraya gelirler ve doğal korunaklı, sularla çevrili, yemyeşil yarımadayı görürler. Yani, İstanbul’daki ilk yerleşim yeri burasıdır.
Bizans döneminde buraya “Aziz Demetrios” burnu ismi verilmiştir. Haliç kıyısından gelen surlar, burada Marmara denizi kıyısındaki surlarla birleşirdi. Bu surların büyük kısmı, 1871 yılında demiryolu yapılırken yıkılmış ve bunların bazıları günümüzde Sarayburnu’nun güneyinde görülmektedir.
Sarayburnu’nda kıyı boyunca mevcut tarihi yapıları sırasıyla anlatacağım.
Sepetçiler Kasrı
Sarayburnu’nda Sirkeci tarafına doğru yüründüğünde bu yapı görülür. Topkapı sarayının iki kıyı köşkünden biridir. Bunlardan “Yalı köşkü” tamamen yok olmuştur.
Yapı: 1643 yılında Sultan Deli İbrahim tarafından yaptırılmıştır. İsminin anlamı: Sultan Deli İbrahim, sepet yapmaya meraklıdır. Bu bölgede bulunan hasırcı ve sepetçi esnafını himayesi altına almıştır. Bu köşkün yapılması sırasında, bu esnaf, köşkün yapılmasına destek vermiştir ve bu yüzden köşkün ismi “Sepetçiler Kasrı” olmuştur.
Osmanlı sultanları: Boğaz ya da Haliç’e giderken: Saraydan çıktıklarında, buradan saltanat kayıklarına binerlermiş. Yapı: 1739 yılında, Sultan I. Mahmut döneminde yenilenmiştir.
20 yüzyılda, burası terk edilmiş ve ardından harabeye dönmüştür. 1980 ve 1990 yıllarında iki kere restore edilmiştir.
Atatürk Heykeli
Burada: Türkiye’de bir açık alana dikilen ilk anıt heykeli, “Atatürk” heykeli bulunmaktadır. Bu heykel: Avusturyalı heykeltıraş Heinrich Krippel tarafından yapılmış ve 1926 yılında açılmıştır. Heykel: sanatçının Viyana’daki atölyesinde tasarlanmış, yine Viyana’da dökümü yapılmış ve parçalar halinde buraya getirilerek, heykeltıraşın gözetiminde yerine oturtulmuştur.
Anıtın bulunduğu yer: Atatürk’ün Kurtuluş Savaşını başlatmak üzere Samsun’a giderken, İstanbul’dan hareket ettiği yerdir. Anıt: mermer kaide ve bronz heykelden oluşmaktadır. Kaidenin çevresi 70 cm yüksekliğinde bir duvarla çevrilidir. Heykel 3 metre yüksekliktedir.
Dörtgen bir platform üzerine oturmaktadır. Atatürk: dikdörtgen kaide üzerinde, sivil giysili ve devlet adamı kimliğiyle bulunmaktadır. Yani: Atatürk’ün devlet adamı kimliğiyle betimlendiği az sayıdaki heykelden birisidir.
Heykelin bulunduğu yerin bir özelliği daha vardır. 19 Kasım 1938 günü, Atatürk’ün Yavuz Zırhlısına götürülmek üzere rıhtımdaki bir dubaya yanaşan Zafer destroyerine konulup, İzmit üzerinden trenle son yolculuğuna uğurlandığı yerdir.
Turgut Reis Heykeli
Ünlü Türk denizcisi Turgut Reis’in heykeli: deniz kıyısını süslemektedir.
Soter Filantropos kilisesi kalıntıları
İncili köşk yakınlarındaki bu kalıntılar, 14 yüzyılda yapılan ve “İnsanı seven İsa” kilisesine aittir. Bu kiliseyi, 15 yüzyıla kadar ziyaret eden hacıların anlattıklarına göre: kilisenin içinde mucizeler yaratan bir İsa tasviri ve hastaları iyileştirdiğine inanılan bir ayazma varmış.
İstanbullu Rumlar, 19 yüzyıl ortalarına kadar bu ayazmayı ziyaret etmişlerdir. Burada İncili köşk ile bir bağlantı kuruluyor, İncili köşkte bulunan bir çeşme burayla bağlantılıdır.
Sinan Paşa köşkü-İncili köşk
Marmara surları üzerindeki köşk: 1593 yılında, dönemin Sadrazamı Arnavut asıllı, Yemen ve Tunus fatihi Koca Sinan Paşa tarafından Mimar Davut Ağa’ya yaptırılmış ve dönemin padişahı Sultan III. Murat’a hediye edilmiştir.
Köşk ismini kubbesinden sarkan inci salkımı şeklindeki süslemelerden almış ve Avrupalılar tarafından “İncili Köşk” olarak isimlendirilmiştir.
Bu köşk: Boğaz’ı resmeden gravürlerde en fazla resmedilen köşk olarak önem kazanmıştır. Bu köşk: Sultan III. Murat tarafından en sevilen mekanların başında gelmiştir. Köşk: bir merasim mekanı değil, bir seyir köşkü olarak yapılmıştır. Denize bakan cephesinden donanma gösterileri izlenirmiş.
Ancak: rivayete göre: bir gün padişah III. Murat: burada otururken, İskenderiye’den dönmekte olan Osmanlı donanması, gelenek olduğu üzere, saray önünden geçerken, sarayı selamlamak adına top atışı yaparlar. Top atışı üzerine, yapı, şiddetle sarsılır ve daha önce defalarca buradan geçmiş olmasına rağmen, donanmanın bu geçişi sıkıntı yaratmıştır.
Hatta: bu sırada padişahın oturduğu pencerenin camları kırılmış ve hasta padişah bu durumu hayra yormayarak bu köşke son kez geldikleri hakkında bir işaret olarak değerlendirmiştir. Ardından, Sultan III. Murat, birkaç gün sonra ölür ve bir daha bu köşke gelemez.
Yapının mimarı Davut Ağa: köşkü inşa ederken, onu taşıyan taş kemerlerin arasına küçük ve zarif bir çeşme ekler. Çeşmenin bulunduğu yer, halkın rahatça kullanabileceği bir yer değildir. Ancak, yapı Bizans döneminde şehrin ünlü manastırlarından biri (yukarıda sözünü ettiğim) yakınlarına kurulduğundan, bunun hemen yanındaki Soteros Ayazmasının üstünde bulunuyordu. Bu ayazma: yortu günlerinde, şehirdeki Ortodoks halk tarafından kıyıdaki çakıllar üstüne toplanarak ve çeşme kullanılarak kutlanıyordu.
Bu kutlamalar, Yunan ayaklanmasına kadar yani 1821 yılına kadar sürmüş ve padişahlar köşkün penceresinden, kıyıda toplanan Ortodoks Rumları yıllarca seyretmişlerdir. Daha sonraki dönemde unutulan bu ayazma ve çeşme: 1921-1922 yıllarında, şehirdeki Fransız işgal kuvvetleri tarafından yapılan kazılar sırasında bulunmuştur.
İncili köşk: Sultan III. Murat’dan sonra da bazı padişahlar tarafından kullanılmış ve 18 yüzyılın ikinci yarısından itibaren ihmal edilmeye başlanmıştır. Hatta: 18 yüzyıl sonlarında, İstanbul’a gelen Fransız ihtilal hükumetinin gönderdiği elçi, padişahın huzuruna bu köşkte çıkacağının bildirilmesi üzerine “harap bir güvercinlikte kabul edilmeyi istemiyorum” diyerek şehri terk etmiştir.
Köşk: Sultan Abdülaziz döneminde, 1871 yılında demir yolunun sahilden ve sarayın bahçesinden geçmesine izin vermesinden sonra, kıyıdaki kasır ve saraylarla birlikte yok edilmiştir.
Ahırkapı Feneri Çeşmesi
Kimin tarafından ve hangi tarihte yapıldığı belli değildir. Çeşme: Ahırkapı Feneri ve Sinan Paşa köşkü arasındaki sahil yolu üzerindedir. Çeşmenin teknesi: kum ve çakılların altında kalmıştır. Kemerinin yukarı kısmına yakın bir yere kadar toprağa gömüldüğünden, kitabesi tamamen yok olmuştur.
Ahırkapı Feneri
Deniz surları arasındaki bu fener: 1755 yılında Sultan III. Osman tarafından yaptırılmış ve Abdülmecit tarafından yenilenmiştir. Fener: boğazın girişini belirlemek ve Marmara denizindeki gemicilere yol göstermek için yaptırılmıştır. Ancak: 1950’lerde önünden geçirilen yolla birlikte, denizden koparılmış, deniz kıyısından uzaklaşmıştır. Fener, günümüzde birkaç yüzyıldır bu işi sürdüren bir aile tarafından idare edilmektedir.
Ahır Kapısı
Bu sur kapısı: Saray ahırlarının hemen bitişiğindedir. Bölgedeki ahırların, Osmanlı döneminden önce de burada bulunduğu tahmin edilmektedir. Söylentilere göre, bu kapı civarında, İstanbul fetih şehitlerinden 44 şehit yatmaktadır. Bu şehitlerden ilham alan Ahırkapılılar, Kurtuluş Savaşında büyük fedakarlıklar göstermişler, İstanbul’dan Anadolu’ya kaçırılacak silahlar, Ahır kapı surlarındaki gediklerde saklanmıştır. Günümüzde, kapının çevresinde çay evleri bulunuyor.
Bukoleon Sarayı kalıntıları
Ahırkapı sahilindeki bu saray: 5 yüzyılda İmparator Theodosios tarafından yaptırılmış ve adını: hemen önündeki saray limanını süsleyen boğaya (buko) saldıran aslan (leon) heykellerinden almıştır. İmparator Justinyen zamanında restore edilen saray, İmparator Theophilos’un 9 yüzyıldaki hükümranlığı sırasında denize bakan balkon eklenerek genişletildi.
1204 yılında ise, şehri işgal eden Latin Haçlılar: tarafından saray ele geçirildi. 1261 yılında ise, şehri tekrar ele geçiren Bizanslılar tarafından saray restore edildi, ancak Ayvansaray’daki Blachernae Sarayı, asillerin gözdesi haline geldi ve bu saray gözden düştü.
Buradaki büyük saray, İstanbul fetih edildiğinde yıkıntı halindeydi. Bizans döneminde: imparator saraylarının büyük kısmı Ayasofya civarında iken, burada saray limanı olarak kullanılan, iki dalgakıranlı Ahırkapı Limanı; burada saray yapılmasıyla yerini Bukaleon Limanına bıraktı. Osmanlı döneminde, donanmanın büyük gemilerinden kadırgalar buraya bağlandığı için, semtin adı “Kadırga” oldu.
Günümüzde sur duvarlarının arasında görülen sarayın ayakta kalan kalıntıları: 1870’lerde buradan demiryolu geçirilmesi sırasında yıkılmıştır. Çatladıkapı istikametine yüründüğünde, sarayın duvarları ve mermer pencerelerinin küçük bir kısmı görülebilir.
Cerrahpaşa semti, şehrin 7 tepesinden birini süslemektedir. Geçmişte toprağının kuru olması nedeniyle, buraya “Kuru Tepe” denilmiştir. Ancak eskiden bu tepenin havası çok güzelmiş ve bu nedenle buraya gerek cami ve gerekse Tıp Fakültesi ve hastanesi kurulmuştur.
Burası: Bizans döneminde, önemli dini merkezlerden biridir.
Osmanlılar kendi dönemlerinde de yöreye önem vermişler ve muhteşem yapılarla süslemişlerdir.
Cerrahpaşa adı-Mehmet Paşa
Saraya berber yani cerrah olarak giren, geleceğin sultanı, III. Mehmet’in sünnetini yapan ve bu yüzden cerrah unvanı ile ödüllendirilen: Saray doktoru Cerrah Mehmet Paşa’dan alır. Osmanlı tarihinin en muhteşem törenlerinden biri olan bu sünnet düğünü, tam 57 gün sürmüştür.
Sünnetten sonra: Cerrah lakabı verilen paşa, Cerrahpaşa ve Cerrah Mehmet Paşa diye anıldı. Bazı tarihçilere göre: III. Mehmet’in halasının kocası olduğu belirtilmektedir.
Mehmet Paşanın nereli olduğu ve kaç yılında doğduğu bilinmemektedir. Enderun da yetiştiği ve cerrahlığı burada öğrendiği varsayılmaktadır. Sultan olan III. Mehmet’i sünnet ettikten sonra hızla yükselen Cerrah Mehmet Paşa: 1598 yılında Sadrazam olur. Macaristan seferinden önce, Sultan III. Mehmet’i uyarmasına rağmen, başarısızlıkla sonuçlanan seferin ardından, Sadrazamlıktan azledilir ve hastalığı nedeniyle 1604 yılında ölmüştür, ancak bazı kaynaklarda katledilerek öldürüldüğü yazılıdır.
Haseki
Haseki: Cerrahpaşa Caddesi ve Millet caddesi arasında bulunan tarihi semttir. Buradaki mahalleler, İstanbul’un fethinden sonra oluşturulmuş ve halen kurucularının isimlerini taşımaktadır.
Buranın ismi de, öncesinde “Başçı Mahmut” mahallesidir. Çünkü burada bir dini yapı olarak “Başçı Mahmut Tekkesi” bulunuyordu. Ancak bu tekke zamanla bakımsız kalmış ve yok olmuştur. Burada ilginç bir durum söz konusu olmaktadır. Bizans döneminden beri, bu civardaki yer adları hep kadınlar çevresinde dönmüştür. Bizans döneminde, buradaki Arkadios Forumu meydanı, sonraları Avrat Pazarı olmuş, Fatih Sultan Mehmet döneminde yine burada Keyci Hatun bir mescit yaptırmış ve son olarak Kanuni döneminde Haseki Sultan külliyesi yaptırılmıştır.
Yani, Haseki semtinde kadınların etkisi aşikardır. Haseki kelimesi: Arapça “hass” tan gelen hassa ile Farsça dan gelen “gi” ekinden oluşmuştur. Yani “yakın arkadaş” anlamına gelmektedir. Haseki kelimesi: Osmanlı saray teşkilatında padişahın cariyeleri ve Osmanlı devletinin askeri teşkilatında ise çeşitli hizmetlerdeki görevliler için kullanılmıştır. Padişahın dikkatini çeken ve zevci olan cariyelere “Haseki” veya “Hünkar Hasekisi” denirdi.
Hasekiliğe yükselen cariyelere samur kürk giydirilir, Hasekilerden erkek çocuk doğuranlara “Haseki Sultan” denirdi. Semtin ismi: Kanuni Sultan Süleyman’ın hasekisi adına yaptırdığı külliyeden sonra kayıtlara “Haseki” olarak geçmiştir. Tarihi eserlerin büyük bölümü, Haseki Caddesi üstünde karşılıklı sıralanmıştır.
Haseki Hastanesi ve Vatan Caddesinin genişletilmesi sırasında, bazı eserler yok edilmiştir. 1955-1960 yılları arasındaki imar faaliyetleri sırasında, Haseki semtinde bulunan Zıbını Şerif tekkesi, Selçuk Hatun camii, Şirmer Çavuş cami, Tevekkül hamamı yıkılarak Millet Caddesi genişletilmiştir. Bunlardan, sadece Selçuk Hatun camisi, caddenin karşısında yeniden yapılmıştır.
AVRAT PAZARI
Günümüze pek bir iz kalmamasına rağmen, bir zamanlar Arkadios sütununun bulunduğu Haseki semtindeki bu meydanla ilgili, yine iki ayrı görüş bulunmaktadır.
Bu görüşlerden bir tanesi, buranın: köle ticaretinin yapıldığı ve özellikle cariyelerin satıldığı “Avrat Pazarı” imiş.
Diğer görüşe göre ise, burada; bölgenin en ünlü çarşısı olduğu, burada ağırlıklı olarak kadınların alışveriş yaptıkları, yani buraya “Avrat Pazarı” denilmesinin sebebi: cariyelerin satılmasından değil, burada satıcı olarak kadınların bulunmasından dolayıdır.
Yani: buranın hangi görüşe göre faaliyette bulunduğu konusunda net bilgiler bulunmamaktadır.
Bu meydan: günümüzde Namık Kemal caddesinden, günümüzde çay evi olarak kullanılan, 18’nci yüzyıldan kalma “Ebu Bekir Paşa Okulu” binasının hemen önündeki alandır.
Bizans döneminde, bu bölge “Heleniana” diye biliniyordu. Burada: askeri yapılar ve ekim yapılan alanlar bulunuyordu. Marmara denizine bakan yamaçlarda ise, sivil konutlar vardı.
Osmanlı döneminde, bölgenin aynı işlevi yani 19’ncu yüzyıl ortalarına kadar sürmüş ve burası “Avrat Pazarı” olarak bilinmiştir. Zaten: Osmanlı döneminde, nüfuslu kişilerin çoğu, Padişah anaları ve hatta Sadrazamlar bile: Saray yaşamlarına esir olarak başlamışlardır.
Korsanlar tarafından ele geçirilen ya da imparatorluğun çeşitli bölgelerinden vergi olarak toplanan ve devşirme denen bu insanların çoğu, aslında Hıristiyan iken sonradan Müslüman olmuşlardır. Pazar; 1847 yılında kapatılmış ama esir ticareti, 1922 yılına kadar, İstanbul’un çeşitli yerlerinde sürmüştür.
Bu varsayımlardan hangisinin gerçek olduğu, günümüze kadar kanıtlanamamıştır.
Ancak günümüzde burada semt pazarı kurulmakta ve sadece orta yaşlı ve ihtiyar kadınlar gelip, bir şeyler satmaktadırlar. İlerleyen zamanlarda Pazar, sabit çarşı halini almış ve dükkanlar inşa edilmiştir.
HASEKİ HÜRREM SULTAN KÜLLİYESİ
Haseki caddesinde: Avrat pazarı meydanında, Bayram Paşa külliyesine bitişiktir.
Burası: Bizans döneminde Kuru Tepe/Kserolofos/Xerolophos daha sonraları ise Avrat/Avret Pazarı olarak adlandırılan yerdir. Yani, İstanbul’un önemli bir bölgesidir. Burası, İstanbul’un 7 tepesinden yedincisidir. Evliya Çelebi, külliyenin Avrat Pazarı meydanında yapılmasını, büyük bir incelik olarak yazar. Külliyenin inşa edildiği 16’ncı yüzyılda ise, buralar “Başçı Hacı” mahallesi olarak bilinmektedir.
Fatih döneminin tanınmış kişilerinden olan Başçı Hacı Mahmut’un burada bir mescidi olduğu ve 1918 yılında yandığı bilinmektedir. Semt de o dönemde adını bu mescitten almıştır. 19’ncu yüzyıl sonlarında ise, semt “Haseki” olarak anılmaya başlanmıştır. Kanuni Sultan Süleyman döneminde; Hasekisi Hürrem Sultan adına, Mimar Sinan tarafından, 16’ncı yüzyılda burada ilk kadınlar hastanesi ve cami bulunan külliye yaptırılmıştır.
Burası: Mimar Sinan’ın 1538-1540 yılları arasında mimarbaşı olduktan sonra inşa ettiği ilk kagir ve kubbeli camidir. Fatih ve Süleymaniye külliyelerinden sonra İstanbul’daki en büyük üçüncü külliyedir.
Külliye: cami, medrese, darüşşifa, mektep, sebil ve aş evinden oluşuyordu. Ancak iki aşamada inşa edilmiştir. İlk aşamada: cami, medrese, mektep ve imaret: ikinci aşamada ise 1551 yılında darüşşifa yapılmıştır. Külliyedeki binalar, tarz olarak birbirine ne kadar benziyorsa, cami bu yapı gurubundan aynı oranda uzaktır. Yani cami, Mimar Sinan’ın ne önceki ne de sonraki eserlerine benzemez.
Cami: muhteşem mimarın tasarladığı harika binalar arasına girme şansından çok uzaktır. Hatta: Kanuni ve Hürrem Sultanın kendi aile fertleri adına inşa ettirdikleri camiler yanında pek zayıf kalmış, mimari bakımdan değer taşımamaktadır. Örneğin: Sinan’ın eşsiz eserlerinin başında gelen Süleymaniye ve Selimiye’yi bu cami ile karşılaştırmak mümkün olmaz. Halbuki, külliyenin diğer yapıları olan medrese, imarethane, darüşşifa ve mektep, mimari karakter bakımından kesinlikle Sinan imzasını taşır.
Sonuç olarak: caminin tamamen Sinan eseri olmadığı, sadece minare, revaklar, son cemaat mahalli gibi bazı eklerin Sinan eseri olduğu söylenmektedir. Mimar Sinan: yapının bitimine yakın, minare, revaklar ve son cemaat yeri gibi kısımları inşa ederek, yapının hiç değilse dış manzarasını kurtarmaya çalışmıştır. Mabedin tamamlanmasından sonra, külliyenin diğer binalarının inşası Sinan’a verilmiştir.
Cami
Cami: mimar Sinan eseridir. 1539 yılında yapılmıştır. Tek kubbeli ve tek minarelidir. Kubbenin çapı 11.30 metredir. Ancak cemaatin yer sıkıntısı çekmesi nedeniyle, inşaatın üzerinden 74 yıl geçtikten sonra 1612 yılında Sultan I. Ahmet döneminde, doğu tarafındaki duvar kaldırılır, kubbe eklenir ve açıklıkla geçilen aynı büyüklükteki ek bölüm inşa edilir ve cami, iki kat büyük hale gelir.
Bu değişiklik, mimar Sedefkar Mehmet Ağa tarafından yapılmıştır. Bahçe kapısından girilip caminin giriş cephesine ulaşıldığında: altı sütunun taşıdığı revak ve dar bir son cemaat yeri görülür. Bu revaklar, sadece caminin eski tek kubbeli mekanının önünü örtmektedir. Yani Sultan I. Ahmet zamanında, tek kubbe eklenerek yapılan ilave bölümün önünde revak yoktur.
Caminin dikdörtgen biçimli cümle kapısının içine, daha küçük bir ikinci kapı yapılmıştır. Bu kapının yanlarında kufi yazılar görülür.
Evet, caminin mimari özellikleri değerlendirilirken en önemli husus ileri zamanlarda ikinci kubbe eklenmesidir. Camiye eklenen ikinci mekan, caminin orijinal yapısını değiştirmiştir. İbadethane kare şeklinden dikdörtgene daha doğrusu yamuğa dönüşmüştür. Çünkü eski mekanın mihrap duvarı 11.60 metre, yenisinin ise 11.90 metredir. Duvarlar, enlemesine 11 metre uzunluğundadır.
Yani, yeni kısım biraz daha büyüktür. Mimari mecburiyetin bir sonucu olarak, iki mekan arasındaki kolonlar caminin şeklini bozarak yükselir. Hünkar mahfili, yeni kısımdadır. Oldukça sade olan hünkar mahfilinin mihrabı, düz duvar üzerine perde resmi olarak yapılmıştır. Minber ise eski bölümde kalmıştır. İlk mihrabın önüne bir sütun gelerek mihrabın önü kapanmıştır.
Caminin diğer camilerde rastlanılmayan bir özelliği de: mihrabın yanlarında çiçek motiflerinin bulunmasıdır. Böylece: Haseki Hürrem Sultanın zevki bir anlamda camiye yansıtılmıştır. Hazire tarafından bakılacak olursa: eski ve yeni kısımlar birbirine eklenmiştir.
Medrese
Camiden bir yıl sonra tamamlanmıştır. Caminin hemen karşısındadır. Burası, mimar Sinan’ın muhteşem eserlerinin minyatür bir örneğidir.
Ana kapı ve dershane giriş kapısının üstünde, renkli sır tekniğiyle 1539 yılında yapılmış, iki çini pano bulunmaktaydı. Bu panolar yapının harap dönemlerinde çıkarılıp, İstanbul Arkeoloji Müzeleri kompleksinin içinde bulunan “Çinili Köşk” e götürülmüştür. Çünkü bu kitabe panolar, son derece harika 16’ncı yüzyıl çinileriyle süslüdür.
Üst kısmı iki yerden kırık ve noksan olan bu panonun üzerinde, yeşil zemin üzerine beyaz büyük harflerle sözler yazılıdır. Bu yazıları, ince şerit halinde bir bordür kuşatır. Bu kısımda da firuze üzerine sarı renkli “Besmele” ve “Ayetül Kürsi” yazılıdır ve alt kısmın ortasında 1539 tarihi bulunur. Yani, çini panodaki beytin son mısrasında belirtildiği üzere, medresenin yapım tarihi 1539 yılıdır.
Medrese: bir avlu çevresinde revak, hücreler ve dershanelerden oluşan bir plana sahiptir. Medresenin Haseki Caddesi yüzündeki pencerelerin aynaları tamamen boştur. Ancak inşa tarihinde bunların çinilerle kaplı olduğu düşünülmektedir. Kapıdan girildiğinde geniş, havuzlu bir avlu görülür.
Bu avlunun çevresine öğrenci odaları ve bir dershane sıralanmıştır. Revaklı bir avlunun üç yanı, kapalı mekanlarla kuşatılmıştır. Dershane, kapının karşısındaki revakın tam ortasındadır. Odaların hepsi kubbelidir ve içlerinde birer küçük ocak vardır. Pencere alınlıklarındaki çinilerden ise hiçbir iz kalmamıştır.
Medrese: zaman içinde deprem ve yangın gibi afetlerden etkilenerek zarar görmüştür. Özellikle 1894 yılı depremi sonrasında külliyenin diğer yapılarıyla birlikte ciddi hasar görmüştür. 1896 yılı başlarında tamir edilmiştir.
1914 yılında ise, tamir ve tadilata muhtaç, metruk bir halde bulunduğundan kadro dışı bırakılmıştır. 1918 yılı sonlarında bir dönem asker tarafından mutfak olarak kullanılmış, sonraki yıllarda ise bir süre ruh ve sinir hastalarına barınaklık yapmıştır.
1967-1969 yılları arasında Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından tamir ettirilen medrese: uzun bir süre Diyanet İşleri Başkanlığı İstanbul Eğitim Merkezi olarak kullanılmıştır.
Sıbyan Mektebi
Medresenin doğusunda hemen yanındaki mektep, zarif işçiliğiyle önem kazanmaktadır. Kitabesi olmadığından (yeri boştur) ne zaman yapıldığı bilinmemektedir. Ancak Medresedeki nilüfer çiçeği motifli sütun başlıklarının mektepte de kullanılması, iki yapının birlikte tasarlandığını göstermektedir.
Mektep: dikdörtgen bir kütleye sahiptir ve kareye yakın iki mekandan oluşmaktadır. Bunlardan biri kışlık kapalı, diğeri ise yazlık açık mekandır. Açık dershanelerin caddeye bakan kısmı kapalıdır. Altlı-üstlü iki sıra pencere bulunur. Mektebin iki kısmının da üstü oturtma çatı ile kapatılmıştır.
Binanın hemen önünde, oyun bahçesi olarak kullanılan havuzlu bir alan vardır. Kapalı dershanenin yanında, küçük bölümlü bir hazire bulunur. Mezar taşlarına göre: burası medrese çalışanlarına, külliyede hizmet veren kişilere ve onların aile fertlerine aittir.
Haseki Sultan Çeşmesi
İmarethane ve Sıbyan mektebi girişi arasındadır. Haseki Sultan için yapılmıştır. Klasik tarzda inşa edilmiştir, ayna taşına iki sütunla taşınan yuvarlak kemerli bir kabartma işlenmiştir. Bu kabartma kitabede: “Rableri onlara tertemiz bir içecek sunmaktadır” yazılı ayet bulunmaktadır. Külliye ile birlikte yapılan çeşme, 1766 yılında tamir edilmiştir.
İmaret
İmaret: Haseki caddesinin kuzey kenarı arkasında, arazide, caddeden geriye yapılmıştır. Külliyenin taç kapısından girilince hemen karşısındadır. İmaretin üç giriş kapısından biri yani ana kapı, çeşmenin hemen yanında, Haseki caddesi üstündedir. İmaretin ana giriş kapısındaki kitabede giriş tarihi 1540 yılı olarak yazılıdır.
İmaret özgün bir Sinan yapısıdır. Kubbelerin yapılışı ve kemerlerin atılışı, şaşırtıcıdır. Yapı, gerek üslup ve gerekse karakter yapısıyla devrinin ihtişamını gözler önüne serer. İmaret yapısı: revaklı bir avlu çevresinde kurgulanmıştır. Avluda iki tane büyük mutfak ve dört tane küçük kubbeli mutfak vardır. Avlunun uzun olan doğu ve batı kenarlarında, ikişer kubbeli dört yemekhane vardır. Yemekhaneler arasında birer geçit bulunur. Mutfak ise avlunun kuzey tarafındadır.
Darüşşifa-Haseki Hastanesi
Binası, hoş bir sekizgen avlu içindedir. Mimar Sinan tarafından yapılmış ve 1550 yılında tamamlanmıştır.
Zaman içinde farklı maksatlarla kullanılmış ve kullanılış maksadına göre ismi değiştirilmiştir. Darüşşifa: 1679 yılına kadar: Haseki Darüşşifası, 1801 yılına kadar: Haseki Sultan Darüşşifası, Haseki Zindanı, Nisa Tevkifhanesi; 1843 yılında Haseki Sultan Kadın Darüşşifası, 1844 yılında Haseki Bimarhanesi, 1870’de Haseki Nisa Hastanesi adıyla kullanılmıştır. 1870’lerde yapı 30 yataklı bir hastaneye dönüştürülmüştür.
1843 yılında hizmet alanı genişleyen darüşşifada, memurların bulunduğu kısım ayrılmıştır. Asıl darüşşifa olan bölüm ise, fahişelere ayrılmış zindan olarak kullanılmıştır.
1848 yılında bir süre boş duran darüşşifa: eklenen bir mutfak ve eczane ile genişletilerek, kimsesiz ve bakıma muhtaç kadınlara sığınma yeri ve tedavi oldukları bir merkeze dönüştürülmüştür.
1869 yılında yapı Zaptiye’ye devredilir ve bir süre, kadınlar tevkifhanesi olarak kullanılır. Yatak kapasitesi arttırılarak, bir odasında kadın tutuklular, diğer odasında ise aciz ve yardıma muhtaç kadınlar barındırılmaya başlanır. Önceleri sadece kadın tutukluların sağlık durumuna bakan doktorlar, sonraları dışarıdan müracaat eden olursa onların da kontrollerini yapmaya başlarlar.
Ancak, burada sürekli doktor bulunmaması nedeniyle, hastaların tedavilerinde süreklilik sağlanamıyordu. Bu yüzden: 1871 yılından itibaren, burada sürekli olarak bir eczacı, kısa bir süre sonra da sürekli bir doktor bulundurulmaya başlandı. Böylece: 1882 yılına kadar, darüşşifa hastane olarak hizmet verdi.
Kadınlar Hapishanesi-Haseki Zindanı
Hapishanenin yapılış amacı: buraya gelen kadınların ıslah edilmesiydi. Bu hapishaneye gelen kadınların çoğu fahişeydi. Bunlara el işleri öğretiliyor ve meslek edinmeleri sağlanıyordu. Yaptıkları el işleri satılarak hapis sonrası hayatları için sermaye olarak değerlendiriliyordu. Evet, burası her ne kadar kadınlar arasında kötü bir ün sahibi olsa da, bu hapishanede kalmış, meslek edinerek çıkmış pek çok hayat kadını, hayatlarını kurtarmıştır.
Haseki Hastanesinin kurulumu
Hasta sayısı her gün artıp ihtiyaca cevap verilmeyince, darüşşifa yakınlarında “Moralı Ali Bey” in taş konağı satın alındı ve yeni hastane binası haline dönüştürüldü. Böylece: Haseki Hastanesinin çekirdeğini oluşturan binadan sonra, yeni eklemeler yapılarak hastane geniş bir alana yapıldı ve semtin bazı sokaklarını da içine aldı.
Ardından yaşanan bir yangın sonucu semtin büyük kısmı yok olunca, darüşşifa da uzunca bir süre harap halde onarım bekledi. Darüşşifa yönetimi: 1890 yılında: Şehremanetine geçti ve tutuklu kadınlar, Sultanahmet’de yeni yapılan kadınlar hapishanesine nakledildi.
Çok harap durumda olan darüşşifa iyi bir onarım geçirdi ve yatak kapasitesi arttırılarak düşkünler yine kabul edilmeye başlandı. Ancak bu genişleme, bir süre sonra yine ihtiyacı karşılayamaz hale geldi ve bina yıkılarak, Avrupa’da revaçta olan pavyon sistemine geçilerek çok modern bir hastane yapıldı.
1894 yılına gelindiğinde: meydana gelen deprem sonucu bina büyük hasar gördü ve tahliye edildi. 1908 yılında II. Meşrutiyet’in ilanından sonra, tekrar onarıma alınan darüşşifa: eklenen mutfak ve lojmanla birlikte, yeniden yönetim değiştirdi. 1911 yılında bina tamamen yenilendikten sonra, akıl hastalarına hizmet verilmeye başlandı.
Bu arada I. Dünya savaşının başlamış olması nedeniyle, yenilenme faaliyetleri ancak 1924 yılında tamamlanabildi. Arada 1918 yılında büyük bir yangın yaşanır ve bina yanarak yeniden harabeye dönüşür. Sonrasında tesis 1946 yılında yeniden onarıma alınır ve 1948 yılında hizmete açılır.
Haseki Hastanesi: yüzyıllar boyu kullanılan binasında olmasa da Sağlık Bakanlığı bünyesinde inşa edilen yeni binalarıyla günümüzde hizmet vermeye devam etmektedir.
Dürüşşifa bölümü ise: günümüzde hizmet içi eğitim yapılmak için, Diyanet İşleri Başkanlığına bırakılmıştır. Haseki Eğitim Merkezi adı altında müftü ve vaizlere eğitim verilmektedir.
Bu son bölümde: Darüşşifa’nın mimari özelliklerinden söz etmek istiyorum. Burası Osmanlı mimarisinde türüne rastlanmayan bir yapıya sahiptir. Giriş kapısının üstünde kitabe bulunmaktadır. Kitabenin son mısrasında “dürüşşifa nafi-i nas cihan” yazılıdır. İstanbul’un en eski hastanelerinden olan burası: sekizgen avluludur ve böylece arkadaki odaların da ışık ve hava alması sağlanmıştır.
Günümüzde, avluda Mimar Sinan’ın hastaların oturma ve beklemeleri için özenle yaptığı köşelerdeki camlar, kırık ve pis durumdadır. Bu yerler, bir tür eyvan oluşturmak için yapılmıştır. Avlunun köşelerindeki iki büyük eyvan, sonradan camlarla kapatılmıştır.
Sonuç
Haseki külliyesi: 1689, 1690, 1719, 1754, 1766 ve 1894 depremlerinde hasar görmüştür. Özellikle 1894 depremi: Haseki külliyesinin başından geçen en büyük felakettir. Bu depremde: Darüşşifa kubbelerinde çatlaklar oluşmuş ve yapı terk edilmiştir.
Deprem sonrasında külliye uzunca bir süre boş kalmıştır. 1918 yılındaki yangın da, Haseki Darüşşifası için gerçek bir felaket olmuştur. Külliye topluca 1948 yılında onarıma tabi tutulmuştur. Bu onarımda, eyvanları kapatan duvar kaldırılarak yerine demir doğrama bir camekan yapılmıştır ve avlu döşeme kaplaması mermere dönüştürülmüştür.
Darüşşifanın kuzeyindeki tonozlu mekan da bu onarımda eklenmiştir. 1960 yılında medrese onarımdan geçmiştir. Bu onarımda: kapı ve pencerelerin kırmızı renkli taş sövelerinin bu onarımda imal edildiği, taş bacaların bir bölümünün yenilendiği görülmüştür. Ancak günümüzde, Haseki Külliyesinin, bir bahar mevsimini hatırlatan ve şöhreti dilden dile dolaşan muhteşem çinilerinden hiçbir iz yoktur.
Çünkü bu eşsiz sanat eserlerini zaman değil insan eli tahrip etmiştir. Külliye, 1974 yılındaki genel onarımdan sonra turizm tesisi yapılması düşünülürken, halkın tepkisinden çekilinmiş ve Diyanet İşlerine bırakılmıştır.
Cerrahpaşa semtinde: eski “Avrat Pazarı” mahallesinde, Kız taşı caddesindedir. Anıt: bir konutun bahçesinde, gözlerden uzak yıllarca durduktan sonra, ortaya çıkarılmıştır.
İstanbul şehrindeki Bizans döneminden kalma sütunlar
İstanbul şehrinde, Bizans döneminde şehri koruması için 24 adet tılsımlı sütun dikilmiştir. Bunlardan günümüze kadar ayakta kalarak gelebilenler: kız taşı sütunu, Çemberlitaş, Gülhane Parkındaki Gotlar sütunu ve Cerrahpaşa’daki Arkadios sütunudur.
Marcianus Sütunu
Fatih’de, Kıztaşı olarak isimlendirilen küçük bir meydanın ortasında, günümüze kadar ulaşmıştır. MS 455 yılında Bizans imparatoru Markianos adına Forum Amastrion’a dikilmiştir.
Markianos: Bizans döneminde İmparator I. Theodosius’la başlayan hanedanın son hükümdarıdır. Kendi zamanında, gerek ülkesini dış tehditlere karşı koruması ve gerekse ekonomik reformları sayesinde altın bir dönem yaşanmıştır. Ancak yine Markianos döneminde, Batı Roma, barbar hücumlarına karşı desteksiz kalmış ve yıkılmıştır.
Kızıl-gri granitten sütun, iki parçadır. Yapıldığında sütunun üzerinde bir kaide bulunduğu ve bunun üstünde de İmparator Marcianus’un bronz bir heykelinin bulunduğu, ancak 1204 yılındaki Haçlı-Latin istilasında, şehrin yağmalanması sırasında bunun da çalınarak İtalya’nın Bari şehrine götürüldüğü ve burada bulunan “Barletta” heykeli olduğu söylenmektedir.
Mermer kaidesi dört yüzlüdür ve her yüzündeki madalyonlar, Yunan haçları ile bezenmiştir. Kaidesinde bulunan Yunan Zafer Tanrıçası Nike kabartması nedeniyle, kız taşı olarak da isimlendirilir. Kaidede bulunan kitabesinde: Latince olarak yazılan yazıtın tercümesi “İste bu imparator Marcianus’un anıtıdır ki Tatianus bu eseri adamıştır”
Bu arada: bu sütunla ilgili bir efsaneden söz etmek istiyorum. Justinyen: Ayasofya’yı inşa ettirirken tılsımlı güçleri olan bir kız, buraya büyükçe bir sütun taşımaktadır. Derken, kızın karşısına, ruhani bir canlı yani cin çıkar. Taşı nereye götürdüğünü sorar.
Kız: Ayasofya’ya gittiğini söyler, ancak cin: geç kaldığını ve taşı boşuna taşımamasını söyler. Kız: taşı oracıkta bırakır ve durumu görmek için, bugünkü Sultanahmet Meydanına gelir. Cinin yalan söylediğini anlar. Fatih’e geri dönüp taşı götürmek ister, ancak sihirli güçlerinin artık işe yaramadığını fark eder. Taş da o günden beri “Kız taşı” olarak anılır.
Arkadios Sütunu yapılışı
395 yılında: Roma imparatoru I. Teodosius döneminde, imparatorluk Doğu ve Batı olmak üzere ikiye ayrıldı. Teodosius’un oğlu Arkadios’un Doğu Roma imparatorluğunun ve diğer oğlu Honorius Batı Roma imparatorluğunun başına geçti.
Henüz 18-19 yaşlarında bir delikanlı olan; babasının tersine güçsüz ve pısırık kişiliği olan Arkadios, temelleri atılan Bizans tarihinin ilk imparatoru olur. Hükümdarlık döneminde, İstanbul’a 3 önemli yapı kazandırır.
Bunlar: Arkadianai semtinde (günümüzdeki Sultanahmet civarı) bir hamam, eskiden “Avrat Pazarı” olarak bilinen (günümüzdeki Cerrahpaşa semti) yerde “Arkadios Forumu” adını taşıyan büyük meydan ki bu meydan Bizans döneminin ilk yıllarında şehrin merkezidir.
Burada: köle ticareti yapılır ve idam cezaları infaz edilirmiş ve 402 yılında bu meydanın ortasına diktirdiği büyük anıt sütundur. Çünkü: ilk Bizans imparatoru olan Arcadius: kendi adına, zaferlerini ilan etmek için Roma şehrindeki Trajan sütununa benzer bu anıt sütunu diktirmiştir. Sütunun tam olarak yerini gösteren eski çizimler, 1453 yılından sonra Fatih Sultan Mehmet’in ünlü portresini yapan İtalyan ressam Bellini’ye aittir.
Arkadios Sütunu
Sütunun bulunduğu hafif tepelik bölgeye “Xerolophus” denirdi. Sütun 402 yılından kalmadır. İlk dikildiğinde, kayıtlarda yazılı yüksekliği 50 metredir. Çapı ise 4 metredir. Tepesinde: bir korint başlık ve bunun üstünde kare bir blok vardır. Bu blokun köşelerinde, dört adet, kanatlarını açmış melek heykeli görülür.
İlk dikildiğinde, üstteki kale blok üzerine, şehrin ufuklarını gözleyen, güzel bir peri heykeli konulmuştur. Evliya Çelebi’ye göre: İmparator Konstantin: sütunun tepesindeki peri heykelini kaldırtmış ve tehlike anında gözcüler tarafından çalınması için çanlar yerleştirmiştir.
10 Temmuz 421 tarihinde ise: Arkadios’un oğlu II. Teodosius imparator olunca: sütunun tepesine, babasının atlı bir heykelini koydurmuştur. Ancak, bu heykel: 740 yılındaki depremde, kuvvetli sarsıntıya dayanamaz ve yerinden koparak düşer. Ardından, sütunun tepesi boş kalır.
Yine tarihçilerin yazdıklarına göre: bir zamanlar 40 metre yükseklikte olan bu sütunun içinde bulunan helezonik bir merdivenle, tepesine çıkılırdı. İlk yapıldığında: sütunun üstünün: yukarıdan aşağıya kadar, Arkadios’un seferlerini anlatan kabartmalarla süslü olduğu söylenir. Bazı Osmanlı dönemi fotoğraflarında, sütunun üzerindeki motifler gayet güzel görülmektedir.
Kaidesi
Sütun dikdörtgen bir kaide üzerindedir. Kaide iri taşlarla örülü bir yüksek duvar şeklindedir. Kaidenin bir yüzü ve büyük kısmı, büyük bir ağaç tarafından gizlenmiştir. Diğer yüzleri ise, bitişik ahşap evin yanındadır. Kaidede: ünlü Zafer Tanrıçası Nike figürü görülür.
Kız taşı denilmesinin sebebi
Anıtın üstündeki kare blokun köşelerindeki melek yani kadın heykelleri nedeniyle, bu ismin verildiği söylenmektedir.
Bir başka söylentiye göre ise: sütun, altından geçen kızlara, bakire olup olmadıklarını fısıldarmış. İmparator II. İustinianus: baldızına bu oyunu oynamaya kalkınca, sütunun üstündeki heykel yerinden kırılarak devrilmiştir.
Yine bir söylentiye göre: eskiden bu sütunun önünden, bakire bir kız geçtiğinde: sütun hafifçe yana eğilirmiş.
Bir iddia daha, anıta kız taşı denilmesinin bir sebebi de: kaidesinde bulunan Yunan Zafer Tanrıçası “Nike” kabartmasıdır.
1204 yılı Haçlı İşgali
Ancak: sadece bir defa ve birkaç dakika için, sütunun tepesine bir imparator çıkarılır. 1204 yılında Haçlılar şehri ele geçirdiklerinde, zamanın Bizans imparatoru V. Aleksios’u bu sütünün tepesinden yani unvanına uygun yükseklikten aşağı atarak öldürürler.
Başka bir söylentiye göre: Haçlılar şehri ele geçirip yağmaladıklarında, bu sütunun üstünde İmparatorun heykeli vardır ve bu heykeli çalarak götürmüşlerdir. Günümüzde, bu heykelin İtalya’da Bari şehrinde bulunduğu söylenmektedir.
Sütunun tılsımlı olması
Bazı kaynaklara göre, Bizanslılar, bu sütunun tılsımlı olduğuna inanırmış. Evliya Çelebi de, bu sütunun tılsımlı olduğuna inananlardandır. Yazdıklarına göre: Hz Muhammed’in doğduğu gün, büyük bir deprem olur ve sütun parçalanır, ama tılsımlı olduğu için dağılmaz.
Evliya Çelebi, bununla da yetinmez ve başka tılsımlardan söz eder. Eski dönemlerde, sütunun üstünde duran kız heykeli yılda bir defa bir feryat koparır ki, civarda ne kadar kuş varsa önce pervane gibi bu sütunun etrafında döner, sonra bunlardan binlercesi ölüp sütunun dibine düşer, halk da bunları afiyetle yer.
Sonuç
İstanbul’u sarsan depremler, Arkadios sütunu da yıpratmıştır. Sonunda da iyice yana eğildiğinde, çevresindeki binaların üstüne düşebileceği için 1719 yılında Sultan III. Ahmet tarafından yıktırılmasına karar verilmiştir. Bir başka söylentiye göre: sütun uzun süre olduğu yerde durmuş, ancak üstündeki heykel: Lale devri Sultanı III. Ahmet tarafından indirtilmiştir.
Günümüzde görülen sütun: sadece 8 metre yüksekliktedir ve kaidesi 6 metre genişliktedir. Kaidenin büyük kısmı, bir ağaç tarafından gizlenmiştir.
1874 yılında, deniz tarafındaki kumluk alanda bulunan bazı kabartma mermer parçalarının bu sütuna ait olduğu söylenir ve bu parçalar, günümüzde Arkeoloji Müzesindedir.
Kaidenin içine: kaidenin yakınında bulunan evin kapısından geçilir. Buradan: harabe haldeki sütunun tepesine: merdivenle tırmanılarak çıkılır ve sütunun tepesinden: sütunun dibi ve üstündeki kabartmaların izleri görülebilir.
Burada belirtmek istediğim bir konu var. Yaptığım araştırmalara göre: Fatih semtinde Kız taşı olarak nitelendirilen bir tanesi İmparator Arkadios tarafından dikilmiş sütun ve bir tanesi de İmparator Marcianus tarafından dikilmiş sütunlardan söz ediliyor.
Ama her iki sütun hakkında anlatılanlar, söylentiler de aynı yere çıkıyor. Arada sadece küçük farklar olduğunu (örneğin sütunların yerleri ve kaidelerindeki yazılar gibi) öğrendim. Bu konuda bilgisi olanların yorum bırakmaları rica olunur.
BULGUR PALAS
Cerrah Mehmet Paşa camisi yakınlarında, Marmara denizi manzaralı tepeye yapılmış: kirli kahverengi ve büyüklüğü ile dikkat çeken, ilginç bir binadır. Arkadius sütununun hemen karşısındadır.
Yapı: I. Ulusal Mimarlık Akımının 1912 yılında yapılan en güzel örneklerinden biridir. Binanın bir tarafının kırmızı tuğla, öbür tarafının sıva olması sebebiyle, yapışık iki bina gibi gözükmektedir. Cepheleri ve pencereleri, geniş bir alanı gördüğü belli olan büyük kuleleri vardır. Kuleleri ve tuhaf çatısı ile yüksekçe bir taş binadır. Çevresindeki diğer yapılardan farklı tasarımı hemen fark edilir. Yapının her tarafı, büyük yani yüksek duvarlarla çevrilidir.
Bina: İstanbul Parlamentosunun Bolu milletvekili, savaş yıllarında bulgur ticaretinden zengin olan bulgur tüccarı Mehmet Habib Bey için, İtalyan mimar Giulio Mongeri tarafından yapılmış ancak bitirilememiştir. Yapı: ismini, sahibinin mesleğinden almıştır. İsminin “Palas” olarak nitelendirilmesinin sebebi: yapının sahibi Mehmet Bey’in, I. Dünya savaşı devam ederken karaborsa olarak sattığı bulgurdan dolayı inanılmaz zenginleşmesine karşılık verilen kinayeli bir isimdir.
Ancak Mehmet Bey bu binanın zevkini süremedi. Yani burası bulgur ambarı olarak yapılmamıştır. Çünkü: 1921 yılında ipoteklenen bina, 1926 yılında Osmanlı Bankasına devredildi. Gelelim bu olayların hikayesine:
Birinci söylenti: Kurtuluş savaşı sonrasında bina Mustafa Kemal Atatürk hükümetinin eline geçer ve onlar da binayı Osmanlı Bankasına bağışlarlar.
İkinci söylenti: Osmanlı Bankasının arşivindeki kayıtlara göre: Haziran 1921 tarihinde Emrullah Kardeşler Şirketi adına Selim Nuri Bey: Osmanlı Bankasına senet kırdırmak için başvurur. Ayrıca: yine firması için, İnebolu ve Samsun’daki mallarına karşılık avans ister. Bolu mebusu, Mehmet Habib Bey, borcuna kefildir ve kendisine ait bulgur palas denen yapıyı ipotek eder.
Banka: inşaatı bitmemiş bulgur palas denen yapıyı ipotek olarak kabul eder. Fazla uzatmadan, elbette borç ödenmez ve Osmanlı Bankası, yapıyı ihaleye çıkarır ve ihale sonucunda, 1926 yılında yapının sahibi olur. Banka tarafından alınan kararla: İstanbul’un ticaret merkezlerine uzak, yolları dar, ulaşımı zor ve fakir bir mahallede inşa edilen yapının tamamlanması ve kullanılır hale sokulması ve sanatoryum veya hastaneye dönüştürülmesi için karar alınır.
Ancak bunun için büyük yatırım yapmak gerektiği ortaya çıkınca vazgeçilir ve banka burayı: arşiv ve banka çalışanları için konut olarak kullandı. 6-7 Eylül olaylarında bina tahrip edildi. Bu olaylardan sonra, fazla bakım da görmeyen bina çürümeye terk edildi.
Bina: 1920’lerde Osmanlı Bankası mülkiyetine geçmiş ve uzun yıllar, bankanın arşivi olarak kullanılmıştır. Arşiv, daha sonra Osmanlı Bankası Müzesine taşınınca ve Osmanlı Bankası Garanti Bankası tarafından satın alınınca bu bina da Garanti Bankası mülkiyetine geçmiş ve günümüzde kullanılmayıp, boş olarak durmaktadır. Yapının üst katından, harika bir deniz manzarası izlenir. Son aldığım bilgilere göre: binanın turistik tesis olarak kullanılması düşünülüyormuş.
CERRAHPAŞA KÜLLİYESİ
Külliye: Cerrah Paşa tarafından, 1593-1594 yılları arasında, Mimar Sinan’ın halefi yani yetiştirdiği öğrencisi mimar başı Davut Ağa tarafından: cami, kütüphane, türbe, sebil, şadırvan, çeşme ve hamamdan oluşan bir külliye şeklinde yapılmıştır. Ancak günümüzde Aksaray-Kocamustafa paşa caddesi, medrese ve külliyenin diğer yapılarını birbirinden ayırmıştır.
Cerrah Paşa: bu külliyeyi, sadrazam olmadan önce yaptırmıştır. Çünkü sadrazamlığı süresince hasta yatağından dışarı çıkamamıştır. Külliyeden günümüze sadece hamam ulaşmamıştır. Çünkü 1598 yılı yapımı çifte hamam: 1908-1910 yılları arasında ortadan kaldırılmıştır. Çünkü külliyenin tamamı, 1894 yılındaki depremde hasar görmüş, 1958-1960 yılları arasında onarım görmüştür.
Cami
Cami, yüksek bir tepede bulunduğundan, arka taraftaki bahçesinden, Marmara denizinin panoramik manzarası izlenebilir. Böylece cami için yer seçiminde ne kadar isabetli davrandığı anlaşılmaktadır. Cami dönemin ünlü mimarı Mimar Sinan’ın halefi Davut Ağa’nın eseridir. Davut Ağa, bu camiyi bitirdikten sonra, Eminönü’ndeki Yeni Cami inşaatına başlamıştır. Ama kısa süre sonra vebadan ölmüştür. Caminin giriş kapısındaki Arapça kitabede “Mescidi mustahseni erkane” yani “Her şeyi ile beğenilmiş mescit” ve yapılış tarihi olarak 1593 yılı yazılıdır.
Klasik Osmanlı tarzındadır. Kesme küfeki taşından inşa edilmiştir. Kütlesel estetiği çok güzeldir. Camiye: tak şeklinde ve iki yanlarında birer niş bulunan, üstü stelaktitli muhteşem güzel bir kapıdan girilir. Kare planlıdır, ortada büyük ve yanlarda altı yarım kubbeyle örtülüdür. Basıkça olan merkezi kubbesi 13 metre çapında ve 18 pencereli bir kasnağa oturmakta ve bunu da altı fil ayağı üzerindeki kemerler taşımaktadır. Kubbe geç dönem kalem işleriyle süslüdür. Merkezi kubbenin yanlarında, etrafı pencereli kubbeler vardır.
Minber: geometrik desenlerle süslüdür ve döneminin en önemli yapıtlarından sayılmaktadır. Caminin son cemaat yerinde: sekiz antik sütun bulunur. Tek minarelidir. Minare gövdesi: onaltıgendir. Şerefedeki şebekeli mermer korkuluklar, devrinin özelliklerini taşımaktadır. Mihrap mahalli dört köşeli ve dışa çıkık durumdadır. Mihrap ve minberi: mermer yontuculuk sanatının güzel örneklerine sahiptir.
Mihrap da: imam yüzü hizasında, yeşil bir çini vardır. Mihraptaki çininin Ravzayı Mutahhara’yı (Hz Muhammed’in Medine’deki türbesi) çağrıştırdığı kabul edilmektedir. Camiye 1767 yılında yani yapımından 169 yıl sonra güneş saati konulmuştur. Yüksek konumdaki bu güneş saati dış etkenlerden uzak kaldığı için sağlam olarak günümüze ulaşmıştır. Güneş saati, Kutup Yıldızını gösterecek şekilde yapılmıştır. Cami hakkında anlatılan bir söylenti vardır.
Buna göre: 1660 yılındaki büyük yangında, cami içine sığınanlarla birlikte yanmış ve ertesi yıl tamir edilmiştir. Bu olay: Ayvansarayı tarafından yazılmıştır. 1196 yılındaki yangında, cami yeniden zarar görür. Caminin yıkılan minaresi, 1820 yılında yeniden yapılır. 1894 yılındaki deprem ise, bu camiyi yeniden harap eder. Minaresi, son cemaat yeri ve kubbeleri tamamen çöker. Minare: 20’nci yüzyıl başlarında taş külahlı ve değişik bir üslupla yeniden yapılır.
Fakat son cemaat yeri olduğu gibi bırakılır. Uzun yıllar boyunca, son cemaat yerinde, demir kirişlerle birbirine bağlanmış mermer sütunlar görülür. 1958 yılında yeniden bir tamir süreci yaşanır. 1982 yılında ise, kubbeler tamir edilerek son cemaat yeri yeniden düzenlenir. Caminin bahçeleri de bakımlı değildir ve bahçede Bizans dönemi sarnıcı ve başka bir yapının izleri yani yıkıntıları görülür.
Medrese
Caminin kuzeyindeki medrese: Klasik Osmanlı medresesi planındadır. Medresenin önünde, kapısı yola bakan ve üstü açık küçük bir giriş avlusu bulunur. Esas avluya girişi sağlayan kapıya 8 basamaklı bir merdivenle çıkılır.
Ortadaki kare avlunun çevresini, her yönde; başlıkları baklavalı dörder sütunun taşıdığı tuğla kubbeyle örtülü revaklar çevirir. İçte revakların arkasında, yine kubbe örtülü olan hücreler vardır. Restore edilmiş olan medrese, günümüzde Cerrahpaşa Tıp Fakültesinin “Tıp Tarihi Bilim Dalı Araştırma Merkezi ve Müzesi” olarak kullanılmaktadır.
Şadırvan
Avlunun kuzeybatısında, mermer havuzlu ve onaltı köşelidir. Üstü açıktır.
Türbe
Caminin hemen yan tarafında, avluda ve sokak üstündeki türbe: sekiz köşeli, kubbeli, iki dizi pencereli bir yapıdır ve semte ve hastaneye ismini veren ve 1604 yılında vefat eden Cerrahpaşa ve 3 oğlu yatmaktadır. Türbenin batısında, kare planlı ve kiremit çatılı “muvakkithane” binası (zamanı ölçmek için yapılmış yapılara denir) bulunur.
HASEKİ BOSTAN HAMAMI
Haseki Hürrem külliyesi yakınında, Hekimoğlu Ali Paşa caddesi üstündedir.
Yapı: Fatih döneminden kalmadır. Hürrem Sultan tarafından: Mimar Sinan’a onarımı yaptırılmıştır. Fatih Sultan Mehmet’in, bu hamamda “Dellak Dede” eliyle yıkandığı rivayet edilmektedir.
16’ncı yüzyılda ise: Hürrem Sultan’ın özürlü kızı Mihrimah Sultan, kimselere görünmemek için burada; annesinin yaptırdığı büyük hamamda tek başına yıkanırmış. (Söylenenlere göre: tek memesi yoktur) Hamamda “Şeftali kurnası” denen bölüm: Mihrimah Sultana aitti. Hamam hakkındaki söylentilerden söz etmek istiyorum:
Evliya kurnası: kısmeti çıkmayan kızlar, bu kurnada yıkanır, abdest alır ve dua ederse: hemen kısmeti çıkarmış. 1900’lü yılların ortalarında, bu olay mum dikmeye kadar varınca, işletmeciler buna son verdirdiler.
Demir hindi şerbeti: 1910 yılına kadar, Sultan II. Abdülhamit’in son dönemi ve Meşrutiyetin ilk yıllarında: Şerbetçi Rüstem Ağa, İstanbul’un en lezzetli demir hindi şerbetini yapar ve hamamın kapısında satarmış. İstanbul’un birçok yerindeki insanlar, sırf bu şerbeti içmek için bu hamama gelirlermiş. Zengin, fakir hamama girenler yıkanıp çıktıktan sonra, mutlaka bir bardak şerbet içerlermiş.
SADRAZAM BAYRAMPAŞA KÜLLİYESİ
Cerrahpaşa caddesi yakınlarında, Haseki hastanesinin hemen bitimindeki Haseki caddesi üzerindedir.
İstanbul Davutpaşa’da doğan Bayram Paşa: Yeniçeri ocağında yetişti. Sultan I. Ahmet’in kızlarından Hanzade Sultan ile evlenerek Saraya damat oldu. Ardından: Mısır Valiliği, Rumeli Beylerbeyliği ve İstanbul Kaymakamlığı yaptı. 1637 yılında ise Sadrazam oldu. Bayram Paşa, sadrazamlığı sırasında Şair Nefi’yi idam ettirmesiyle hatırlanır.
Sultan IV. Murat: Nefi’den bir daha hicviye yazmamasını istemesinden sonra Nefi, sözünü tutmamış ve Sultan IV. Murat’ın eniştesi Bayram Paşa’yı hicvetmiştir. Bayram Paşanın isteği üzerine, Padişah, Nefi’yi idam ettirmiştir. Şair Nefi, Bayram Paşanın evinde öldürüldükten sonra, cesedi Sarayburnu’ndan denize atılmıştır.
Sadrazam Bayram paşa: Eylül 1638 tarihinde, Urfa yakınlarında Celab mevkinde Bağdat seferi sırasında beyin kanamasından ölmüştür. Cesedi İstanbul’a nakledilmiş ve Avratpazarı mezarlığına defnedilmiştir.
Külliye: 1634 yılında dönemin Hassa baş mimarı Kasım Ağa tarafından yapılmıştır. Banisi: Sultan I. Ahmet’in damadı Bayram Paşa’dır. İstanbul’un bir semtine de ismini veren Bayram Paşa: aynı zamanda Sultan IV. Murat’a da Sadrazamlık yapmış ve 1639 yılında Bağdat’ın alınması sırasında şehit düşmüştür. Külliyede: cami, medrese, mektep, mescit, tekke, türbe ve sebil vardır. Tüm külliye yapıları: sokak dokusuna uygun, asimetrik bir plan içinde yerleştirilmiştir.
Cami
Külliyenin başyapıtı olarak kabul edilir, kalem işleri ve ayetlerle süslenmiştir.
Sebil
Sol tarafta, köşede parmaklıklı açıklığı olan güzel bir sebil vardır. Sebilin üzerindeki kitabede, yapım yılı olarak 1634 yazılıdır.
Türbe
Sebilin hemen arkasında ise, caminin banisine ait, küçük bir cami görünümlü, saray gibi bir türbe bulunur. Türbede, Bayram Paşa, tek başına yatmaktadır. Burada bir ayrıntıdan söz etmek istiyorum. Türbenin çinileri 1990’lı yıllarda çalındı, ancak daha sonra bulunarak yerlerine yerleştirildi.
Mescit
Duvarlarla çevrili bahçe ve mezarlığın ötesinde, üç yandan derviş tekkesinin revaklı odalarıyla çevrili mescit bulunur. Dikdörtgen ve büyük bir bina olan ve kesme taştan yapılan mescit aynı zamanda Semahanedir.
Medrese
Medrese: Osmanlı mimarisinde en eski medrese stili olan İznik medrese mimarisi etkilerini içermektedir. Ortada kare bir avlu vardır. Bu avlunun üç tarafından sütunlu revaklar bulunur. Revakların arkasında, kubbelerle örülmüş medrese hücreleri vardır. Bu kare mekanın, girişi batı bölümdedir. Girişin karşısında ise, mescit ve dershane binası bulunur. Günümüzde: Diyanet Eğitim Merkezi olarak kullanılmaktadır.
Tekke
Tekke ilk kurulduğunda “Kadiriye Tekkesi” olarak kurulmuştur. Daha sonra, 18’nci yüzyıl başlarında, “Bayramiye Himmetiyle” tarikatı tarafından kullanılmıştır. Yüzyılın sonunda ise “Halvetiye Sümbüliye” tarikatına ev sahipliği yapmıştır. 19’ncu yüzyıl itibarıyla tekrar “Kadiriye” tekkesi haline gelmiştir.
Bu tekke: yazılı kaynaklarda “Kadem-i Şerif Tekkesi” olarak geçmektedir. Çünkü: tekkede: bir zamanlar Üveys-el Karani’ye ait olduğu söylenen bir arakiye ve Hz Muhammed’in ayak izi muhafaza edilmektedir. Evet, tekke külliyenin batı kısmındadır. Kapı: Haseki caddesine cephelidir.
Bu kapıdan girildiğinde: türbe, sebil ve tekkeye ulaşılır. Tekke: arsanın güney ve doğu kesiminde, L biçimlidir. Tekkede: 10 adet derviş hücresi bulunmaktadır. Derviş hücreleri: medrese hücrelerine benzer. Ancak aradaki fark, penceresiz olmalarıdır. Bu hücrelerde ocak da bulunmaz. Büyük olasılıkla, bu yapı tarzı, tarikat yaşamında içe dönük yapımın göstergesidir.
Sıbyan Mektebi
Son onarımlarda yıkılmış olan mektebin kagir alt yapısı hala durmaktadır. Caddeden merdivenle çıkılan kısmı ayaktadır. Ama Sıbyan Mektebi kütlesi yok olmuştur.
Tevhidhane
Avlunun güney kısmında, bağımsız bir kütle olarak yapılmıştır. Girişi kuzeye bakar. Külliye giriş kapısı ve Tevhidhane kapısı karşılıklıdır.
Arasta
Kuzeyde bulunan hücrelerin altında, cadde kodundan yararlanılarak yapılan dükkanlar bulunur. Bu dükkanlar: beşik tonoz örtülü ve dikdörtgen planlıdır.
Sonuç
Külliye, 18’nci yüzyıldan günümüze kadar birçok onarım geçirmiş ve Sıbyan Mektebi dışındaki diğer yapılar sağlam olarak günümüze ulaşmıştır. Külliye yapıları: en son olarak: 1968-1973 yılları arasında Vakıflar İdaresi tarafından restore edilmiş ve günümüzde “Kadınlar Dayanışma ve Yardımlaşma Vakfı” olarak kullanılmaktadır. Belli dönemlerde, burada halka gıda yardımında bulunulmaktadır.
GEVHER SULTAN MEDRESESİ
Cerrahpaşa caddesi üstünde, Cerrahpaşa camisinin karşısındadır. Medrese: Sultan II. Selim’in kızı ve Kaptan-ı Derya Piyale Paşa’nın eşi Gevher Han Sultan tarafından, 1568 yılında inşa ettirilmiştir. Burada ilgi çekici bir husus var. Gevher Sultan, kocası öldükten sonra Cerrah Mehmet Paşa ile evlendirilmiştir.
Medresenin Cerrahpaşa camisinin karşısında bulunması, bununla açıklanabilir. Yapının güzel kapısı ve duvarları, yol boyunca uzanmaktadır. Yalın kapısındaki kemer biçimleri ilgi çeker. İçinde kubbeli 16 göz oda vardır. Kuzey yanda ise, yapının 12 göz pencereli duvarı bulunur.
Bu duvarın yüzünde, kubbelere bağlanan saçaklar, kirpi saçak türüdür. Kubbelerin yanlarında da şirin görünümlü bacalar bulunur. Yapı uzun süre harap durumda kaldıktan sonra, 1970’lı yıllarda “Tıp Tarihi Enstitüsüne” tahsis edilmiş ve günümüzde: bir yardım derneği tarafından kullanılmaktadır.
DAVUT PAŞA KÜLLİYESİ
Hekimoğlu Ali paşa caddesi, Cerrahpaşa Tıp Fakültesinin tam karşısındaki Davut Paşa Medresesi sokağındadır. Bölge: 1829 yılında, Sultan II. Mahmut döneminde, Yeniçeri ocaklarının yerine kurulan ve Avrupa’da kilere benzeyen kışlalarıyla modern ordunun eğitim yaptığı yerdir.
Günümüzde üniversite kampüsü olarak kullanılan alandaki tarihi kışla harabeleri: 1972 yılında eski eser olarak tescil edilmesine rağmen, 1985 yılında gıda toptancılarına tahsis edilmiştir. Davut Paşa: Sultan II. Beyazıt’ın emrinde: 1482-1497 yılları arasında Sadrazamlık yapmış ve 1485 yılında bu külliyeyi yaptırmıştır.
Külliye: cami, medrese, sıbyan mektebi, türbe, imaret ve hamamdan oluşmaktadır. Özellikle: gezgin dervişlerin gecelediği odalar çok etkileyicidir.
Cami
1485 yılında yapılmış cami, İstanbul’da Osmanlı dönemine ait, en eski anıtsal mimari örneğidir. Caminin mimarisi: Osmanlı mimarisinin Bursa ekolü düzeneğini içeren ters “T” modelidir. Zaten, camiye tepeden bakıldığında, ters duran bir “T” harfine benzetilir. Caminin kitabesi: Beyazıt caminin de yazılarını yazan, hattat Şeyh Hamdullah’a aittir.
Bu kitabede: mavi zemin üstüne, kahverengi palmetler ve yanlarda altın yaldızlı yazılar görülür. Girişten sonra, ana mekanı enlemesine genişleten, yan hücreler bulunur. Son cemaat yerinde 6 sütun vardır. Ortadaki 2 sütunun başlıkları: mukarnas ve diğer sütunların başlıkları ise baklava şeklindedir. Çünkü bu iki tür süsleme şekli: Osmanlı mimarisinde yüzyıllar boyunca kullanılan özelliklerdir.
Ön bahçede: kırık dökük sütun gövdeleri ve başlıkları görülür. Cami yapısında: en büyük özellik, güzel ve basık kubbedir. Yarım kubbe yoktur. Kubbenin pandifleri: olağanüstü güzelliktedir. Bunlar: derin oymalarla biçimlendirilmiş ve duvarların köşelerinde, aşağıya kadar indirilmiştir.
Sıbyan Mektebi
Külliyenin yapılarından olmasına rağmen günümüze ulaşmamıştır. Günümüzde görülen lisenin bulunduğu yerdeydi. Bu okul: Galatasaray Mektebinden sonra, İstanbul’daki en eski okul olarak önem kazanmıştı ve buradaki eğitim, 1485 yılında başlamıştı. Ancak mektep binası, 1894 yılındaki depremde hasar görür ve çatısı çöker.
Medrese
Kuzeydeki dar sokakta, külliyenin tamamen evlerle çevrelenmiş medresesi bulunur. Şehirdeki en eski medreselerden biridir. Avlusunda Bizans sütunları kullanılmıştır. Üç cephesinden her birinde: ocakları olan dershaneler görülür. Medresenin avlusu: Bizans sütunları ve sütün başlıkları ile süslüdür. Duvarlardaki freskler bakımsızlıktan solmuştur.
Türbe
Caminin avlusundaki türbe, sekizgen planlıdır ve kıble yönünde yapılmıştır. Klasik stil pencere düzenekleri, türbeye oldukça hoş bir görünüm kazandırmıştır. Giriş revağı: iki sütun üstündedir. Bahçedeki mezar taşları güzellikleriyle ilgi çeker.
HEKİMOĞLU ALİ PAŞA KÜLLİYESİ
Davutpaşa camisinin yaklaşık 200 metre ilerisinde, aynı isimle bilinen cadde ile Koca Mustafa Paşa caddesi arasındadır.
Ali Paşa: Nuh Efendinin oğludur. Nuh Efendi: Venedik asıllı İtalyan’dır ve Padova Üniversitesinde tıp öğrenimi aldıktan sonra, İslamiyet’i kabul edip İstanbul’da hekim olarak çalışmaya başlamış, Sultan II. Mustafa döneminin Saray Hekimbaşısıdır. Annesi Türk asıllı olup Safiye Hanımdır. Ali Paşa: Sultan I. Mahmut’un 15 yıl Sadrazamlığını yapmıştır.
Anadolu Beylerbeyi olarak Kütahya’da bulunduğu sırada 1758 yılında hastalıktan ölür. Ancak bir söylentiye göre ise, hizmetinde çalışanlar tarafından zehirlenmiştir. Külliye: Sultan I. Mahmut’un dördüncü saltanat yılına rastlayan, ilk sadrazamlığı zamanında, 1735 yılında mimar Çuhadar Kayserili Ömer Ağa ve Hacı Mustafa Ağa tarafından yaptırılmıştır.
Tüm yapı birimlerinde: barok stil özellikleri görülür. Klasik Osmanlı mimarisinin en son eseri olan külliye: sadece mimari yönüyle değil, güzel sanatlar tarihi bakımından da önemlidir. Külliyenin kapı üstlerindeki manzumeler, çoğu Nedim’in çağdaşı olan Vehbi, Şair Hıfzı, Şair Nevres, Refi, Mehmet, Şair Münif, Ragıp Mehmet Paşa ve Şeyhülislam İshak Efendi’ye aittir. Yazılar, büyük hattatlar tarafından yazılmıştır. Bunlar arasında Cihangirli Mustafa önde gelir.
Cami
Cami: sarnıçlı bir temel üzerine, yüksek bir platforma oturtulmuştur. Cami yapılmadan hemen önce, burada Abdal Yakup Tekkesi bulunduğu söylenmektedir. Ali Paşa: babası Hekimbaşı Nuh Efendinin kabrine yakın olduğu için, bu alanı uygun bulmuştur. Cerrahpaşa camisinin tam bir kopyasıdır. Ancak onun tersine, biraz zayıf ve kişiliksiz kalır.
Hatta: soluk çini kaplamalar bile, bu kişiliksizliği yumuşatamaz. Çiniler: Türk işidir ama eskisi gibi İznik değil, Tekfur Sarayındaki yeni çini atölyelerinde üretilmiştir. Bu çinilerin en büyük özelliği: sırların mavimtırak bir renk alması, sarının fazlaca kullanılmasıdır. Yapının geneli incelendiğinde: klasik ve barok üsluplar görülür. Üç avlu ve üç kapı vardır. Ana giriş kapısı: rokoko öğeler ve geleneksel oymalarla süslenmiştir.
Avlu girişinde, kapı üstünde, Ragıp Paşa tarafından yazılan Türkçe kitabede, caminin yapım tarihi olarak 1734 yılı yazılıdır. Mimar olarak ise Ömer Ağa isimleri geçer. Kubbe: altıgen planlı olacak şekilde, bir ayak sistemi üzerine oturmuştur. İç mekan: 18’nci yüzyıl Tekfur Sarayı çinileriyle döşenmiştir. Bu çiniler: tüm mekanın duvarlarını, pencerelerin üst hizasına kadar kaplar. Yan duvarlarda: 16 çini plaka üstüne “Kabe” manzarası resmedilmiştir.
İç mekan kemerleri: klasik ve sivri modellidir. Vaiz kürsüsünün ahşap işçiliği ve mermer minberdeki zarif oymalar gayet güzeldir. Mihrap bölümü: dışarıya çıkıntı yapar. Sol duvar üstünde: Hünkar Mahfili bulunur. Minare: caminin ince ve zarif minaresi, uzun servi ağaçları ve yaşlı çınarlarla kaplı bahçede, son derece çekici görünür.
Türbe
Hazirede bulunan türbe: 1745 yılı yapımıdır. Yapı: iki kubbelidir. Türbede: Hekimoğlu, karısı Muhsine ve oğlu yatıyor. İkinci kubbenin altında, bir zamanlar burada olduğu söylenen zaviyenin kurucusu Abdal Yakub ve Şeyh İbrahim yatmaktadır. Avlu cephesi ahşap sundurmalı olan türbenin kapı alınlığında, talik yazılı kitabe vardır. Avluda su terazisi ve bir kuyu bulunur.
Külliyenin kütüphane bölümü: avlunun köşesindedir. Vakfiyede kütüphanede kaç kitap vakfedildiği belirtilmemiştir. Ancak personel kadrosu incelendiğinde, kütüphanenin oldukça zengin bir koleksiyona sahip olduğu söylenebilir. Şeyh Mehmet Rıza Efendi, 1740 tarihinde zengin bir koleksiyonu, bu kütüphaneye bağışlamış ve kitapların bakımı için ek personel tayin edilmiştir.
Kitapların bulunduğu bölüm: merdivenle çıkılan bir kafes gibi yapılmış olup, bu yapı, daha önce görülmemiştir. Alt bölüm: tünel şeklinde, sivri kemerli bölümdür. Üst bölümde, 4 kemer üstünde yükselen dikdörtgen bir kubbe vardır. Kütüphane: Cumhuriyet döneminden önce Millet Kütüphanesine ve 1962 yılında ise Süleymaniye kütüphanesine nakledilmiştir. Ancak; kitaplar taşınmasına rağmen, saklandıkları, parmaklıklı, boyalı ahşap kafesler hala durmaktadır.
Duvarların üst kısımları: zarif çiçek desenli friz çerçeveler ve tonozu çiçek desenli madalyonlarla süslüdür. Kütüphaneye giden merdivenlerin tepesindeki sütunlu revakta: tüm külliye gayet güzel görülmektedir. Buranın yazıları da hattat Mustafa Efendi tarafından yazılmıştır. Yandan merdivenlerle çıkılan üst kat: günümüzde “Türk İslam Sanatı Kitaplığı” olarak kullanılmaktadır. Burada: 10 yıldan bu yana, İslam ve Türk sanatları, tatbiki olarak öğretiliyor.
Bunlar arasında: hat, tezhip, ebru, minyatür, katı, musiki ve Osmanlı Türkçesi dersleri bulunmaktadır. Kütüphanenin fevkani kitap dolapları, İslam-Türk sanatlarını havi yüzlerce ansiklopedi, atlas, albüm, fotoğraf, kitap, dia, CD ve el yazması eserleri muhafaza ediyor. Bunlar kursiyerlerin ve araştırmacıların hizmetine sunulmaktadır.
Sebil
Külliyede, girişte bir sebil vardır. Sebil: güzel barok sitili ve harika madeni şebekeleriyle dikkat çeker. Yani, metal işçiliği muhteşem güzeldir. Beş bronz parmaklığı vardır. Üst kısmında: uzun kitabe ve rokoko tarzı asma, çiçekler ve gül bezek oymaları bulunan zarif bir fresk vardır.
CERRAHPAŞA TIP FAKÜLTESİ-CERRAHPAŞA HASTANESİ
İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesinin Cerrahpaşa kısmında bulunan ilk binası: Belediye tarafından satın alınıp 80 yatakla, 1911 tarihinde hizmete açılan Taküyiddin Paşa Konağıdır.
Ahşap olan bu bina, zamanla ihtiyaca cevap vermeyince yıkılarak, yerine günümüzdeki idare binası ve 150 yataklı yeni klinik yaptırıldı ve 1912 yılında hizmete açıldı. Belediye, zamanla yaptığı istimlaklar ile hastaneyi genişletmeye devam etti. 1930 yılında İç Hastalıkları kliniği hizmete girdi. 1938 yılında Farmakoloji ve Tedavi Kliniği inşa edildi. 1967 yılında Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalı ile Çocuk Kliniğinin bulunduğu binalar tamamlandı.
14 Aralık 1930 tarihinde, Cerrahpaşa Hastanesini ziyaret eden Atatürk, şimdiki Dekanlık binasının balkonunda oturarak görüşünü “Bu hastane at nalı şeklinde sahile kadar uzanmalıdır” sözleriyle dile getirmişti. Atatürk’ün dediği gerçekleşmiş ve hastane sahile kadar inmiştir.
Evet, bu dev hastane külliyesi günümüzde bünyesinde birkaç eser barındırmaktadır. Şimdi bunları görelim;
Şah Sultan Cami
Cerrahpaşa hastanesinin sınırları, 1981 yılında genişletilince, bu cami, hastane bahçesi içinde kalmıştır. Cerrahpaşa hastanesi sınırları içindeki dört camiden biridir. Hakim bir tepeye inşa edilmiş olması nedeniyle, Marmara’ya karşı manzarası vardır. Cami: Yavuz Sultan Selim’in kızı, Sadrazam Lütfi Paşanın eşi Şah Sultan tarafından, 1528 yılında yaptırılmıştır. Kendi türbesi, Eyüp Cami civarındadır. Caminin bahçesinde 1983 yılında, sekiz musluklu bir mermer şadırvan yaptırılmıştır.
Caminin mihrabı alçı, minber ve kürsüsü ahşaptır. Minaresi caminin sağ tarafındadır. Doğu tarafında ise ağaçlıklı, loş ışıklı bir yerde hazire vardır. Burada bulunan çeşitli kabirler arasında Melami Şeyhlerinden Hüseyin La-Mekani’nin kabri bulunmaktadır. Uzun yıllar bakımsızlık nedeniyle harap durumda olan cami, 1953 yılında tamir ettirilmiştir. Ancak kubbeli olan yapı, bu tamir sonucu düz tavanlı ve çatılı hale getirilmiştir. Yalnızca temelleri kalmış olan son cemaat yeri de 2 katlı olarak yeniden yapılmıştır. Cami: 1981-1982 yılları arasında yeniden tamir görmüştür.
Çavuşzade Mustafa Cami
Bu güzel ve küçük cami, Mimar Sinan eseridir. Cami: minberini bağışlayan Çivicizade kızı Ümmü Gülsüm adıyla da anılmaktadır. Yapı: kagirden, düz çatılıdır ve yüksekçe bir zemin üstünde durmaktadır.
Ancak bu caminin orijinalinden günümüze sadece turuncu renkli ve çok şirin minaresinin bir kısmı kalmıştır. Diğer bölümler yenilenmiştir. Caminin yanında 1847 yılı yapımı Muhasip Beşir Ağa çeşmesi görülür. Diğer yanında ise, Bizans işi olduğu tahmin edilen bir duvar ve tuğla kemer kalıntısı vardır.
CERRAHPAŞA TIP TARİHİ MÜZESİ
Müze: Cerrahpaşa Tıp Fakültesi eski dekanlık binasındadır.
1933 yılında, Atatürk’ün gerçekleştirdiği Üniversite Reformu ile: Türkiye’de ilk defa İstanbul Üniversitesi bünyesinde Tıp Tarihi Enstitüsü kurulmuştur. Enstitü bünyesinde bir koleksiyon oluşturulması için, ilk defa tıpla ilgili dokümanlar ve malzemeler toplanmaya başlamıştır. Ardından, çeşitli kurumların katkılarıyla 28 Mayıs 1985 tarihinde Cerrahpaşa Tıp Tarihi Müzesi açılır. Müzede: Türk Tıp Tarihine ait çok zengin materyaller bulunmaktadır.
Koleksiyonun en eski eseri: MÖ 4’ncü yüzyıla tarihlenen toprakaltı buluntulardır. Bunlar arasında: yüzyıllar öncesinde Anadolulu hekimlerin kullanmış oldukları: 12 adet bronz spatül, bistüri, pens, küvet gibi antik tıp aletleri bulunmaktadır. Müzenin duvarları oyularak yerleştirilmiş olan vitrinlerde: geçen yüzyılın mikroskoplarından, enjektör aletlerine kadar bir yığın malzeme sergilenmektedir. Ayrıca: geçmişin önemli hekimlerine ait şahsi eşyalar, madalyalar, dişçi aletleri, reçeteler, kitaplar ve daha birçok değişik malzeme müzenin envanterinde kayıtlıdır.
Fatih ilçesi sınırları içinde, Beyazıt ve Aksaray arasında, tarihi İstanbul’un ana aksı olan Ordu caddesi çevresinde uzanır.
Semt, Laleli ismini, camide bulunan zarif bir çeşmeden almıştır.
Ama bazı yazarlara göre: Laleli ismi, Sultan III. Mustafa’nın hocası “Laleli Baba” dan gelir. Sultan III. Mustafa: sohbetleri seven bir sultandır. Bilgeliğine güvenilen ve ağzı laf yapan kişileri, bu sohbet toplantılarına davet eder. Günün birinde: göğsünde lale takıp dolaştığı için “Laleli Baba” olarak tanınan bir dervişi de davet eder.
Sultan, çevresinde toplananlara, hayattaki en önemli şeyin ne olduğunu sorar. Birçok kişi: din işlerinin önemini ve Osmanlının yüceliğini söyler. Ancak bu alışılagelmiş cevaplar, Sultanı tatmin etmez. Aynı sorunun cevabını Laleli Baba’dan duymak ister. Baba düşünmeden cevap verir “hayatta en önemli şey, rahat bir şekilde def-i hacet yapabilmektir” der.
Sultan bu cevaptan hoşlanmaz, sohbet meclisi dağılırken “Hayatta bu kadar önemli şey varken, hacete gitmekte neyin nesi” der. Laleli Babanın sonraki sohbetlere çağrılmamasını emreder. Bir süre sonra: Sultan, hacete çıkamaz, Osmanlı tıbbının geliştirdiği hiçbir ilaç çare yaratmaz.
Sultan: çatladı çatlayacak derken, çare, tanıdık birinden gelir. Laleli Baba, bir şart karşılığında, Sultanın derdine çare bulabileceğini söyler. Şart “Sultanın tahttan vazgeçmesi ve saltanatı kendisine bırakmasıdır”
Laleli Baba: kendisine paşalık, vezirlik, sadrazamlık önerilmesine rağmen, şartından vazgeçmez. Sultan ise, bu sırada çatlamak üzeredir ve sorunun çözümünün ardından dervişin icabına bakabileceğini düşünerek, teklifi kabul eder. Laleli Baba: okuyup üfler, ardından reçeteyi yazar ve Sultan bu reçeteyi uygulayınca kendini en uygun yere atar, rahatlar, rahat bir nefes aldıktan sonra Laleli Babayı çağırtır.
Ancak, Laleli Baba Sultan’a: “Padişahım ben bir def-i hacet için değişilen tahtı neyleyim” der. Sultan, mutlaka bir istekte bulunmasını söyleyince, Laleli Baba “Sultanım adıma bir cami yap, içinde de büyük bir hela olsun, gelip geçenler hem ibadetlerini hem de hacetlerini keyifle yapsınlar” der.
Padişah bu isteği derhal yerine getirir ve Laleli cami yaptırılır. Laleli cami: İstanbul’da içinde hela yapılan ilk camidir. Laleli Babanın türbesi, caminin bir köşesinde durmaktadır.
Caminin isminin “Laleli” olmasına ait bir söylenti daha vardır. Caminin tamamlanmasından kısa süre önce: Sultan III. Mustafa hastalanır ve hastalığına çare bulunmaz. Tedaviden ümit kesildiği anda, boynunda demirden yapılmış ve laleye benzeyen bir kolye taşıyan garip kılıklı biri çıkagelir.
Aslında, kolyedeki lale simgesi, çiçek değildir ve bu, suçluların boynuna takılan bir halkadır. Derviş: inşaat tamamlandığında, camiye isminin verilmesini şart koşarak Padişahı tedavi eder ve iyileşen Sultan, camiye “Laleli” ismini verir.
Laleli Baba’dan bu kadar söz ettik. Kendisinin türbesi, caminin hemen yakınındadır.
Gelelim sonucu yani Sultan III. Mustafa’nın söylediklerine: Sultan III. Mustafa, bu camiden önce, Üsküdar’da Salacak sırtlarında Ayazma Sarayının bulunduğu yerde, annesi Mihrişah Emine Sultan için 1761 yılında bir cami yaptırmış ve halk, yapıldığı yerden ötürü oraya “Ayazma camisi” ismini vermiştir. Çünkü caminin yaptırıldığı yerde Ortodokslar tarafından kutsal kabul edilen su yani ayazma vardır. Sultan, burayı kendisi için yaptırır ama Laleli Baba yüzünden, buraya da “Laleli” cami denir. Bu duruma üzülen Sultan III. Mustafa “İki hayrat yaptırdım, birini suya öbürünü de veliye kaptırdım” diyerek hayıflanır.
Günümüzde Laleli
Günümüzde burada birçok tekstil firması bulunmaktadır. Bunlar, 1980’li yıllarda başlayan bavul ticaretinin merkezidir. Ancak bavul ticareti yapanlara “Nataşa” gözü ile bakılmaya başlandığında, semtin bu özelliği nitelik değiştirmiştir. Öte yandan son yıllarda Türkiye’nin dış ticaretinde önemli bir yer tutan bavul ticaretine gerekli ilginin gösterilmemesi ve gerekli düzenlemelerin yapılmaması da bölgedeki ticari ilerlemeleri geriletmiştir. Yine de, hala Ordu caddesi üzerinde ellerinde çuvallar veya büyük poşetlerle alışveriş yapmış kadınları, el arabasıyla yüklerini taşıyan yabancı esnafları görmek mümkündür. Ayrıca, İstanbul Üniversitesinin bulunması da semte genç dinamizm katmıştır.
LALELİ KÜLLİYESİ
Laleli külliyesi, Padişahlar tarafından yaptırılmış son külliyedir. Sultan III. Mustafa tarafından hayatta iken yaptırılmıştır. Cami, imaret, çarşı, dükkanlar, çeşmeler, medrese, han, sebil, türbe ve mumhaneden oluşmaktadır ve 1760-1764 yılları arasında yapılmıştır. Daha sonra külliyeye bir de muvakkithane ilave edilmiştir. Külliyenin inşaatına hassa baş mimarı Kara Ahmet Ağa tarafından başlanmış ve Mehmet Tahir Ağa tarafından tamamlanmıştır.
1782 yılındaki yangında külliyenin bazı dükkanları yanmıştır. Harap olan cami 1783 yılında onarılmıştır. Külliye yapılarından medrese günümüze ulaşmamıştır.
1911 yılındaki yangın: medreseyi, cami ve diğer pek çok yapıyı tahrip eder, hamam tamamen yıkılır. Ordu caddesinin genişletilmesi çalışmaları sırasında da caminin set duvarı yıkılmış ve geriye çekilmiştir. Daha sonra bu duvar da yıkılarak caminin bodrum ve ön cephesine bir sıra tonozlu dükkanlar inşa edilerek günümüzdeki duruma getirilmiştir.
Laleli camii-Capitolium manastırı
Beyazıt’dan Aksaray’a giderken Laleli camisinin bulunduğu yerde: Bizans zamanında İmparator Konstantinus zamanında yaptırılmış, pagan tanrılarına adanmış bir pagan tapınağı olan Capitolium vardı. (Yalnız bu bilgi kanıtlanmış bir bilgi değildir.)
Bu pagan tapınağı üstüne planlanan caminin yapımına: Sultan III. Mustafa adına, 1759 yılında mimar Tahir Ağa tarafından başlanmıştır. Temelden çıkan toprak, Yenikapı sahilinin doldurulmasında kullanılmıştır.
9 Eylül 1760 tarihindeki temel atma töreninde, Sultan Mustafa, yüksek görevlilere samur kürk ve para dağıtır. Cami: 5 Mart 1764 tarihinde, Padişahın da katıldığı bir merasimle açılır.
Şehirdeki barok camilerden en güzelidir. Cami: bir platform gibi yükseltilmiş zemin yani teras üzerindedir. Ana kütleye: dıştan bir rampayla çıkılır. Böylece: tüm yapı, mimar Tahir Ağanın: camiyi neredeyse havada asılı tutabileceğini kanıtladığı bir güç gösterisi gibidir.
Caminin altındaki boşlukta: labirente benzer galerilerde kıvrılan geçitler ve tonozlu dükkanlar vardır. Bunların tam ortasında ise, havuzlu büyük bir salon bulunur. 1766 yılındaki deprem sonrasında külliye ve caminin güçlendirilmesi için, cami altındaki çarşı toprakla doldurularak kapatılmıştır.
Caminin önündeki caddenin düzenlenmesi sırasında 1956-1957 yılları arasında ortaya çıkarılan bu kat; halen dükkan ve kafeler bulunan bir çarşı olarak kullanılmaktadır.
Avlu yer seviyesinden yüksektir. Avluya: caddeden iki kapıyla girilir, basamaklarla çıkılır.
Cami tek kubbelidir. Ana kubbe 8 sütuna oturur. Çevresi 6 yarım kubbeden oluşur. Ana kubbenin çapı 12.5 metre ve dış yüksekliği 24.5 metredir. Kubbe kasnağındaki pencere sayısı 24 tanedir ve caminin tüm pencerelerinin sayısı ise 105 tanedir.
Alt bölüm tuğla ve üst bölüm tamamen taştan yapılmıştır. Bu görüntü yani iki kısım: tam olarak birbirine uymaz. Yapının eni dardır, genelde yükseklik vurgulanmıştır. İç mekan dikdörtgen şeklinde sekizgen planlıdır. Taşıyıcı sütunların hepsi duvarlara gömülüdür.
Duvar döşemelerinde: sarı, kırmızı ve mavi renk ağırlıklı, akik, yeşim taşı, gök cevher taşı gibi yarı değerli taşları da içeren mermerler kullanılmıştır. Böylece ortama hoş ama biraz fazla süslü bir hava verilmiştir. Mihrap çıkıntı yapan apsistedir, iki yanda birer sütunla sınırlandırılmıştır ve mermerdir.
Mihrap nişi: koyu yeşil renkli taşla kaplanmıştır ve ortasında zincirden sarkan, altın yaldızla yapılmış bir kandil motifi vardır. Mermer minber: renkli taşlarla süslenmiştir. Minberde kapı ve geçiş açıklıkları yuvarlak kemerlidir. Geçiş açıklıkları üzerinde, her iki yönde Sultan III. Mustafa’nın birer tuğrası işlidir.
Renkli taşların kullanıldığı korkuluk ve yan cepheler ise düzdür. Vaaz kürsüsü: ahşap sedef kakmalı ve oymadır. Korkulukları düz olan kürsünün sırt kısmı, bitkisel kompozisyonludur. Caminin caddeye bakan yerdeki kapısı: 1950’li yıllardaki yol yapım çalışmalarında geriye çekilmiştir.
Minareler
Son cemaat yerinin dış köşelerinde bulunan iki inceltilmiş iki minare tek şerefelidir. Doğudaki minare, hünkar mahfili içinden yükseltilmiştir. 19’ncu yüzyılda yenilenmiş olan taş külahları boğumlu ve yivlidir. Batıdaki minarenin kaidesinde 1779 tarihli iki tane güneş saati vardır.
Şadırvan
Revaklı avlunun ortasındaki şadırvan, sekiz devasa paye ile desteklenmiştir. Geniş saçaklı bir kubbeyle örtülmüştür.
Sebil
Ordu caddesi üstünde, dış avlu kapısı yanındadır. Dışa taşkın ve beş cepheli olarak yapılmıştır. Dilimli cephelere sahip olan sebil, yüksek gövdelidir ve geniş saçaklı bir kubbeyle örtülmüştür. Cephelerdeki madeni şebekeler: 6 tane su verme açıklığına sahiptir. Bronzdan yapılmış sebil ilgi çekecek güzelliktedir.
İmaret-Aşhane
Caminin dış avlusunun köşesindedir. Burada: fırın, kiler, mutfak ve görevlilerin barındığı mekanlar vardır. İç avlusu, doğu ve batı yönünde revaklıdır. Kapısının iki yanı, birer köşeli sütunla sınırlanmıştır. Fırının bitişiğindeki mekan, mutfak olarak düzenlenmiştir. Kuzeyde bulunan küçük oda ise kilerdir. Bu yönde, revak içinde bulunan bir merdivenle, üst katta bulunan ve görevliler için ayrılmış olan barınma yerlerine ulaşılır.
Çarşı
Fevkani olarak inşa edilen revaklı avlulu caminin altında çarşı vardır. Hünkar rampası ile Ordu caddesi yönündeki kapıya doğru biraz genişleyen çarşı: dış avluya iki kapıyla bağlanır. Çarşı kapıları yuvarlak kemerli ve dövme demir kanatlıdır. Batı yönündeki kapı, içinde 6 dükkanın bulunduğu kırık kollu bir koridorla çarşıya bağlanır.
Çarşıda: duvar ve payeler arasında, ahşap bölmeli dükkanlar vardır. 1957-1958 yıllarında, Ordu caddesinin genişletilmesi sırasında, kot düşürülünce, bu yöndeki avlu duvarı üzerinde, bir sıra tonozlu dükkan yapılmıştır. Arkadaki avlunun altında da çok sayıda dükkan inşa edilerek eski çarşıya bağlanmıştır. Caminin doğu yönündeki avlu duvarında bulunan dükkanlar, külliye ile birlikte yapılmıştır. Kuzeydeki dükkanların bazıları zamanla ortadan kalkmış ve yerlerine binalar yapılmıştır.
Mumhane
Caminin kuzeyinde, dış avlu duvarına bitişik bir yapıdır. Yapı: önündeki açık avlu ile, arkadaki aynalı tonoz örtülü, kapalı bir mekandan oluşmaktadır.
Türbe
Sekizgen türbenin yüzü ana caddeye bakar. Bronz şebekeleri çok zariftir. Türbenin içi: 16’ncı yüzyıl çinileriyle süslenmiştir. Dış duvarlarındaki kuş evleri dikkat çeker.
Türbede: 8 ahşap sanduka vardır. Bunlar: III. Mustafa, III. Selim ve diğerleri (III. Mustafa’nın çocukları Şehzade Mehmet, Hibetullah Sultan, Mihrişah Sultan, Şerife Havva Sultan, Fatma Sultan ve Beyhan Sultan) dir.
Türbenin sağ yanında bitişik bir türbe daha vardır. Kare planlı olan bu türbede III. Mustafa’nın kadınlarından Aynülhayat Kadın ve III. Selim’in baş kadını Lefüzar Kadın yatmaktadır.
Hazirede yaklaşık 30 civarında kabir tespit edilmiştir. Özellikle: avlu duvarı önünde bulunan ve Adilşah Kadın (ölüm tarihi: 1803) a ait türbe dikkat çeker. Bu türbe: madeni şebeke ile bir kafes gibi düzenlenmiştir.
Çukur çeşme hanı-Büyük taş han-Sipahiler hanı
Laleli külliyesine ait bu han: caminin hemen doğusunda, Fethi Bey caddesi sapağındadır.
Buraya: eskiden “Çukur çeşme hanı” ve “Katırcılar Hanı” denirmiş. Günümüzde ise “Büyük Taş Han” deniyor. Yapımı: 1760 yılına tarihlenir. Hanın avlusuna: çok uzun ve tonozlu bir geçitten geçilerek ulaşılıyor. Bu revaklı avlunun çevresinde: 4 kenarda, tuhaf şekilli odalar vardır. Burada: adeta mimar Tahir Ağa’nın inancı ve huysuz dehası hissedilmektedir.
3 avlulu olarak düzenlenen han, 2 katlıdır. Cephede yuvarlak kemerli kapı açıklığı ile önce ince uzun bir koridora, daha sonra büyük avluya ulaşılır. Bu büyük avlu 27 x 14 metre ölçülerindedir. Eskiden ahır olarak kullanılan bodrum katı mevcuttur. 1980’li yılların sonuna kadar kereste deposu olarak kullanılmıştır. 2010 yılında özenli bir restorasyon yapılır ve yapı, günümüzde lokanta kafe ve dükkanlardan oluşan bir kompleks şeklinde kullanılmaktadır.
LALELİ MEDRESESİ
Medresenin temeli 1760 yılında atılmıştır. 9 odası ve 1 dersliği bulunuyordu. 1894 yılındaki depremde harap olan medrese yapısı, 1911 yılındaki yangında tamamen yanar ve geriye dört duvar kalır. Ancak medrese içindeki kitaplar yangından kurtarılmıştır. Halen Süleymaniye kütüphanesinde bulunan Laleli kütüphanesi bölümünde 3777 yazma eser mevcuttur.
HARİKZEDEGAH EVLERİ-TEYYARE APARTMANLARI
Laleli camisinin karşısında, doğuda, köşe başındadır. Bu yapıların yerinde, eskiden külliyenin medresesi bulunuyordu. Bu yapılar: 1918 yılında, Cibali, Fatih ve Altımermer bölgelerini kavuran büyük yangından kurtulanların yerleşmesi için 1922 yılında, I. Ulusal Mimarlık akımının ünlü mimarı Kemalettin Bey tarafından yapılmıştır.
Türkiye’nin ilk betonarme ve çok katlı toplu konutlarıdır. 124 daire ve 24 dükkandan oluşmaktadır. O dönemde, toplu konutlar olarak yapılsa da, yapılan her mimari eserde, estetiğin nasıl göz önünde bulundurulduğu hissedilir. Avluları ortak olarak kullanılan bu dev bloklar, günümüzde otel olarak işletilmektedir.