İstanbul Beykoz

geziyorum-beykoz-3
İstanbul Beykoz

Bu yörenin adı konusundaki araştırmalar, henüz net sonuçlar vermemiştir.

Bazı kaynaklarda: sözcükteki “koz” ekinin “ceviz” anlamına geldiğini ve buradaki “bey”e ait bahçelerde çok miktarda ceviz bulunduğu savunulur. Diğer kaynaklarda ise, bu isim ekinin yani “kos” sözcüğünün Farsça dilinde “köylük yer” anlamına geldiğini ve yörenin “Beyin Köyü” diye anıldığını belirtirler. Çünkü Beykoz ismi, Osmanlı döneminde buraya verilmiştir.

Hatta bazı kaynaklara göre: bir zamanlar “Kocaeli Valileri yani Beyler” burada ikamet ediyorlarmış. Bizans döneminde: buraya “su çanağı” anlamına gelen “Philae” denilmiştir. Belki de su çanağı, buradaki büyük boy bir eski “vaftiz çanağı” olabilir.

Burada ilk köşk: Sultan II. Mehmet tarafından yaptırılmıştır. Bu köşkte dinlendiği bir gün: Tokat şehri fethedilince, bu sevinçli haberi burada alan Sultan: köşke o zaferin anısına “Tokat Köşkü” ismini vermiştir. Hatta: yine bu köşke “sevinçli” anlamında “Ferhanabad köşkü” denilmiştir. Burası: halk arasında: çevresindeki yemyeşil araziler ile yüzyıllar boyunca “Tokat Bahçeleri” diye anılmıştır.

Osmanlı yönetiminde, Beykoz arazileri genellikle müneccimbaşılarına (falcılara) bırakılmış ve özel topraklar olarak değerlendirilmiştir.

Tarihimizdeki ilk kağıt fabrikası “Hamidiye” adıyla burada kurulmuştur. Avrupa kalitesinde kağıtlar üreten bu fabrika, 1892 yılında “Erkan-ı Harbiye Feriki” Şakir Paşa huzurunda yapılan, şatafatlı bir törenle hizmete açılmıştır. Beykoz, ürettiği camlarla da ünlenmiştir. 19 yüzyıl başlarında, ilk cam atölyesi, Sultan III. Selim döneminde burada açılmış, cam ustaları Venedik’e gönderilmişlerdir.

geziyorum-beykoz-ishak-aga-cesmesi-1
İstanbul Beykoz İshak Ağa Çeşmesi

İshak Ağa Çeşmesi

Buraya halk arasında “On parmak çeşmesi” denilmektedir. Eski anıtsal yapı olarak Beykoz semtinin en gözde eseridir. Sultan I. Mahmut döneminde, gümrük şefi olan ve gümrük işlerinden zenginleşen İshak Ağa tarafından 1746 yılında yaptırılmıştır. İstanbul’da bu türden başka bir örneği bulunmaz. Meydanda bulunan ve günümüzde faal olan bu çeşme: kagir, kare planlı, saçaklı ve revak kemerlidir.

İstanbul’da günümüzde faal olan nadir çeşmelerden biridir. Hatta semtin isminin, bu ünlü çeşmenin hemen yanındaki ulu bir ceviz ağacından kaynaklandığı söylenmektedir. Çünkü bir zamanlar Beykoz yöresi: cevizleriyle ünlüymüş ve cevizin eski isimlerinden birisi de “koz” imiş. Beykozlular: bu çeşmenin çevresinde oturarak zaman geçirirler. Özellikle sıcak yaz günlerinde burada dinlenirler.

geziyorum-beykoz-beykoz-hamami-1
İstanbul Beykoz Beykoz Hamamı

Beykoz Hamamı

Çeşmenin hemen yanında, Sultan Süleyman döneminde, Has odabaşı Behruz Ağa tarafından 1560 yılında yaptırılmıştır. Tarihi yapı, Beykoz hamamı olarak bilinir. Fatih Saraçhane’deki “Horhor Hamamı” da Behruz Ağa tarafından yaptırılmıştır.

Kethüda Çeşmesi

Sahile yakın yoldaki bu eski mermer çeşme: 1533 yılında Kethüda Defterdar İskender Çelebi tarafından yaptırılmıştır.

Cami

Meydanda bulunan cami: 1700’lü yıllarda Mustafa Ağa tarafından yaptırılmıştır. Ama takip eden süreçteki onarımlar sonucu, orijinal formu değişmiştir.

geziyorum-beykoz-1
İstanbul Beykoz Hünkar İskelesi
geziyorum-beykoz-5
İstanbul Beykoz Hünkar İskelesi
geziyorum-beykoz-4
İstanbul Beykoz Hünkar İskelesi

HÜNKAR İSKELESİ

İncirliköy’ün kuzeyinde: Sultan II. Beyazıt tarafından, İran seferi dönüşünde, yanında getirttiği bazı mimari parçalar kullanılarak, Sultaniye Çayırı denen yerde, İran üslubuyla ahşap bir köşk yaptırılmıştır. Bu köşkte: bağ bozumunu betimleyen eski bir sütun kullanılmıştır. Bu parça: büyük bir ihtimalle antik dönemden kalma bir tapınaktan kalmadır ve 17 yüzyıla kadar köşkte duruyormuş. Daha sonraki tarihlerde ise: bu köşk, Kanuni Sultan Süleyman tarafından yenilenmiştir.

Devrin sultanları: ahşap köşke gelmek için, saltanat kayıkları ile bu iskeleyi yani Hünkar İskelesini kullanırlarmış. Tarihi süreçte, Hünkar İskelesi Antlaşması, Ekim 1833 tarihinde buradaki ahşap köşkte imzalanmış ve ardından Türklere destek veren İngiliz ve Fransızların katılımı ile Ruslara savaş açılmış ve 1853 yılında Kırım Savaşı başlamıştır.

Yalı Köyü Camii

Hünkar İskelesi tarafındaki bu cami: Bostancılardan Hüseyin Ağa tarafından yaptırılmıştır. Yapım tarihi bilinmemektedir.

geziyorum-beykoz-beykoz-kasri-1
İstanbul Beykoz Hünkar İskelesi Çevresi

Hünkar İskelesi Çevresi

Çevredeki “Akbaba köyü” ve “İncirliköy”: Osmanlı döneminde mesire alanı olarak kullanılmıştır. Günümüzde de piknik alanıdır.

18 yüzyılda ise: Sultan III. Mustafa döneminde, İncirliköy: sarayın ileri gelenlerinden Tahir Ağa tarafından imara açılmış ve böylece İstanbul halkının kullandığı piknik mekanlarından biri haline gelmiştir. 1854 yılında ise: Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa: Sultan Abdülmecid adına “Beykoz Kasrı” nı yaptırmıştır.

Sultanın adından dolayı buraya “Mecidiye Kasrı” da denilmiştir. Ama Mehmet Ali Paşa, bu kasrın tamamlanmasını göremeden ölmüş, projeyi oğlu Sait Paşa tamamlamıştır. 20 yüzyıl başlarında: Mısır Hidiv’inin İstanbul temsilciliğini yapan, Ermeni asıllı ve çok zengin Abraham Paşa: buralardan Karadeniz kıyısına kadar uzanan arazilerin sahibidir ve 1918 yılında ölmüştür.

geziyorum-beykoz-yusa-tepesi-1
İstanbul Beykoz Yuşa Tepesi
geziyorum-beykoz-yusa-tepesi-2
İstanbul Beykoz Yuşa Tepesi

 

YUŞA TEPESİ

Beykoz ilçesi sınırları içinde, denizden 200 metre yükseklikteki bir tepedir. Boğazın en yüksek tepesidir. Ancak bu tepenin üzerinde bulunan bir yatır: bu tepeyi önemli hale getirmektedir.

Yatırın ne zamandan beri burada bulunduğu bilinmemektedir. Çeşitli söylentiler vardır. Ancak tahminlere göre: Bizans’tan önceki dönemlerden kalmadır. Çünkü aynı tepe üzerinde, muhtemelen Zeus’a adanmış, antik bir tapınak izlerine rastlanılmıştır. Muhtemelen Bizans’ın altın çağlarında, İmparator I. Justinianus döneminde, bu antik tapınak kalıntıları üzerine “Aziz Misel” gömülmüş ve mezarının üstüne bir kilisenin yaptırıldığı tahmin edilmektedir. İstanbul’un fethinden sonra ise: burada bulunan mezar elden yeniden düzenlenmiş ve günümüze kadar devam eden mescitte: Kadiriler tarafından sahiplenilen bir tekke kurulmuştur.

“Yuşa” nın gerçekteki adı “Yesu” dur. Hz. Musa’nın yeğenidir ve Tevrat’da adı geçen bir Yahudi Peygamberidir. Ancak: tarihçilere göre, burada yatan Yuşa hazretlerinin, Tevrat’da adı geçen Yuşa ile ilgisi yoktur. Çünkü, burada yatan kişinin Hıristiyan bir din adamı veya Müslüman bir şeyh olduğu ileri sürülmektedir. Osmanlı dönemi eski kayıt defterlerine göre: burada 1755-1757 yılları arasında “28 Çelebizade Mehmet Sait Efendi” nin sadrazamlığı döneminde inşa edilen bir tekke varmış. Ancak bu tekke: yangında yok olmuş ve Sultan Abdülaziz döneminde, yeni bir mescit inşa edilmiştir.

Mezar yeri 17 metrelik boyutu ile dikkat çekmektedir. Ancak büyük ihtimalle, burada yatan ermiş kişinin tam olarak nerede gömüldüğünün bilinmemesi için mezar büyük düzenlenmiştir. Bir diğer görüşe göre ise: bir saygı göstergesi olarak, kabrin büyük boyutlarda düzenlendiği düşünülüyor.

Son yıllarda, yatırın çevresinde, yol üstüne kurulmuş çeşitli dini objelerin satıldığı tezgahlar ve otopark: rant kavgasına dönüşerek, çeşitli kurumları karşı karşıya getirmiş ve buranın mistik özelliği zarar görmüştür. Çünkü dertlerinden, sıkıntılarından kurtulmak isteyen veya dileklerinin gerçekleşmesini isteyenler, burayı çok sık ziyaret etmektedirler.

geziyorum-beykoz-6
İstanbul Beykoz
geziyorum-beykoz-4
İstanbul Beykoz
geziyorum-beykoz-3
İstanbul Beykoz

 

Günümüzde Beykoz

Günümüzde: Beykoz, tarihi kimliğinden büyük ölçüde uzaklaşmış olsa da, hoş köşeleri, doğanın güzelliklerini sunan çayırları ve mesire yerleriyle ilgi çeker. Osmanlı döneminde burada kurulan cam, deri ve kundura endüstrileri, yakın döneme kadar devam etmiş ve Beykoz sınırlarından çıkıp uluslar arası ticaret alanında rakipleriyle boy ölçüşen ürünler yaratılmıştır.

Bunlar arasında en göze çarpanları: Topkapı ve Dolmabahçe Sarayları koleksiyonlarında bulunan Türk camcılığının göz nuru ve dünyaca ünlü “Çeşmi Bülbüller” sayılabilir.

Ayrıca: mesireleri, kaynak suları, av sahaları, kalkan balığı, paçası ve cevizi ünlüdür. Zaten: Beykoz’a girişte, sağ yanda “Beykoz Korusu” görülür. Dar bir kapıdan araba ile girilebilen koruda: lokantalar ve havuz başında çay bahçesi vardır. 

Beykoz: sadece mesire yerleriyle değil sularıyla da ünlüdür. Yörenin en çok beğenilen suyu “karakulak” aslında “kara ulak” tır. Gerçek adı “Mehmet” olan bu ulak, fetih şehitlerinden biridir.

İstanbul günlük gezi planı hakkındaki yazım için. 

 

 

İstanbul Paşabahçe

geziyorum-pasabahce-2
İstanbul Paşabahçe

Çubuklu’yu geçince, Paşabahçe’ye inerken, deniz kenarında toprak bir yol ayrılır. Boğazın en güzel yeri olan bu yol üzerinde bulunan ve antrepolar boşaltılıp restore edilerek turizme kazandırılmıştır. İstanbul’un en ünlü eğlence yerlerinden biri, burada faaliyettedir.

geziyorum-pasabahce-sise-cam-fabrikasi
İstanbul Paşabahçe
geziyorum-pasabahce-sise-cam-fabrikasi-cesmi-bulbul-1
İstanbul Paşabahçe

 

Paşabahçe semtinde eski eserler, yok denecek kadar azdır. Dünyaca tanınan cam ürünleri, 1933 yılından beri burada hizmet veren Şişe-Cam Fabrikasında üretilmektedir.

Semtin adındaki “Paşa” eki: Sadrazam Hezarpare Ahmet Paşa’dan gelmektedir. Bu paşa: Osmanlı İmparatorluğunun en çalkantılı dönemlerinin başı olarak bilinen 17 yüzyılda görev yapmıştır. Sultan “Deli İbrahim” in sadrazamı olan Ahmet Paşa, 1647-1648 yılları arasında 11 ay görev yapmış ve bu lakabı öldükten sonra almıştır.

Çünkü “Hezarpare” parça parça edilmiş demektir. Ahmet Paşa da, önce azledilerek, daha sonra da Yeniçeriler tarafından parçalanarak öldürülmüştür. Bir yeniçeri de, paşanın parça parça olmuş cesedinin etlerini, daha da ufak doğrayarak “ölünün eti, romatizmaya iyi gelir” diye, on akçeye, gelen geçene satmıştır. Ahmet Paşanın bir zamanlar, burada bir konağı ve oldukça geniş arazileri bulunuyormuş.

geziyorum-pasabahce-4
İstanbul Paşabahçe

geziyorum-pasabahce-5

geziyorum-pasabahce-2

 

Günümüzde Paşabahçe

Sanayileşme köylerinden biri olan Paşabahçe’de: Paşabahçe Cam Fabrikası ve fabrika satış mağazası görülmektedir. Satış mağazası her gün açık olup, burayı mutlaka ziyaret etmenizi öneririm. Makine ve el işçiliğiyle üretilmiş ve Beykoz işi denen cam mamuller ve özellikle “Çeşm-i Bülbüller” burada uygun fiyatla satışa sunulmaktadır.

İstanbul günlük gezi planı hakkındaki yazım için.

İstanbul Beykoz tanıtımı ve gezilecek yerlerle ilgili yazım için. 

 

 

İstanbul Çubuklu

geziyorum-cubuklu-1
İstanbul Çubuklu

Çubuklu: İstanbul Boğazının ortalarında, yeşillikler arasında bir semt olarak dikkat çekmektedir.

Bizanslılar, buraya sakin bir yer anlamında “Eiranaion” demişlerdir. Burası önemini, burada kurulan bir manastırdan almıştır. Bu manastırda: çok az uykuyla yetinen, gece-gündüz İncil okuyan ve kendilerine “Akemetoi” denen bir takım keşişler bulunuyormuş. 4’ncü yüzyılda: Bizans da, Hıristiyanlığın kabul edilmesinin ardından: Ortodokslar ile çok tanrılı dine tapınmaya direnenler arasında şiddetli çatışmalar yaşanmıştır. Bu çatışmalar sırasında: büyük olasılıkla din mücadelesi uğruna şehit olan Aziz Aleksandros’un kutsal kabul edilen kalıntıları, 450 yılına kadar burada korunmuştur.

Çubuklu isminin kaynağına gelince: buna ait Osmanlı döneminden günümüze kadar gelen iki söylenti vardır.

Birinci söylenti: buradaki çubuk (eski dönemlerin piposu) lüleleri imaline dayandırılmaktadır.

Diğer söylenti: Sultan II. Beyazıt, oğlu Yavuz Sultan Selim’i (bir sonraki padişah olan I. Selim) şehzadeliğinde, aksi davranışlarından ötürü sekiz kızılcık sopası ile dövmüş ve sonra da o haylazlıklarını hatırlasın, bundan bir ders alsın diye, o çubukları buraya diktirmiştir. Bu durum, bir kısım tarihçi tarafından şu şekilde anlatılır: Sultan II. Beyazıt, oğlu Selim’e sekiz adet kızılcık çubuğu verir ve “bunları toprağa dik, bekle sekiz yıl sonra bunların meyvesini yiyeceksin” der.

Selim’de çubukları alıp Boğaz’ın bu en güzel yeşil köşesindeki uygun bir yere diker ve “Yarabbim inşallah bu çubuklar ağaç olur ve meyvelerini verir” diye dua eder. Aradan geçen süre içinde, çubuklar yeşerir ve sekiz yıl sonra meyve verirler. Sonrasında da, burası “Çubuklu” olarak anılır ve “Kızılcık” çubuklarıyla ünlenir.

Daha sonra: Yavuz’un sekiz yıl süren sultanlığı da yediği bu sekiz kızılcık sopasına bağlanmıştır. Çubuklu ve tepesinin sık ağaçlarla kaplı koruluğu, yüzyıllar öncesinden yakın geçmişe kadar, İstanbul şehrinin önemli avlak alanlarından birisi olmuştur.

Gerek Bizans imparatorları ve gerekse Osmanlı padişahları burada sık sık avlanmaya çıkmışlardır. Hatta: buradaki büyük bir alan “Padişah Bahçesi” ne dönüştürülmüştür. Ancak Çubuklu, en güzel dönemini, suyu ve yeşili seven padişahlardan Sultan III. Ahmet döneminde yaşamıştır.

Burada, Sadrazam Nevşehirli İbrahim Paşa tarafından, büyük bir havuz ve bir çeşme yaptırılmış, dere boyunca çınar ağaçları dikilmiştir. Ardından, Çubuklu “Feyzabad” ismiyle Anadolu yakasının en gözde mesire alanlarından biri haline gelmiştir.

1700’lü yılların sonlarına doğru, saraydan gelen emirler doğrultusunda Çubuklu’da “Hasbahçe” kaldırılmış, burası eski dönemlerde olduğu gibi, kıyı kısmında balıkçı ve kayıkçıların oturduğu, iç kesimlerde ise tarımla uğraşan insanların yerleştiği sakin bir köy olarak varlığını sürdürmüştür.

Çubuklu ilçesinde en önemli eser “Çubuklu/Hidiv Kasrı” dır. Ayrıca: Üsküdar yakasında geniş toprakları bulunan ve birçok çeşme yaptırmış olan Nevşehirli Damat İbrahim Paşa: 16 yüzyılda burada barok stilde bir çeşme yaptırmıştır.

geziyorum-cubuklu-hidiv-kasri-1
İstanbul Çubuklu

geziyorum-cubuklu-hidiv-kasri-2
İstanbul Çubuklu

geziyorum-cubuklu-hidiv-kasri-3
İstanbul Çubuklu

Çubuklu/Hidiv Kasrı

Çubuklu ilçesinin günümüzdeki en güzel eseri: tepelerde küçük bir orman arazisi içinde bulunan “Hidiv Kasrı” dır.

Yapı: 1907 yılında Mısır’ın son hıdivi (Osmanlı döneminde Mısır Valisine Hidiv deniliyordu) Abbas Hilmi Paşa tarafından, İtalyan mimar Delfo Seminati’ye yaptırılmıştır. Bunu yaptırma sebebi: Aslında Abbas Hilmi Paşa, annesiyle birlikte Bebek Sahilindeki yalıda yaşamaktadır. Ancak, Avustralyalı bir kadınla evlenir ve annesi, bu evliliği ve gelini kabul etmez ve bunun üzerine Hilmi Paşa, Anadolu yakasına geçer ve Çubuklu’da bu yalıyı yaptırır, yeni hanımı ile birlikte bu kasra yerleşirler. Hilmi Paşa, Boğazı ve mehtabı seyrederken kahve içmek için yapılmış olan rasat kulesi ise, aslında daha yüksek olacakmış. Ancak Sultan II. Abdülmecit izin vermez ve sebep olarak şöyle der “İstanbul semalarında, minareden daha yüksek bir yapı görmek istemiyorum”

Hidiv Abbas Hilmi Paşa: henüz yirmili yaşlarının başında Mısır’a vali tayin edilmiştir. Ancak daha sonraki yıllarda makamını kaybetmiştir. 1940’lı yıllara gelindiğinde ise: gayri Müslimlere uygulanan “Varlık Vergisi” kapsamında, borçlarına karşılık, bu saray yavrusu yapıyı satmak zorunda kalmıştır. Kasır: Vali Muhittin Üstündağ tarafından, çok küçük bir bedelle alınmıştır. Böylece: 175 dönümlük koca orman, kıyıdaki eski yalı binaları, güney taraftaki büyük ahır binası, kuzey girişteki şato benzeri kapı ve sarayın kendisi: İstanbul şehrinin malı olur. Hidiv ise, Türkiye’yi terk eder, İsviçre’ye yerleşir ve orada ölür.

Sultan Abdülaziz: sık sık, sadece kuş sesi dinlemek ve huzur bulmak için Hidiv Abbas Hilmi Paşanın bu korusuna gelirmiş.

Yapı: dönemin mimari modasına uygun olarak art nouveau tarzında inşa edilmiştir. Yani: neo-klasik, neo-İslam ve neo-Osmanlı tarzlarının ögeleri bir arada kullanılmıştır. Şato biçimindeki bina “D” şeklinde dizayn edilmiştir.

Yuvarlak mermer sütunlar, teraslar, Hidiv’in yatak odası, kule, mermer, ahşap ve kristal salonların hepsi, ayrı bir güzellik taşımaktadır.

Bakımlı ve temiz bahçeden içeriye girildiğinde, adeta bir saray yavrusu ile karşılaşılır.

Dış kapı girişi: tamamen altın yaldızlı çiçek figürleriyle süslenmiştir. Ayrıca kapısının üstünde; arma haline getirilerek yerleştirilen ay-yıldızlı “Hidiv Tacı” bulunmaktadır.

Kasrın ana girişinin ortasında: mermerden yapılmış ihtişamlı anıtsal bir çeşme vardır. Çeşmenin vitrayla kaplı dış cephesi çatıya kadar yükselir. İçeride de çeşitli yerlerde zarif çeşme ve havuzlar bulunmaktadır. Zaten, bina: plan olarak havuzun çevresinde bir daire çizmekte, salonlar arasında bağlantılar bulunmaktadır. Bu daire, sadece giriş holünün bulunduğu yerde kesilmektedir.

Bu holdeki tarihi asansör önemlidir. Çünkü: elektrikle kullanılan bu asansör, İstanbul şehrinde kullanılmaya başlayan ilk asansördür ve günümüzde de kullanılmaya devam etmektedir. Osmanlı topraklarında, elektriğin henüz kullanılmadığı dönemlerde, Abbas Hilmi Paşa, Sultan Abdülhamid’den aldığı izinle: itfaiyenin bulunduğu yerde bir jeneratör tesisatı kurdurmuş ve buradan sağladığı elektrikle, hem yapının hem de Çubuklu camisinin aydınlatılmasını sağlamıştır. Asansörün elektriği de bu şekilde sağlanmıştır.

Üst katta: özel odalar vardır.

Yapının içinde kullanılan mermer ve ahşap işçiliği, muhteşem bir zenginliği göstermektedir. Çiçek, meyve ve av hayvanlarının resimleri: duvarlara, sütun başlıklarına ve tavanlara işlenerek Avrupa mimarisi özellikleri kullanılmıştır.

Yapıda, dillere destan ve 152 basamaklı bir merdivenle çıkılan kule vardır. Bu kuleden, özellikle gün batımı muhteşem izlenir.

Bu önemli kasır: 1930-1970 yılları arasında kapalı kalır ve uzun süreli bakımsızlık nedeniyle izbelik bir yer haline dönüşür. Ancak 1980’lerde özel bir firma tarafından restore edilerek otel olarak kullanılmaya başlanır. Bir süre sonra Belediye tarafından geri alınan yapı: günümüzde ise, burası lokanta ve sosyal tesis olarak kullanılıyor.

Kasrın büyük gül bahçeleri, İstanbul şehrinin en güzel bahçelerinden birisidir. Tarihi iç mekanda ise düğün gibi organizasyonlar düzenleniyor. Arka bölümdeki korulukta bulunan yürüyüş yolu ise: spor ve yürüyüş yapanlar tarafından tercih ediliyor.