Antalya’nın içinden, batı yönüne ilerlediğinizde: D-400 kara yolundan, Konyaaltı’ndan geçip, Akdeniz Bulvarı ile Antalya’nın yeni liman bölgesine kadar ilerleyebilirsiniz.
Bu bölgede ilerlerken: Konyaaltı denilen bölgede: sağ bölümde evler-moteller-hatta büyük bloklar-benzin istasyonları-satış yerleri görebilirsiniz.
Solunuzda ise: yol boyunca devam eden sahil bandı, beachler, restoranlar, kafeteryalar göreceksiniz. Bir de, unutmadan söylemek gerekirse: yüzlerce araç, hatta otobüs, kamyon görebilirsiniz.
Bu noktadan sonra: Kemer yolu olarak isimlendirilen yola giriyor ve devam ediyorsunuz. Bu yol: son bir-iki yıl içinde yenilenen, gerek asfaltı ve gerekse yol üzerinde bulunan tünelleriyle, muhteşem bir rahatlık sunuyor.
Çünkü: yine özellikle son yıllarda: bu yol üzerinde muhteşem bir trafik yoğunluğu olmaya başlamıştı. Yolun gerek genişletilmesi, gerek tüneller ve gerekse rahatlığı: inanın bu muhteşem trafiği ancak kaldırıyor ve sürücülere ızdırap yaratmıyor.
İyi ki, düşünülmüş ve bu muhteşem yol yapılmış.
Evet, bu yol üzerinde, sırası ile karşılaşacağınız mekanlar şunlardır:
Beldibi, Göynük, Kemer, Kiriş, Çamyuva, Tekirova, Ulupınar, Olimpos ve Adrasan,
Bu mekanları; ayrı ayrı inceleyip, gezmeniz ve görmeniz gereken yerleri ayrı yazılar olarak yazıyorum. Evet; Antalya Şehrinin dışında, batı yakasında, nereye gidelim, nereyi görelim, nereyi gezelim diyorsanız, buyurun, bu yazılar sizler için.
Özellikle: gezi meraklıları için önerebileceğim yerler
Antalya Batısı Şehir dışı gezi planı: Kemer (tam bir turizm cenneti, merkezindeki çarşısı ile dikkat çekiyor, merkezdeki çarşı bölümünde özellikle akşam saatlerinde güzel gezintiler yapılabilir),
Ulupınar (burası tam bir yeşil cennet, kendinizi yemyeşil bir ortamda ve su sesleri içinde bulmak istiyorsanız ve böyle bir ortamda, ilginç ahşap teraslar üzerinde yemek yemek isterseniz, evet, işte tam burası)
Olimpos ve Adrasan (Akdeniz bölgesinin en güzel kumsal ve denizinin bulunduğu yerler, Olimpos daha çok genç nesil için, hareketli ve otantik, Adrasan ise daha sessiz, sakin ve aile veya sessizliği tercih edenler için, ama tek bir gerçek her iki bölgenin de, doğa yani yeşil ile denizin yani mavinin birleştiği noktalarda bulunması)
Ana yol güzergahında bulunmaması nedeniyle, kısmen sosyal ve kültürel faaliyetlerden uzak kalmış, ülkemizin bir yöresidir.
ULAŞIM
Dicle ilçesinin Diyarbakır il merkezine olan uzaklığı, 90 km. dir. Ergani üzerinden geçilerek ulaşılır.
TARİHİ
Yörenin tarihine ait ilk bilgiler, 1515 yılına aittir ve bu dönemde, yörenin yerli beylerce idare edildiği görülür. 1951 tarihinde ise, Diyarbakır iline bağlı “Eğil” ilçesinin isminin “Dicle” olarak değiştirildiği görülür.
GENEL
Maden ve Dicle nehirleri arasındaki bir yerleşim yeridir ve denizden yüksekliği: 970 metredir. Yerleşim yeri, 1’nci derece deprem kuşağında olması ile önem kazanır. İlçe topraklarının, yaklaşık yüzde 30’luk bölümü tarıma elverişli, kalan kısım ise çayır-mera şeklinde ve tarıma elverişsizdir. Yer yer bağcılık yaygındır.
GEZİLECEK YERLER
KRAL KIZI TAŞI
İlçe merkezinin 8 km batısında, Diyarbakır kara yolu üzerindedir. Ancak, kral kızı taşının yanına çıkmak mümkün değildir ve yalnızca, uzaktan görülebilir.
Zaten uzaktan bakıldığında, burası, bir evi andırır. Kayanın doğu yanında bir obelisk, biraz daha aşağı bölümünde ise, tek pencereli bir taş mezar bulunmaktadır.
Ayrıca, yine yakınlarda, bir Ermeni kilisesi yıkıntıları görülmektedir.
Söylentilere göre: “bir zamanlar, bölgede egemen olan kral, kızına bir çoban aşık olması üzerine, kızını, buraya hapseder.
Ancak, bir süre sonra: kızın hapsedildiği yerin penceresinden, iki güvercin uçup gider ve bunun üzerine, yapıya giren muhafızlar, kızın, artık orada olmadığını görürler.
YUKARI CAMİ
Burası, ilçe merkezindedir. Yörenin en eski camisidir, ancak: 1925 yılında, yörede başlayan ve sıkıntılar yaratan Şeyh Sait isyanının başlangıç yeridir.
İstanbul’un Anadolu yakasında; Paşalimanı ile Salacak arasındadır. Gerek siyasi ve gerekse ticari açıdan, büyük önem taşıyor. Osmanlı döneminde, idari açıdan dört kadılığa bölünen İstanbul’un kadılarından biri: Üsküdar’da oturuyormuş. Bu durum: semtin önemini ortaya koyması açısından önemli.
Evet: Üsküdar, tarih boyunca Anadolu ile organik bir bağın başlangıç noktası olmuş. Hac ve doğuya yapılan askeri seferler gibi büyük yolculukların çıkış noktası, hep Üsküdar olmuştur. Ancak: Anadolu-Bağdat demir yolunun yapımından sonra, Anadolu ticaret yolunun son noktası olma özelliğini de; Haydarpaşa’ya kaptırmıştır. Bu uç noktada: Barok ve Neo-klasik mimarinin çok güzel örneklerinden biri olan: Haydarpaşa Garı bulunuyor.
HAYDARPAŞA GARI
Alman mimarlar: Otto Ritter ve Helmuth Cuno tarafından yaptırılan ve 1908 yılında hizmete giren yapının dış cephesi, yakın zamanda restore edilmiş. Yapımına: 30 Mayıs 1906 yılında başlanılan bina, 19 Ağustos 1908 tarihinde bitirilerek hizmete açılmış. Neo-Rönesans stilinde olup, klasik bir Alman mimarisi örneğidir. Denize bakan yönünde, iki başta tabandan çatıya doğru, kademeli olarak daralan kuleler var. Garda: 7 yol ve 4 peron bulunuyor.
Gar lokantası: kendine has müdavimleri olan tarihi bir restoran. Haydarpaşa garı bir süre önce bir yangın sonucu hasar gördü ve şu an kullanılmıyor, tarihe ışık tutan bu muhteşem güzel mimari yapıyı sadece uzaktan görebilirsiniz. Bir zamanlar, birçok kişinin İstanbul’a ilk ayak bastığı bu tren garının umarım en kısa zamanda, yine tren garı olarak hizmete açarlar.
İSKELE
Haydarpaşa Garının hemen yanında. Mimar Vedat Tek tasarımı. 1915-1917 yıllarında Denizcilik İşletmeleri (Seyr-i Sefain) için yapılmış. İskele binasının dış cephesinde: çini süslemeler ve eski yazı ile yazılan “Haydarpaşa” yazısı görülüyor.
ÜSKÜDAR GEZİ PLANI
Evet, gezimize, Üsküdar Meydanından başlıyoruz. Üsküdar Meydanının önündeki İskeleden, Eminönü ve Beşiktaş’a kalkan şehir hatları vapurları ile biraz ilerideki iskeleden, Beşiktaş’a çok yüksek sayıda yolcu taşıyan dolmuş motorları var. A sınıfı 25 metre ve B sınıfı 18 metre olmak üzere, 40 tekneden oluşan modern bir filo var. Saat: 06.00 ile 02.00 arası, sürekli olarak Üsküdar-Beşiktaş arasında yolcu taşınıyor.
Evet: gezimize devam edelim. Biraz da tarihi sürece ait bilgiler vermekte yarar var. Üsküdar’da: çok sayıda saray, cami, mescit, tekke, hamam, kervansaray, imaret ve han bulunuyormuş. Ancak, bunların birçoğu günümüze ulaşamamış. 1873 ve 1921 yıllarında büyük yangınlar çıkıyor. Osmanlı mimarisinin özelliklerini taşıyan köşkler ve özellikle sarayların hepsi yok oluyor.
Üsküdar. 18’nci yüzyılda yeniden yapılandırılıyor. İskele meydanında bir çeşme göreceksiniz. Bu çeşme: Sultan 3’ncü Ahmet Çeşmesidir.
III. AHMET ÇEŞMESİ
Günümüzde: Üsküdar İskele Çeşmesi olarak da anılıyor. 1728 yılında yapılmış. Yapıldığında deniz kenarında imiş. Sonradan, meydan açılırken, çeşme ve haziresi, sökülerek bugünkü yerine getirilmiş. Mermer yalakları, sebilleri, sulukları kırılmıştı. Suyu kesilmişti. Geri çekme işi yapılırken, bunlar tamir edilmiş.
Bu çeşme: çeşme mimarisindeki değişimlerin habercisi, anıtsal bir mekan. İşlevsel olmaktan öte, dekoratif değer taşıyan bir çeşme. Ahşap çatılı. Osmanlı Barok tarzının en güzel örneklerinden biri. Hattatlık, taş işçiliği ve şiir sanatının bir şahaseri. Çeşmenin dört yüzünde: dönemin şairlerinden: Nedim, Rahmi ve Şakir’in şiirleri var.
Ön cephesindeki kitabesinin ise: Sultan III. Ahmet ve Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın müştereken hazırladıkları ve iyi bir hattat olan Sultan Ahmet tarafından yazıldığı söylenmekte. Köşelerde: gömme halinde işlenmiş burma sütuncuklar görülür. Muslukların yanlarını: içlerinde güller bulunan kabartma vazolar, geometrik şekiller süslüyor. Çeşme: günümüzde, İstanbul’un en güzel çeşmelerinden biri olarak öne çıkıyor.
Çeşmenin hemen arkasında, İskele Meydanında: bölgenin çok önemli ve o derece de muhteşem görsel yapısı olan: Mihrimah Sultan Külliyesi var.
MİHRİMAH SULTAN KÜLLİYESİ
Mimar Sinan tarafından, Kanuni Sultan Süleyman’ın kızı Mihrimah Sultan için yapılmış. Yapıldığı dönemde: hemen deniz kıyısında, bir set üzerinde planlanmış: cami, medrese, imaret, misafirhane ve handan oluşuyormuş. Ancak: günümüzde, imaret ve han artık yok. Medrese ise, bir tıp merkezi olarak kullanılıyor. Bu yapılar topluluğu içinde bulunan Mihrimah Sultan Cami, Sinan’ın sürekli yenilik arayışına, güzel bir örnek oluşturuyor. Ana kubbe: üç yarım kubbe ile çevrili. Ön tarafta, pencereler kullanılmış.
Evet, bunları gördükten sonra: sahil yolundan yürümeye devam edin. Şemsi Paşa Burnunda bulunan tütün fabrikası kaldırılarak, Harem’e kadar olan Üsküdar-Harem Sahilyolu ile, Üsküdar ve Harem birleştirilmiş. Tam bu burunda; deniz kıyısında, Mimar Sinan’ın bir başka yapıtı: Şemsi Paşa Külliyesi var. Yolun hemen karşısında ise: Şemsi Paşa Caddesi üzerinde, yamaçta bulunan: Rum Mehmet Paşa Cami ve Türbesi, en eski Osmanlı yapılarından biri olması nedeniyle önem taşıyor.
Üsküdar sahilinden görülebilen bir cami var: Ayazma Camii.
AYAZMA CAMİ
1760 yılında, III. Mustafa tarafından annesi Mihrişah Emine Sultan ile kardeşi Şehzade Süleyman adlarına yaptırılmıştır. Mimarbaşı Mehmet Tahir Ağadır. Caminin bulunduğu yerde, daha önce Ayazma Sarayı ve bahçesi olduğundan, bu ismi almıştır. Kız kulesinin arkasındaki yamaçta, İstanbul’u seyrediyor.
Gözden ırak değil ama yoldan uzak. Kız kulesinin arkasındaki yamacın üstünde, bu cami güzel bir görüntü veriyor. Üsküdar iskelesinden, Doğancılar caddesi geçilerek, imrahor’a gelindiğinde, Ayazma Mahallesini sorun ve buraya ulaşabilirsiniz.
Yapının dış yüzeyinde görülen aşırı süslemeler, Barok tarzının belirgin özelliklerini yansıtıyor. İç mekan da ise, çini yerine renkli panolar kullanılmış. Kubbe, dört kemer üzerine oturtulmuş. Dış duvarlarda ilginç kuş evleri ile bir de güneş saati bulunuyor. Bu güneş saati de ilginç.
Zamanında, zamanı belirleyen kişilere “Muvakkit” deniliyormuş. Genellikle, büyük camilerin yanında, muvakkitlerin çalıştığı ve aletlerinin bulunduğu ve Muvakkithane denilen yerler de yapılıyormuş. Günümüzde, bu güneş saati işlevini yitirmiş, dış duvarda asılı duruyor, kim bilir hangi muvakkit bunu yaptı?
Üç kapılı avludan, camiye merdivenle çıkılıyor. Minaresi tek şerefelidir. Tabanı mermerle döşenmiştir. Güney cephesinde: Sultan III. Mustafa’nın türbesi var.
Bu caminin en büyük özelliklerinden biri de şu: Antik çağın Aspendos Tiyatrosu gibi, Ayazma Camisi de, olağanüstü bir akustiğe sahip. Elinizdeki bir kağıt parçasını, parmaklarınızın arasında kırıştırın, avucunuzun içinde buruşturun, kağıdın hışırtısı caminin duvarından geri dönüyor. Çıtınız çıksa, duvarlar “çıt” diyor. İnanılmaz bir ses düzeni. Hesaplanarak mı yapılmış bilinmiyor. Böyle bir hesap tutsa, sanırım her cami de yapılırdı. Nasıl olmuş, anlamak mümkün değil.
Meydanın aşağısında: Uncular ve Hakimiyet-i Milliye Caddeleri arasında kalan bölümde: Yeni Valide Külliyesi var.
YENİ VALİDE KÜLLİYESİ
Sultan III. Ahmet’in annesi Emetullah Gülnuş Valide Sultan adına yaptırılan külliye, 1708-1710 yılları arasına tarihleniyor. Avluda: Valide Sultan’ın türbesi, zarif bir sebil ve Barok bir şadırvan görülüyor. Avlu duvarını süsleyen kuş evleri de, muhteşem güzellikte.
Hakimiyet-i Milliye Caddesinin çatallaştığı yerden, bu kez Topbaşı Caddesinden yukarı doğru yürüyün. Burada karşınıza: Atik Valide Cami gelecek.
ATİK VALİDE CAMİİ
Sultan II. Selim’in karısı ve III. Murat ile III. Ahmet’in annesi, Nurbanu Sultan adına yaptırılan cami, Sinan’ın belki de en güzel külliyelerinden biridir. Dört duvar payesi ile iki sütun üzerine oturan, altı sivri kemerin taşıdığı kubbenin örttüğü mekan, ana kubbeyi taşıyan beş yarım kubbeyle de genişletilmiştir. Çok güzel süslemelere sahip olan yapı, ayrıca çok geniş bir sundurmaya sahip.
Evet, Üsküdar’ın diğer önemli yapılarını: sıradan anlatmak istiyorum. İlginizi çekecek yapıları, gidip görecek şekilde kendinize bir rota çizebilir, plan yapabilirsiniz.
SELİMİYE KIŞLASI
Sultan III. Selim’in Nizam-ı Cedit için, Harem sırtlarında, Kanuni Sultan Süleyman tarafından yaptırılan eski Kavak Sarayını yıktırarak yaptırdığı kışladır. O dönemde, bölgenin askeri ve stratejik önemini vurgulamaktadır. Nizam-ı Cedit Ordusu için: talim ve barınma yeri olarak yaptırılmıştır. Yapı: kesme taş bir kaide üzerinde ahşap olarak inşa edilmiştir.
Yapıldıktan kısa bir süre sonra, yeniçeri isyanı sonucunda, Nizam-ı Cedit dağılır ve 1807 yılında kışla da yakılır. Bugün görülen yapı: Sultan II. Mahmut döneminde, mimar Krikor Balyan tarafından kagir olarak yeniden yapılır. Sultan Abdülmecid zamanında ise iki defa yenilenen kışlanın, dört köşesine, yedişer katlı birer kule ilave edilir.
Buranın büyüklüğü konusunda bir rivayet var. Söylentiye göre: Baba-oğul, aynı yerde askerliğini yapmış, askerlik süreleri boyunca, birbirlerini hiç görememişlerdir.
Selimiye Kışlası, Kırım savaşında: kışla İngilizler tarafından hastane olarak kullanılmıştır. Modern hemşireliğin kurucularından olan lambalı kadın lakabıyla anılan Florence Nightingale, 1854 yılında kışlaya gelerek altı ay boyunca yaralı İngiliz askerlerinin tedavisinde görev alır. Florence Nightingale ve beraberindeki hemşirelerin kaldığı kulelerden birindeki oda, günümüzde müzeye dönüştürülmüş.
Cumhuriyet döneminde bir süre tütün deposu olarak kullanılan bina; 1959-1963 yılları arasında: Selimiye Askeri Ortaokulu olarak kullanılır. 1963 yılında, büyük bir onarımdan geçirilmiş ve sonrasında 1’nci Ordu Komutanlığı Karargahı Merkez Binası olarak kullanılmaya başlanmıştır. Kışlanın ortasında: 200 x 267 metre ölçülerinde, büyük bir avlu bulunmaktadır. Boğaza doğru eğimli bir arazi üzerinde kurulduğundan, her yönden bodrum katı sayısı değişiktir. Bodrum katlarının üzerinde, üç kat bulunuyor.
SELİMİYE CAMİİ
Selimiye Kışlasının hemen bitişiğindedir. III. Selim’in adını taşıyan bu cami, Barok mimarinin güzel örneklerinden biridir.
ZEYNEP KAMİL HASTANESİ
Kavalalı Mehmet Ali Paşanın kızı Zeynep Hanım ile eşi Sadrazam Yusuf Kamil Paşa tarafından, 1860 yılında yaptırılmıştır. Yapı: 1898 yılında yenilenir. Yapılış amacı: hastalara ücretsiz hizmet vermek. Sağlık hizmetini günümüze kadar sürdürebilmiş, en eski sağlık kuruluşudur.
Bir diğer özelliği de, İstanbul’un ilk özel hayır kurumu olmasıdır. Zeynep Hanım ve Kamil Paşa, ölümlerinden sonra, Hastanenin bahçesinde yaptırdıkları türbeye defnedilmişlerdir. Hastane günümüzde, kadın ve çocuk hastalıklarının tedavisinde kullanılmaktadır.
KARACAAHMET MEZARLIĞI
Üsküdar’ı anlatırken, burayı es geçmek mümkün değil. 14’ncü yüzyılda oluşmaya başlamış ve İstanbul’un fethinden sonra da, tamamen Müslüman mezarlığı olmuş bir yer. Yüzyıllar boyunca, buraya çok fazla insan gömülmüş. Türkiye’nin en büyük, dünyanın sayılı büyük mezarlıklarındandır.
750 dönümlük arazi kaplar. İstanbul’un yalnız en büyük değil, aynı zamanda en eski mezarlığıdır. İlk olarak: İstanbul’un Araplar tarafından kuşatılması sırasında, şehit olan askerlerin buraya gömüldükleri sanılıyor. Mezarlık adını: İstanbul’a Hacı Bektaş-ı Veli tarafından, İslam dinini yaymak üzere gönderilen Karaca Ahmet’ ten alır.
Mezarlıkta: şahideler ve lahitler, değişik türdeki başlıklarıyla önemli bir sanat özelliğidir. Şahidelerin üzerindeki kitabeler, eğer bir hattatın elinde hazırlanmışsa, sanat değeri taşımaktadır. Başlıklar mezarda yatan kişinin: cinsiyeti, mesleği, rütbesi, sosyal mevki, ailesi, felsefi ve dünya görüşü, ölüm şekli ve yaşadığı dönemle ilgili bilgiler verir. Bu özelliği nedeniyle, şahideler, birinci dereceden belge niteliği taşımaktadırlar.
Mezarlığın tam ortasında bulunan: Karacaahmet Sultan Türbesi, saray mutfağı memuru Ziya Bey tarafından, karısı için 1866-1867 yıllarında yeniden yaptırılmıştır. Türbenin içinde: Alevi-Bektaşi büyüğü olduğuna inanılan, Karacaahmet yatmaktadır. Son zamanlarda, yanına bir de Cemevi yaptırılmıştır.
ÜSKÜDAR KIZ KULESİ
Yine bu sitede, ayrı bir başlık altında bulabilirsiniz.