Dünyanın 7 Harikası Mısır Keops Piramidi

Dünyanın 7 Harikası Mısır Keops Piramidi

Bu piramidin bulunduğu yerde, aslında 3 piramit var, ama bunların üçü de dünya harikası olarak kabul edilmemektedir. Piramitlerden, yalnızca “Keops Piramidi” dünya harikası olarak kabul edilir. Keops piramidi: aynı zamanda, dünya harikalarından günümüze kadar ayakta kalarak gelebilmiş tek hazinedir.

Piramit: IV hanedanlık zamanında, MÖ.2560 yılında, Firavun Khufu (Keops) tarafından yaptırılmıştır. Keops: piramidin yapımının muhtemelen 20 yıl sürdüğü sanılıyor.

Yapıldıktan sonra, 4300 yıl boyunca: dünyadaki en uzun yani yüksek yapı olarak önemini korumuştur.

Evet: MÖ.2560 yılında tamamlanan piramit: IV Hanedan firavunu Kufu (diğer adı Keops) için yapılmıştır. Kendisi firavun olarak: MÖ.2579-2556 yılları arasında hüküm sürmüştür. Karısı Henutsen Meretites, kendi piramidinin yanındaki küçük piramitte gömülüdür.

Keops: Snefru’nun oğludur ve babasının mezarıyla ilgili: mimari ve lojistik sorunları çok iyi biliyordu.

Fravun Keops

Ne gariptir ki

Mezarı olarak yapılan büyük piramit binlerce yıldır durmasına rağmen, sahibinin günümüze kalmış tek bir betimlemesi bulunmaktadır.

Bu da: 1903 yılında: Petrie-Abydos-Osiris Tapınağı temellerinde bulunan “fildişi” bir heykelidir.
Bu heykelinde, firavun: sağ elinde kırbaç, başında “Aşağı Mısır” ın kızıl tacı ile görülür. Oturduğu tahtın önüne iliştirilmiş saray biçimindeki Mısır krallık sembolünün içine, kralın adı kazınmıştır. Boyutunun küçüklüğüne ve malzemeye karşın, karakteristik bir portredir.

Peki: niçin piramit? Mısır firavunları neden piramitler içine gömülmeyi arzulamışlardır?

Piramit şekli: Güneş Tanrısı “Ra” nın tapınımıyla ilgiliydi.

Piramitler: yaradılış efsanelerindeki “Benu” kuşunun üzerine konduğu, uzun bir dikilitaş olarak bilinirler.

Ayrıca: güneş ışınlarının, yeryüzüne düşerken değdiği en yüksek noktayı temsil ederler. Bu doğal olay: uygun hava koşullarında hala görülebilmektedir.

Başka yerlerde: özellikle “Yeni Dünya” da piramit biçimli yapılar bulunmakta ise de, piramit yapımı aslen Mısır’a özgüdür. Mısır piramidi dışındakiler, genellikle farklı amaçlara yönelik ve farklı mimari yapılar olup, en son Mısır piramidinden 1000 yıl sonra yapılmıştır.

Dünyanın 7 Harikası Mısır Keops Piramidi Özellikleri

KEOPS PİRAMİDİNİN ÖZELLİĞİ

Keops piramidinin diğerlerinden ayrı tutulan en önemli özelliği: Gize’de; en üst noktasına ulaşan, ondan sonra da düşüşe geçen bir mezar gelişim sürecinin doruk noktası olmasıdır.

Mimari gelişimin: bu piramitte zirveye çıktığı gözlenir.

Keops: mezarı için yeni bir yer seçti: Libya Çölü kıyısındaki Giza platosu. Dördüncü Hanedanın, başlıca iki ardılı da, burada onu izleyecekti. Bunlar: Kefren (Kafra) ve Mikerinos (Menkaura) dır.

Mimar Hemon

Keops’un mimarı, daha doğrusu inşaat şefi: kuzeni Vezir Hemon’dur.
Hemon’un oturan heykeli, geçtiğimiz yüzyılda, Gize’deki bir mezarda bulunmuş ve halen Almanya-Hildersheim-Pelizaeus Müzesindedir. Anlamak mümkün değil, Sayın okurlar, Mısır’da bir mezarda bulunan heykelin, Almanya’da sergilenmesi. Çalındı, satıldı ve utanmadan bunu kendi malları, kendi kültür ürünleri gibi sergileyebilen insanlar. Neyse: bu heykel, yapılı bir adamı tasvir ediyor. Zaten, Mısır kültüründe, yüksek mevkideki itibarlı kişiler, iri yapılı olarak betimlenirdi.

Çünkü, çoğu heykel, kişileri idealize etmeye yönelikti. Kişiler, hayatlarının en güzel dönemlerinde gösterilmişlerdir. Ancak: Hemon’un heykelinde: canlı gibi görünen kakma gözler, mezar soyguncuları tarafından sökülmüş ve heykele nispeten zarar verilmiştir. Gözlerdeki canlı etki: göz bebekleri olarak obsidyen ve kristal, irisler için ise beyaz kireç taşı kullanılıyor ve bunlar tunç bir çerçeve içine oturtuluyordu.

Yapım İşleri

Yapım işlerine başlamadan önce, arazinin hazırlanması gerekiyordu. Arazi düzeltilmeli, tasarlanan piramit kenarlarının konumu, pusulanın dört ana yönüne göre dikkatle belirlenmeliydi. Düzeltme için belirlenen alan: dört alçak kerpiç duvarla sınırlandırılıyor ve sonra da içi su dolduruluyordu. Tabii, su yüzeyi düz olmalıydı. Söz konusu alan yeterince oyulduğunda, bu su akıp giderdi. Hendeklerin arasındaki kayalar kesilerek, düz bir yüzey oluşturulurdu. Ancak, bu piramidin yapımı sırasında, inşaat alanının ortasında büyük bir kaya bloku çıkmış ve bu kaya çıkıntısı öylece bırakılmıştı. Bu kaya blokunun parçaları, geçit düzeneği içinde görülebilmektedir.

Piramidin taban kenarının doğru yöne oturtulması için yıldız gözlemleri kullanılırdı. Çünkü, o zamanlar pusula bilinmiyordu. Dört kenardaki hiza hatasının, bir dereceden az olması düşünülürse, eski Mısırlıların, ne ölçüde doğru hesaplama yaptıkları anlaşılabilir.

Kare kaidenin, dört kenarının en uzunu ile, en kısası arasındaki uzunluk farkı: yalnızca 20 cm. dir. Aslında, yapı alanının tam ortasında bırakılan büyük kaya bloğu nedeniyle: köşegenlerin karşıdan karşıya doğru olarak ölçülmesi imkansızdı. Ölçü, yalnızca kenarlardan alınabiliyordu. Öte yandan, tüm bu ölçüler: metrik sistem bilinmediğinden, keten liflerinden yapılmış lifler veya esnek hurma lifleriyle yapılabiliyordu. Yani: ölçümlerin hassasiyetinin hangi şartlar altında gerçekleştiğini bilmemiz gerek.

Evet, tüm bu hazırlık aşamaları tamamlandıktan sonra, piramidin yapımına başlanır.

Ama: her türlü bilimsel ve teknolojik araştırmaya rağmen, piramitlerin tam olarak nasıl yapıldığı, hala meçhuldür. Eski Mısırlıların, bu piramit yapıldıktan 2500 yıl sonra, Roma döneminde: makara ya da palanga bilgisine sahip olduklarını unutmamak gerekir. Ellerindeki tek mekanik destek: silindir kazıklar ve kaldıraçlardı. Eski Mısır’da; tüm yapılar, heykeller ve dikilitaşlar: bu iki ilkel aracın yardımıyla dikilmiş ya da taşınmışlardır.

Gelelim piramidin nasıl yapıldığı hakkındaki teorilere

Birinci Teori

Yapı yükseldikçe, çevresini dolaşan rampalar kullanılmıştır.

İkinci Teori

Piramidin yükselişiyle birlikte; gerektikçe yükseltilip uzatılmış, çöle yayılan uzun bir inşaat rampası kullanılmıştır.

Bunların ikisi de: doğurucu kanıtlarla desteklenememiştir. Bunun üzerine, akla gelebilecek üçüncü bir teori üretilmiştir.

Üçüncü Teori

Taş bloklarının, muhtemelen salıncak iskelelerle kaldırıldığı bir tür yapı iskelesi kullanılmış olmalıdır. Ancak, bu teorinin de, kanıtlanamayan iki sıkıntısı bulunmaktadır. İskeleler için, muazzam miktarda tahta gerekecekti. Ama, eski Mısır’da, buna uygun çapta ahşap-tahta bulmak mümkün olamazdı. Ayrıca: taş bloklarının çok büyük ve çok ağır olması ( en hafifi 5 tondur) bu düşünceyi çürütmektedir.

En ağır basan teori

yapının çevresini dolaşan rampa teorisidir. Yapım ilerledikçe: piramidin dört yüzünün her biri çevresinden kerpiç rampalar çıkarılmıştır. Silindir kızaklar üzerindeki dev bloklar: bu yolla yukarıya getirilmiştir. Taş blok: gerideki silindirin üstünden geçtiğinde; kızak serbest kalacak ve önde yeniden doldurulacak, blok işçi ekiplerince ileri doğru çekilecektir. Bu sistem: tümüyle çok iyi uygulanabilirlik göstermektedir. Ama, sistem olarak uygulanabilir denilse de: uygulamaya gelince sıkıntılar doğmaktadır.

Tüm yüzlerden çıkan ve taşların ağırlığından dolayı fazla dik olmayan bir yokuş; sorunlar yaratır.

Birinci sorun:

Köşe virajlarını alan ve kontrol altındaki kızaklar üzerindeki bloğun dengesine göz-kulak olan ekiptir.

İkinci sorun:

Üst düzeylere ulaşmak için, blokların, yapının çevresinde döne-döne yukarı taşınması: bu durum, aşırı sayıda işçi ve blokları çeşitli düzeylerde yokuş yukarı taşıyan pek çok ekip üzerinde denetim gerektirmektedir, rampalarda aşağı ve yukarı akan insan seli akıl almaz olacaktır.

Büyük piramidin yapımı ile ilgili diğer bir teori ise: İngiliz yapı ustası Peter Hodger tarafından ortaya atılmıştır. Hodger: 2 tonluk bir yükle deneme yaparken: bir ucuna metal bir parça giydirilmiş kısa açılı bir ayağı bulunan uzun kaldıraçlar kullanarak, iki adamın, bu yükü oldukça kolay taşıyabileceğini kanıtlamıştır.

Bu metalli uç: bloğun altına sokularak, bloğun bir ucu kaldırılabiliyor ve altına destek-dolgu konuluyordu. Aynı işlem: diğer uçta da yenileniyor ve bu tür dolgular kullanılarak, bloklar yukarı taşınıyordu. Böylece: büyük bir taş blok: kolayca, makul bir yüksekliğe kaldırılıyordu.

Evet, gelelim piramidin yapımına:

Piramit: her bir basamağı, oldukça enli ve ortalama yükseklik 1 metreden fazla olmayacak düzeyler halinde yapılıyordu. İngiliz Hodger prensibine göre: bazı işçi gurupları, blokları dört piramit yüzü üzerinde birden, aynı zamanda bazılarının da her bir yüz boyunca kaldırılmasına imkan veriyordu. Piramit sivrilip, yüzey daraldıkça, işçi sayısı azalıyordu. Gereken düzeye ulaşan her blok: kızaklar üzerinde, yüzeyden geçirilip kendine ayrılan yere taşınıyordu.

Bu arada devreye “Tarih” isimli kitabında, Heredotos tarafından piramitler hakkında yazılanları sokmak gerekebilir.

“ Kaide taşlarını dizdikten sonra, diğer taşları kısa tahtalardan yapılmış makinelerle kaldırdılar.

İlk makine; taşları yerinden alıp birinci basamağa kaldırıyordu. Birinci basamakta, gelen taşı karşılayıp ikinci basamağa ileten bir diğer makine, oradan da daha yükseğe ilerleten üçüncü bir makine vardı.”

Temel yapı bitirildikten sonra: piramit parlak beyaz “Tura” kireçtaşı ile kaplanacaktı. Kaplama işi, tepeden aşağıya doğru yapılacaktı. Basamaklar: kireç taşı bloklarıyla dolduruluyor, sonra da uygun açıyı vermek ve parlak bir görüntü sağlamak için yontulup düzeltiliyordu. Günümüzde, bu piramitte, zirvedeki kireçtaşı kaplamasının bir kısmı korunmaktadır. Ancak, diğer pek çok piramitte olduğu gibi, kaplamanın geri kalan kısmı: ortaçağ Mısır mimarisinde kullanılmak için sökülerek götürülmüştür.

Büyük piramidin ana boyutları hakkında şunlar söylenebilir

Piramidin eğim açısı: 54 derece 54 dakikadır ki, diğer tüm piramitlerde de bu oran sabittir.
Yükseklik: 145.75 metredir. Ama, üstten 10 metre yitirildiğinden, günümüzdeki durumda, tepesi kesiktir. Ancak, yine de belirli bir uzaklıktan, kaplamasının veya tepesinin eksikliği hissedilmez.
Kare kaidenin her bir kenarı: 229 metredir ve en uzun ile en kısa kenar arasındaki uzunluk farkı, 20 cm. den azdır.
Yapı: 5.37 hektarlık bir alanı kapsar.
Ortadaki doğal kaya blokunun büyüklüğü bilinmediğinden, kullanılan taş miktarını hesaplamak mümkün değildir. Ancak, her biri 2 ile 15 ton arasında değişen, yaklaşık 2.300.000 adet blok kullanıldığı kaydedilmiştir.

Dünyanın 7 Harikası Mısır Keops Piramidi Giriş-Kapı

Giriş-Kapı

Piramidin girişi: kuzey yüz üzerindedir, çünkü kuzey yıldızlarına dönük olarak konumlandırılmıştır. Kuzey yüzünde, yaklaşık 17 metre yükseklikte, merkez noktanın 7.5 metre doğusunda alçak bir giriş bulunmaktadır. Bu girişin üzerinde, yukarıdaki blokların baskısını azaltmak için, ikişer çift halinde, piramit biçiminde yerleştirilmiş dört büyük taş blok vardır. Piramidin günümüzdeki girişi ise: bu özgün girişin hemen altında, biraz sağındadır. Bu giriş: Halife Memun tarafından, 9’ncu yüzyılda açılmıştır. Memun girişi olarak isimlendirilen bu giriş: hazine aramak için “Memun” tarafından açılmıştır.

İç bölümün mimari planları

Gelelim büyük piramidin iç yapısına: piramidin iç geçitleri ve odaları, diğerlerine nazaran daha çoktur.
Birinci planda: girişten itibaren: merkezde ve toprak düzeyinin altındaki mezar odasına inen bir geçit vardı. Ancak bu geçit bitirilmedi ve ikinci planda: piramit gövdesinden yukarıya, zirvenin altında daha merkezi bir konuma yerleştirilmiş olan başka bir odaya çıkan geçit yapıldı. Ancak, bu oda da bitirilmedi. Üçüncü planda: çok daha gösterişli bir düzenleme yapıldı. Piramidin derinliklerine tırmanan yeni bir galeri yapıldı.

Dünyanın 7 Harikası Mısır Keops Piramidi Büyük Galeri

Büyük Galeri

Büyük galeri olarak bilinen bu galeri: 47 metre uzunluğunda ve 8.5 metre yüksekliğindedir. Kireç taşı duvarlar 2 metre dik yükselir ve daha sonra üstteki 7 tabaka azar-azar içeri doğru ilerleyerek, bindirme tonoz şeklini alır. Üstte ise: eni 1 metreden fazla olan tek bir taş dilimiyle kapatılmıştır.

Galerinin başında: çatısına üç yarık açılmış olan kısa, alçak bir geçit vardır. Bu yarıklar: bir zamanlar geçidi ve ötesindeki mezar odasının girişini kapatmak üzere indirilen, granit blokları tutuyordu. Galeri aynı zamanda: çıkış geçidini kapatmak üzere kullanılan granit tıkaçların depolandığı yerdir. Bu tıkama taşları: alan içinde, başka hiçbir yere konulamayacak kadar büyüktür. Bu büyük granit levhalar: cenaze geçeceği zaman, bunlar: tahta kirişlerle desteklenerek galerinin tavanına, altlarına ve cenazenin geçişini engellemeyecek yerlere konuluyorlardı. Rahipler çekildikten sonra, arkada kalan işçiler taşları sallayarak düşürürler, müthiş bir hızla inen bu bloklar, yerde kaydırarak geçidi tıkarlardı.

Böylece:

Mezar odası tarafı, doğal olarak tıkama taşlarının arkasında kalmış oluyordu. İşçiler, sallayarak düşürdükleri taşların ardında kalarak ölüme terk edilmiyorlar, Büyük Galerinin başındaki üst geçitten, bir taşın altındaki dar bir bacadan kaçıyorlardı. Daha sonra ise, kaçtıkları geçit girişini de kapatıyorlardı.
Alçak geçit: mezar odasının kuzeydoğu köşesine, yani kral odasına giderdi.

Dünyanın 7 Harikası Mısır Keops Piramidi Kral-Mezar Odası

Kral-Mezar Odası

Kral odası: perdahlanmış dev granit bloklardan yapılmıştır. Diğer odalara göre daha yukarıdadır ve piramitin merkezinde bulunan sonuncu odadır. Burası, Mısır geometrisinin bir şaheseridir.
Şekli: 2:1’lik “altın oran” yani 10.58 x 5.29 metredir. Odanın yüksekliği: toplam 400 ton civarında çeken, 9 dev bloktan oluşan düz çatıya kadar, 5.87 metredir.
Kral odasının üzerinde: çatısı eğimli olan, en yükseği dışında hepsi düz çatılı olan, beş “rahatlama odası” vardır. İlk dört odacık: kral odası gibi düz tavana sahiptir. Sonuncusunda ise, sivrileşen bir tavan görülür.
Burayı kaplayan bloklar: taş ocağından geldikleri gibi pürüzlüdür ve birkaçının üzerinde, hala, aşı boyalı taş ocağı işaretleri ile Keops adı bulunmaktadır. Piramidin içinde, firavunun adına, yalnızca burada rastlanır.

Mezar odasının batı ucunda:

Tabana yapışık ve duvardan biraz açıkta duran, siyah, büyük bir granit lahit bulunur. Lahit, günümüze kapaksız ve güneydoğu köşesinin üstünün büyük bölümü eksik olarak gelebilmiştir. Tek parça granit bloktan yontularak içi oyulmuştur ve üzerindeki testere izleri, günümüzde de görülmektedir. Elle bile vurulsa: hala çan sesini andıran bir sesle “çınlar”.

Lahdin eni: Çıkış Geçidinin eninden 2.5 cm daha fazladır. Yani, bu lahit, piramidin yapım aşamasında, Kral odasının üstü kapanmadan önce yerine konmuş olmalıdır. Yoksa, bu ölçüleri, sonradan buraya sokulmasına izin vermez. Ancak: oda duvarlarında ince, usta işçiliğe karşın, lahit sanki sonradan başkalarınca yapılmış gibi, son derece kaba bir işçilik göstermektedir. Bu durum: lahde taşınmak üzere getirilirken, Nil nehri üzerinde kaybedilen bir lahit ardından, böyle acele bir lahit konulması olarak tanımlanır. Lahdin üzerinde, sonradan ince süsler yapılmamış olması da ilginçtir.

Mezar odasında, bu lahit dışında diğer elemanlar:

Kuzey ve güney duvarlarında görülen, iki küçük “hava bacası” dır. Bunlar: tabanın 1 metre üstünde başlar ve piramidin içinden geçerek, dış yüzeye çıkarlar. Bu bacaların gerçek amacı ve o günlü işlevleri bilinmiyor. Yani, bu bacaların havalandırmaya katkı sağlamadıkları görülmektedir.

Soygunlar

Tüm önlemlere karşın: MÖ.23’ncü yüzyılda, piramit, mezar soyguncuları tarafından soyulmuştur. Antik çağ ve geç dönemlere kadar; yazarların yazdıklarına göre piramidin girişi açıktı, ancak daha sonra kapandı. Hatta: Memon’un bu yüzden MS.9’ncu yüzyılda yeni bir giriş açtığı söylenmektedir.

Antik Dönem Yazarlarının Aktardıkları:

Herodotos

Tarihin Babası olarak bilinen Halikarnasoslu Herodotos “Tarih” isimli kitabında, 2000 yıllık bir geçmişi olan büyük piramidi ziyareti sonucunda şunları yazmıştır.
“Piramidin üzerinde, işçilerin tükettiği turp, soğan ve sarımsak miktarını belirten: Mısır harfleriyle yazılmış bir yazıt vardır. Bana bu yazıyı okuyan çevirmen: bu iş için 1600 talent gümüş ( bugünkü gümüş fiyatı değerlendirildiğinde, 5 milyon İngiliz Sterlini yapmaktadır) harcandığını söylemiştir. İş süresinin uzunluğunu da hesaba katınca, bu işte kullanılan demir araçlara ve işçilerin beslenmeleriyle giyimlerine harcanan para miktarı çok büyük olmalıydı.”

Hedorotos:

Piramide giden yolun yapımının 10 yıl, piramidin yapımının ise 20 yıl sürdüğünü ve 100.000 işçiden oluşan bir iş gücü kullanıldığını söylemektedir. Keops isimli firavun, yaklaşık 23 yıl hüküm sürmüştür. Dolayısı ile Herodotos’un kullandığı 30 yıllık süreç biraz fazladır. Heredotos’un yazdıklarından birkaç satır daha aktarmak istiyorum. Her ne kadar doğru veya yanlıştır bilinmez: Heredotos, Keops’un yaptırdığı büyük piramidin yapımı için fon elde etmek uğruna: kendi kızına bile fahişelik yaptırmış, onun zamanında bütün tapınaklar ibadete kapatılmış, Mısır-Mısırlılar tarafından nefret edilen, en büyük yoksulluk dönemine girmiştir.

Diodoros

Sicilyalı olan yazar: MÖ.60-30 yılları arasında yazdığı kitabında, piramit hakkında şunları belirtmiştir:
“ 50 yıl hüküm süren, 8’nci kral Memfis’li Keops; Dünyanın yedi harikası arasında sayılan üç piramidin en büyüğünü yaptırdı. Mısır’ın Libya’ya doğru olan kısmında bulunan bu piramitler, Memfis’ten 120 stadion (yaklaşık 13.5 mil), Nil nehrinden 45 Stadion (5 mil) uzaklıktadır. Büyüklükleri ve yapılışlarında gösterilmiş becerileriyle görenleri hayranlık ve şaşkınlığa sürükler.
…. en az 1000 yıl geçtiği halde, hatta söylentilere ya da bazı yazarlara göre 3400 yılı aşkın bir süredir, taşlar hala özgün yerlerinde, yapı ise yıkılmamış olarak günümüze kalmıştır.”
Diodoros: piramit inşaatında 360.000 işçi çalıştırıldığını ve projenin 20 yılda tamamlandığını yazmıştır.

Strabon

Sinop’lu olan ünlü gezgin “Coğrafya” adlı yapıtında, piramit hakkında şunları yazmıştır.
“ Dikkate değer üç kral mezarından ikisi, 1 Stadion (yaklaşık 202 yarda) yüksekliğinden dolayı “Dünyanın Yedi Harikası” arasında sayılmıştır. ………. bunlardan biri diğerinden azıcık büyüktür. Bu piramidin üstünde, kenarları aşağı yukarı ortasında, yerinden oynatılabilen bir taş bulunur. Bu taş kaldırıldığında mezara inen eğimli bir geçit ortaya çıkar.”

DÜNYANIN YEDİ HARİKASINDAN BİRİ OLMASININ NEDENİ

Öncelikle: yedi harika arasında en eski olanıdır ve günümüze kadar ulaşmış tek anıttır. Öteden beri insanlığın kafasını karıştıran, heyecan veren bir etkisi vardır. Bir Arap atasözü bu etkiyi çok iyi özetlemektedir: “ İnsan zamandan, zamansa piramitten korkar.”

Mısır ülkesine giderseniz, Kahire şehri yakınlarındaki bu dünyanın yedi harikasından günümüze kalan en büyük anıtı, mutlaka görmenizi öneririm.

İskenderiye Feneri

İskenderiye Feneri

Fener: Dünyanın 7 harikası arasına en son eklenen yapıdır. Adını: üzerine inşa edildiği, İskenderiye Limanı önünde bulunan adadan almıştır.

Pharos Adası: bir kireçtaşı çıkıntısıdır ve Nil ırmağının taşıdığı kum ve alüvyon tabakasının ortasında, elverişli bir kaide oluşturuyordu.

 

İSKENDERİYE ŞEHRİNİN KURULMASI

MÖ.332 yılında: Büyük İskender, Mısır’ı Perslerin boyunduruğundan kurtararak özgür hale getirmiştir. MÖ. 332 yılında, İskender: Mısır’ın o zamanki eski başkenti Memfis’ten Nil nehrinin batı kıyısı boyunca ilerlemiş ve batı çölündeki Şiva vahasına giderken, Rhakotis’ten geçmiştir. Rhakotis: küçük bir balıkçı köyüydü ve deniz ile karanın iç kısımları arasında, büyük bir göl olan “Mareotis” arasında bulunan, dar kara şeridindeydi.

İskender: perişan balıkçı köyünün bulunduğu yerin potansiyelini derhal fark etti ve orada yeni bir şehrin yani “İskenderiye” şehrinin kurulmasını emretti.
Evet: Mısırlılar, İskender’i firavun ve tanrının oğlu olarak kabul ettiler.

İskender’in kurduğu yeni şehir: Rodoslu mimar Dynokrates tarafından planlanmıştır. Mimar: şehirde, ızgara kent planının en son ilkelerini izlemiştir. Kıyı açıklarındaki “Pharos” adasını oluşturan kireçtaşı çıkıntısı; adanın batı ucundaki resiflerle birleşiyor ve doğal bir liman oluşturuyordu.

 

Strabon

Sinoplu ünlü gezgin “Coğrafya” isimli eserinde, bölge hakkında şunları yazmaktadır:
“ Pharos: anakaraya çok yakın olan uzun bir adadır ve anakarayla birlikte, iki ağızlı bir liman oluşturur. Anakara, açık denize iki dağlık burunla sokulduğu için, anakaranın kıyısı bir körfez meydana getirir.

Kıyıya uzunlamasına paralel uzandığı için, körfezi kapatan ada, bu burunların arasındadır. Adanın ucu, denizin çepeçevre yıkadığı bir kayadır ve bunun üzerinde beyaz mermerden hayran olunacak şekilde yapılmış, adayla aynı adı taşıyan çok katlı bir kule vardır.”

Evet, Strabon: deniz kıyısında liman bulunmadığını ve açık denizden gelenlerin, içeriye güvenli bir şekilde girebilmeleri için, kendilerine kılavuzluk edebilecek bir işarete gereksinim duyduklarını kaydeder.

Doğu ve Batı Limanları: bir zamanlar Pharos adası ile anakara arasının dalgakıran biçimi almasıyla oluşmuş: 2 korunaklı limandır. Rüzgarın yönüne göre: bunlardan biri, gemiler için her zaman uygun konum oluşturuyordu. Şehir: bu limanların gerisinde, doğudan-batıya doğru uzanan dümdüz geniş “Canopus Caddesi” nin iki yanında gelişmiştir. Kentin tümü: ata binmeye ve atlı araba çekmeye elverişli sokaklara bölünmüştür.

Şehrin en büyük özelliği: İskender’in mezarının burada olmasıdır. Perdikkas; cesedi Babil’den getirirken, Ptolemaios: İskender’in cesedini çalar ve İskenderiye şehrine getirerek, burada altın bir lahde yatırır.
İskender, hala burada yatıyor, ama eski lahdinde değil, şimdiki lahdi camdan yapılmıştır.

Gelelim kuleye. Pharos kulesine

Pharos’u kimin yaptırdığı ve bu kulenin hangi tarihte dikildiği meçhuldür. Büyük ihtimalle, kulenin yapımına: Büyük İskender’in çocukluk arkadaşı ve generallerinden olan, İskender’in MÖ.323 yılında ölmesinin ardından, Mısır’ı ele geçiren “I. Ptolemaios Soter” döneminde yapıldığı düşünülmektedir.

Kendisi MÖ.305-282 yılları arasında hüküm sürmüştür. Ayrıca, yine bu kişi, biraz önce sözünü ettiğim gibi: İskender’in: Makedonya’ya götürülmekte olan cesedini çalarak, İskenderiye şehrine getirmiştir. İlgi odağı olan bu cesede sahip olmak: büyük bir ticaret ve bilim merkez için bulunmaz fırsattır.

Ancak: şehrin öneminin artması için, iki limanın bir işaretle belirlenmesi gerektiğine inanılıyordu. Çünkü: Mısır’ın bu bölgedeki kıyı şeridi: düz ve dikkat çekmeyen bir alandı ve gemicilerin demirlemesi için herhangi bir çekiciliği yoktu.

Evet: Pharos kulesinin: MÖ.283/2 yıllarında yapıldığından söz edilse de, muhtemelen MÖ.297 yılında yapımına başlanmıştı. Ancak, çoğunlukla öne sürülen bir teze göre: yapı “Ptolemaios” tarafından yaptırılmamıştır. Fenerin yapımında: İskenderiyeli varlıklı bir saraylı ve aynı zamanda diplomat olan “Sostratos” un ismi geçmektedir.

MÖ.270’ lerde: Delos’ta II Ptolemaios Philadelphos’un elçisi olan bir Sostratos bilinmektedir. Yani, varlıklı bir saraylı yanında, diplomat kimliği ortaya çıkıyordu. Bunlar, büyük ihtimalle aynı kişilerdi.

Strabon: fener anıtı üzerinde, şöyle bir yazıt bulunduğundan söz etmektedir:
“ Hükümdarların dostu, Knidos’lu Sostratos: denizlerde seyredenlerin güvenliği için adadı bunu”

Yine, antik dönem yazarlarından Lukianos, fener anıtı için şunları yazar:
“ Deksiphanes’in oğlu Knidos’lu Sostratos: denizlerde seyredenler adına, bunu “Kurtarıcı Tanrılar” a adadı”. Kurtarıcı tanrılar olarak betimlenenler: denizlerce gemicileri kurtarma görevini üstlenen Dioskur’lardır.

Yaşlı Plinius: fener hakkında şunları söylemektedir.

“ Bu olay dolayısıyla kral Ptolemaios; yücelik göstererek, bu kocaman yapının üzerine adını kazıması için mimar Knidos’lu Sosratos’a izin vermiştir”

Son tez olarak: Pharos kulesi: I. Ptolemaios Soter (MÖ.305-282) döneminde başlanmış ve II. Ptolemaios Philadelphos (MÖ.284-246) döneminde tamamlanmış olabilir. Varlıklı bir saraylı ve diplomat olan Knidos’lu Sostratos adlı kişinin, yapı için para verdiği ve yanının onun tarafından adandığı anlaşılsa da, mimarı hakkında kesin bilgi bulunmamaktadır.

Evet, gelelim yapının özelliklerine

Yapı: İskenderiye yapıları arasında en eski olanlardandır. Büyük olasılıkla, İskender’in cesedini koymak için hazırlanan “Sema” isimli mozole ile aynı dönemde inşa edilmiştir. Mimari olarak tasarlanıp geliştirilen bu ilk fener: dünya üzerindeki başka fener kuleleri için, doğrudan ya da dolaylı olarak bir model oluşturmuştur. Fener kulesi hakkındaki çok az olan bilgi: tartışmalı yazılı kaynaklara dayanmaktadır, yani bu bilgilerin kesinlikleri kanıtlanmamıştır.

Plinius: yapının 800 talente mal olduğunu söyler. Bu oran, günümüz değerlerine göre: 4 milyon İngiliz Sterlini eder.

Epiphanes: yapının yüksekliğinin 306 kulaç yani 559 metre olduğunu söylemektedir.

Josephus: yapının ışığının denizde 300 stadion yani 35 mil uzaklıktan görüldüğünü yazar. Samsatlı Lukianos ise, bu uzaklık ölçüsünü: 300 mile çıkarır.

Görüş uzaklığı dışında: kaidede yakılan bir ateşten sağlanan ışığın: yapının tepesindeki aynalarla yansıtıldığı konusunda, bütün yazarlar hemfikirdir. Ancak: ateşin böyle aralıksız yanmasının tek sakıncasının; belli bir uzaklıktan bakınca, yıldız gibi görünen alevlerin yıldızlarla karıştırılmasıdır.

Aynı zamanda: ateşi sürekli yanık tutmak için; sınırsız miktarda odun ya da kömür gerekecekti. Mısır ise: kereste kaynakları çok olan bir ülke değildi. Ancak, ışığın ateşi gücünden çok, yansıtma araçlarıyla sağlandığı düşünülmektedir. Yansıtma araçları olarak, büyük olasılıkla antik çağda çokça kullanılan “cilalı tunç” levhalar kullanılmıştır.

Böylece, gündüzleri, güneş ışınları vurunca, çok daha güçlü bir yansıma elde edilebiliyordu. Zaten, antik dönemde, geceleri gemi yolculukları tercih edilmediğinden, gündüzleri İskenderiye Limanını belirleyen bir işaret çok daha gerekliydi. Geceleri, ışık gereksinimi ikinci plandaydı.

Yapının şekline gelince

Yapı: aşağı-yukarı 100 metre yükseklikte, 3 katlı idi. Birinci kat: 60 metre, ikinci kat: 30 metre ve üçüncü kat: 15 metre idi. En üst katta “üç dişli asası ile, Zeus Soter heykeli” bulunuyordu. Giriş: yer düzeyinde olmayıp, bir basamak kümesi üzerinde yani biraz yüksekteydi. Üç katlı ve çoğunlukla basamak girişli bir yapının temel öğeleri: çok sayıda Yunan sikkesi üzerinde karşımıza çıkmaktadır.

Phoros’un görünümüne ilişkin en iyi örnekler: Roma döneminde İskenderiye şehrindeki darphanede basılan ve piyasaya sürülen Yunan sikkelerinde görülür. Bu sikkelerde, Pharos: önce tek başına, sonra tanrıça İsis Pharia ile bağlantılı biçimde, son olarak da önünden geçen bir kadırga ile birlikte görülür.

Pharos: Arap kaynaklarında da dikkat çekmiştir. Pharos’un: MS.956, 1303 ve 1323 yıllarındaki depremlerde büyük hasar gördüğü bu kaynaklarda belirtilmektedir.

Arap gezgin Ebu Haggag Youssef İbni Muhammed el-Balavi: MS.1166 yılında, Pharos hakkında şunları yazar:

“ Pharos: adanın sonunda yükselir. Kare bir yapı olup, her bir kenarı 8.5 metre civarındadır. Doğu ve güney kenarları dışında: Pharos denizle çevrilidir.

Bu kaide: kenarları boyunca, uçtan Pharos duvarlarının dibine kadar 6.5 metre gelir ve deniz yüzeyi üzerinde eşit bir yüksekliğe çıkar. Bununla birlikte, yapım tarzı dolayısıyla deniz kenarında daha geniştir ve bir dağ yamacı gibi diktir. Kaidenin yüksekliği Pharos’un duvarlarına doğru arttıkça, eni, yukarıda sözü edilen ölçümlere ulaşıncaya kadar daralır.

Yapının bu kenarı sağlam yapılmış; gereğince yontulmuş dizilmiş kabaca perdahlı taşlar, yapının başka yerlerindekilerden daha uzundur. Yapının biraz önce tanımladığım bu bölümü yenidir, çünkü bu kenardaki eski işçiliğin yenilenmesi gerekmiştir.

Deniz tarafındaki güney kenarında okuyamadığım eski bir yazıt var. Harfler sert siyah taştan yapıldığı için, uygun bir yazıt değil. Denizle havanın etkisiyle fondaki taşı yıpratmış, harfler ise sertlikleri nedeniyle kabartma halinde kalmış. A harfi 54 cm’nin biraz üzerindedir. M’nin tepesi, bakır bir kazandaki dev bir delik gibi durur. Diğer harfler de genellikle aynı ölçüdedir.

Pharos’un kapısı yüksektir. Oraya hemen hemen 183 metre uzunluğunda bir rampayla çıkılıyor. Bu rampa, kavisli bir kemer dizisinin üstünde yer alır. Arkadaşım kemerlerden birinin altına girip kollarını açtı, ama kemerin kenarına ulaşamadı.

Bu kemerlerden 16 tane var. Kapıya ulaşıncaya dek, sonuncusu özellikle yüksek olmak üzere, hepsi azar azar yükselir. (Bu sikkelerde görülen merdiven olmalıdır.)”

“Kapının 73 metre kadar ötesine kadar sızdık. Sol tarafımızda nereye gittiğini bilmediğimiz kapalı bir kapı bulduk. 110 metre kadar ileride ise açık bir kapı gördük. Buradan girince, kendimizi bir odada bulduk. Bu odadan sonra başka bir oda, sonra yine başka odalar, bir koridor boyunca hepsi birbirine geçen toplam 18 oda vardı.

O zaman Pharos Adasında yerleşim olmadığını anladık. 110 m daha yürüyerek sağ ve solda 14 oda daha saydık. 44 metre ileride, 17 oda bulduk. Nihayet, bir 100 metre kadar daha sonra (Pharos’un) birinci katına ulaştık. Hiç merdiven yoktu ama bu kocaman yapının silindirik çekirdeğinin çevresinde, kademeli olarak dolaşan bir rampa vardı.

Sağımızda kalın olmayan bir duvar, solumuzda da, altındaki odalarını keşfettiğimiz yapı gövdesi bulunuyordu. Tavanını üzerinden sarkan perdahlı taşların biçimlendirdiği 1.6 metre eninde bir koridora girdik. Yanımdakilerden ikisi, burayı geçemedi.

Birinci katın tepesine vardığımız zaman: bir taşla sarkıttığımız iple yerden yüksekliği ölçtük. Korkuluk 1.83 metre olmak üzere, yükseklik 57.73 metreydi.

Bu birinci katın ortasındaki düzlükte, yapı, her bir yüzü 18.30 metre uzunluğunda ve korkuluktan 3.45 metre uzaklıkta bir sekizgen biçimi alarak, yukarıya doğru devam ediyordu. Duvarın kalınlığı 1.5-2 metre arasındaydı. İlk notlarımda yazmış olduğum rakam pek net değil, oysa ayrıntılı ipin uzunluğunu kaydettiğim yerin yakınında mürekkeple yazmıştım, bulaşmamıştı. Bu çok garip… ama 2 metre olduğundan eminim.

Bu kat: kaide hattından daha uzundu. Girince 18 basamak saydığımız bir merdiven bulduk ve üst katın ortasına çıktık. Yine iple ölçtük ve ilk katın üstünde 27.45 metre olduğunu gördük.

Sonuç olarak: Pharos’un yüksekliği: 96.99 metre, kaidesinin denizin kenarına kadar 9.15 metre, deniz düzeyinin altında görülebilen bölümü de yaklaşık 1.83 metredir. “

Evet, sonuç olarak şunlar söylenebilir:

Bu tanımı ve sikkeler üzerinde görülen resimlerine göre: Pharos’da: 57 metre yükseklikteki en alt katın, üst katların ağırlığını taşıyan silindirik bir iç yapısı vardı. İkinci kat: 27.5 metre yüksekliğinde, bir sekizgen içimindeydi.

Üçüncü kat: yüksekliği 7.5 metre civarında ve silindirikti. Sikkeler üzerinde görülen, üçüncü katın üstündeki “Zeus Soter” heykeli, üçüncü katın yüksekliğini, en az 5 metre arttırmış olmalıdır. Buna, kaidenin deniz düzeyi üzerinde durduğu 10 metrelik bölüm de eklenirse, fener kulesinin, deniz düzeyinden 117 metrelik bir yüksekliğe ulaştığı kesinleşir.

1326 yılında: Pharos; neredeyse bir harabe halindedir. Çünkü: özellikle 1303 yılındaki deprem, yapıya büyük hasar vermiştir.

 

GÜNÜMÜZ

Evet, Dünyanın 7 harikasından biri olarak nitelendirilen bu anıt, günümüzde bulunmamaktadır. Anıtın bulunduğu yerde, günümüzde “Kayıtbay Kalesi” bulunmaktadır. Kale: İslami dönemde yapılmıştır. Hatta: kalenin, kulenin kalıntılarıyla inşa edildiği söylenir. Günümüzde: beyaz mermerden bir yontu ile, İskenderiye şehrinde “Pharos” un anısı yaşatılmaktadır.

Babil Asma Bahçeleri

Babil Asma Bahçeleri

 

Yazının hemen başında belirtmeliyim ki: “Babil’in Asma Bahçeleri” olarak, Dünyanın 7 harikasından biri olarak kabul edilen yeri; gören, bilen yoktur. Hatta: dönemin sikkelerinde ve yine o dönemde, o yörede bolca bulunan çivi yazılı tabletlerde bile, buranın herhangi bir resmi veya resmi bilgi bulunmamaktadır.

Burası hakkındaki bilgilerimiz: antik dönem yazarlarının aktardıklarından ibarettir ve elbette kesinliği tartışmalı, kanıtlanmamış bilgilerdir. Ama: Dünyanın 7 harikası seçilirken, burası da o harikalar listesine dahil edilmiş ve kabul edilmiştir.

Evet: öncelikle “Babil” şehrinden ve şehirde ve çevresinde kurulan uygarlıktan söz etmek istiyorum. Söylediğim gibi, bu doğruluğu kanıtlanmamış bilgiler, antik dönem yazarlarından ve daha sonra bu bölgede kazı yapan bilim adamlarının buluntular eşliğindeki yorumlarından kaynaklanmaktadır.

 

BABİL ŞEHRİ VE TARİHİ SÜREÇ

Babil şehri: Basra körfezinin kuzeybatısında ve Akdeniz’in doğusunda, günümüzde Irak ülkesi sınırları içinde, Fırat ırmağının üzerinde yer almıştır.

Şehir: antik dünyaya: ilk olarak ünlü kral “Hammurabi” (MÖ 1792-1750) döneminde, muhteşem bir uygarlık düzeyine ulaşmıştır. Hammurabi: ismini sonsuza dek yaşatacak ve günümüzde Paris-Louvre Müzesinde sergilenen, ünlü “Hammurabi kanunları” ile gündeme gelmiştir.

Hammurabi döneminden sonra ise, şehirde inişli-çıkışlı bir gelişim görülür.

MÖ.625-605 yılları arasında: “Kalde” hanedanı kurucusu Nabupolasar döneminde: şehir yeniden zirveye çıkar. Özellikle: MÖ.612 yılında: Medler ve İskitlerle birlikte, kuşaklar boyunca politika ve özel yaşamlarına hükmeden “Asur” medeniyetine son verdiler.

MÖ.604-562 yılları arasında hüküm süren, oğul II. Nabukadnezar; Mezopotamya’nın en etkileyici ve ünlü krallarından birisidir. Kendisi: İmparatorluğu yayma düşüncesiyle: Suriye, Filistin ve Mısır üzerine seferler düzenlemiştir.

Bu seferler sırasında: MÖ.597 yılında: “İncil” de de söz edilen: Yahuda kralı Yehoyakin ve pek çok esirin: Babil’e sürülmesi, daha sonra ise Kudüs şehrinde bulunan tapınağın yıkılması ve Yahudilerin son olarak, MÖ.586 yılında, toptan Babil şehrine sürülmesi eylemleri, onun zamanında olmuştur.

Nabukadnezar: bu seferler dışında ülkesinde iken: yorulmak bilmeyen bir inşaatçı olarak tanınırdı. Muazzam bir işgücüyle ürettiği kerpiçler ile, kraliyet mimarlarının denetiminde: saraylar, tapınaklar, kapılar ve görkemli surlar kaptırmıştır.

En heybetli anıtlar ise: mavi sırlı tuğlalarla kaplanmıştır. Ayrıca: yine Babil şehrinin görkemini göstermek için: aslan, boğa ve ejder kabartmalı tuğlalar kullanılıyordu. Mimari anıtlar ve yapıların büyüklükleri: şehri ziyaret edenleri ve şehir halkını, büyülüyor ve sindiriyordu.

MÖ.555-539 yılları arasında, bu kez, kral olarak “Nabunaid” görülür.

Evet: Babil şehri: görkem ve düzenin harmanlandığı yerdir. Sokaklar şaşırtıcı modernlikte, ırmağa paralel ve birbirine dik açılı planlanmıştır. Şehre girişi sağlayan, sekiz kapı bulunmaktadır. Bunların en ünlüsü “İştar kapısı” dır.

Bu kapı: kuzey surlarının tam ortasında idi ve aynı derecede ünlü olan “Tören yolu” na açılıyordu. Bu kapıda, mavi sırlı özel tuğlalar bolca kullanılmıştı. Birbirini izleyen krallar, bu kapıdan tantanalı törenlerle geçerek şehre girerlerdi.

Nebukadnezar döneminde, şehirde birkaç saray vardı. Kuzey sarayı: şehir surlarının hemen ötesinde kurulmuştu. Yazlık saray ise, diğerlerine nazaran daha küçüktü. En önemli saray: bir odalar ve daireler labirentiyle çevrili, beş büyük avlu içeren, Güney sarayıydı. Taht odası buradaydı.

İncil’de anlatılan “Baltazar’ın şöleni” ne sahne olan ve Hephaistion’un yasını tutmakta olan “Büyük İskender” in öldüğü yer burasıdır. Bu sarayı süslemek için de, yine sırlı tuğlalar kullanılmıştır.

Nabukadnezar döneminde, şehir 850 hektarlık alanı ile, eski Mezopotamya bölgesinin en büyük şehridir. Çift savunma surlarıyla donatılmıştır. Surlar: uzaktan bile, etkileyici bir görünüm sergiliyorlardı. Hatta: ünlü gezgin Strabon: şehrin bu surlarının Dünyanın 7 harikasından biri olmasını önermiştir.

Babil uygarlığının şehirlerinde: kule gibi yükselen ve “zigurat” adı verilen Tanrı Maduk’a adanmış tapınak kompleksleri bulunuyordu. Marduk’un en ünlü tapınağı ise “Esagilla” yakınlarındaydı.

 

Heredotos

MÖ.490-480 yılları arasında doğan ve “Tarihin Babası” olarak anılan yazar: Marduk tapınaklarını şu şekilde anlatmaktadır.
“ Babil şehrinin her iki yakasında, birer kule vardı. Bu kulelerin birinde: çok sağlam bir surla çevrili “kraliyet sarayı” ve diğerinde ise: Babil’in Zeus’u olarak bilinen “Bel” in tapınağı bulunurdu.

Tapınak: her kenarı 400 metre uzunluğunda olan kare şeklinde bir yapıydı. Kapıları tunçtan yapılmıştı. Tapınak kompleksinin tam ortasında: 200 metrekarelik bir kule bulunuyordu. Bu kulenin üstünde bir ikincisi, onun üstünde ise üçüncüsü dikilmiş ve böylece toplam 8 kuleye ulaşılmıştı.

Sekiz kulenin hepsine: dıştan bütün yapıyı dolaşan sarmal biçimli bir merdivenle çıkılıyordu. Yolun hemen yukarısında, yukarıya çıkmakta olanların dinlenmesi için oturma yerleri bulunuyordu. En üstteki kulenin tepesinde ise: büyük bir tapınak gökyüzüne doğru yükseliyordu.

Tapınakta: işlemeli örtüler yayılmış, geniş bir divan, yanında da altın bir masa vardı. Bu kutsal yerde, hiç heykel yoktu. Eğer Bel rahipleri olan Kaldeliler’e inanacak olunursa: tanrının seçmiş olduğu Asurlu bir kadın dışında, orada kimse geceleyemezdi. Tanrının bizzat tapınağa girip, yatakta dinlendiği söylenir.”

Evet: Zigurat (tapınak kulesi): Mezopotamya uygarlığının en belirgin özelliğidir. Heretodos’un anlattığı gibi, tepesinde küçük bir tapınak bulunan, kerpiçten yapılmış, basamaklı bu kulenin işlevi, insanları mümkün olduğunca tanrıya yaklaştırmaktır.

Mısırlıların, Teb’de anlattığı buna benzer bir öykü vardır. “ Orada, Teb’li Zeus’un tapınağında da her zaman bir kadın geceler ve söylediklerine göre: Babil tapınaklarındaki kadın gibi, onunda erkeklerle cinsel ilişkiye girmesi yasaktır.”

Lykia şehri Patara’da da yine böyle bir örnek vardır: “ Orada da her zaman bir kahin bulunmadığı için, gerektiğinde kahinin yerine konuşan bir rahibe, gece boyunca tapınağa kapanırmış”

Babil Tapınaklarında: aşağıda ikinci bir kutsal yer bulunurdu. Burada: altın tahta oturan, tamamı altından yapılma büyük bir “Bel” heykeli: yanında da altın bir masa bulunurdu. Kaldelilerin anlattıklarına göre, bunların hepsini yapmak için 22 tondan fazla altın kullanılmıştır.

Evet, bu bölümde, yazının başında belirttiğim gibi, antik dönem yazarlarının “Asma Bahçeleri” hakkında, eserlerinde belirttikleri hususları anlatalım.

 

Berossos

Bu yazar, Büyük İskender’in çağdaşıdır. Yani: MÖ.350 yılında doğmuş olmalıdır. Kendisi: Kalde kökenli bir “Bel” rahibidir. Sonradan: Babil şehrinden ayrılarak, yaşamının kalan bölümlerini sürdürmek için “Kos” adasına yerleşmiştir. Burada: MÖ.280 yılında “Babil Tarihi” isimli bir kitap yazmış ve Yunanlıların, Mezopotamya ve Babil medeniyeti hakkındaki merak ettikleri hususları açıklamıştır.

Evet: yazar “Asma Bahçeleri” konusunu “II. Nabukadnezar” ile bağdaştırır.

“Sarayın: dağ biçimi verdiği ve üzerine her türlü ağacı diktiği “taş tepeler” vardır. Ayrıca: bitkilerin ekildiği bir cennet kurdu. Çünkü: Med ülkesinden gelmiş olan karısı, anavatanındaki manzaranın özlemini çekiyordu.”

“Ve, bu sarayın içine diktirdiği yüksek taş teraslarda, dağ manzarasını aynen kopya etti. Bunları: her çeşit ağaçlarla donatıp “Asma Bahçeler” denen yapıyı kurarak, benzerliği tamamladı. Çünkü: Med ülkesinde büyümüş olan karısı, dağlık yerlere tutkundu.”

Yerel kaynaklar: Nabukadnezar’ın bu karısından hiç söz etmezler. Ama, Babil ve Medler arasında, bir hanedan evliliği, tarihsel açıdan akla yatkındır. Berossos’un yazdıklarına göre: bu Med prensesinin ismi “Amytis” tir.

 

Diodoros

Bu yazar Sicilyalıdır. MÖ.1’nci yüzyıl ortalarında yaşamıştır. Onun “Asma Bahçeleri” konusundaki tanımları şunlardır:

“ Akropolisin yanında “Asma Bahçeleri” dedikleri yer vardır. Bunu “Semiramis” değil, daha sonraki bir kral: Suriyeli odalığını hoşnut etmek için yaptırmıştır. Çünkü: Pers ırkından olan ve ülkesinin dağlarındaki yeşilliklerin özlemini çeken kadın; kraldan; Pers ülkesindeki doğal manzaraya benzeyen bir bahçe yapılmasını istemiştir.”

“Bahçe alanı: her bir kenarda, 4 plethron’a erişiyordu. Bahçenin yolu: yamaç gibi eğimli olduğundan ve yapının birkaç bölümü kat-kat birbirinin üstünde yükseldiğinden; tiyatroya benzeyen bir görüntü ortaya çıkıyordu. Teraslar yükselirken: bunların altında, bahçenin bütün ağırlığını taşıyan ve kademeli olarak birbirinin üstüne binen galeriler yapılmıştır.”

“50 kübit yükseklikteki en üst galeri: bahçenin en yüksek katını oluşturuyordu ve şehir surlarının kuleleriyle aynı yükseklikteydi. Şehir surları: 22 ayak kalınlığında ve her iki sur arasındaki geçit ise, 10 ayak eninde idi.” (Yani, şehir iki sıra sur ile korunuyordu)

“ Galerilerin tepesi: 16 ayak uzunluğunda ve 4 ayak genişliğinde taş kirişle kapatılmıştı. Bu kirişlerin üstünde, çatı olarak belirlenen bölüm bulunuyordu. Çatıda: birinci tabakada: katranla döşenmiş bir kamış tabakası, bunun üzerindeki ikinci tabakada: çimento ile yapılmış iki sıra pişmiş tuğla ve üçüncü tabakada ise: topraktan gelen nem aşağı inmesin diye kurşundan yapılmış bir kaplama vardır.

Bu üç sıra kaplamanın üstünde: toprak yığılmış ve zemin düzleştirilmiştir. Çünkü: büyük ağaçların kökleri için yeteri kadar derin bir toprak tabakası gerekiyordu ve her türden ağaç sık aralıklarla dikilmişti. Bu ağaçlar: büyüklükleriyle ve çekicilikleriyle görenlere keyif veriyordu. Işık alan galerilerde ise, kraliyet köşkleri bulunuyordu.

Bir de: en üst kattan gelen açmaların ve bahçelerin su gereksinimlerini karşılayan makinelerin bulunduğu galeri vardı. Makineler, Fırat ırmağından bolca su çekerler, ancak bunu dışarıdan kimse göremezdi.”

 

Quintus Curtius Rufus

Yazar “İskender Tarihi” isimli kitabında, “Asma Bahçeleri” hakkında şunları belirtmektedir.

“ İç kalenin zirvesinde “Asma Bahçeleri” vardır. Bu bahçelerin yükseklikleri: şehir surlarına denktir. Buradaki ulu ağaçlar, güzel gölgeler verirler. Ağaçların gövde çevresi 12 ayak ve yükseklikleri 50 ayak kadardır. Bu ağaçlar, anavatanlarında bile, bu kadar büyüyemezlerdi. Bu ağaçlar: birbirinden 20 ayak uzaklıktaki, 20 kalın duvar tarafından taşınırlar.

Bu duvarlar: taş paye dizileriyle yükseltilmişlerdir. Duvarların üstünde, ayrıca: sulama için getirilen suyu taşıyan sağlamlıkta, taş kaldırım bulunmaktadır.

Bahçelere uzaktan bakanlar: bunları, dağlarında uyuklayan ormanlar sanırlar. Çünkü: dev ağaçlarla tepeleme dolmuş olan bu muazzam yapı, hala ayaktadır.”

 

Strabon

Aslen Sinoplu olan ünlü yazar “Coğrafya” adlı eserinde “Asma Bahçeleri” hakkında şunları yazmıştır.

“ Babil şehrinde surların çevresi 385 stadiondur. Kalınlıkları ise, 32 ayaktır. Surların üzerinde bulunan kulelerin arası 50 kübit, yükseklikleri ise 60 kübittir. Surların üstündeki yoldan: karşılıklı 4 atlı araba, rahatlıkla geçebilirdi.

Asma Bahçeleri: dörtgen şeklindedir. Her bir kenarın uzunluğu: 4 plethrondur. Küp benzeri temeller üzerine, kat-kat sıralanmış, kemerli tonozlardan oluşur. Pişmiş tuğla ile asfalttan yapılmış olan, içleri oyuk temeller, en büyük ağaçların dikilmesine imkan veren derinlikte, toprakla doldurulmuştur.

Temeller: tonozlar ve kemerler de: pişmiş tuğla ve asfalttan yapılmıştır. Üstteki teraslara, bir merdivenle çıkılıyordu. Basamakların yanında ise oyuklar vardı. Fırat ırmağından çekilen su; bu işle görevlendirilenler tarafından, bu oyukların içinden, yukarıya itiliyordu. Çünkü: 1 stadion enindeki ırmak, şehrin ortasından akıyor ve bahçe de ırmak kıyısındaydı”

 

Philon

MÖ.250 yılları civarında yaşamış olan yazar, Byzantionludur. Yazar “Asma Bahçeleri” hakkında şunları yazmıştır.

“ Yer düzeyinde dikilmiş, bitkiler vardır. Ayrıca: bir teras tepesine: kökleri toprağın derinliklerine gömülmüş ağaçlar bulunmaktadır ki Asma Bahçelerinin yapım tekniği budur.

Bütün kitle: taş sütunlarla desteklenmiştir. Alttaki tüm alan: oyuk sütun kaideleriyle kaplanmıştır. Sütunlar: çok dar aralıklarla yerleştirilmiş kirişler taşırlar. Kirişler: palmiye gövdelerinden yapılmıştır. Çünkü: palmiye gövdesi tahtası: çürümez ve ıslakken ağır bir baskıya maruz kaldığından, yukarı doğru kıvrılır.

Üstelik: kıvrım ve yarıkları içine yabancı maddeler alabildiğinden: köklere besin sağlarlar. Bu yapı: geniş bir toprak kitlesini taşır ve bu toprak kitlesi içinde: geniş yapraklı ağaçlar, çeşit çeşit çiçekler ve kısacası göze hoş gelen her türlü bitki bulunur.

Bütün alan: yerdeki toprak gibi sürülmüştür. Toprak: aşılamaya ve çoğaltmaya çok uygundur. Böylece: alttaki sütunlar arasında gezinenlerin başları üstünde: sürülü bir tarla uzanır. Toprağın en üst düzeyi: ayaklar altında ezilirken, alttaki sıkı toprak bozulmadan kalır. Yukarıdaki havuzlara çekilen suyun bir kısmı: eğimli kanallardan, düz bir çizgide aşağıya akar.

Bir kısmı da, spiraller yoluyla ve mekanik güçlerle itilerek yukarı doğru fışkırır. Böylelikle: yüksek bir seviyedeki çıkış yerinde bir araya getirilen sular: bahçenin tümünü sulayarak, bitkilerin derinlerdeki köklerini ıslatır, toprağı sürekli nemli tutar.

Bunun için: çimenler hep yeşildir ve nemle irileşip dolgunlaşan ağaç yaprakları; esnek dallara sımsıkı bağlanarak büyürler. Kök ıslak tutulduğu için; zeminin altındaki kanal ağında dolaşarak her yana dağılan su yukarıdan emildiği için ağaçların yerleşik düzeni ve kalitesi korunurdu.

Evet: bu; kraliyet lüksünün bir sanat yapıtıdır ve en çarpıcı yanı da: tarım emeğinin izleyicilerin başının üstünde asılı olmasıdır. “

 

Byron

Bu yazar “koyun sürüsüne çullanan bir kurt gibi gelen Asurlu” olarak “Sanherib”(MÖ.704-681)i tanımlamaktadır.

Sanherib: botaniğe meraklı bir kraldır. Ninovada’ki sarayının yanında: uçsuz bucaksız bir bahçe düzenlemiştir. Bu bahçeyi, askeri seferlerinde: uzak yerlerden topladığı nadir ve egzotik fidanlar, otlar ve ağaçlarla donatırdı. Eğer anlatımda kullanılan “yün üreten ağaçlar” biçimindeki garip deyim doğruysa; Hindistan’dan “pamuk” bile getirdiğine inanılmaktadır.

Sanherib: kuşatma olasılığına karşın, önlem almak için olsa gerek: Ninova’ya gereken su stoğunu güvenceye almak amacıyla: “Khosr ırmağı” na bent çektirmiştir. Hatta: hala izleri görülen erken tarihli bir yapının yerine birkaç millik su kemerler bile yaptırmıştır. Bu nedenle: bahçelerine yeterli sulama sağlamak için özenle önlem aldığına da emin olabiliriz.

Babil Çivi Yazılı Tabletlerinde: Bahçeler Hakkındaki Bilgiler:

Asur kralı I. Tiglat-Pileser (MÖ.1115-1077): bereketli bahçeleri ve meyve ağaçlarıyla gurur duymaktadır.

Kral II. Asurnasirpal (MÖ.883-859): iç kale ile Dicle ırmağı yanındaki kraliyet bahçelerini nasıl kurduğunu, bunları askeri seferlerde yabancı bölgelerde elde edilen bitki türleriyle nasıl donattığını “Asurnasirpal Steli” nde belirtmektedir. “

Yukarıdan gelen su kanalları bahçelere akar. Patikalar, güzel kokularla doludur. Zevk bahçesinin çağlayanları, gökteki yıldızlar gibi parlar. Asmalar gibi salkım salkım meyveler kuşanmış nar ağaçları, bu zevk bahçesindeki esintileri zenginleştirir. Ben, Asur-nasir-apli, sevinçler bahçesindeki bir sincap gibi boyuna meyve toplarım”

Evet:”Asma Bahçeleri” nin varolup olmadığı konusundaki bu yazıtlardan sonra: eğer varsa, bu bahçelerin Babil şehrinin neresinde kurulduğu hakkındaki teorilerden söz edelim.

Arkeolog Koldeway’e göre

“Babil’in Asma Bahçeleri” olarak düşünülen yer: tonozlu yapı olarak bilinen, Güney Sarayının kuzeydoğu köşesindeki yerdir. Burada: tonozlu dört ova ve bir yer altı avlusu bulunmaktadır ki bu yapı Koldeway tarafından şöyle tanımlanır:

“ Bir orta geçidin her iki yanında: birbirini dengeleyen, aynı ölçü ve şekildeki 14 odacık, sağlam bir duvarla çevrilidir. Bu bölümün çevresinde, bir koridor dolanır. Bunun kuzey ve doğu tarafı: iç kalenin dış duvarını oluşturur. Batıdaki odacıkların birinde: hem Babil ve hem de eski dünyanın başka herhangi bir yerinde görülmeyen bir “kuyu” bulunur.

Bu kuyunun hemen yanında, birbirine yakın üç çukur vardır. Bu çukurların ortada olanı kare, diğer ikisi ise, dikdörtgen şeklindedir. Bundan çıkarılan sonuç: burada bir mekanik hidrolik sistem bulunduğudur. “

Bu sistem: bizim zincir tulumbamız ile aynı ilkede çalışmaktadır. Zincire asılı kovalar, duvarın üzerine yerleştirilen bir çarkın üzerinde dönüyordu. Bugün bu yörede kullanılan ve dolap denilen bu düzenek, sürekli bir su akışı sağlıyordu.

Tonozlu yapı, tüm özellikleri dikkate alındığında, Babil şehrindeki yapılar içinde, oldukça farklıdır. Yapıda, taş kullanılmıştır. Bu taş kullanımı da, yapının özelliğini ortaya koymaktadır. Zaten, tüm şehir kazılarında, çok sayıda yontma taşın çıkarıldığı iki yer bulunmaktadır.

Buralar: tonozlu yapı ve sarayın kuzey duvarıdır. Ancak: Asma Bahçeleri hakkındaki tüm yazıtlarda, şehirde taşın kullanıldığı yalnızca iki yerden söz edilmiştir ki, bunlar: sarayın kuzey duvarı ve Asma Bahçeleridir.

Tonozlu yapının “Asma Bahçeleri” olarak düşünülmesi için, Koldeway şunları öne sürmektedir.
“ 1. Başka yerde hemen hemen hiç olmayan yontma taş kullanılması,
2. Ağır bir üst yapıyı tutmak için planlandığı anlaşılan, ender kalınlıktaki duvarlar.
3. Hiç görülmemiş tipte bir kuyunun varlığı. “

Tonozlu yapıda sonradan yapılan kazılarda elde edilen bulgular şunlardır: “tonozlu yapıdaki kemerli odalar gurubunun, daha sonra sıradan işlerde kullanıldığı tespit edilmiştir. Orada: Nebukadnezar’ın MS. 10 ve 35’nci yıllara tarihlenen bir çivi yazısı tablet arşivinin bulunduğu yani bir depo olarak kullanıldığı anlaşılmıştır.

Bu çivi yazılı metinlerde: o dönemde, Babil şehrinde tutsak olarak bulunan yabancı sürgün guruplarına ayrılan yiyecek payı, yağ ve arpa listesi bulunuyordu. Tabletlerden birinde: Yahudi kralı Yehoyakin ile maiyetinin ismen anılması yeterince şaşırtıcı olup, çivi yazılı kaynaklar ile “İncil” arasındaki uyumlu bağlantının örneği görülmektedir.

Ayrıca: bu duvarların gerçekten bir bahçeyi taşımaya yetecek güçte olup olmadığı kuşkuludur ve bu duvarların Tören yolunun devamını destekleme işlevi yürüttüklerine karar verilmiştir.

En önemli sorun: tonozlu yapının, su stoklarına ve ırmağa olan uzaklığıdır. Burada: özellikle Strabon’un bahçelerin ırmak kıyısında bulunduğunu net olarak söylediğini unutmamak gerekir.

Yine, kazılarda görevli “Wiseman” isimli arkeolog: Asma Bahçelerinin, Nabukadnezar ile kraliçenin oturmuş oldukları “Batı Sarayı” ile “Fırat ırmağı” arasında, dış kısımdaki Batı Savunma Yapısının (110×230 metre) üzerine ve kuzeyine yerleştirildiği görüşünü öne sürmektedir.

Şöyle der: “ Batı savunma yapısındaki kazılar, yazlık saray ya da köşk olabilecek saray benzeri bir yapının alt düzeylerini açığa çıkardı. Ama girişi yoktu, demek ki giriş doğrudan saray platformundan yüksek bir yol ya da köprüyle gidilen daha yüksek bir düzeyde olmalıydı.”

Evet, bu bahçelerin Fırat ırmağının doğu kıyısındaki teraslarda bulunması, batıdan esen çöl rüzgarlarına açık olacaklarından ve hiçbir güzellikleri bulunmayacağından uygun olarak düşünülmemektedir. Asma Bahçelerin: surlarla korunan teraslar üzerinde, kuzeye doğru devam eden, saraydan görülebilecek amfitiyatro benzeri bir düzen oluşturularak yapıldıkları düşünmek en mantıklıdır.

Bu varsayım: kalenin dışında, kuzeye doğru uzanan bahçelere kolayca erişim avantajı sağlamaktadır. Kazılarda: burada, büyük çapta sulama için uygun olan derin kanallar bulunmuştur. Ancak, bunlar, büyük olasılıkla, surların dışındaki hendek sistemine su sağlayan, su kanalları olarak da değerlendirilmektedir.

Son olarak: Iraklı bilim adamı Dr. Mu’ayyad Damerji: ırmak kıyısındaki; 25 metre kalınlıktaki iki büyük duvarın, zift ve hasırla kaplı basamaklardan oluşan, teraslar şeklinde yapıldığına dikkat çekmektedir. Nabukadnezar: kraliyet bahçelerini tarif ederken “büyük bir savunma duvarına benzer” demekle, yapay bir dağ manzarasını ifade etmiş olabilir.

 

BABİL ŞEHRİNDEKİ KAZILAR

1900’lü yılların başında, Alman Arkeolog Robert Koldewey tarafından: Babil şehrinin büyük bölümü gün yüzüne çıkarılmıştır.

Kazılarda elde edilen en önemli buluntular içinde: o dönemde kralların ağzından yazılan çivi yazılı tabletlerdir. Bu çivi yazılı tabletlerde: krallar, yapılarının inşaat programlarını, yaptıkları onarımları ve getirdikleri yenilikleri, uzun uzun anlatıyorlardı. Çünkü, tek düşünceleri, yapıtlarının tanrının aklında kalmasını sağlamaktır.

Ama, yazının başında belirttiğim gibi, bu çivi yazılı tabletlerde birçok bilgi olmasına rağmen “Asma Bahçeleri” hakkında herhangi bir bilgi bulunamamıştır. Ancak: öte yandan kazıların halen sürdüğü ve her an bunlar hakkında bilgiler veren bir kısım tablet bulunup bulunmayacağı da meçhuldür.

Çünkü: Yunanlı ve Romalı antik dönem yazarlarının anlattıkları gerçekten etkileyicidir. Bu nedenle: “Babil şehrinde bulunduğu öne sürülen Asma Bahçeleri” çeşitlilikleri ve büyüklükleri, konumları nedeniyle “Dünyanın 7 harikası” listesine dahil edilmişlerdir.