Evet, Boğaziçi’ni; Avrupa yakasından gezmeye başlayabiliriz. Bu geziyi: planı inceleyerek, görmek istediğiniz yerleri belirledikten sonra; çeşitli ulaşım araçları ile yapabilirsiniz.
Ama özellikle, son bölümlerdeki mekanların; uzaklığı, belki de size, bu gezi için ayıracağınız bir günün yetmemesine neden olabilir. Eğer gezinizi denizden, vapurla yaparsanız; inanıyorum ki, yine de bu bilgiler, uzaktan göreceğiniz mekanlar hakkında size güzel bilgiler verecektir.
İlk etapta: Fındıklı-Ortaköy olabilir. Bu etabın başında: Salıpazarı’n da; Nusretiye Cami ve Sebili var.
NUSRETİYE CAMİİ
İlk olarak; Sultan III. Selim tarafından; ahşap malzemeden yaptırılır ve “Arabacılar Camii” olarak isimlendirilir. Ancak; ünlü Firuzağa yangının da yanar ve daha sonra; aynı yere, Sultan II. Mahmut tarafından; 1825 yılında, Krikor Amira Balyana yaptırılır.
Muhtemelen, bu günkü cami alanında; yangın sonrasında, yardımların dağıtıldığı yer vardı ve bundan dolayı camiye, yardım dağıtım yeri anlamında “Nusretiye” ismi verilmiştir. Aslında; yeniçeri ocağının kaldırılmasından (Vakay-ı Hayriye) sonra yaptırılmış. Bu nedenle “hayırlı olay” anısına dikilmiş bir anıt gibi.
Nemden etkilenmesin diye; yerden 3 m. yükseklikteki sütunlar üzerine inşa edilmiştir. Ampir üslupta bir yapıdır. (Ampir; sözlük olarak “İmparatorluk Üslubu” anlamına gelir. Fransız İmparatoru Napolleone Bonaparte zamanında ortaya çıkan bu üslubu, daha sonra Osmanlılar da benimsemişlerdir )
Tek kubbeli, iki ince minaresi ile , İstanbul’un silüeti’ni etkiliyor. Ana kitle ve kubbenin çok yüksek olmasından dolayı minareler uzun ve ince. Özellikle; minarelerin çok ince ve yüzeyinin oluklu olması ilginç. İstanbul’un en ince minareli camisi. Cami döşemesi mermer. İç kısımdaki hünkar mahfili; bütünüyle mermer ve kafesi pirinç dökme ve altın yaldızlı. Bu özelliği, yani Padişahlara mahsus bir mekanın bulunması; burayı daha da ilginç duruma getiriyor.
Caminin yazıları; Mustafa Rakım Efendi ve Şakir Efendi tarafından yazılmış. Büyük giriş kapısının üstündeki yazı; Mustafa İzzet Efendiye ait. 4 m. yüksekliğinde ve 2.10 m. genişliğinde, görkemli bir kapıdan camiye giriliyor. Sultan girişi ise; denize bakan güney cepheden.
Kapının karşısında; sebil vardır. Buraya yani camiye uğrarsanız; içerideki hatları görmeyi ihmal etmeyin.
Evet, devam ediyoruz. Anayol’dan ilerliyoruz. Dolmabahçe’ye doğru; 1882 yılında kurulan, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi var. Osmanlı döneminde: Meclis-i Mebusan Binası olarak kullanılmış. Yukarıda: Cihangir Cami, sahilde: Molla Çelebi Camii gibi önemli yapılar var.
Dolmabahçe’nin: elbette ki en ilginç yapısı: Saat Kulesi, Cami ve Dolmabahçe Sarayı. (Dolmabahçe Sarayı yine bu sitede; ayrı bir başlık altında incelenmiş ve yazılmıştır. Ayrıntılı bilgiyi oradan alacaksınız)
Dolmabahçe’den; Beşiktaş’a gelirken, solda: Akaretler’de; Sıraevler’i göreceksiniz.
SIRA EVLER
1875 yılında yaptırılmış ve türünün ilk örneğidir. Sultan Abdülaziz tarafından, Dolmabahçe Sarayı Lojmanları olarak; Sarayın muhafızları ve ağaları için ikametgah yeri olarak yaptırılmıştır. Sultan Abdülaziz; Beşiktaş Köy içindeki ahşap köşklerde; 10-15 yılda bir çıkan büyük yangınlardan korunmak için; Dolmabahçe Sarayının çevresini yüksek duvarlarla çevirttirir.
Sıraevler’i de; yine yangınlara set çekmek için inşa ettirir. Sultan; Aziziye Caminin yapımına katkıda bulunması için; lojmanlardan arta kalan kısmı da; kiraya verdirmiştir. Kira getiren yerler anlamına gelen “Akaretler” adı buradan geliyor. Müstakil olarak kiralanan binaların kiracıları; genelde, İstanbul’da yaşayan yabancılar olmuştu.
Osmanlı saray ressamlarından İtalyan Fausto Zonaro da; resimlerini, Sıraevler’de oluşturduğu atölyesinde yapmıştır. Dolmabahçe Sarayı’nı inşa eden Balyan ailesinden Sarkis Balyan; aynı zamanda Sıraevler’in de mimarlığını yapar. Saray ile aynı dönemde inşa edilmesine karşın, burası, daha sade bir üslup taşır. Dolmabahçe Sarayının aksine, cephelerinde Barok tarzı yerine, ampir çizgiler tercih edilmiştir.
Burası; her biri 450 m. kare olan 138 konut biriminden oluşmaktadır.
Kompleksin mülkiyeti; Vakıflar Genel Müdürlüğüne aittir. Buralar; bir dönem; semt postanesi, polis karakolu, Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Bölümü, İsmet İnönü İlkokulu, burada hizmet vermiştir. Türkiye’nin ilk akıl ve ruh hastanesi de, Gündüz Hastanesi adı ile burada açılmıştır.1995 yılında: yap-işlet-devret modeliyle; özel bir firmaya kiralanmıştır. Türkiye’nin ilk toplu konut projesidir.
Proje kapsamında: Atatürk Müzesi (Atatürk’ün Bandırma vapuruna binmeden önce, annesi ve kız kardeşiyle birlikte, 1.5 yıl kaldığı ev) , Ofis, Apart Otel, Otel, Mağazalar ve Otopark kompleksinin yapımı planlanmıştır. Projenin ilk etabı; 1998 yılında bitirilmiş olup, dış cepheler orijinallerine sadık kalınarak sağlamlaştırılmıştır.
İç mekanlar ise; taşıyıcı sistem bozulmaksızın, fonksiyonuna uygun olarak yeniden düzenlenmiştir. 2008 yılında, onarımlar sona ermiş ve Akaretler Sıra Evlerinin açılışı yapılmıştır. Burada; bugün, farklı büyüklükte: 56 rezidans, toplam 11 bin m. kareden 34 mağaza, 6 kafeterya-restoran ve ünlü otel zincirlerinden biri bulunmaktadır.
Beşiktaş Meydanına varıyorsunuz. Burada; Mimar Sinan’ın eserleri var. Bunlar: Sinan Paşa Camii, Barbaros Türbesi ve Barbaros Heykeli ve hemen arkasında Deniz Müzesi görülebilir.
SİNAN PAŞA CAMİ
Beşiktaş İskelesinin hemen karşısında. 1550-1553 yılları arasında, Osmanlı Donanmasının Kaptan-ı Deryası olan Sinan Paşa tarafından yaptırılmıştır. Sinan Paşa, 1553 yılında öldüğünde, cami inşa halindeydi. O yüzden, Sinan Paşa, Üsküdar’daki Mihrimah Sultan Camisinde gömülmüştür. Cami; 1555 yılında tamamlanmıştır. Mimar Sinan tarafından inşa edilmiştir. İlçenin merkezinde yer alan “Sinanpaşa Mahallesi” ne adını vermiştir.
Cami: dikdörtgen bir plan üzerine oturtulmuştur. Merkezi kubbe; kemerlerle, altı köşeli bir şekilde sütunlara dayandırılmış olup, iki yanda, ikişer kubbe bulunur. Kurulduğundan bu yana; çeşitli tarihlerde onarım görmüştür. Mabedin son cemaat yerini, medrese çeviriyor. Tek minaresi var. Hünkar mahfili yıkılmış. Mermer eteklik ve sütun başlıkları; 16’ncı yüzyıl Osmanlı işçiliğinin en güzel örneklerinden biridir.
İkinci ve üçüncü kat pencerelerinin camları renklidir. Avluyu; son cemaat yeri ile birlikte, 22 mermer sütunlu, kubbesiz ve kiremit örtülü bir kısım çevirmektedir. Duvarları kesme taş ve kırmızı tuğla karışımıdır. Tek şerefeli minaresi vardır. İki kapılı bahçenin ortasında, 4 mermer sütunlu bir şadırvan vardır.
Şadırvanın üstü; havuzdaki suyun kirlenmemesi için, mermer eteklikle kapatılmış. Cami ve avlusu; değişik zamanlarda yapılan müdahalelerle, orijinal karakterini yitirmiştir.
448 yıllık caminin; en son restorasyon işlemlerinde, büyük skandallar ortaya çıktı. İddialara göre; caminin içindeki orijinal kalem işleri yok edilip, gerçekle ilgisi olmayan, yeni motifler çizildiği söz konusu.
BARBAROS TÜRBESİ
1534 yılında, bizzat kendisi tarafından yazdırılmış Barbaros Vakfiyesinde; Beşiktaş’taki medrese yanına yaptırdığı türbeye defnedilmesini ve kabrinin üzerinde kandil yakılmasını vasiyet etmiştir. Beşiktaş’ta, Sinan Paşa Caminin karşısındadır.
Türbeyi: 1541 yılında Mimar Sinan yapmıştır. Kesme taştan, sekiz köşeli, tek kubbeli ve alt üst pencerelidir. Sandukanın üstüne, yukarıdan asılmış ve üzerinde Zülfikar resmi bulunan, yeşil zemin ipekli kumaştan yapılmış bir sancak bulunmaktadır.
Türbede mevcut dört sandukada: Barbaros Hayrettin Paşa, hanımı Bala Sultan, Cafer Paşa ve Cezayirli Hasan Paşa yatmaktadır. Kapı önündeki revak; mermer iki sütunla taşınan sivri kemer üzerine çapraz tonozun oturmasıyla oluşturulmuştur. Türbenin yedi cephesinde, iki sıra halinde, toplam 14 pencere bulunur.
Pencere üstü ve kubbesi kalem işleriyle bezelidir. Bahçesindeki 25 gömütte, yakınları gömülüdür. Türbe; yalnızca 1 Temmuz Kabotaj Bayramı ve 4 Nisan Deniz Şehitlerini Anma Günü gibi özel günlerde resmi ziyarete açılmaktadır.
BARBAROS HEYKELİ
Barbaros Hayrettin Paşanın hatırasına dikilen bir anıttır. Beşiktaş’ta: Cezayir Caddesinde ve Barbaros Türbesinin hemen arkasındadır. 1944 yılında, heykeltıraş Zühtü Müridoğlu ve Ali Hadi Bara tarafından yapılmıştır. Anıtın altında; Yahya Kemal’in mısraları görülür.
Anıtın tümü: 11.5 metredir. Yalnızca kaidenin yüksekliği: 2.5 metredir. Kaide: küfeki taşından, Prof. L. M. Sue tarafından yapılmıştır. Platform ise; bir gemi güvertesi izlenimini verir. Üzerinde: iki Levend ve Barbaros’un heykelleri bulunur. Figürlerin arkasında ise; geometrik bir kitle yükselir.
Barbaros; Levend’lerin önünde ve ortada duruyor. İki yandaki Levend’ler; ileri doğru hareket halinde izlenimi veriyor. Figürlerin arasında, en ortada yer alan sancak, figürleri birbirine bağlayıcı bir unsur olmasının yanında, piramidal kompozisyonu vurgular.
Osmanlı’ya özgü kıyafetlerin doku olarak verilişleri, son derece başarılıdır. Sağdaki levendin elinde silah bulunur. Soldaki ise, sağ elindeki kılıçla ileri doğru atılır bir jestle tasvir edilmiştir. Bu figürün sol eli ise, geriye doğru uzanmıştır.
Figür; sağdaki Levend’e göre, daha yandan tasvir edilmiştir. Bu üç figür; jestleriyle, dinamik ifadeleriyle, kıyafetlerinin işlenişi ile ve modele edilişlerindeki sağlamlıkla dikkat çekmektedirler. Aynı zamanda, bir bütün olarak da sağlam bir kompozisyon vardır.
Barbaros ve Levend’lerin kıyafetleri; Topkapı Sarayındaki örnekler incelenerek ve Barbaros’un portresi ise “Nigari’nin minyatür” ünden yola çıkılarak yapılmıştır. Kaidenin sol yanında; Barbaros’un Kanuni’ye takdimi, sağ yanında ise “Preveze Deniz Zaferi” kabartma olarak işlenmiştir.
Bronz dökülen kısım: yaklaşık 7 tondur. Bronz işleri: Yusuf Akpınar ve Ali Haydar Seymen tarafından yapılmıştır.
DENİZ MÜZESİ
Burada; Türk denizcilik tarihi ile ilgili; eşya, resim ve maketlerle, Osmanlı Sultanlarının Boğazı geçerken kullandıkları saltanat kayıkları sergileniyor.
Türkiye’nin denizcilik alanındaki en büyük müzesidir. İçerdiği koleksiyonun çeşitliliği açısından: dünyanın sayılı müzelerinden biridir. Koleksiyonda, yaklaşık 20 bin eser bulunmaktadır. Deniz Kuvvetleri Komutanlığına bağlı olan İstanbul Deniz Müzesi, Türkiye’de kurulan ilk askeri müzedir.
Türk Deniz Müzesi: 1897 yılında, Bahriye Nazırı Hasan Hüsnü Paşa’nın emirleriyle; Kasımpaşa’daki Osmanlı Devlet Tersanesinde kurulur. Önceleri düzenleme yapılmamış, müze deposu olarak sergiye açılmıştır. 1914 yılında, Bahriye Nazırı olan Cemal Paşa; müzede reform yapmış ve bilimsel anlamda yeniden düzenlenmesine imkan sağlamıştır.
Türk gemilerinin tam ve yarım modellerinin yapılması için “Gemi Model Atölyesi” ve mankenlerin yapıldığı “Manken Atölyesi” kurulmuş, müzeciliğin geliştirilmesine ve bugünkü halini almasına temel oluşturulmuştur.
2’nci Dünya Savaşının başlamasıyla, eserler korunma amacıyla, Anadolu’ya nakledilir. Savaş sonunda ise, 1946 yılında, müzenin tekrar İstanbul’a taşınmasına karar verilir ve müze o günün koşullarında, en uygun yer olan Dolmabahçe Cami Külliyesine taşınır. 1961 yılında ise, Beşiktaş İskele Meydanındaki Türk Amirali Kaptan-ı Derya Barbaros Hayrettin Paşanın anıtı ve türbesi yanında, bugünkü bulunduğu yere taşınır.
1970 yılında, Deniz Kuvvetleri Komutanı Celal Eyiceoğlu’nun gayretleriyle: müze binalarına ilaveten, bir Kayıklar Galerisi yaptırılarak, tarihi kayıklar ve kadırgalar da sergi kapsamına alınır.
Ana sergi binası: 3 katlıdır. Binada: 4 büyük salon ve 17 oda, sergileme alanı olarak kullanılıyor. Salonlara: rüzgar yönlerinin isimleri verilmiş. Müzede: saltanat kayıkları, bahriyeli kıyafetleri, el yazmaları, gemi modelleri, sancaklar, haritalar ve tablolar, tuğralar ve armalar, kadırgalar, seyir aletleri, gemi baş figürleri ile silahlar sergileniyor.
Müze bünyesinde: halen bir kütüphane ile Tarihi Deniz Arşivi de, bulunmaktadır. Tarihi kayıklar galerisi; denizcilikle ilgili çeşitli objeleri içermesi bakımından, müzenin en ilginç bölümünü oluşturur.
Dünyada benzeri olmayan Osmanlı saltanat kayıkları; bu galeride, tamamen orijinal şekilleri korunup sergilenmektedir. Buradaki en değerli eser ise; 1648-1687 yılları arasında padişah olan, IV. Mehmet’e ait, tenezzüh kadırgasıdır. 40 m. boyunda, 5.90 m. Eninde, 140 ton ağırlığında ve her küreği 3 kişi tarafından çekilen (toplam 144 kürek) 24 çifte ve oturakla donatılmış bu orijinal kadırganın köşk kısmı da Türk el sanatlarının zarif bir örneğidir. Müzenin bahçesi de açık teşhir alanı olarak düzenlenmiştir.
Burada: Piri Reis haritasının mozaik röprodüksiyonu ile Osmanlı egemenlik sınırlarını gösteren, üç duvar haritası, ayrıca ünlü Türk denizcilerinin büstleri, hava şartlarından etkilenmeyen diğer objeler ve orijinal mayınlar, torpidolar, deniz topları, denizcilikle ilgili kurumlara ait eski kitabeler ve benzeri sergileniyor.
Deniz Müzesinde halen 3742 eser sergilenmektedir. Kütüphane de, bazıları yazma olmak üzere,20 bini aşkın kitap mevcuttur. Tarihi Deniz Arşivinde, Bahriye Nezareti dönemine ait 25 milyon civarında, tarihi eski yazılı belge bulunmaktadır.
Barbaros Bulvarı’ndan; yukarı çıkıyoruz. Serencebey Yokuşu. Sağda, önce Ertuğrul Tekkesi, Şeyh Zafir Türbesi, Kütüphanesi, Çeşmesi ve daha yukarıda Yıldız Sarayı görülebilir.
ERTUĞRUL TEKKESİ-ŞEYH ZAFİR TÜRBESİ, KÜTÜPHANESİ,ÇEŞMESİ
Sultan II. Abdülhamit tarafından; 1903-1904 yılları arasında yaptırılmıştır. Mimarı Raimondo Dadonco’dur. Türbenin pencerelerine yaklaşınca, içeriden müzik sesi gelmektedir.
Çünkü: tarikatın kendine özgü yapısından kaynaklanan bir gerekçeyle; müziğe çok önem veriliyormuş. Müzikli dinletiler ve törenler, özel olarak seçilmiş, sesi güzel kişilerin bir araya getirilmesiyle ve Sultan II. Abdülhamit’in de katıldığı çok önem verilen anlarmış.
Türbenin kulelerinin tepesinde bulunan “gül” figürüne; burayı yapan mimarın binalarında rastlanır. Mermer ve taşın birlikte kullanıldığı, güçlü masif bir görüntüye sahip.
Kemerin altındaki uzun pencerelerin metal bölümlerindeki üçgen geometrik şekiller; sarmaşık dallarına, ortadaki güllü bölüm de, sarmaşıklar arasında büyüyen bir gül ağacına veya laleye benziyor. Tıpkı; güzel ve dingin bir bahçe de olduğu gibi. Ölene saygı gösterilen bir bahçe.
Aynı mimar; 1903 yılında, Karaköy Camini de yapmıştır. Ancak; Cami, o zamanki Belediyenin kararıyla, yol yapımı yüzünden, ortadan kaldırılmıştır.
Türbe: 2000 yılında, Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından restore edilmiş. Yine de, biraz yıpranmış durumda. İyi bir bakıma muhtaç, boyaların yer yer kalkmış olduğu ve şadırvanın da orijinalin de olmadığını tahmin ettiğim kötü bir boyası var.
YILDIZ SARAYI
Yıldız Sarayı: Beşiktaş, Ortaköy ve Balmumcu arasındaki konumuyla; 500 bin metre kare alanı kaplayan Yıldız Parkı içinde bulunuyor. Eskiden; av sahası olan parkın içinde: Kanuni’den bu yana; Padişahlar: kasırlar ve köşkler yaptırmış. Saray, ilk kez Sultan III. Selim (1789-1807) in annesi Mihrişah Sultan için yaptırılmış.
Sultan Selim; sarayın iç bahçesine, bir de çeşme yaptırır. Daha sonra tahta çıkan, Sultan II. Mahmut (1808-1839); Yıldız Bahçesinde düzenlenen: ok atışlarını ve güreş oyunlarını seyretmek için buraya gelirdi. Bu padişah; 1834-1835 yıllarında, burada bir köşk yaptırarak etrafını da bir bahçeyle düzenletmiştir.
1826 yılında; Yeniçeri Ocağını ortadan kaldıran, Sultan II. Mahmut; “Asakir-i Mansure-i Muhammediye” adıyla, yeni kurulan ordunun; Yıldız Bahçesinde yaptığı talimleri, bizzat buradan denetlerdi. Oğlu Sultan Abdülmecit (1839-1861) bu köşkleri yıktırarak; 1842 yılında, daha güzel bir üslupta olan “Kasr-ı Dilkuşü” isimli köşkü yaptırır.
Genellikle yaz aylarında, Yıldız Köşküne oturmaya gelen Sultan Abdülaziz (1861-1876) ise; Balyan ailesi mimarlarına Büyük Mabeyn Köşkünü inşa ettirir. Daha sonra da, dış bahçe denilen kısma: Malta ve Çadır Köşklerini, asıl saray kısmına ise Çit Kasrı’nı ekletir. Sultan Abdülaziz’in tahttan indirilmesinden sonra, Sultan V. Murat (1876), 92 gün süren saltanat günlerinde, Yıldız Sarayında oturmuştur.
Sultan V. Murat’ın; akli rahatsızlığı nedeniyle tahttan indirilmesinden sonra, kardeşi Sultan II. Abdülhamit (1876-1909)in, 33 yıllık saltanat devri başlar. Özellikle; Sultan II. Abdülhamit (1876-1909) zamanında, Osmanlı Devletinin ana sarayı olarak kullanılmış. Sultan Abdülhamit; 7 Nisan 1877 tarihinde Saraya taşınmış ve bu sarayda yaşamış ve 33 yıl, Osmanlı İmparatorluğunu, Yıldız Sarayından yönetmiş.
Çünkü: II. Abdülhamit; 1876 yılında; iki kez ihtilale sahne olan Dolmabahçe Sarayında kalmak istememiştir. Daha korunaklı olan Yıldız Sarayını tercih etmiştir. Dolmabahçe Sarayının deniz kıyısında bulunması ve bu sarayın denizden kuşatılması ihtimalini de göz önünde bulundurduğu kesin.
1882 yılında; Mithat Paşa ve Mahmut Celaleddin Paşanın idamına hükmeden saray mahkemesi; Yıldız Sarayında icra edilmiş ve bu nedenle Yıldız Mahkemesi unvanını kazanmıştır. Bu tarihten sonra; Yıldız Sarayı, Abdülhamit alehtarı basın tarafından; bir korku ve entrika merkezi olarak tanıtılmıştır. Buna karşılık bir dönem, yıldız sözcüğünün Osmanlı basınında kullanımı; siyasi çağrışımlar olabileceği gerekçesiyle, sansür idaresi tarafından engellenmiştir.
Sultan Abdülhamit’in;1909 yılında, 31 Mart vakasından sonra, tahttan indirilmesi üzerine, Saray, bir halk kalabalığı tarafından yağmalanmış ve kısmen yıkılmıştır. Bu yağmalama eylemi sırasında: Abdülhamit’e jurnal vermiş veya polis ajanı olarak çalışmış olan kişilerin; kendilerine ait evrakı arayarak yok etmeye çalıştıkları rivayet edilir.
Saray; Dolmabahçe Sarayı gibi, tek bir bina halinde değil, Marmara Denizi sahilinden başlayarak, kuzeybatıya doğru yükselip, sırt çizgisine kadar, tüm yamacı kaplayan bir bahçe ve koruluk içine yerleşmiş; saraylar, köşkler, yönetim, koruma, servis yapıları ve parklar bütünüdür.
Bunlar: Büyük Mabeyn Köşkü, Malta, Çadır, Şale, Merasim Köşkleri, Çit Kasrı, Küçük Mabeyn, Valide Sultan Köşkü. Ayrıca: burada, Yıldız Porselen Fabrikası mağazası da var. Yıldız Şale Köşkü ve Porselen İşletmeleri; Milli Saraylar Daire Başkanlığına bağlı.
Evet; takip eden dönemlerde; Saray: uzun süre, Harp Akademilerinin binası olarak kullanılır. 1978 yılında: Kültür Bakanlığına devredilir ve daha sonra Yıldız Sarayı Müdürlüğüne tahsis edilir. Saray’da ilk Müzeleşme çalışmaları: 1994 yılında gerçekleştirilir. 6 Ocak 1994 yılında, Saray Tiyatrosu ve yeniden düzenlenen Sahne Sanatları Müzesi ve 8 Nisan 1994 tarihinde ise Yıldız Sarayı Müzesi ziyarete açılır.
Yıldız Sarayı Müzesi
Sarayın ihtiyacı olan mobilyalar: Sultan II. Abdülhamit’in emri ile yaptırılmış olan; marangozhane binasında bulunmaktadır. Marangozluğa çok meraklı olan ve kendi yaptığı birçok el oyması eserle tanınan Sultan II. Abdülhamit; marangozhaneye özel bir önem vermiştir.
Müzede sergilenen eserler; genellikle saraya aittir. Sergilemede: Sultan II. Abdülhamit’in kişisel eşyaları, kendisine armağan edilen eser niteliğindeki objelerden başka, müzenin eski marangozhanede olmasından dolayı, ahşap eserlere ve Yıldız Porselen Fabrikası ürünlerine de yer verilmiştir.
Yıldız Sarayı Tiyatrosu ve Sahne Sanatları Müzesi
Müzeleştirilen ikinci bina; günümüze ulaşabilen, tek Saray Tiyatrosudur. Sultan II. Abdülhamit tarafından, 1889 yılında yaptırılmıştır. Restorasyon çalışmaları tamamlanan bu yapı: bitişiğinde bulunan Gedikli Cariyeler binasıyla birlikte, Tiyatro ve Sahne Sanatları Müzesi olarak düzenlenerek, ziyarete açılmıştır.
Tiyatro Müzesinin bir bölümünde de kullanıldığı devre ait; orijinal kostümlerin sergilendiği bir seksiyon oluşturulmuştur. Sahne Sanatları Müzesinde ise: halen geleneksel ve batı etkisinde gelişen tiyatro tarihine ait ve arşiv değeri taşıyan belgeler ile, ünlü sanatçılara ait bazı kişisel eşyalar sergilenmektedir. Böylece; çekirdeği oluşturan müzeler devredilecek ve satın alınacak eserler ile daha da zenginleşecektir.
Yıldız Camii
Sultan II. Abdülhamit, Yıldız Camini, 1885-1886 yılları arasında yaptırmıştır. Son dönem Osmanlı mimarisinin en tipik örneklerindendir. Beşiktaş, Barbaros Bulvarının kuzey kesiminde, Yıldız Sarayı yolu üzerindedir. Asıl adı “Hamidiye” olmasına karşılık, daha çok “Yıldız Cami” olarak bilinir.
Yıldız Sarayı Saat Kulesi
Yıldız Cami avlusunun, güneybatı köşesindedir. 1890 yılında yaptırılmıştır. Oryantalist ve neogotik karması olan bir tasarımı vardır. Köşeleri kırık bir kare plan üzerinde yükselen, 3 katlı bir kuledir. Sivri ve dilimli bir kubbe ile örtülüdür. Örtü kısmında; yine dilimli, kemerli çatı pencereleri bulunur.
İmparatorluk Porselen Fabrikası
1895 yılında açılan fabrika; üst sınıfın Avrupa stili seramik ihtiyacını karşılamak için üretim yapıyordu. Kaseler, vazolar ve tabaklar üretildi. Bunlar; sıklıkla “Boğaz” manzarasını resmediyordu. Bina orta çağ şatolarını andıran bir görünüme sahiptir.
Yıldız Sarayı Gezi Planı
Beşiktaş’ın üst kesimlerinden, Yıldız Sarayının ana girişine varacaksınız. Girişin solundaki; Muayede Köşkü yeni bir müze olarak tamir ve tanzim edilmekte. Yine; sol tarafta, Sultanın misafirlerini ağırladığı, tek katlı “Çit Köşkü ve harem girişi”, karşıda da, görevli subayların: ofisleri, “Yaveran Dairesi” bulunuyor. Harem bölümündeki sera ve tiyatro; türlerinin en çarpıcı örneklerinden.
Girişin sağ tarafında; personel yemekhanesi iken, sonradan silah koleksiyonları sergilenen bölüm var. Günümüzde; sergi ve konserlere tahsis edilmiş. Yıldız Sarayı Müzesi ve İstanbul Belediyesi Şehir Müzesi de burada.
Eski Marangozhane Binasında; 1994 yılında tesis edilen Saray Müzesinde; oyma ve dekorlu ahşap eserler, tahtlar, buradaki özel fabrikada imal edilmiş çeşitli porselenler, sarayla ilgili dekoratif objeler sergileniyor. Yan taraftaki Şehir Müzesinde ise; cam, porselen, gümüş eserler, İstanbul tabloları ve türünün ender örneklerinden bir 16”ncı yüzyıl kandili sergileniyor.
Çadır Köşkü
Yıldız Parkı içinde. 1871 yılında inşa edilmiş, Sultan Abdülaziz’in sarayı olan Yıldız Sarayı bahçesindedir. Günümüzde: kafe-restoran olarak işletilmektedir.
Şale Köşkü
Yıldız Sarayı kompleksi içinde. Sultan II. Abdülhamit tarafından yaptırılmıştır. Adını; İsviçre dağ evi tarzında yapıldığı için Fransızca “chalet” (dağ evi) anlamından gelen kelimeden almıştır. Köşk: 19’ncu yüzyıl, Osmanlı mimarisinin en ilgi çekici yapılarından biridir. Yüksek duvarlarla çevrili bir bahçe içinde ve farklı tarihlerde yapılan, birbirine bitişik, üç ana yapıdan oluşur.
Döneminde: Devlet Konuk evi olarak kullanılan yapı; bodrumuyla birlikte, 3 katlıdır. Ahşap ve kagir olarak yapılmıştır. Koridorlar üzerinde düzenlenmiş 60 oda ve 4 salonu ile, köşk boyutlarını aşar. Yapının görkemli bloklarını: Barok, Rokoko ve İslam etkilerini yansıtan, kalem işleri, geometrik bezemeler ve manzaralı panolar süslemektedir.
Törenlerin yapıldığı sarı ve sedefli salonların dekorasyonunda; görkemli süslemeler, Osmanlı ve Avrupa’dan gelen mobilyalar var.
Günümüz de; bir müze saray olarak ziyaretçilere açık. Bahçesinde: çeşitli resepsiyonlar düzenleniyor.
Malta Köşkü
Yıldız Sarayı köşklerinden biri olarak, 19’ncu yüzyılda yaptırılmış. Yıldız Parkı içinde bulunuyor. Dönemin, en ilginç sivil mimari örneklerinden biri. 2 katlı köşkün mimari: Sarkis Balyan. Günümüzde: kafe-restoran olarak işletiliyor.
Tekrar; Beşiktaş Meydanına dönüyoruz. Ortaköy’e doğru, yolumuza devam ediyoruz. Sahilde: eski Feriye Sarayının; günümüze ulaşan ve bugün farklı işlevlere sahip olan bölümleri var. Bunlar:
a. Devlet Konukevi.
b. Beşiktaş Kız Lisesi.
c. Denizcilik Lisesi,
d. Galatasaray Üniversitesi,
e. Kabataş Lisesi,
f. Çırağan Oteli.
g. Feriye Lokantası.
Sonra; Ortaköy Meydanına geliyoruz. Burada: 3 tek tanrılı dinin ibadethaneleri: Rum Ortodoks Aya Fokas Kilisesi, Etz Ahayim Sinagogu ve Ortaköy Cami var. Ortaköy Meydanı ve çevresi: 1990’lı yıllarda: düzenlemeler yapılmış, semte özgü yapılar içinde: bar, lokanta, kafe, el işi ve antika pazarları bulunan, İstanbul’un her zaman canlı ve cıvıl cıvıl olan bir eğlence ve kültür mekanı. Burada ayrıca: Esma Sultan Yalısı görülmeye değer.
ORTAKÖY CAMİ
Caminin bulunduğu yerde; daha önce, Vezir İbrahim Paşanın damadı Mahmut Ağanın yaptırdığı bir mescit vardı. 1721 yılında yapılmış olan mescit; Mahmut Ağanın, Patrona Halil Ayaklanmasında ölümünden sonra yıkılmış olmalı. Cami; 1810 yılında, Bostancıbaşı Defterinde de “Mehmet Kethüda Cami-i Şerifi” olarak kayıtlı.
Asıl adı: Büyük Mecidiye Cami olmasına rağmen, halk arasında Ortaköy Cami olarak bilinmektedir.
Neo Barok tarzında bir camidir. Sultan Abdülmecit tarafından; mimar Nigogos Balyan’a; 1853 yılında yaptırılmıştır. Giriş kapısının üzerindeki kitabede: Abdülmecit tuğrası ile birlikte, caminin bitiriliş tarihini belirten bir tarih var. Oldukça zarif bir yapıdır. Boğaziçi’nde, eşsiz bir konuma yerleştirilmiştir.
Geniş ve yüksek pencereler: Boğaz’ın değişken ışıklarını caminin içine taşıyacak şekilde düzenlenmiştir. 1894 yılındaki depremde; cami büyük hasar görür ve minarelerin petek ve külah bölümleri, yeniden yapılır.
Merdivenle çıkılan: tek şerefeli, iki minaresi vardır. Kalemucu minareli olmayan, birkaç İstanbul camisinden biri.
Duvarları; beyaz kesme taştan yapılmıştır. Statik açıdan oldukça narin yapılardandır. Tek kubbenin duvarları; pembe mozaiktendir. Mihrap; mozaik ve mermerden, minber ise, somaki kaplı mermerden yapılmış ve ince bir işçilik ürünüdür. Cami: diğer camilere göre, olabildiğince süs ve ihtişama sahiptir.
Camilerin iç kısmının genelde sade olduğu düşünülürse; Ortaköy Cami, bu kuralı biraz bozmuştur. Ama bu süslemeler, Camiye farklı bir görünüm kazandırmıştır. Caminin içinde bulunan: Allah, Muhammed ve ilk dört halifenin adları; bizzat Sultan Abdülmecit tarafından yazılmıştır.
Son yıllarda: temel kısmı 64 kazıklarla takviye edilerek, denize doğru kayması durdurulmuştur. Cephe kısmını meydana getiren taşlar da değiştirilmiştir. Duvar aralıkları oyularak; içinden demir putreller geçirilmiş. Ancak; tüm bu restorasyon çalışmaları sonunda, 1984 yılında, yine büyük bir yangın geçirilir ve yangından sonra cami yeniden onarılır.
Ortaköy gibi güzel bir semtte bulunan bu camiyi ziyaret ettiğinizde; oradaki çay bahçelerinden birinde oturup, caminin Boğaziçi ile oluşturduğu o güzel uyumu izleme fırsatını da bulmuş olacaksınız.
ESMA SULTAN YALISI
Ortaköy’de leziz bir mekan, restore edilmiş, yarısı yanmış ve üstü açık bir yalı. Boğaz manzarası, klasik müzik ve deli gibi ışıklandırma. Aşık olmak için bire bir romantik ortam.
Yalı, adını: Sultan I. Abdülhamit’in kızı, Esma Sultan’dan alır.
Meşhur mimar Sarkis Balyan tarafından yapılmış. 1873 yılında doğan Esma Sultan; 16 yaşına geldiğinde, Çerkes Mehmet Paşa ile evlendirilir. Mehmet Paşa; zamanın önemli devlet adamlarından biriydi. Yalı; Esma Sultana düğün hediyesi olarak verilir.
Canlı ve renkli karakteri sayesinde; seçkin ve beğenilen bir hanımefendi olmuştur. Esma Sultanın İstanbul’da yaşadığı bu görkemli yalı, Osmanlı imparatorluğunun bitiminde terk edilmiş, bir yangın ve bir deprem atlatmış, sonrasında ise, 1918 yılında Rum Okulu ve 1922 yılından sonra ise sırasıyla tütün ve kömür deposu olarak kullanılmıştır.
Yalnızca, binanın dış duvarlarını ihtiva eden harabe; yapılan bir dizi yenileme ve ilave dizayn çalışmaları sonucu, 2001 yılında, çok amaçlı buluşma yeri olarak açılır.
Restorasyon çalışmaları; Türkiye’de örneği az bulunur cinsten. Orijinal tuğla dış duvarların içinde; çelik ve cam kullanılarak yapı birleştirilir. İçinde; bar, restoran ve muhtelif seviyede bir salon var.
Toplam alan: 2226 m. kare. Zemin katı; 31.5 m. Genişliğinde, 27 m. Uzunluğunda ve 3.80 m. Yüksekliğinde. İkinci kat ile birleşen ilk kat, 31.5 m. Uzunluğunda ve 6.80 m. Yüksekliğinde. Bahçede; halen sarnıç, Türk hamamı ve ahır kalıntıları bulunmaktadır. Deniz yolu ile gelenler için, ön tarafta bir de iskele bulunuyor.
Ayrıca; İstanbul Uluslar arası Caz Festivali ve İstanbul Uluslar arası Müzik Festivali burada yapılıyor.
Evet, şimdi sırada: Bebek var. İstanbul’un korunaklı limanlarından birine sahip olan Bebek: adını Sultan II. Mehmet’in çok yakışıklı olması nedeniyle, Bebek adıyla anılan çavuşu Mustafa Çelebi’den almıştır.
Bugün; İstanbul’da çalışan yabancıların rağbet ettikleri semt; Bebek Badem Ezmecisi ile ün yapmıştır. Bunu yani badem ezmesini mutlaka tadın. Muhteşem güzel bir tat.
Kıyıda; Mısır Hidivi Abbas Hilmi Paşanın yaptırdığı; Mısır Sefaretinin yazlık konutu olan görkemli binayı göreceksiniz. Bunun dışında; Bebek’in en ünlü yapıları şunlar:
a. İstanbul’un 1751 tarihli en eski ahşap yapılarından biri olan, Kavafyan Konağı.
b. 19’ncu yüzyıl yapısı, Fransız Yetimhanesi.
c. I. Ulusal Mimarlık akımı mimarlarından Kemalettin Bey’in yapısı, Bebek Camii.
d. Bugünkü Boğaziçi Üniversitesinin, Robert Koleje ait eski binaları
Evet; Bebek ile Rumelihisarı arasında; Aşiyan Mezarlığı var. Mezarlığın çevresinde: Şair Tevfik Fikret’in müze olan evi var.
AŞİYAN MÜZESİ
Ünlü Türk Şairi, Tevfik Fikret’in yaşadığı ev olan yapı; 1945 yılında; Edebiyat-ı Cedide Müzesi olarak açılmıştır. Şairin, daha önceleri; Eyüp Mezarlığında bulunan naşı, 1961 yılında, doğal görünümü ile çok beğendiği evinin bahçesine nakledildi. Bu tarihten sonra; müze “Aşiyan Müzesi” adını aldı. Tevfik Fikret, evinin projelerini kendisi çizmiş.
Farsça “Yuva” anlamına gelen Aşiyan kelimesini de, buraya isim olarak koymuş. Bahçe içerisinde, ahşap ve 3 katlı olan Aşiyan Müzesinin birinci katı: Edebiyat-ı Cedideciler’in fotoğrafları, kitap ve özel eşyaları sergileniyor. İkinci katta: şairin şahsi eşyalarının sergilendiği yatak odası ve çalışma odaları yer alıyor.
Rumelihisarı semtine damgasını vuran; tabii ki Sultan II. Mehmet’in; fetih öncesinde Bizanslılara Karadeniz’den gelecek yardımları önlemek için, daha önceden yaptırdığı Anadoluhisarı’nın karşısında, 1452 yılında, dört ay gibi kısa bir zamanda yaptırdığı, Rumelihisarı ya da Boğazkesen Hisarı’dır.
RUMELİ HİSARI
Boğazın tam kontrolü ve Bizans’a kuzeyden yardım gelmesini önlemek için, Fatih Sultan Mehmet tarafından, 1452 yılında yaptırılmış. Yapıma: bizzat Sultan II. Mehmet idaresinde, bin kadar usta ve bunun iki katı kadar da ırgat katılmıştır.
Hisar; dört ayda bitirilir. Hisarın yapılmasında; devrin ileri gelenleri himmette bulunmuş, harcamalara katılmışlardır. Ayrıca; belirli bazı kule ve beden duvarı kesimlerinin hızlı yapılmasından da sorumlu tutuldukları anlaşılmaktadır.
Fakat, yalnız güneybatıdaki C kulesinin, Zağanos Paşa idaresinde yapılmış olduğu, üzerindeki kitabeden kesin olarak görülmektedir. Bir görüşe göre; kuzeybatıdaki A kulesini Saruca Paşa, kıyıdaki B kulesini Candarlı Halil Paşa yaptırmıştır.
Hisarın yapımına başlanıldığında; Bizanslılar telaşlanarak önce kaleyi ele geçirmeyi düşünürler.
Fakat, Sultan onlara kaleyi, şehri ve tüccarları Akdeniz-Karadeniz arasında dolaşan korsanlardan korumak için yaptırdığını söyletir. Bizanslılar, böylece hisarın yapımına göz yummak zorunda kalırlar. Boğazdaki akıntı yüzünden gemicilerin Avrupa yakasında, kıyıya yaklaşmak zorunda kalmaları, hisarın gücünü daha da arttırıyordu. Hisar; kendisine böylece yaklaşan hedefleri, toplarının en uzak menzil mesafesinden karşılanarak, güneyde en uzun mesafeye kadar takip edebiliyordu.
İstanbul’un alınmasıyla birlikte hisarın görevleri de büyük ölçüde sona erer. Fetih ile esas görevlerini tamamlayan hisar; Osmanlı Devletinin başkenti olan İstanbul’u Karadeniz’den gelecek tehlikelere karşı koruyabilmek için, fazla güneyde kalmıştır.
Zaten; fetihten sonra, burası bir devlet hapishanesi durumuna gelir. Suçlu yeniçerilerin cezalandırıldığı ve devlet ile savaşa giren yabancı ülke elçilik mensuplarının gözaltında tutuldukları bir yer olarak tanınmıştır.
Önemli suçlar işleyen yeniçeriler, Süleymaniye ve Beyazıt arasında bulunan ve Paşakapısı denilen Yeniçeri Ağası Sarayında muhakeme edildikten sonra, aşağıda Yemiş İskelesi yerindeki yeniçeri kolluğuna indirilir ve buradan bir kayıkla Rumelihisarı’na getirilirmiş. Bunlar; hisarda idam edildikten sonra, hadise bir top atışı ile duyurulurmuş.
Yabancı Devletler, Osmanlı Devletiyle savaş durumuna girdiklerinde ise; 16’ncı yüzyıldan sonra; elçiliğin bütün personeli, Rumeli Hisarında enterne ediliyormuş. Bu yüzden, buranın Avrupalılar arasında, korku verici bir şöhreti oluşur, hatta bir kulesi onlar tarafından “Karakule” olarak adlandırılır.
Evet; zaman içinde; Hisar, Sultan II. Beyazıt döneminde; küçük kıyamet denilen depremde zarar görür ve hemen tamir ettirilir. 17’nci yüzyıl ortalarında bir yangın geçirir, son olarak da Sultan III. Selim zamanında bir tamir daha gördükten sonra, kendi haline bırakılır. Zamanla; halkın yerleşmesine imkan sağlanır.
Önceleri; kale kumandanı ve muhafızların oturdukları ve hisarın ilk yapıldığından beri var olan avludaki evler de yerlerini küçük bir mahalleye bırakır. 1953 yılında ise; hisarın büyük bölümü tamir edilir ve avludaki evler istimlak edilerek kaldırılır. Bu tamir Rumelihisarı’nı kurtarmıştır.
İstanbul Boğazının en dar yerinde ve Anadolu Hisarının tam karşısında (ikisi arasındaki mesafe: 660 metredir) inşa edilen hisarın surlarının uzunluğu: kuzeyden-güneye 125 m. olup , 3 büyük kulesi bulunmaktadır.
Kuleleriyle birlikte, hisar; Orta çağ askeri mimarisinin güzel bir örneğidir. 1953 yılında restore edilerek, içerisine açık hava tiyatrosu eklenmiş ve aynı zamanda müze haline getirilmiştir.
Hisarlar Müze Müdürlüğüne bağlı, kale içindeki Açık hava sahnesi, yaklaşık 1350 kişi kapasitelidir. Anfi tiyatro şeklindedir. Yaz aylarında: konser, tiyatro ve dans gösterilerine açık olan mekanda; tüm dekor ve teknik aksam: etkinlikler için dışarıdan getirilip kuruluyor.
Çok sevimli kahvelerin bulunduğu Rumelihisarı’ndaki bir başka gösterişli yapı da: halk arasında “Perili Köşk” olarak nitelenen, Marsilya tuğlaları ile yapılmış, Mısırlı Yusuf Paşa Konağıdır.
Evet; gezimize devam ediyoruz. Rumelihisarı semtinden sonra; Baltalimanı, Boyacıköy ve Emirgan var. Bugün: İstanbul Üniversitesi Sosyal Tesisleri ve Baltalimanı Hastanesi olarak, yeni işlevler kazanan Mediha Sultan Sahilhanesi, Şerifler Yalısı, Emirgan Cami, İstanbul’un en güzel müzelerinden Sakıp Sabancı Müzesi ve Edebiyatçıların Çınaraltı Kahvesi; Boğazın bu bölümünün en önemli mekanlarıdır.
BALTA LİMANI
Antik çağda; kral Barbis’in intihar eden kızının adına atfen; Sinüs Phidaliae veya Portas Milierium dendiği, bir başka isminin ise “Ginaikon Limen” yani “Kadınlar Limanı”, “kadınlar iskelesi” dir. Bugünkü adı ise: Fatih Sultan Mehmet’in (1444-1481) Kaptan-ı Deryası Baltaoğlu Süleyman Bey’den gelmektedir.
Osmanlı donanmasının başında Kaptan-ı Derya olarak bulunan Baltaoğlu Süleyman Bey’in İstanbul’un fethine çok büyük katkı sağlayan gemileri; Marmara Denizinden buraya getirerek, koruma altında tuttuğu için, bu semte Baltalimanı denilmektedir.
Baltalimanı vadisi: İstanbul’un mesirelerinden biridir. Derenin bol suyu, geniş çayırlık alan, çamlık, dutluk, ceviz ağaçları ile ünlüdür. İstanbullular çok sık olarak buraya gelirler. Bu nedenle; devrin ileri gelenlerinin bir kısmının; yalıları, sarayları, köşk ve konakları burada bulunuyordu. Bugün ise; sosyal tesisler bulunmakta. Sarıyer merkeze 10 km., Taksim’e 10 km. ve Eminönü’ne ise 12 km. uzaklıkta.
EMİRGAN KORUSU
Bu yeşil alana: 16’ncı yüzyıl ortalarında “Feridun Bey Bahçesi” denilmiştir. Sultan IV. Murat’ın; 1635 yılında Emirgüneoğlu Tahmas Han’a (sonradan Yusuf Paşa) hediye etmiştir. Bunun üzerine, buraya “Emiroğlu Bahçesi” denilmeye başlanmıştır. Daha sonra ise “Mirgün” ve “Emirgan” olarak değiştirilmiştir.
19’ncu yüzyılın ikinci yarısında ise; Mısır Hidivi İsmail Paşa tarafından yeniden düzenlettirilir. Koruda: Sarı, Pembe ve Beyaz Köşkler var. Muazzam faunasıyla, muhteşem bir yer. Her yıl Mayıs ayında; “Lale Bayramı” düzenlenmektedir.
SAKIP SABANCI MÜZESİ
Atlı köşk: deniz kıyısında ve en son olarak 1925 yılında Prens Mehmet Ali Hasan’da kalmıştır. Bu arsa için, mimar Eduardo de Nari; bir köşk projesi çizer. Prens; eşinden ayrıldığı için Mısır’a döner, burada oturmaz. Uzun yıllar; Yusuf Ağa ve ailesi burada kalır. 1951 yılında ise, Hacı Ömer Sabancı tarafından satın alınır. Bahçesinde: 1864 yılında Louis Dauman tarafından yapılan, önce Abraham Paşa Çiftliğinde ve daha sonra Mahmut Muhtar Paşanın Modadaki konağında duran; dökme bir at heykeli var. Köşk; ismini bu heykelden alır.
Evet; Sakıp Sabancı’nın; Atlı Köşk olarak da bilinen konutu; 2002 yılında, Müzeye dönüştürüldü. 19’ncu yüzyıl yapısı olan asıl bina ve ek galeride; toplam 3500 m. kare müze ve sergi mekanı oluşturulmuş. Sergileme alanı: 2005 yılında, 6500 m. Kare olarak genişletilmiş. Osmanlı dönemine ait yazma eserler, 19 ve 20’nci yüzyıllara ait tablo koleksiyonu, hat, tezhip örnekleri barındıran müze, yurt içi ve dışından gelen sergilere de ev sahipliği yapıyor.
Atlı köşkün giriş katındaki oda: Sabancı ailesinin, köşkte yaşadığı dönemde kullandığı mobilya ve 18-19’ncı yüzyıllara ait sanat eserlerini içeriyor. 1’nci katta: Osmanlı hat sanatı eserleri, Kur’an ve fermanlar sergileniyor. Müzede; engelliler için de elverişli gezi alanları bulunuyor.
Devam ediyoruz. İstinye Koyu. Boğazın en korunaklı limanı. Efsaneye göre: İason ve Argonotlar; kendilerini kral Amicus’tan kurtaran kanatlı bilge Sostenion’a teşekkür amacıyla buraya bir heykel dikmişler. Hıristiyanlık tarihindeki sütunlu azizlerden Daniel’in üzerinde, 30 yıldan fazla yaşadığı sütun da Rumelihisarı’n da değil, burada imiş.
İstinye-Yeniköy-Tarabya hattında: bir dizi güzel bina bulunuyor. Bir Alexandre Vallaury eseri olan ve kuleleriyle, hareketli yüzüyle dikkati çeken ; Arif Paşa Yalısı, Şehzade Burhaneddin Paşa Yalısı, Kara Todori Yalısı, bir süre önce yangın geçiren Said Halim Paşa Yalısı, Faik Bey Yalısı, Sara Sultan’ın ikizleri için yapılan Bekir Bey Yalısı, birbirine bitişik Dadyan, Sandoz, Dr. Muvaffak Gönen Yalıları, bugünkü Avusturya Elçiliği olan Cezayirliyan Yalısı, Raimondo Aronco’nun Art-Nouveau üslüplu Huber Köşkü, Alman Elçiliği yazlık konutu, dini yapılardan: Yeniköy Sinagogu, tepelerdeki Ermeni Surp Hovhannes Mıgırdıç Kilisesi, Aya Paraskevi Kilisesi.
TARABYA KASRI
Hünkar köşkü olarak yapılmamıştır. Resmi kayıtlarda; bir Rum beyinin yalısı olarak görülmektedir. Sultan II. Mahmut; 1828-1829 yılları arasındaki Rus Harbinde; Tarabya Kasrını ikametgah olarak, buraya çok yakın olan Kalender Kasrını da karargah olarak kullanmıştır.
Sultan Abdülaziz döneminde yenisi yapılması için yıkılmış ancak yenisi yapılmamıştır. İlerleyen dönemlerde; tahta çıkan Sultan Abdülhamit; Almanya ile olan ilişkilerin geliştiği dönemde, kasrın yıkıntı şeklindeki arazisini; Alman Sefaretine hediye etmiştir. Bugün; kasrın yerinde, Alman Sefaretinin yazlıkları bulunmaktadır.
HUBER KÖŞKÜ
Tarabya koyuna yaklaşırken, iç tarafta, yol kenarında, çok güzel bir yalıdır. Köşk, 19’ncu yüzyılın sonlarında inşa edilmiştir. Osmanlı devletine silah satan bir firmanın temsilcisi olan Huber’e aittir.
Herr Huber; o dönemde oldukça varlıklı bir kişiydi. Boğazı canlandırmak ve ağaçlandırmak için çok çalışmıştır. Doğayı seven, zamanının büyük bölümünü bahçede, ağaçlar ve çiçekler içinde geçiren biriydi. Öldüğünde; arkasında çok güzel bir yalı bırakır.
O dönemde hem hukukçu ve hem de iktisatçı olan Necmettin Molla, Herr Huber’in Almanya’da ki akrabalarından yalıyı satın alır. Bir süre sonra, Hidiv İsmail Paşanın torunlarından Prens Kadri’ye satar.
Köşk defalarca el değiştirmiştir. En son; köşkü bir turizm şirketi satın almış ve Anıtlar Yüksek Kurulunun izin vermemesi üzerine, hiçbir restorasyon yapılamamış ve öylece durmaktadır. Yalıya uzaktan bakıldığında, pek çok mimari üsluptan etkilendiği görülmektedir. Çin, Arap, Acem, Osmanlı, İtalyan, Fransız, İngiliz etkileri görülür. Sanki yalıyı değişik ülkelerin mimarları, nöbetleşe çalışarak meydana getirmişlerdir. Köşk, günümüzde Cumhurbaşkanlığı köşkü olarak kullanılmaktadır.
SAİD HALİM PAŞA YALISI
19’ncu yüzyılın sonlarında, Petraki Adamantini adlı bir mimara yaptırılmıştır. Yalının bahçesine, yol tarafındaki kapıdan giriliyor. Rıhtımda; haremlik ve selamlığa giden kapılar var. Buradan; selamlık bahçesine açılan kapının önünde, iki aslan heykeli bulunuyor. Bunlardan biri İtalya ve diğeri ise Almanya tarafından, Said Halim Paşanın kılıç kuşanması şerefine gönderilmiş.
Yalı; önündeki bu aslan heykelleri nedeniyle “Aslanlı Yalı” olarak da isimlendiriliyor. Sait Halim Paşanın sağlığında: kapıda “Aç olan Buyursun Yesin” yazılı bir levha varmış ve pek çok garip, burada karnını doyuruyormuş. Yalı; 1968 yılında Turizm Bankasına satılmış. Restore edilmiş. Yalının bahçesi; yaz aylarında restoran olarak kullanılıyor.
Yalının bir bölümü ise; müze olarak düzenlenmiş. 1995 yılında, büyük bir yangın olur, daha sonraki dönemde ise Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından yine onarılır, Başbakanlığa bağlı bir eser olarak kullanıma kazandırılır. Günümüzde restoran olarak kullanılmaktadır.
Kireçburnu ve Büyükdere; önceleri: elçilerin ve gayrimüslimlerin yerleştiği bir yerdi. İtalyan elçiliği yazlık konutu, Rus elçiliği yazlık konutu, bugün otele dönüştürülen Fuat Paşa Yalısı, 18’nci yüzyıldan kalma, en eski elçilik binası olan İspanya Elçiliği yazlık konutu, Surp Boğas Kilisesi; Boğaz’ın bu kesiminde, öne çıkan binalardır.
BELGRAT ORMANLARI
Büyükdere iskelesine, 6 km. uzaklıktadır. Karadeniz kıyılarına 45 km. kadar yaklaşır, yüz ölçümü 5300 hektardır. En yüksek yeri olan; Kartaltepe 230 m. dir. Burada; meşe, gürgen, kayın ve kestane ağaçları bulunur. İstanbul’un su ihtiyacını karşılamak için yapılmış 6 bent, orman içindedir.
Büyükdere-Sarıyer arasındaki: Azaryan Yalısında; 1980 yılında Türkiye’nin ilk özel müzesi açılmıştır. Sadberk Hanım müzesi.
SADBERK HANIM MÜZESİ
Sadberk hanım: Vehbi Koç’un eşidir. El işlerine ve el sanatlarına olan tutkusu ile seçkin bir koleksiyon meydana getirmiştir. Bu güzel eserlerin, kendi adını taşıyacak bir müzede sergilenmesi, hayatının son günlerine kadar (1973 yılında vefat etmiştir) en büyük arzularından biri olmuştur.
Evet; Müze içinde; hem Etnoğrafik, hem de Arkeolojik (Hüseyin Kocabaş koleksiyonu) çok önemli eserler sergileniyor. Müze: iki ayrı yapı içinde kurulmuş. Bunlardan birincisi: 19’ncu yüzyıl sonlarında inşa edilen, 3 kattan oluşan bir yapıdır. Kagir zemin üzerine ahşap tarzda inşa edilmiş olup,”Azaryan Yalısı“ olarak bilinir.
Yalı: 1950 yılında, Koç ailesi tarafından satın alınır ve 1978 yılına kadar yazlık olarak kullanılır. Müzeye dönüştürülmesine karar verilince: 1978-1980 yılları arasında yapılan restorasyon projesiyle, müzeye dönüştürülür. Sadberk Koç Koleksiyonu sergilenmek üzere;14 Ekim 1980 tarihinde ziyarete açılır.
Burada: sikkeler, İslam sanatı, Osmanlı dönemi, Kadın kıyafetleri sergileniyor. Giriş katında: hediyelik eşya dükkanı ve çay salonu var. Bugün kullanılmayan ana girişin tavanı: eski Roma mimarisinden esinlenilerek, kartonpiyer kasetlerle süslü.
Katlara: ahşap merdivenlerle çıkılıyor. Duvarlar; mermer taklidi kalem işi ile boyalı. Giriş katının üzerindeki birinci ve ikinci katların orta ana salonları ve bunlara açılan odalar; sergileme mekanı olarak kullanılıyor. Çatı katında ise; eser depoları, çalışma odaları ve kitaplık var.
Binanın dış yüzünde: pencere aralarında, ahşap süslemelerin güzelliği, binayı diğer yalılardan ayırıyor. Ayrıca: bina yüzeyindeki kabaralar, halk arasında, “Vidalı Yalı” olarak anılmasına neden olmuş.
Ana binanın yanındaki yıkık durumdaki diğer yalı; 1983 yılında, Vehbi Koç Vakfı tarafından satın alınmış ve Kocabaş eserlerinin sergilenebilmesi için restore edilmiş. Kocabaş kimdir? Türkiye’de bilinçle oluşturulmuş ender koleksiyonlardan birinin sahibidir. Aslen Bursalıdır. Keşke, Türkiye’de, Hüseyin Kocabaş gibi, 5-10 tane koleksiyoncu olsaydı da; dışarı kaçırılan pek çok eser, yurdumuzda kalabilseydi.
Konusuna o kadar vakıftı ki; hayatının son yıllarında şeker hastalığı nedeniyle görme yetisini kaybetmesine rağmen, elleri ile dokunmak suretiyle eserleri tanıyıp, tarihleyebiliyordu. 1981 yılında vefat eden Hüseyin Kocabaş’ın ailesi, bu koleksiyonu satmaya karar verirler ve koleksiyon Vehbi Koç Vakfı tarafından satın alınır.
1988 tarihinde, “Sevgi Gönül Binası” olarak ziyarete açılan bu binada ise; İslam öncesi arkeolojik eserler sergileniyor. Anadolu uygarlıkları, İon ve Helen uygarlığı, Roma uygarlığı, Bizans sanatı, Kandiller, Süs eşyaları, Heykeltıraşlık Eserleri ve Mezar Stelleri, Cam eserler, boncuklar ve sikkeler sergileniyor. Çağdaş bir müze uygulaması nedeniyle; bu müze, 1988 yılı “Europa Nostra” ödülüne layık görülmüş.
Ana ve ara katlarda; kronolojik bir sıra içinde, arkeolojik eserler sergileniyor. Girişteki salon; Afyon beyazı, merdivenler ve sergi salonlarının zemini ise siyah Adapazarı mermeri ile kaplı. Sergi salonları, gün ışığına kapatılmış ve vitrinler; çağdaş bir aydınlatma ile modern bir müze hüviyeti kazanmıştır.
Evet, sırada: Sarıyer var. Yüzyıllarca: yeşilliği, tatlı su kaynakları ve balıkçıları, günümüzde ise böreği ile ünlü Sarıyer’de; çok önemli yapılar yok.
SARIYER
Bölgeye bu adın: Maden Mahallesini oluşturan kesimdeki; bakır madeni nedeniyle topraklarının sarı renginden dolayı verildiği söylenmektedir. Ayrıca: bölgede doğal yayılım gösteren katır tırnağı bitkisinin çiçeklendiği zaman, tüm bölgenin belirgin bir şekilde sarı olmasının da, ismi etkilediği düşünülmektedir.
İstanbul’un fethinden sonra; Anadolu’dan ve Adalar’dan getirilen göçmenler, buraya yerleştirilir. 20’nci yüzyılın ilk yarısında, hatta 1960’lara kadar, İlçenin Boğaz kıyısındaki semtleri; daha çok yazın kalabalıklaşan sayfiye yeri niteliğini taşıyordu.
Özellikle; yeni yolların yapılması ve sahil yolunun genişletilmesinden sonra, mevcut semtler gelişmiş ve semtler arası boş alanlar, yerleşime açılmış. Kıyı kesiminde daha çok üst gelir guruplarına ait konutlar ve köşkler, sırt biçiminde uzanan yüksek alanların yamaçlarında ise gecekondu mahalleleri var.
TELLİ BABA TÜRBESİ
Telli baba türbesi: Rumelikavağı girişindedir. Buradaki mezar; yıllar önce: Hacı Nimet Abla (Özden, piyango bileti bayii) tarafından onarılarak, türbe haline getirilmiştir.
Aslında mezarda; Türk balıkçıya aşık olan bir Rum rahibe kızın bulunduğu söylencesi yaygındır. Rahibe kız; Rumeli kavağındaki manastırdan deniz yolu ile kaçarken, kayığının batması üzerine boğularak ölmüş, cesedi bu mevkide kıyıya vurmuş ve bulunduğu yerin az yukarısına gömülmüş, mezarın üzerine de gelin teli konulmuş.
Fakat; zamanla söylenceler değişikliğe uğramış ve “Telli Gelin” “ Telli Baba” olup çıkmış. Bir başka iddia ise: Telli Tabyada balıkçılık yapan bir ermişin ölmesi üzerine, buraya gömülmüş olması nedeniyle “Telli Baba” denildiğidir.
Sarıyer’den sonra; balık lokantaları ve midye tava satıcılarının yoğunlaştığı; Rumelikavağı ve ardından Rumelifeneri geliyor.
RUMELİ KAVAĞI
Sarıyer’den minibüsle, 10 dakika uzaklıkta. Beşiktaş’tan otobüs ile de gitmek mümkün. Deniz kenarında şirin bir yer. Askeriyeden arta kalan yerlerde; Altınkum ve Elmaskum denilen iki plajı var. Temiz yerler. Ayrıca: sahil boyunca: ucuz balık ve midye kızartma yiyebileceğiniz lokantalar var.
Evet; birazda, buranın tarihi geçmişine bakalım. Bizanslılar zamanında ismi: Hieron Romelias. İsmini: kalenin bulunduğu yerdeki Bizans mabedinden alıyor. Bir diğer söylentiye göre ise: çarşı içinde bulunan anıt ağaç hüviyetindeki çınar ağaçlarından (halk arasında çınar ağaçlarına kavak ağacı da denilmektedir) aldığıdır.
Bu ağaçlardan biri, köy içindeki kalenin giriş kapısı yanında olup, yaşı 750’nin üzerindedir. Diğer iki anıt ağaç, yeni yapılan Ulu Cami’nin önünde olup, birinin yaşı 500’ün üzerinde, diğerinin ise 500’e yakındır.
Buranın yerli halkı: Rum’dur. Osmanlı döneminde Rum nüfus azalır. Rus Savaşı (93 Harbi) ile başlayan büyük göçte de Rumelikavağı büyük bir köy haline gelir.
Rumelikavağı: her dönemde, askeri bölge olma özelliğini korumuştur. Antik çağdan Bizans dönemine, bu dönemden Osmanlılar dönemine kadar, bu özelliğini koruduğu gibi, Cumhuriyet döneminde de, askeri bölge olarak kalır. Hatta; 1960 yılına kadar, yabancıların girmesi yasak olan bir bölge idi.
Evet, burada tarihi eser olarak neler var? Kale; köyün üst kısmında, şimdiki Garipçe-Fener yolunun alt tarafında. Kale: gümrük noktalarının kontrol altında tutulması için; 12’nci yüzyılda, İmparator I. Manuel Kommenos tarafından yaptırılmıştır. Bu kalenin eşi: 100 yıl kadar sonra, karşı Kavak’ta Anadolu kavağında yaptırılır. Karşılıklı iki kalenin yapılmasından amaç: karşıdan karşıya zincir çekilerek, ticaret gemilerinin geçişini engellemek ve gümrük parası almaktı. Kale; 14’nci yüzyılda Cenevizlilerin, 1452 yılında da Osmanlıların eline geçer.
Bugün; kalenin yalnızca kalıntıları var. Bu kaleye, “Polikhion Kalesi”, “Asomaton Kalesi”, “İmros Kalesi” de deniliyor. Osmanlılar döneminde ise, Ceneviz Kalesi ve Eski Kale isimleri verilmiş.
Halen kullanılmakta olan kavak ise, deniz kenarındadır. 1624 tarihinde, Sultan IV. Murat tarafından yaptırılmıştır. 1783 yılında, Sultan I. Abdülhamit döneminde (1774-1789) Fransız mimar Tusan’a , yeni iki kale yaptırılır.
Sultan III. Selim ise, kaleye bazı ilaveler yaptırır, harp sırasında Sultan IV. Mustafa (1807-1808) tarafından Fransız mimar Totti’ye, birbirlerine karşı duran iki kale daha yaptırılır. Bu kaleye, “Kavakhisarı” da denilmekte olup, çok amaçlı olarak halen kullanılmaktadır.
Sultan III. Selim’in tahttan indirilmesine neden olan Kabakçı Mustafa isyanı; bu kaleden, yani Kavak Hisarından başlar.
Kabakçı Mustafa çevresine topladığı bir kısım yeniçeriyle, isyan bayrağını açmış ve kaleden çıkarak Çayırbaşı’ndaki büyük çayırlık alana ordugahını kurmuştu. Burada toplanan yeniçeriler ile birlikte Sarayın üzerine yürümüştü. Rumeli kavağı muhafızı olan Kabakçı Mustafa ve adamlarının büyük baskısı sonucu; yenilikçi Sultan III. Selim, tahttan indirilmiş ve yerine Sultan IV. Mustafa geçirilmişti.
Bu olaydan sonra Kabakçı Mustafa, “Turnacıbaşı” rütbesi ile Boğaz Nazırlığına atanır. Alemdar Mustafa Paşa olayı öğrenince, ordusuyla gelir ve Sultan III. Selim’i yeniden tahta çıkarmak istemişse de, Saraya girdiğinde III. Selim’in kanlı cesedi ile karşılaşmıştır.
Bunun üzerine: ordusunun bir kısmını; Rumelifeneri Köyündeki köşkünde istirahat etmekte olan Kabakçı Mustafa’ya karşı gönderir ve Kabakçı Mustafa öldürülür.
RUMELİ FENERİ
Evet, burada malum bir fener var. Kırım Savaşı sırasında Fransız ve İngiliz gemilerinin boğazın ve Karadeniz’in girişini görebilmeleri için yapılmasına karar verilmiş ve 15 Mayıs 1856 tarihinde hizmete girmiş ve denizcilere o günden bu yana, ışık tutarken, bölgenin simgesi olmuş. 1933 yılında, Fransızlara verilen 100 yıllık işletme hakkı iptal edilmiş ve tamamen Türklere geçmiş.
Karşısındaki Anadolu Fenerinden, 2 deniz mili uzaklıkta. Deniz yüzeyinden 58 m. yükseklikte olan kule 30 m. boyunda. Fener kulesi; üç kademede inşa edilmiş olup, lambası ilkin gaz yağı ardından asetilen ile çalıştırılmış. Günümüzde ise elektrik enerjisi ile aydınlanan fener, bütan gazı ile yedeği alınmakta. Fener, beyaz ışığı ile 18 deniz mili uzaklıktan görülebilmekte.
Fenerin ilginç bir öyküsü de var. Köye adını veren fener, Sarı Saltuk Hazretlerine ait olduğuna inanılan türbelerden birinin üzerinde yer alıyor. Köydekiler, 1856 yılında Fransızlar tarafından yapılan fenerin inşası sırasında, kulenin birkaç defa yıkıldığını anlatıyorlar. Burada bir yatır olduğu düşünülünce, Fransızlar önce türbeyi yapmış ve sonra da 30 m. yüksekliğindeki kuleyi inşa etmişler. Ve fener, o günden beri dimdik duruyormuş.
Eskiden, Moskova’dan İznik’e birçok yerde, adına türbe bulunan Sarı Saltuk’un, kabrinin başındaki kandilin yağı bittiğinde, fenerin karanlıklara gömüldüğüne inanılırmış. Köyde: mavi kayalar, ağlayan kayalar, kocataş ve Körtaş adını alan dev kayalıklarında bir öyküsü var.
Söylenceye göre: Altın Postu arayan Argonotlar, kayaların arasından şarap renkli bir güvercin uçurup, tanrıça Athena’nın yönlendirdiği kuşu izleyip, ozan Orfeus’un çaldığı lirden güç alarak, Karadeniz’e ulaşırlar.
Anadolu ve Rumeli fenerlerini birleştiren çizgi; İstanbul Limanının kuzey sınırını oluşturmakta. Fenerin bulunduğu köy de aynı isimle adlandırılıyor.
Sarıyer’den 12 km. uzaklıkta. Özel aracınız ile gelirken, rampayı tırmanıyorsunuz, sağa ayrılan Garipçe Köyü, Rumeli Feneri istikametinde devam ediyor. Yol üzerinde, seyir tepesi benzeri bir burunla karşılaşacaksınız. Buradan ağaçları seyrederek boğaza tepeden bakmanız mümkün, muhteşem bir panorama olanağı veriyor. Rumeli fenerinde ise; sürekli ağlarını onaran balıkçıları göreceksiniz.
Günümüzde, burada konaklama tesisi yok. Özellikle: butik tarzı otel ve pansiyonlara büyük ihtiyaç duyulan köye, en yakın konaklama tesisi, Marmaracık Koyunda var.
Rumeli fenerinde: Cenevizlilerden kalan kaleyi gezebilirsiniz. Fenerin ters tarafına gittiğinizde, günümüze oldukça iyi korunarak gelmiş olan kale ile karşılaşırsınız. Kale kalıntılarının kapısından girince: geniş bir arena karşınıza çıkar. Kemerlerin arasından, Karadeniz’in hırçın dalgaları görülür. Bir yanı geçmiş zamanlarda betonarme bina ile tamamlanarak, askeriye tarafından kullanılmış.
Şimdi ise, duvarlara kazınan ziyaretçi isimleri ve yerlerde çöpler var. Tam bu noktada, yazın Karadeniz’in ferahlatıcı rüzgarını, kışın ise soğuğun bıçak keskinliğini iliklerinize kadar hissedersiniz. Bu nedenle; gittiğiniz döneme bağlı olarak, sıkı giyinmenizde yarar var. Evet, Boğaziçi’nin Avrupa yakasındaki gezimiz, burada bitiyor.
İstanbul günlük gezi planı hakkındaki yazım için.