Diyarbakır, tarihi ipek yolu üzerinde bulunması nedeniyle, tarihin her döneminde önemini korumuş, özellikle yaz aylarında, sıcakların aşırı yükseldiği bir yer olarak önem kazanmaktadır. Ayrıca, kalabalık ve özellikle çocukların yarattığı kalabalık ve bu kalabalık ortamda, siz, bir gezgin olarak, şehir dışından gelen bir gezgin olarak, derhal hissedilirsiniz ve bu durum size fark ettirilir.
ULAŞIM
Şehre, kara yolu ile ulaşmak mümkündür. Diyarbakır otogarı, şehir merkezindedir. Şehrin, bazı yerlere olan uzaklığı şöyledir. Diyarbakır-Ankara arasındaki uzaklık: 940 km. Diyarbakır-İstanbul arasındaki uzaklık: 1381 km. Diyarbakır-Adana arasındaki uzaklık: 536 km. Diyarbakır-Gaziantep arasındaki uzaklık: 329 km. Diyarbakır-Elazığ arasındaki uzaklık: 162 km. Diyarbakır-Siirt arasındaki uzaklık: 216 km. Diyarbakır-Ş.Urfa arasındaki uzaklık: 184 km. dir.
Buraya uçak ile gitmek isterseniz: hava alanı, şehir merkezine 6 km. uzaklıktadır. Hava alanı, askeri ve sivil amaçlar için kullanılmaktadır. Her uçuştan önce, Belediye otobüsü seferleri ve mevcut taksi duraklarındaki taksiler ile, hava alanı ile şehir merkezi arasında, ulaşım sağlanmaktadır. İstanbul-Diyarbakır arasındaki hava yolu uçuşu, yaklaşık 1 saat 20 dakika sürmektedir.
Demir yolu düşünürseniz, yine buraya ulaşmak mümkündür. Diyarbakır Tren İstasyonu şehir merkezindedir. Bölgesel trenlerin birçoğu, şehir merkezinde durmaktadır. Ancak, İstanbul-Diyarbakır arasındaki demir yolu yolculuğu, yaklaşık 32 saat sürmektedir.
TARİHİ
Yöreden, tarihi süreç içinde, pek çok uygarlık ve kavim geçmiştir. Ama, özellikle, MÖ.3000’li yıllarda, bölgede egemenlik kuran “Asurlular” karşımıza çıkmaktadırlar. Bunlar döneminde, yazılı metinlerde geçen, yörenin ismi “Amidi” dir.
Yunanca ve Latince kaynaklarda ise, şehrin ismi “Amido” ve “Amida” olarak da geçmektedir. Hatta: Arap saldırıları sırasında, yöreye yerleşen “Bekr” adında bir aşiret nedeniyle, yörenin isminin “Bekr diyarı” olduğu da söylenir.
Daha sonra bu isim “Diyar-ı Bekr” olarak söylenmiş ve 1937 yılında, Ulu Büyük Önder Atatürk tarafından “Diyarbakır” olarak düzeltilmiştir. Şehrin bu yeni ismi, 10 Aralık 1937 tarihli Bakanlar kurulu kararında tescil edilmiştir.
Daha sonraki dönemlerde: yörede egemenlik kuranlar ise: Urartular, Persler, Romalılar, Partlar, Araplar, Emeviler, Abbasiler, Mervaniler, Selçuklular, Artuklular, Eyyübiler, İlhanlılar, Osmanlılar. Tüm bu uygarlıklar: bölgede, özellikle İç kaleyi, yönetim merkezi olarak kullanmışlardır.
Bu nedenle, son olarak, Osmanlı döneminde, Kanuni Sultan Süleyman tarafından, iç kale, 16 burç ve 2 yeni kapı ile genişletilmiştir. Diyarbakır’ın, Osmanlı hakimiyetine girişi: 1515 yılında, Yavuz Sultan Selim dönemine rastlamaktadır.
Bu dönemde, ilk kent valisi Bıyıklı Mehmet Paşa’dır. Şehir: bu dönemde, doğu-batı ve güney-kuzey yönünde geçen 2 cadde tarafından, Doğuda: Yenikapı, Batıda: Urfakapı, Güneyde: Mardinkapı ve Kuzeyde: Harputkapı omak üzere, 4 bölüme ayrılır.
Yani, 4 mahalleden oluşmaktadır. Yenikapı-Urfakapı bölgelerinde, daha çok Müslümanlar ve güney bölümde ise; Rumlar, Ermeniler, Keldaniler ve Yahudi Süryanilerden oluşan gayrimüslimler otururlar. Yıkıntıları üzerine Ulu Cami yapılan, Mar Toma kilisesi ise, kuzey bölümdedir. 1900’lü yıllara gelindiğinde, resmi kayıtlarda: bölgede 24 cami ve 21 mescit bulunduğu yazılıdır. Bunlar arasında, Ulu cami dışında, Akkoyunlular döneminden daha geriye giden yapılar, günümüze ulaşmamıştır. Akkoyunlular döneminde yapılan “Nebi cami”, Osmanlı mimari özellikleri göstermektedir. Büyük ihtimalle, bu durumun: 1531 yılında, Osmanlılar döneminde geçirdiği onarımın sonucu olduğu kesindir.
Diyarbakır tarihinde, diğer öne çıkan olaylar şunlardır
13 Şubat 1925 tarihinde, Bingöl-Genç-Piran köyünde başlayan “Şeyh Sait isyanı” esnasında, 7 Mart 1925 tarihinde, isyancılar tarafından Diyarbakır kuşatılır. Gece yarısına doğru, isyancılar, şehri baştan başa çevreleyen surların 4 kapısından saldırıya geçseler de, başarılı olamazlar ve hezimete uğrayarak geri çekilirler ve 8 Mart günü, kaçmaya başlarlar.
11 Mart günü yeniden yaptıkları saldırı da da başarılı olamazlar. 15 Nisan tarihinde yakalanan isyancılar, Diyarbakır’da kurulan İstiklal Mahkemesinde yargılanırlar ve idama mahkum edilirler, cezaları 29 Haziran tarihinde, yine Diyarbakır’da infaz edilir.
5 Nisan günü, Diyarbakır için ayrı bir anlam taşımaktadır. Diyarbakırlılar, Atatürk’e olan bağlılık ve sevgileri nedeniyle, 2 Nisan 1926 tarihinde, Diyarbakır Belediye Meclisi tarafından, Atatürk’e çekilen bir telgraf ile, hemşerilik teklif edilmiş ve Atatürk tarafından, yapılan bu teklif gereği, Diyarbakır şehrinin fahri hemşeriliği kabul edilmiştir. 5 Nisan 1926 tarihli bu kabul telgrafının, şehre ulaştığı tarih, yani “5 NİSAN” günü, Diyarbakır için özel bir gün olarak her yıl kutlanmaktadır.
GENEL
Ülkemizin Güneydoğu Anadolu bölgesinde, tarihi çok eskilere giden bir şehir olarak önem kazanmaktadır. Çevresi genellikle Güneydoğu Toros dağları ile çevrilmiş olup, ortası hafif çukurumsu yapıdadır. Şehir merkezinin denizden yüksekliği 550 metredir.
Şehirde, sert kara iklimi egemendir. Buna bağlı olarak yazları çok sıcak ve kışları, bölgenin diğer yörelerine nazaran daha az soğuk geçer. Çünkü, Güneydoğu Toroslar, kuzeyden gelen soğuk rüzgarları kesmektedir. Bölgenin iklimsel özelliklerinin en büyük etkini ise, son yıllarda bölgede yapılan barajların oluşturduğu “nisbi nem” oranındaki artıştır. Özellikle: Aralık-Ocak aylarında, bölgedeki nisbi nem oranı, yüzde 80’lere kadar ulaşmaktadır.
Bölgenin bitki örtüsü pek canlı değildir. Genellikle otsu bitkilerin hakim olduğu bozkır bölgesinde, bunlar, ilkbaharda kısa bir süre yeşerir ve sonra yağışların kesilmesiyle kururlar. Çevredeki dağlarda ise, meşe ormanları bulunur. Ancak, yine de, bu ormanlar, il topraklarının en fazla, yüzde 11’lik kısmını kaplamaktadır.
Şehrin en önemli akarsuyu: Dicle nehridir. Nehir: şehrin doğu kesiminden, şehre paralel akar. Şehrin, güneyinde, 8 km. yaklaşır ve sonra doğuya yönelerek yeniden uzaklaşır.
Evet, bu şehrin en büyük özelliklerinden birisi de, nüfus artış oranının Türkiye standartlarının çok üzerinde olmasıdır. Zaten, bu şehri ziyaret ettiğinizde, cadde ve sokaklardaki çocukların yoğunluğunu rahatlıkla görebileceksiniz.
DİCLE ÜNİVERSİTESİ
Üniversite, 1978 yılında açılmış olup, Dicle nehrinin doğusundadır. Yüz ölçümü değerlendirildiğinde, ülkemizin en büyük alana sahip üniversitesidir.
Günümüzde, Üniversite bünyesinde: 13 Fakülte, 11 Meslek Yüksek okulu, 1 Konservatuar, 3 Enstitü ve 1 Eğitim ve Araştırma Hastanesi bulunmaktadır.
Son olarak: 1998-1999 öğretim yılında, Beden Eğitimi ve Spor Yüksek Okulu kurulmuştur. Üniversitenin merkez kampüsü Diyarbakır il merkezinde iken, Ergani-Çermik-Çüngüş-Bismil-Silvan-Kulp ilçelerinde, Meslek Yüksek Okulları bulunmaktadır.
EL CEZERİ
1136 yılında, Cizre şehrinde doğmuş, bir dönem Diyarbakır’da yaşamış ve 1233 yılında, yine Cizre şehrinde ölmüştür.
Kendisi, İslam döneminin altın çağında: sibernetik üzerine, yani günümüzün robotik bilimi üzerine, önemli çalışmalar yapmış, Müslüman bir bilim adamıdır. Çalışmalarını: 6 bölümden oluşan “Kitab-ül Hiyel” yani “Mekanik Hareketlerde Mühendislikten Yararlanma” isimli kitabında yayınlamıştır.
Bu kitabında: 50 civarında cihazın çizimi ve kullanım esasları görülmektedir. Ancak, kitabın orijinal baskısı günümüze kadar ulaşmamış, orijinalinin benzeri 15 kopyasından 10 tanesi, Avrupa’nın çeşitli müzelerinde, 1 tanesi Topkapı Müzesi ve 1 tanesi ise Süleymaniye Kütüphanesindedir.
DİCLE NEHRİ
Maden çayı ve Birkleyn çayı: Dicle ilçesinde birleşerek, Dicle nehrini oluştururlar. Nehir, güneye inildikçe, yöredeki diğer ırmaklar tarafından beslenerek, iyice güçlenir ve Türkiye ile Suriye arasında, 40 km. lik bir sınır çizerek, Basra’nın 64 km. kuzeyinde, Fırat nehri ile birleşir ve “Şattülarap” ismini alarak, Basra körfezine dökülür.
Yöredeki bir inanışa göre: Dicle nehri, Zap, Fırat ve Aras nehirleriyle birlikte, cennetin 4 nehrinden biri olarak kabul edilir ve “Allah’a giden yol” olarak bilinir. Bu özelliği nedeniyle, yöre insanı: özel günlerde ve bayramlar öncesinde: on gözlü köprü üzerine çıkarak, dilek ve isteklerinin yazılı bulunduğu kağıt parçalarını, Dicle nehrine bırakırlar. Bu dileklerinin: Allah’a ulaşacağına ve kabul göreceğine inanırlar.
Nehir hakkında diğer anlatılan bir rivayet ise şöyledir: Allah, Danyal Peygambere, “elindeki asası ile, suyun çıktığı mağaranın ağzından itibaren bir çizgi çizmesini ve suyun bu çizgiyi takip edeceğini, ancak fakirlerin, dul kadınların, yetimlerin ve vakıf mallarına zarar vermemesini” söyler. Evet, Dicle nehri, bu yüzden, çok kıvrımlıdır.
Nehir hakkında, bir diğer efsane ise şöyledir: “Yunan mitolojisine göre: Nympha: kaplana dönüşmüş olan, Dionysos’tan kaçarken bir ırmak yanına gelir. Bu ırmağı geçebilmek için, Dionysos’un kollarına sığınmak zorunda kalır ve bu sırada, ondan hamile kalır. Doğan çocuğa “Medler” in atası olarak kabul edilen “Medos” ismi verilir.
Dionysos ve Nympha’nın birlikte geçtikleri bu ırmağa “tigris” yani “kaplan” ismi verilir.
DİYARBAKIR KARPUZU
Dünyaca meşhur Diyarbakır karpuzu: Dicle nehri kıyısındaki, çakıllı ve kumlu arazilerde: karpuz kuyusu denilen yerlerde yetiştirilir. Bu kuyular: Nisan-Mayıs ayları arasındaki dönemde: Dicle nehrinin sularının çekilmesiyle, nehir yatağında oluşmaktadırlar. Büyük karpuz yetiştirmek için açılan her kuyu: 2 metre boyunda ve 60 cm. genişliğindedir. Derinlik ise, taban kısmında, suya ulaşacak kadar yani, genellikle 40-60 cm. arasında gitmektedir.
Bu kuyular: ahır gübresi ve güvercin gübresiyle desteklenir ve böylece karpuzun iriliği ve lezzetli olması sağlanır. Yani, organik gübreleme, Diyarbakır karpuzunun en önemli özelliğidir. Yapılan bu gübreleme sonucu: ağırlıkları 60-70 kg. kadar varabilen karpuzlar yetiştirilmektedir. Gübre demişken: Diyarbakır yöresinde bol miktarda güvercin görebilirsiniz ki, bunların sebebi: özellikle karpuz yetiştiriciliğinde, lezzet vermesi açısından, güvercin gübresinin bolca kullanılıyor olmasıdır.
Evet, Diyarbakır karpuzu denilince ilk akla gelenler: iriliği ve lezzetidir. Ancak günümüzde, ticari zihniyet nedeniyle, Diyarbakır karpuzu nesli dejenere olmuş ve eski lezzet ve iriliği kaybolmuştur.
Sonuç olarak: Diyarbakır karpuzunun yararları: böbrek taşlarını düşürücü ve idrar söktürücü özellikleri bulunmaktadır. Ayrıca: hazmı kolaylaştırıcı etkisi vardır.
KARPUZ FESTİVALİ
Festivalin temelinde: tarihi süreç içinde yaşaman bir olay bulunmaktadır. Şöyle ki: İran ordusu tarafından kuşatılan şehir, bir yıllık kuşatmanın ardından, 10 Eylül 1515 tarihinde, Osmanlı ordusu tarafından kurtarılır. Halk, Osmanlı ordusunun şehre girmesini büyük bir sevinç ve törenlerle kutlar. Bu anlamlı gün: her yıl, Eylül ayında düzenlenen ve günlerce süren şenliklerle anılmıştır.
Şenlikler: 19’ncu yüzyılın sonlarına kadar devam etmiş ve şehir merkezindeki “Ali Pınarı” bölgesinde yapılmıştır. Bu şenliklerde kurulan panayır yerinde: bir çok tören düzenlenmiş ve bunlar, I. Dünya Savaşına kadar sürdürülmüştür. Ancak, I. Dünya savaşı sırasında ülkeyi saran sıkıntılar nedeniyle, bu şenlikler unutulmuştur.
1966 yılından itibaren ise, her yıl 23 Eylül tarihinde, bu şenlikler “Karpuz Festivali” adı altında, yeniden düzenlenmeye başlamıştır.
GÜVERCİN VE GÜVERCİN YETİŞTİRİCİLİĞİ
Şehirdeki güvercin yetiştiriciliğinin, yaklaşık 500 yıllık geçmişi bulunduğu söyleniyor. Çünkü, surların üzerindeki Nur burcunda, güvercin kabartması görülmektedir.
Burada güvercinlere “boran” ismi veriliyor. Güvercinler: beslenme ve insan ilişkilerinde önem kazanırken, güvercin gübresi de yörenin meşhur karpuz yetiştiriciliğinde kullanılmaktadır. Yöredeki halk destanlarında ise, güvercin kılığına girmiş perilerden söz edilir. Hatta, destanların bir çok yerinde, bu peri dönüşümünü takiben, çok güzel kızlara dönüşürler.
Evet, bu şehirde, güvercin ve güvercin yetiştiriciliği hobi olarak halkın büyük bir bölümünde ilgi çekmektedir. Bağlar semtinde, Dörtyol civarında, taka atan güvercinlerin şovlarını izlemek mümkündür.
NE YENİR-NE İÇİLİR
Özellikle yaz döneminde ise, bu yörede, devasa boyutlardaki “karpuz” mutlaka tatmalısınız. Bunun dışında “cartlak kebabı” olarak da bilinen “ciğer kebabı” düşünülebilir.
Ayrıca: içli köfte, çiğ köfte, kaburga, keşkek tatmalısınız. Bunların dışında: özellikle “patlıcan meftunesi” yemelisiniz. Bu yemek türü: kemikli kuzu etinden yapılır. Üstüne ise, halka halka doğranmış patlıcan ve domates konulur. Sumak ve sarımsak eklenerek, yenilecek hale getirilir.
Tatlı olarak ise: kadayıf, sütlü nuriye tercih edilebilir.
Ama, Diyarbakır denilince, özellikle gitmenizi önereceğim yer “Selim Usta” ve tatmanızı önereceğim lezzet Kaburgadır. Yanında: meyan kökü içmeyi sakın ihmal etmeyin. Bu bir anlamda, kolalı içeceklerin ham maddesi olması nedeniyle, yabancı olmadığınız bir lezzet ama yemekten sonra hazmı sağlaması açısından çok yararlıdır.
Son bir not: Dağkapıdaki ciğerciye ve Hasanpaşa hanındaki kahvaltıcıya uğramadan, bu şehirden sakın ayrılmayın.
Bu arada, tatlıdan söz etmek istiyorum. Diyarbakır yöresinde, burma kadayıf ünlüdür. Burma kadayıfın ilk imalatı, Diyarbakırlı Ako Usta tarafından 18’nci yüzyılda yapılmıştır. Dünyaca ünlü bu tatlı türü, kadayıfın içine ceviz veya fıstık doldurulup sarıldıktan sonra, bakır tepsiye dizilerek yapılır.
NE SATIN ALINIR
Şehirde, geleneksel el sanatları içinde öne çıkanlar şunlardır: kuyumculuk, ipekçilik ve bakırcılık. Ama tüm bunların yanında, şehirden, gerek kendiniz ve gerekse yakınlarınız için, hediyelik bir şeyler satın almak isterseniz, “hasır” düşünebilirsiniz.
Bunun dışında: hasır bilezik, kiniş gerdanlık, gümüş işlemeli nalın satın alabilirsiniz.
Evet, bunların dışında, Diyarbakır şehrindeki alışveriş merkezleri ve adresleri şunlardır:
Mega Center AVM: Bağlar semtinde, Şanlıurfa Yolu üzerindedir.
Diyar Galeria AVM: Yenişehir Mahallesi, Orduevi arkasındadır.
Babil AVM: Selahattin Eyyübi Mahallesi. Bayındır caddesi üzerindedir.
City AVM: Kayapınar bölgesinde, Diclekent Bulvarı üzerindedir.
GEZİLECEK YERLER
ARKEOLOJİ MÜZESİ
Şehir merkezinde, Cami-i Kebir mahallesinde, Tarancı sokaktadır. Pazartesi hariç, her gün açık olup, saat: 08.30-12.00 ve 13.00-17.00 arasında ziyaret edilebilmektedir.
Şehirdeki ilk arkeoloji müzesi, 1934 yılında, Ulu caminin bitişiğinde bulunan Zinciriye Medresesinde açılmıştır. 1985 yılında ise, Elazığ caddesi üzerinde bulunan, yeni binasına taşınmış ve 1988 yılında ziyarete açılmıştır. 5000 m. Karelik bir alan üzerinde kuruludur.
Bu alanda: müze dışında, konferans salonu, depo ve laboratuvarlar ve fotoğraf atölyesi bulunmaktadır.
Müzede: yörede egemenlik kuran, Asur, Urartu, Helenistik, Roma, Bizans, Artuklu, Selçuklu, Akkoyunlu ve Osmanlı dönemlerine ait objeler sergilenmektedir. Ayrıca: Amid sikkeleri ve Etnografik eserler de sergilenmektedir. Sonuç olarak, günümüzde müze envanterinde: 16 bin civarında obje bulunmaktadır.
ZİYA GÖKALP MÜZE EVİ
Şehir merkezinde, Ziya Gökalp bulvarındadır.
Bu müzenin bulunduğu ev, mimari yapısı ile önem kazanmaktadır. Çünkü, şehrin en tipik sivil mimari yapısıdır. Yapı: 1808 yılında, 2 katlı olarak, siyah-bazalt taşından yapılmış ve 1824 yılında, Gökalp ailesine intikal etmiştir. Haremlik ve Selamlık olmak üzere iki bölümden oluşmaktadır.
Mekanlar, ortadaki avlunun çevresine yerleştirilmiştir. Süs ögesi olarak, beyaz renkli bezemeler dikkati çekmektedir. Bunun yanında, bazı kapıların üstlerinde Arapça kitabeler görülür.
Ziya Gökalp; 1876 yılında, bu evde doğmuştur. Ev: 1956 yılında, müze olarak düzenlenerek ziyarete açılmıştır. Genellikle, Diyarbakır evlerinde görülen, havuz geleneği burada da uygulanmıştır.
Burayı ziyaret ederseniz: ünlü düşünüre ait kişisel eşyalar ve yöreye ait Etnografik bir kısım obje görebilirsiniz. Ayrıca, evin ortasındaki avlu bölümünde, Ziya Gökalp’in bir heykeli de görülüyor.
CAHİT SITKI TARANCI MÜZE EVİ
Şehir merkezinde, Camii Kebir Mahallesindedir.
Ünlü yazar, Cahit Sıtkı Tarancı, 1733 yılında inşa edilen bu evde: 1910 yılında doğmuştur. İlkokulu Diyarbakır ve Liseyi İstanbul’da okuyan ünlü şair: daha sonra İstanbul-Siyasal Bilgiler Fakültesini bitirir ve Paris’e gider. II. Dünya Savaşı çıkınca yeniden Türkiye’ye döner ve çeşitli kurum ve kuruluşlarda çalışır. Evet, bu ünlü şairimizin tüm şiirleri, ölüm ve ölüm korkusu üzerine yoğunlaşmıştır. En popüler şiiri ise “35 yaş “ şiiridir.
Şehirde, ünlü şairin doğduğu ev: 1973 yılında, Kültür Bakanlığı tarafından satın alınarak, müze haline getirilmiştir. Yapının tamamı, 14 oda, avluya açılan bir mutfak, kiler ve tuvaletten oluşmaktadır.
Ahşap bir kapıdan ve dar bir koridordan geçilerek girilen müze evde: ünlü yazarın kitapları, el yazıları, kullandığı kişisel eşyaları, fotoğrafları ve kütüphanesi bulunmaktadır.
DİYARBAKIR KALESİ VE SURLARI
Diyarbakır kalesi: şehir merkezinde bulunmaktadır. Karacadağ bölgesinden, Dicle nehrine kadar uzanan, geniş yaylaların doğu kısmında, zeminden 100 metre yüksekliğe kurulmuştur. Genel olarak “kalkan balığı” biçimini andırmaktadır.
Kale yapısı: yontma bazalt taştan yapılmıştır. Kalenin bulunduğu yerdeki ilk yapının: MÖ.3000 yıllarında, Hurriler tarafından yapıldığı düşünülmektedir. Günümüze ulaşan surların ise, Roma döneminde, İmparator II. Konstantinus zamanında, MS. 349 yılları civarında yapıldığı veya yenilendiği bilinmektedir. Çünkü, yazılı belgeler, aynı tarihte, şehrin surlarla çevrili kalesinin onarıldığı görülmektedir. 365-367 yılları arasında ise, kalenin surlarının batı bölümü yıkılmış ve buraya: Urfa ve Mardin kapılarına kadar uzanan bölüm, yeniden ilave edilmiştir.
Kale: iç ve dış kale olmak üzere 2 kısma ayrılır.
İÇ KALE
İç kale bölümü: Fis kayası bölgesinde: surların kuzeydoğu köşesinde kurulmuştur. Buraya, Artuklu Kemeri denilen ve 10 metre genişliğinde, sivri kemerli bir yerden girilir. Bu kemer: üzerindeki kitabeye göre, 1206-1207 yılları arasında yapılmıştır. Kemerin iki yanında: aslan ve boğa mücadelesini gösteren bir kabartma görülmektedir ki, bu kabartma Ulu caminin doğu girişindeki kabartmanın benzeridir.
Evet, iç kale bölgesindeki ilk yerleşim: MÖ.3000 yıllarında, Hurriler tarafından yaratılmıştır. Ancak: yazılı kaynaklara göre, iç kale bölümünün, 1525-1526 yılları arasında, Kanuni Sultan Süleyman döneminde, ikinci bir sur yapılarak genişletildiği bilinmektedir. Çünkü: şehirde egemenlik kuran bütün uluslar, iç kaleyi bir yönetim merkezi olarak kullanmışlardır.
İç kale bölümünde, Virantepe höyüğünde: 1961-1962 yılları arasında resmi arkeolojik kazılar yapılmıştır. Bu kazılarda, yörenin ilk yerleşiminin, MÖ.6000 yıllarında burada kurulduğu yani kentin ilk kuruluş noktası olduğu anlaşılmıştır. Bu kazılarda, ayrıca: burada, 13’ncü yüzyılda Artukoğulları döneminde bir saray yapıldığı anlaşılmıştır. Sarayın: Artuklu hükümdarı Melik Salih Nasreddin Mahmud dönemine yani; 1200-1222 yılları arasındaki döneme ait olduğu sanılmaktadır.
Bu saray kalıntısı içinde, en önemli bölüm ise, dört tarafı eyvanlarla çevrili olan, süslü havuzdur. Havuzda: zengin renkli taş mozaik ve çini süslemeleri görülmektedir. Ayrıca: fiskıye yapılmıştır.
Bu havuz yapısı: Artuklular döneminde sıkça kullanılmış olup, gerek suyun sesinden ve gerekse serinliğinden yararlanılması düşünülmüştür. Bu “selsebil” sistemi, günümüzde de, birçok yapıda görülmekte olup, özellikle Gazi köşkünde dikkat çekmektedir. Yine, aynı bölümde, renkli taş ve cam küplerden oluşan mozaik süslemeleri görülmektedir.
Doğu bölümünde ise, saraya çıkışı sağlayan merdivenler ortaya çıkarılmış ve saray girişinin, Artuklu kemerinin, yani hemen iç kale girişindeki kemerin yanında olduğu belirlenmiştir. Bu sarayda, yukarıda sözünü ettiğim, El Cezeri isimli Müslüman bilginin yaptığı robotik uygulamaların kullanıldığı tahmin edilmektedir.
Ayrıca, yine bölgede bulunan bir kervansaray, tarihi süreç içinde, uzun süre “cezaevi” olarak da kullanılmış ve birçok idama sahne olmuştur. (Son günlerde, televizyonlarda izleyenler hatırlayabilirler, bu bölgede, yüzyıl öncesinden, yani cezaevi döneminden kalma insan kemikler bulunmaktadır)
Evet, günümüzde: iç kale bölgesinde görülebilen yapılan şunlardır: Artuklu sarayı kalıntıları, 2 kilise, Viran kale, sarnıç, kale camii (Hz Süleyman-Nasıriye camii), Arkeoloji Müzesi, Taş Eserler Müzesi, Müze kafeteryası, Sanat Galerisi, Cezaevi binası, Kongre merkezi. Bu yapıların bir kısmı: 2005 yılına kadar, Jandarma Askeri Birliği karargah tesisleri olarak kullanılmıştır.
KALE CAMİSİ-HZ. SÜLEYMAN-NASIRİYE CAMİSİ
İç kalede, sur duvarına bitişik olarak yapılmıştır.
Cami, üzerinde bulunan kitabeye göre: 1156-1169 yılları arasında, Ebul Kasım isimli bir şahıs tarafından yaptırılmıştır. Bu konuda da bir söylenti bulunmaktadır. Söylenenlere göre: Ebul Kasım’ın rüyasına giren Hz. Süleyman “Üzerimiz ne kazana kadar açık kalacak?” diye sormuş ve bunun üzerine cami yaptırılmıştır.
Ama, aynı zamanda, caminin Mervani Hükümdarı Nasruddevle tarafından yaptırıldığı da söylenmektedir ki bu nedenle ismi “Nasıriye Camisi” olarak da anılmaktadır.
Caminin hemen yanında, bitişiğinde: Halid Bin Velid’in oğlu Hz. Süleyman’ın, Osmanlı döneminde yaptırılan mezarı bulunmaktadır.
Ayrıca, Diyarbakır şehrinin, Müslümanlar tarafından fethi sırasında şehit düşen 27 sahabenin burada defnedildiği görülmektedir. Yani: cami yapısı, 27 sahabenin mezarı üzerine inşa edilmiştir. Cami altındaki türbe bölümüne, bir merdiven ile iniliyormuş.
Ama, bu merdiven zamanla kapanmıştır. Onların anısına, caminin avlusuna, Hz. Süleyman için bir sanduka yaptırılmış ve daha sonra bunun çevresi de, bir çok mezar tarafından sarılmıştır.
Caminin bitişiğindeki türbe ve sahabelerin mezarlarının varlığı nedeniyle, cami, özellikle Perşembe akşamları ve Cuma günlerinde yoğun ziyaretçi akımına uğramaktadır. Bunun nedeni hakkında, yörede anlatılan aşağıdaki söylenti, bir fikir verebilmektedir.
27 Sahabe Efsanesi
Söylenenlere göre: şehit sahabelerin türbedarı olarak “Şeyh Muhyiddin Efendi” görevlendirilmiştir. Bu şahıs, her Perşembe akşamı, şehitlerin cenazelerinin bulunduğu mahzene iner ve onların bozulmamış bedenlerinde bulunan yaralarından akan kanları, pamukla siler ve temizlermiş. Ancak: şehitlerin üzerinde, şehrin valisi Murtaza Paşa tarafından yenilenen bir örtü bulunmaktadır ve türbedar, örtüyü kaldırmadan şehitlerin yaralarını temizlemektedir.
Günlerden bir gün: türbedarın, pamuk alacak parası kalmamış ve çarşıya gittiğinde nasıl pamuk alacağını düşünürken, karşısına çıkan bir zat, kendisine para verir. Türbedar: bu para ile pamuk alır, şehitlerin kanını silmek için, yeniden mahzene indiğinde ise, şehitlerin üzerindeki örtüyü, merak edip kaldırır ve örtünün altında, çarşıda kendisine para veren zatı görür ve korkudan dili tutulur.
Şehirde, bu olay duyulunca: şehitlerin yaralarından kan akmak olur. Bunun üzerine, mahzene açılan kapı, duvarla örülerek kapatılır.
Evet, günümüzde, bu mahzene inen herhangi bir kapı bulunmamakta ve eski kapının nerede olduğu bilinmemektedir.
Peki, bu sahabeler hangi nedenle burada bulunmuşlardır? Mekke’nin fethedilmesinin üzerinden kısa bir süre geçtikten sonra: Hz. Ömer tarafından görevlendirilen, Halid Bin Velid komutasındaki Arap ordusu, Kuzey Mezopotamya bölgesine doğru ilerlerler ve bu sırada Diyarbakır’a varırlar. Diyarbakır surlarının muhteşemliği karşısında, günler-aylar birbirini kovalar ve şehir ele geçirilemez. Bu sırada, ramazan ayında, oruç tutmaya başlarlar. Başlarındaki komutan Halid Bin Velid, her gece askerleri tarafından sahur için bırakılan “ekmek” parçasının birkaç gün üst üste bırakılmadığını görünce, bunun nedenini sorar ve araştırıldığında, bırakılan ekmeğin, bir köpek tarafından alınarak, Diyarbakır şehir surlarındaki bir kovuktan, şehir içine sokulduğu görülür.
Bunun üzerine, köpeğin girip-çıktığı bu kovuk genişletilir ve buradan şehre giren Hz. Süleyman ve 27 arkadaşı sahabe, kapıları açmalarının ardından, şehit olurlar. İlaveten 13 sahabe ise, surların farklı bölgelerinde, yine aynı kuşatma sırasında şehit olmuşlardır. Yaralanan Sultan Sasa’nın da bir süre sonra şehit olmasıyla, bölgede 41 sahabenin gömüldüğü söylenmektedir.
Bu sahabeler’den, 30 tanesinin mezarı bilinmektedir. Ancak, kuşatmanın ardından bir kısım sahabe, şehirde yerleşmiş ve bunların toplamının 541 olduğu bildiriliyor. Hatta, şehirde şecerelerin tutulduğu ve sahabe torunu olduklarını söyleyenlerin bile bulunduğu söyleniyor. Evet, tarihi özellikleri yanında dini özellikleri de ön plana çıkan bu şehirde: 6 peygamber kabri ve 3 peygamber mekanı bulunduğu belirtiliyor. Hatta, sahabe kabirlerinin sayısı bakımından: Mekke ve Medine’den sonra, dünya üzerinde üçüncü şehir olduğu da söyleniyor.
SAİNT GEORGİ-KARA PAPAZ KİLİSESİ-MAR GEVERGİS NASTURİ KİLİSESİ
İç kalenin kuzeydoğu köşesinde, Cezaevinin bitişiğindedir.
Yapının, ne zaman ve kim tarafından yaptırıldığı bilinmemektedir. Ancak, 2’nci yüzyılda, Nasturi Hıristiyanları tarafından kullanıldığı bilinmektedir.
Yapı: kesme siyah bazalt taştan yapılmıştır. Bu renk nedeniyle, halk arasında: “Kara Papaz Kilisesi” olarak da bilinmektedir.
Kilise yapısı: Artuklular döneminde, işlev değiştirerek, Virantepe höyüğü üzerinde kalıntıları bulunan, Artuklu Sarayının hamamı olarak kullanılmıştır. Hatta: o dönemde; Sarayda yaşayan Cizreli bilgin El Ceziri’nin burada, yani, hamamda bazı mekanik sistemler icat ettiği ve bu sistemlerin Artuklu hükümdarları tarafından kullanıldığı söylenmektedir.
Yapı: 2005 yılında restore edilmiş olup, günümüzde sergi salonu olarak kullanılmaktadır.
DIŞ KALE VE SURLAR
Dış kale bölümünde: türbe, kilise, han, hamam, medrese ve cami gibi yapılar bulunmaktadır. Ancak, günümüzde, özellikle kalenin surları dikkat ve ilgi çekmektedir. Çünkü: bu surlar, dünyanın en eski ve en sağlam surlarıdır. Hatta: dünya üzerinde, Çin seddinden sonra, dünyanın en uzun, en sağlam ve en geniş surları olarak kabul edilmektedirler. Evet, bu surlar: 5600 yıl boyunca, her türlü saldırı ve istilaya karşı şehri korumuştur. 1932 yılında ise, Dağkapı tarafındaki surların bir kısmı: dönemin valisi tarafından, şehrin hava akışını engellediği gerekçesiyle yıktırılmıştır.
Surların uzunluğu: 5700 metredir. Yükseklikleri: 10-12 metre arasındadır. Kalınlıkları ise: yer yer 3-5 metre arasında değişmektedir. Surlar: doğu-batı yönünde 1700 metre ve kuzey-güney yönünde 1300 metrelik bir alanı kuşatırlar. Yalnız, burada bir ayrıntıdan söz etmek istiyorum.
Eldeki verilere göre: günümüzdeki dış surların dışında, 4’ncü yüzyılda, ikinci bir sur şeridi daha bulunuyordu. Bu ikinci dış sur serisi: 1232 yılında, şehri ele geçiren Eyyübi Hükümdarı Melik Kamil tarafından yıktırılmış ve bunların taşları, mevcut surların onarımında kullanılmıştır. Günümüzde, yok olan bu surların kalıntılarının bir kısmı: Dağkapı, Mardinkapı ve Hastaneler caddesi civarında görülebilmektedir.
Burçlar
Surlar üzerinde: 82 tane burç bulunmaktadır. Burçların içinde: sarnıçlar, mahzenler, yatma yerleri ve depolar bulunmaktadır. Burçlar üzerindeki kabartmalar ve kitabeler ilgi çekmektedir.
Surlar üzerinde, kuleleri birbirine bağlayan geniş bir yol bulunmaktadır. Bu yol: 70 cm kalınlığında bir mazgal duvarı ile korunmaktadır.
Bu burçlar içinde, en öne çıkanlar şunlardır:
Dağ Kapı (Harput Kapı) Burcu: Şehir surlarının en önemli burcudur ve bu nedenle, şehirde egemenlik kurmuş bütün medeniyetler, bu burç üzerine, armalar ve kitabeler gibi kendi kültürel işaretlerini koymuşlardır. Ama, genel olarak burcun birçok yerinde: üzüm ve yaprak şekilli bitkisel ve hayvansal motifli rölyefler görülür. Özellikle: Abbasilere ait güvercin ağırlıklı hayvan ve bitki motifleri önem kazanmaktadır.
Burada: Kral Süleyman mührü kabartması ilgi çekmektedir. Kapıda bulunan, işlemeli demir kapı: kapının nöbetçileri tarafından, akşam gün batımında kapanır ve gün doğumunda açılırmış. Günümüzde, bu burcun alt bölümü sergi salonu ve Turizm Danışma Bürosu olarak kullanılmaktadır.
Yedi Kardeş Burcu: 1208 yılında, Artuklular döneminde yapılmıştır. Evli Beden burcu ile aynı dönemde yapıldığı düşünülen burç için: usta-çırak efsanesinden söz edilmektedir.
Burcun üzerinde: Selçukluların simgesi olan “çift başlı kartal” ve 2 kanatlı aslan kabartması ilgi çekmektedir. Kartal figürü, iki aslan figürü arasındadır. Aslan figürleri: bulunduğu yerin koruyuculuğunu simgeler. Ortadaki kartal figürü ise, tarihte gelmiş geçmiş Türk İslam devletlerinin ve Selçukluların simgesi olarak kullanılmıştır.
Bunların altında ise, bir kuşak gibi burcu çevreleyen, burcun kitabesi bulunmaktadır. Kitabeye, burcu yaptıranlar için dualar işlenmiştir. Bunların dışında: burca baktığınızda, zeminden burcun en üst bölümüne kadar olan yüzeyin her karesinde, bir estetik anlayışın egemen olduğunu görebilirsiniz.
Usta-Çırak Efsanesi: Bir zamanlar, bölgenin hükümdarı, şehir surlarının batısında, iki burç inşa edilmesini emreder. Bunun üzerine görevlendirilen usta: Yedi Kardeş Burcunu yapmaya başlar.
Çırağı ise: Evli Beden Burcunu yapmaya başlar. Her iki burç bittikten sonra: hükümdar, Evli Beden Burcu’nun, diğer Yedi Kardeş Burcundan daha güzel olduğuna karar verir. Ancak, bu durumu içine sindiremeyen usta: kendisini Yedi Kardeş Burcundan aşağıya atar ve ölür. Ustasının intiharına içerleyen, Evli Beden Burcunu yapan çırak da, kendini surlardan aşağıya atar ve ölür. Bu olaydan sonra: Evli Beden ve Yedi Kardeş Burçlarının bulunduğu bölgeye “Ben u Sen” ismi verilir.
Evli Beden Burcu (Ulu Beden Burcu): 1208 yılında, Artuklular döneminde yapılmıştır. Mimarı: Cafer oğlu İbrahim’dir. Burçta, toplam 6 tane, aslan figürü bulunmaktadır. Bu figürlerde, kanatlı aslanların başlarında taç görülmekte, kuyrukları ise ejderha şeklinde görülmektedir. Mezopotamya mitolojisinde görülen kanatlı aslan (sfenks) kabartması, dönemin en güzel eseri olarak önem kazanmaktadır. Bu burçta: tüm burçlara nazaran, taş işçiliğinin daha güzel ve ince olduğu görülmektedir.
Keçi Burcu (Kız Burcu): Mardin kapısının doğu bölümündeki bu burç, surlar üzerindeki en eski ve en büyük burç olarak önem kazanmaktadır. Güneş Tapınağı üzerine kurulmuş olan bu burcun, kesin yapım tarihi bilinmemektedir. Ancak, üzerinde bulunan kitabeye göre, Mervaniler döneminde onarıldığı yazılıdır. Bu burç üzerinden: çevrenin muhteşem güzel panoramik manzarası izlenebilmektedir. Bunun dışında, burç üzerinde: ön kemer taşı üzerinde bulunan “kuş” figürü ilgi çekmektedir. Günümüzde, burç içinde, geçmişte bir dönem “zindan” olarak kullanılan bir bölüm görülüyor. Ayrıca: 2004 yılında yapılan restorasyon neticesinde: burç içindeki bölümler, halen sergi alanı ve resepsiyon salonu olarak kullanılmaktadır.
Nur Burcu: 1089 yılında, Melikşah döneminde, Selçuklular tarafından yapılmıştır. Mimarı: Selamioğlu Urfalı Muhammed’dir. Burcun: Kafi yazı ile yazılmış kitabesi ve zengin hayvan figürleri ilgi çekmektedir. Kitabe içinde, özellikle: uzun boynuzlu keçi motifli rölyefe dikkatinizi çekmek istiyorum. Ayrıca, yine dört nala koşan at rölyefi ilgi çekmektedir.
Kitabenin sağ tarafında ise: güvercin motifli rölyefin altındaki, bağdaş kurmuş vaziyette oturan, kısa saçlı, eli ile ayaklarını tutan çıplak kadın motifi görülür. Bunun, dönemin özelliğine binaen, bolluk ve bereket tanrısını simgelediği düşünülmektedir. Ama, aynı zamanda, bu motifler, o dönemde, yani İslami dönemde, yasak olmasına rağmen, sanatın ne kadar gelişmiş olduğunun en büyük göstergesidir.
Kapılar
Dış kalenin, surlar üzerinde bulunan ve her yöne açılan 4 kapı: Dağkapı (Harput kapısı), Urfakapı (Rum kapısı), Mardinkapı (Telli kapısı) ve Yeni kapı (Su kapısı-Dicle kapısı) olarak isimlendirilmektedir.
İç kalenin kapıları: Fetih kapısı, Saray kapısı, Küpeli kapısı, Oğrun kapısıdır. Fetihkapı ve Oğrunkapı: dışarıya, Saraykapı ve Küpelikapı ise, içeriye açılmaktadır. Fetih ve Oğrun kapılar, günümüzde kullanılmamaktadır.
Dağkapı: Şehrin, Harput yani günümüz Elazığ şehri istikametine açılan kapıdır. 1932 yılında, yukarıda da söz ettiğim gibi, şehrin hava alması için, Dağ kapısı burcu ile Tek Beden burcu arasındaki, 2 burç ve 200 metrelik sur alanı yıktırılmıştır.
Mardinkapı: Eski kentin güneyindedir. Telkapısı ve Tepekapısı ismiyle de bilinmektedir. Kapı onarılmış olup, günümüzde de kullanılmaktadır.
Urfakapı: Şehrin batı bölümündedir. Rumkapı ve Halepkapı olarak da bilinmektedir. Buranın, günümüzde üç girişi olmasına rağmen, eskiden iki girişi bulunuyormuş.
Bir girişi:Selçuklular tarafından onarılan ve Melik Ahmet Caddesine açılan kapıdır. Bu demir kanatlı kapı üzerinde: hayvan başlı çiviler ve çift başlı kartal sembolü bulunmaktadır.
Diğer giriş kapısı: Bizans döneminde yapılan, Meryem Ana Kilisesine doğru uzanan, yalnızca rahip ve rahibeler tarafından kullanılan, taş kemerli kapıdır.
Üçüncü kapı ise, sonradan açılmıştır.
Yenikapı: Şehrin doğu bölümündeki kapısıdır. Basık kemerli ve tek girişlidir. Şehri, Dicle nehrine bağlar. Bu nedenle: Sukapısı ve Dicle kapısı olarak da bilinir.
ULU CAMİ
Gazi caddesinde, Hasan Paşa hanının karşısında., Mardin ve Harput kapısını birleştiren eksenin batısındadır.
Caminin en büyük özelliği: Anadolu’nun ilk camisi ve İslam aleminin, 5’nci Harem-i Şerif-i yani Mukaddes Mabet olarak kabul edilmesidir.
Burada: ilk olarak, bir pagan yani putlara tapanlara ait bir tapınak bulunuyormuş. Daha sonra ise, Mar Toma isimli kilise olarak kullanılmaya başlanmıştır. 639 yılında ise, Müslüman Araplar, şehri ele geçirince, burası, Cami-i Kebir ismiyle, camiye dönüştürülmüştür.
Evet, Ulu cami olarak günümüze kadar gelen bu yapı: bütün dönemlerde, önemini korumuştur. Günümüzde de, şehrin en önemli dini yapısı ve turistik ziyaret yerlerinden birisidir. Ancak, yangınlar ve diğer çeşitli tahribat ve yıkımlar sonucu, birçok kez onarımdan geçirilmiştir. Özellikle, en kapsamlı onarım, 1091 yılında Selçuklular döneminde yapılmıştır. Son olarak ise, 1975-1977 yılları arasında, kapsamlı bir onarımdan söz edilir. Elbette, günümüzdeki yapı, tüm bu onarımlar sonucu, orijinalliğinden yer yer uzaklaşmıştır. Cami günümüzdeki şekline: 1185 yılında ulaşmıştır.
Yapının mimari özelliklerinden söz etmek gerekirse: caminin dört cephesi, İslam’ın 4 ana mezhebine ayrılmıştır. Hanefi ve Şafiler, 2 ayrı mekanda ibadetlerini sürdürmektedirler. Hanefiler Bölümü: Bu bölüm, kiliseden, camiye dönüştürülen esas bölümdür. Yapının genel mimari özellikleri ise: Suriye-Şam şehrinde bulunan Emeviye Camisinin özelliklerini taşımaktadır. Özellikle, kemer kapıdaki ince taş kabartmaların güzelliği dikkat çekmektedir. Ortadaki büyük avlunun cephesinde, değişik dönemlere ait, farklı mimari bezemeler, süslemeler, kabartmalar, yazıtlar görülmektedir. Ancak, bunların hepsi, farklı dönemlere ait olmasına rağmen, büyük bir uyum içindedirler.
Caminin avlusunda: demir parmaklıklar içinde, güneş saati görülmektedir. Bu saat, büyük olasılıkla, sibernetiğin babası olarak kabul edilen, Müslüman bilgin “El Cezeri” tarafından yapılmıştır. Bir kısım farklı kaynağa göre ise, Romalılar döneminden kalmadır.
HASAN PAŞA HANI
Şehir merkezinde, Ulu caminin doğusundadır.
Yapı: 1573 yılında, Osmanlı dönemi valilerinden Hasan Paşa tarafından yaptırılmıştır.
Yapı: avlulu ve 2 katlıdır. Avlunun ortasında ise, sütunlu ve üstü kubbeli bir şadırvan görülmektedir.
ZİNCİRİYE MEDRESESİ
Ulu cami ile arasında kemerli bağlantı bulunmaktadır. Yani, ulucami külliyesini tamamlayan bir yapıdır.
1198 yılında, Eyyübi hükümdarı Melik Salih Necmeddin zamanında yapıldığı tahmin edilmektedir. Kitabesine göre: mimarı İsa Ebu Dirhem’dir.
Medrese ile, Ulu cami arasında, kemerli bağlantılar görülmektedir. Yani, bir anlamda, Ulu Cami külliyesini tamamlayan bir yapıdır. Tek katlı ve iki eyvanlıdır. Medrese yapısı: 1934 yılında onarılmış, 1985 yılına kadar, bir dönem Arkeoloji Müzesi olarak kullanılmıştır. Günümüzde ise, kurs yeri olarak kullanılmaktadır. Evliya Çelebi, yazıtlarında bu medrese hakkında “alimler arasında paye sahibidir” demektedir.
MESUDİYE MEDRESESİ
Ulu caminin kuzey bölümünde, Ulu camiye bitişiktir.
1198-1223 yılları arasında Artuklular döneminde yapılmıştır. Adını, yapıyı yapan Mesut adlı ustadan almaktadır. Burada, kitabesinde yazdığına göre: yapıldığı dönemde: 4 Sünni mezhebe ait fıkıh dersleri veriliyormuş. Yani, dönemin en önemli üniversitelerinden biri gibi çalışıyormuş.
Yapının mimari yapısı incelendiğinde, en önemli özelliğinin: mihrabın her iki yanına yerleştirilmiş, dönebilen bazalt sütunlar olduğu görülmektedir. Bu sütunlar: yer hareketleri yani deprem sonucu, yapının her hangi bir yerinde olabilecek çökme veya kaymayı tespit edebilmek için konulmuştur. Yani, tam bir “statik harikası “dır da denilebilir.
NEBİ (PEYGAMBER) CAMİİ
Şehir merkezinde, İnönü Mahallesinde, Gazi Caddesindedir.
15’nci yüzyılda, Akkoyunlular döneminde yapılmıştır. Yazılı kaynaklara göre, 1927 yılında caminin üst ahşap kirişleri çürüyerek çökmüştür. Günümüzdeki caminin ise, 15’nci yüzyıl sonları ile 16’ncı yüzyıl başlarında; Osmanlı döneminde yapıldığı düşünülüyor.
Caminin özelliği: minaresindeki kitabelerde “Muhammed” diye bahsedilmektedir ve bu nedenle, camiye “Nebi” veya “Peygamber” camii denilmektedir.
Caminin, 1530 yılında bir Hacı Hüseyin isimli bir kasap tarafından yaptırılan minaresi, 1960 yılında onarılarak restore edilmiştir.
BEHRAM PAŞA CAMİSİ
Şehrin güneybatı bölümünde, Süleyman Nazif mahallesindedir.
Diyarbakır valisi Behram Paşa tarafından, 1565-1572 yılları arasında yaptırılmıştır. Yapının mimarının, ünlü Mimar Sinan olduğu söylenir. Yapı: kesme taştan yapılmış ve tek kubbelidir. Osmanlı döneminin, burada yapılan en görkemli camilerinden biridir.
Yapı, görünüm olarak, İstanbul’da karşımıza çıkan, Sadrazam camilerine benzemektedir. Özellikle, minberi, çok süslüdür ve tam bir sanat harikasıdır. Caminin, önündeki şadırvanı ile sütunlu bir saray girişini anımsatmaktadır.
Caminin minaresine: 1828 yılında yıldırım düşer ve 1930 yılında onarılır.
ŞEYH MUTAHHAR-DÖRT AYAKLI MİNARE CAMİİ
Şehir merkezinde, Özdemir mahallesinde, Balıkçılarbaşı semtindedir.
Cami: 1500 yılında, Akkoyunlu hükümdarı Kasım tarafından yaptırılmıştır.
Yapı: siyah-beyaz kesme taşlardan yapılmıştır. Şeyh Mutahhar’ın mezarının burada olduğu bahisle, bu isim verilmiştir.
Caminin minaresi: kuzeydoğu yönünde, günümüzde, yol ortasında bulunmaktadır. Ancak, minare, camiden daha çok ilgi çekmekte olup, Anadolu’da tek olması nedeniyle önem kazanmaktadır.
Çünkü, minare: dört ayrı sütun üzerinde yükselen, kare planlıdır. Dört ayak ile, İslam’daki 4 mezhep temsil edilmektedir. Üzerinde yükselen minare de, İslam dinini temsil etmektedir.
Şunu hatırlatmak istiyorum ki: minarenin sütunları altından, 7 kez geçerseniz, her dileğinizin yerine geleceğine inanılır.
SAFA (PARLI) CAMİİ
Şehir merkezinin kuzeybatı bölümünde, Melek Ahmet Caddesinde, caddeye 150 metre uzaklıktadır.
Akkoyunlular döneminde, 15’nci yüzyılda 1532 yılında, Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan tarafından yapılmıştır. Kapısı üzerinde bulunan yazıta göre, 1513 yılında ise onarım gördüğü bilinmektedir.
Caminin: çinileri ve zengin taş süslemeleri ilgi çekmektedir. Siyah bazalt taş kullanılarak yapılmıştır. Özellikle, taş işlemeciliği, ziyaretçilerin ilgisini çeker. Bu taş işlemeleri: minaresinde, kaideden başlar ve külahına kadar devam eder. Yapının boyutları: yaklaşık; 22 x 20 metredir.
Caminin minaresi: kuzeydoğu köşesindedir. Minarenin kaidesi, siyah bazalt taşlarla ve kaideden sonraki bölüm ise, sarıya çalan beyaz taşlarla döşenmiştir. Minarenin yapımı sırasında: harcına, çevrede yetişen kokulu bitkilerden, 70 yük katıldığı ve bu nedenle, camiye “Miskli” yani “kokulu” cami denildiği söylenmektedir. Hatta, bu nedenle yani kokunun kaybolmaması için, o dönemlerde, minarenin bir kılıf içinde muhafaza edildiği ve yalnızca Cuma günleri, kılıfı açılarak, etrafa koku yaymasının sağlandığı söylenmektedir.
Caminin batısında: büyük hekim “Muslihiddin-i Lari” nin mezarı bulunmaktadır.
FATİHPAŞA KURŞUNLU CAMİSİ
Şehrin kuzeydoğu bölümünde: Fatihpaşa Mahallesindedir. İç kalenin güney kapısından gidilir.
Yapı: 1516-1520 yılları arasında, şehrin ilk Osmanlı valisi Diyarbakırlı Mehmet Paşa tarafından: Ermene Surp Theodora kilisesinin camiye çevrilmesi suretiyle yapılmıştır.
Yani, bölgedeki ilk Osmanlı eseridir. Aynı zamanda, şehirdeki en boyutlu ve güzel yapılardan birisidir. Yalnız caminin en büyük özelliği: kurşundan yapılmış merkezi kubbenin çevresinde, küçük kubbelerin bulunmasıdır. Kubbelerin üstü, kurşundan kaplı olduğu için, halk arasında, kurşunlu cami olarak bilinir.
Yapının duvarları, muhteşem güzel çinilerle kaplıdır. Cami, Cumhuriyet döneminde onarılmıştır. Caminin yapılmasını sağlayan ve şehrin Osmanlı dönemindeki ilk valisi olan Bıyıklı Mehmet Paşa’nın mezarı: caminin hemen doğusundaki hazirededir.
Caminin minaresi: kuzeybatı bölümde ve camiye bitişik, silindirik bir yapıdadır ve sarımsı taşlarla örülüdür.
MERYEM ANA SÜRYANİ KADİM KİLİSESİ
Şehir merkezinde, Ali Paşa mahallesindedir.
İlk olarak, burada, güneş tapınağı olarak kullanılan bir mabedin bulunduğu tahmin edilmektedir.
Günümüzdeki yapının yapım tarihi ve yaptıranı hakkında ise, ayrıntılı bilgi bulunmamaktadır.
Ancak, kapısı ve mihrap üzerinde bulunan bir kısım kalıntılar, yapının Geç Roma döneminde yani 3’ncü yüzyılda yapıldığını göstermektedir. Ancak yine de takip eden dönemlerde, birçok değişiklik geçirmiştir. Yapıda, bazı azizlerin türbeleri bulunmaktadır. Yapının Roma biçimi kapısı ilgi çekmektedir.
Kilise: 1034 yılında, Patrik IV. Diyonosiyos tarafından, patriklik merkezinin Diyarbakır şehrine taşınması nedeniyle, 11’nci yüzyıldan, 19’ncu yüzyılın sonlarına kadar, Süryani Patrikhanesi olarak görev yapmıştır. 1933 yılında ise, Mardin Süryani Kadim Metropolitliğine bağlanmış ve halen buranın üyesidir.
Günümüzdeki görünümüne ise, 18’nci yüzyılda ulaşmıştır ve günümüzde faaldir yani ibadete açıktır. İçinde, bazı azizlerin resimleri bulunmaktadır. Ayrıca: ceviz ağacından yapılmış kapılar, el işi gümüş kandiller dikkat çekmektedir. Süryani kilise kültürü gereği, patrik mezarlarının kilise içine yerleştirilmesi geleneğine, burada da uyulmuştur. Çeşitli dönemlerde burada görev yapmış ve görev başında iken ölen pek çok patrik ve rahibin mezarı, kilise içinde bulunmaktadır.
SURP GİRAGOS ERMENİ ORTODOKS KİLİSESİ
Şehir merkezinde, Özdemir mahallesinde, Göçmen sokaktadır. Eklenti yapılarıyla, günümüzde de görkemli görünümünü korumaktadır.
Kilisenin yapım tarihi bilinmemektedir. Ancak, yazılı kaynaklarda, kilise hakkındaki ilk bilgiler, 1517 yılında geçmektedir. Bu yüzden, 16’ncı yüzyılda yapıldığı düşünülmektedir. Yapıda: 1827 ve 1880 yıllarında, iki büyük yangın çıkmıştır. 1880 yılındaki büyük yangın sonucu, yapıya, yeni ilave bölümler eklenmiştir. Bu eklemeler sonucu, yapı, aynı anda, 3000 kişinin ibadet edebileceği bir Ermeni kilisesi haline gelerek, dünyada tek olmuştur.
Yapı: Ermenilerin bölgeyi terk etmeleri sonrasında: I. Dünya savaşı sırasında, Alman subayların karargahı, daha sonra, 1960 yılına kadar askeri depo, Sümerbank bez deposu ve benzeri amaçlarla kullanılmıştır. Daha sonra ise, Diyarbakır Ermeni Cemaati tarafından onarılarak, günümüzde tekrar dini yapı olarak kullanılmaya başlanmıştır.
DELİLER-HÜSREV PAŞA HANI
Şehir merkezinde, Mardin kapı mevkiindedir. Şehirde, günümüze kadar ayakta kalarak gelmeyi başarabilmiş en büyük handır.
Yapı: 1521-1527 yılında, Diyarbakır Valisi Hüsrev Paşa tarafından yaptırılmıştır. Hicaz ve İpek yolu üzerinde, Suriye-İran ve Hindistan’a gidecek olan ticaret kervanları için yaptırılmıştır.
Yapının, hemen arkasında cami ve medrese bulunmaktadır, yani bir anlamda “kompleks” olarak yapılmıştır. Siyah bazalt, beyaz kalker, moloz taş ve tuğla kullanılmıştır. Geniş avlusunda, bir şadırvan bulunmaktadır. Odalar ve ahırlar, avlunun çevresinde sıralanmaktadır. İkinci katta ise, yine küçük kapılı han odaları bulunmaktadır.
Buraya “Deliler Hanı” denilmesinin nedeni: Hicaz’a gidecek hacı adaylarını götürecek rehberlerin (bunlara deliler denilmektedir) burada kalmalarındandır.
Yapı, günümüzde, butik otel olarak kullanılmaktadır.
SÜLÜKLÜ HAN-KAZANCILAR HANI
Şehir merkezinde, Gazi caddesi üzerinde, Kazancılar sokağındadır.
Yapı: 1683 yılında, Mahmut Çelebi ve kız kardeşi Atike Hatun tarafından yaptırılmıştır. 3 katlı ve her katında 18 odalıdır. Zemin kat: ahır olarak kullanılmıştır. Ancak, günümüze, yapının yalnızca tek katı sağlam olarak gelebilmiştir.
Hanın en büyük özelliği: avlusunda bulunan kuyunun içinden çıkarılan ve tedavi amaçlı kullanılan sülüklerdir.
Ayrıca, hanın altında gizli bir geçidin bulunduğu ve bu geçidin iç kaledeki cezaevine çıktığı ve o dönemde, 3 idam mahkumun, bu geçidi kullanarak, kaçmayı başardığı ve bu olaydan sonra geçidin kapatıldığı söylenmektedir. Günümüzde, han yapısı: otantik bir kafeterya olarak kullanılmaktadır.
AŞEFÇİLER ÇARŞISI
Şehir merkezinde, Melek Ahmet Paşa caddesi ve Peynirciler pazarı arasındaki, Maliki Ejder Camisinin bulunduğu sokakta kurulmaktadır.
Özellikle, sabahın erken saatlerinde, Dicle vadisindeki bağ ve bahçelerdeki çeşitli otları, sebzeleri ve meyveleri getiren kadınlar, organik ürünlerini bu çarşıda satıyorlar. Diyarbakırlılar, bu şifalı otlara ilgi gösteriyorlar, siz de şehri ziyaretinizde, burayı mutlaka görmelisiniz.
SİPAHİ PAZARI
Şehir merkezinde: Balıkçılarbaşı ve Ulu cami arasındaki bölümdedir.
Çarşıda: yöresel elbiseler, baharat, el yapımı bakır eşyalar, antika eşyalar, geleneksel düğünlerde kullanılan kına ve aksesuarlar, tütün, puşi gibi eşyalar satılmaktadır.
Çarşının yapım tarihi hakkında net bilgiler bulunmamaktadır.
PEYNİRCİLER ÇARŞISI
Şehir merkezinde, Balıkçılarbaşı ve Mardinkapısı arasında, Deva hamamının bitişiğindedir.
Bu çarşıda, farklı lezzetlerde birçok peynir satılmaktadır ki, özellikle, yöreye özgü “örgü peynir” bu çarşıda satılmaktadır. Bu yüzden, özellikle Diyarbakırlılar ve çevreden şehri ziyarete gelenler tarafından mutlaka uğranılan bir yer olmuştur.
KUYUMCULAR ÇARŞISI
Şehir merkezinde, Gazi caddesi üzerinde, Ulu caminin tam karşısındadır.
Çarşıda: her türlü el işi ziynet eşyası satılmaktadır. Ticaret hacmi bakımından, şehrin en önemli merkezlerinin başında gelmektedir.
DEMİRCİLER ÇARŞISI
Şehir merkezinde, Gazi caddesi üzerindedir.
Bu çarşıda: geleneksel tarım aletleri ve demir işçiliğinin en güzel örnekleri yapılıp satılmaktadır. Şehirde, balkon ve pencerelerde göreceğiniz süslü demir korkuluklar, bu çarşıda yapılmaktadır.
ŞEHİR YAKINLARINDA GEZİLECEK YERLER
ONGÖZLÜ-SİLVAN KÖPRÜ
Şehir merkezinin güneyinde, Mardin kapıdan çıkıldığında, 3 km uzaklıkta; eski Silvan yolu üzerinde; Kırklar dağı eteğinde; Dicle nehri üzerindedir.
Bir söylentiye göre: köprü: 515 yılında yapılmıştır ve 742 yılında ise, Emevi Halifesi Hişam tarafından onarılmıştır. Ancak, köprünün güneybatı bölümünde bulunan kitabeye göre: köprü, 1065-1067 yılları arasında: Mervaniler tarafından yaptırılmıştır. Mimarı ise: Ubeydoğlu Yusuf’tur.
Köprünün 10 gözlü olarak yapılmış olması, isminin de on gözlü köprü olmasına neden olmuştur. Yapıda, kesme-bazalt taşı kullanılmıştır. Köprünün uzunluğu: 172 metredir. Batı kısmından başlayarak, ilk 5 gözü: yaklaşık 10 metre iken, beşinci gözden itibaren genişlik 4 metre azalarak, 6 metreye düşer. Evet, günümüzde, bu köprü tarihi özellikleri nedeniyle kullanılmamaktadır.
Ulaşım, köprünün hemen ilerisinde, yeni yaptırılan “Mervani” köprüsünden sürdürülmektedir. Köprü hakkında son bir not: Dicle ırmağı, Diyarbakırlılar için kutsal sayılmakta ve “Allah’a giden yol” olduğuna inanılmaktadır. Bu inanış sonucu: Diyarbakırlı genç kızlar ve kadınlar: her yıl Kurban Bayramı akşamı, Dicle köprüsü yani bu köprü üzerinde toplanırlar ve daha önce hazırladıkları, dileklerinin yazılı bulunduğu kağıtları, dualar ederek, nehre atarlar. Böylece, dileklerinin gerçekleşeceğine inanırlar.
HEVSEL BAHÇELERİ
Şehir merkezinin güneybatısındaki bu bölümde: Dicle nehrinin debisinin azalmasıyla, delta oluşmakta ve buralar zamanla çok verimli bostan ve bahçelere dönüşmektedir. Hevsel bahçelerinin hemen üzerinde, bir düzlem halinde görülen bir tepecik var. Buranın adı: Kırklar dağıdır. Yani, ismi dağ olsa da, yüksekliği pek fazla olmadığından, pek dağa benzemez.
Evet, sık ağaçlıklı alan: Hevsel Bahçeleri olarak isimlendirilmiştir. Uzun yıllar süresince, şehrin sebze ve meyve ihtiyacı, buradan karşılanmıştır. Özellikle: güvercin gübresiyle yetiştirilen, ünlü Diyarbakır karpuzu, burada yetiştirilmektedir. Bunun yanında, Diyarbakırlılar, uzun yıllar boyunca, sıcak yaz günlerinde, burada, kamıştan ve tahtadan yapılan kulübelerde yaşamışlardır.
Hevsel Bahçeleri hakkında, Evliya Çelebiye atfedilen bir söylenti bulunmaktadır. Şöyle ki: şehre yaklaşan Evliya Çelebi: büyük patlıcan tarlalarını görünce, patlıcan tüketimi sonucu, şehirde asık suratlı ve mide rahatsızlığı çeken birçok insanla karşılaşacağını düşünür. Ancak, şehre girdiğinde, şehirde yaşayan insanların, sağlıklı ve gürbüz olduklarını görür ve şaşırır. Bunun nedenini araştırdığında ise, Hevsel Bahçelerindeki karpuz bostanlarını görür ve karpuzun, patlıcanın yarattığı zararlı etkileri giderdiğine karar verir.
Son bir not: Hevsel bahçelerinde, 180 kuş türünün bulunduğu söyleniyor, yani kuş gözlemi sevenler, Hevsel bahçelerinde birçok kuş türünü izleyebilirler.
GAZİ KÖŞKÜ-SEMAN KÖŞKÜ
Şehir merkezinin 5 km. güneyinde, eski Mardin karayolu üzerindedir.
Yapı: 15’nci yüzyılda, Akkoyunlu mimari özellikleri dikkate alınarak yapılmıştır. Ulu Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk: Ordu Komutanlığı sırasında, burada konakladığı için, yapıya “Gazi Köşkü” ismi verilmiştir.
Yapı: 2 katlı ve dikdörtgen planlıdır ve yapımında: bazalt taşı ve beyaz kireç taşı kullanılmıştır. Alt kat bölümü: çay odası olarak isimlendirilir ve bu odada: selsebilli eyvan ve mutfak bulunmaktadır Selsebilli eyvan yani havuz düzeninin, İç kale içinde kalıntıları bulunan Artuklu sarayında da kullanıldığı görülmekte olup, burada da aynı düzen bir yapı bulunması ilginçtir.
Selsebilli eyvanın üst kısmı: beşik tonoz, yuvarlık kemerli ve zemin mermerdir. Buradan akan su: dikdörtgen bir havuza ve oradan da, kapalı bir kanalla avludaki büyük havuza dökülür.
Yapının ikinci katında: bir oda ve teras bulunur. Günümüzde, yapı: Atatürk’ün özel eşyalarının sergilendiği bir müze olarak kullanılmaktadır. Ayrıca: burada, çevre düzenlemesi yapılmış olup, özellikle yazın sıcak günlerinde, Diyarbakırlılar için, serinlemek ve eğlenmek için güzel bir merkez olarak kullanılmaktadır.
Son bir not: Diyarbakır’a yolunuz düşerse, buraya uğrayıp, kömür ateşinde hazırlanan ve semaver ile servis edilen çay tatmayı sakın ihmal etmeyin. Muhteşem güzel bir yer.
ERDEBİL KÖŞKÜ
Şehir merkezinin 5 km. uzağında, eski Mardin karayolu üzerindedir. On gözlü köprünün batısında, yüksek bir tepe üzerinde bulunmaktadır.
Yapının ilk olarak: 512 yılında, Akkoyunlular döneminde yapıldığı bilinmektedir. Böylece, çevrede yapılan diğer köşk tipi yapılara örnek teşkil etmiştir. 3 katlıdır. Dikdörtgen bir plana sahiptir ve kesme bazalt ve kalker taşı kullanılarak yapılmıştır. Zemin katında: eyvan, 1 oda ve mutfak bulunmaktadır. İkinci katta: 1 oda ve teras bulunmaktadır.
Yapının çevresi: yeşilliklerle doludur. Özellikle, en son restorasyon sonucu, köşk bahçesinde oluşturulan restoran, gerek Diyarbakırlılar ve gerekse yabancı ziyaretçiler tarafından yoğun olarak ziyaret edilmektedir.
DEVEGEÇİDİ
Devegeçidi denilen yer: Diyarbakır şehir merkezine, 30 km. uzaklıkta ve büyükçe bir askeri birliğin bulunduğu yer olarak önem kazanmaktadır. Bu bölgede, ayrıca bir köprü ve baraj var.
Devegeçidi barajı: Devegeçidi çayı üzerine, sulama amacıyla, 2010 yılında yapılmıştır.
Devegeçidi köprüsü ise: Diyarbakır şehir merkezine, 20 km. uzaklıkta, Ergani kara yolunda, Devegeçidi çayı üzerindedir.
7 gözlü ve sivri kemerlidir. Kesme bazalt taştan yapılmıştır. Güney kısmında, 3 kitabesi bulunmaktadır. Bu kitabelere göre: köprü, 1218 yılında, Artuklular döneminde Melik Salih Nasıreddin Mahmud zamanında yapılmıştır. Köprü: 1972 yılında onarım görmüştür.
süper bir arşiv, ellerinize emeğinize sağlık….