Ülkemizin bir köşesindeki, güzel şehirlerimizden Antakya’da; nereyi gezelim, nereyi görelim, ne satın alalım, ne yiyelim gibi soruların cevapları, işte bu yazıda.
EXPO 2021;
Medeniyetler şehri Hatay: Expo 2021 Fuarına ev sahipliği yapmaya hazırlanmaktadır. Sanırım pandemi nedeniyle, Temmuz 2021 tarihinde buraya yaptığım ziyarette bu konuda herhangi bir hazırlık göremedim.
Expo: kültür, tarih, eğitim, sanat, eğlence ve ticaret alanlarında yapılan bir yarışmadır. “EXPO” kelimesi, Dünya Sergisi ya da Dünya Fuarı anlamına gelir. Ev sahibi ülke tarafından: diğer ülkelerin, şirketlerin, ulusal ve uluslararası kuruluşların, özel sektör ve sivil toplum örgütlerinin ve halkın davet edildiği bir dev organizasyondur.
Etkinlik 6 ay boyunca sürer. Evet pandemi tedbirleri nedeniyle fuar düzenlenemedi.
ULAŞIM:
Antakya, belli başlı merkezlere bir hayli uzak. Ama: Tur şirketleriyle veya buralara yakın yerlere gittiğinizde, özellikle bu şehre uğramanızı tavsiye ediyorum. Çünkü, gerçekten ve özellikle antik dönemde büyük önemi olan bir şehir.
Evet: Antakya-İstanbul: 1131 km. Antakya-Ankara ise; 682 km. THY tarifeli seferi bulunması avantaj sayılabilir.
TARİHİ SÜREÇ:
Kent, tarihte, ilkçağlardan başlayarak, bütün uygarlıklar için önemli bir yerleşim yeri olmuş. Burada; MÖ.4 binden, günümüze kadar, Anadolu’da kurulmuş birçok uygarlığın, kültürün ve inancın izlerini görmek mümkün.
Evet, kentin eski adı; Antıoch. Büyük İskender’in ölümü üzerine, generallerinden Babil Saprapı Seleucos tarafından, MÖ.300 yılında kentin kurulduğu söyleniyor. Seleucos, kente, babasının adı olan “Antiochus” adını verir. Araplar tarafından ise, kent: Antakiye, Batı dillerinde ise, Antiochia olarak bilinmektedir. Kent, Anavatan’a katıldıktan sonra, Antakya adını alır.
MÖ.64 yılında, kentte Roma egemenliği görülür. Bu dönemde: Roma imparatorluğunun önemli eyaletlerinden biri haline gelir. Öyle ki; Roma ve İskenderiye’den sonra, dünyanın üçüncü büyük kenti ve Suriye’nin başkenti olur.
MS.340 ve 528 yılları arasında; yangın ve deprem gibi doğal felaketler; kenti yakıp-yıkarak yok eder. Ancak, Bizans imparatoru İustinanios tarafından, kent, yeniden imar edilir. 638 yılında, Arapların işgali görülür.
Sonraki dönemlerde ise, Bizans ve Araplar arasında, sürekli olarak el değiştirir. 1084 yılında, Türk’ler bölgede görülür.
Antakya’da iki devlet kurulduğunu söylemiştim. İlk devletin kuruluşu: 1098 yılında, Kudüs için seferler düzenleyen Haçlılar bölgeye gelir. Kent kuşatılır ve ele geçirilir, Antakya’da bir devlet kurulur. Bu Antakya Haçlı Devleti; 171 yıl devam eder.
1268 yılında, Memlüklüler tarafından yıkılır. 1561 yılında, Osmanlılar kenti ele geçirir. 1918 yılında ise; Fransızların işgali gündeme gelir. 1921 yılında imzalanan Ankara Antlaşması ile, kent, Fransız idaresine terk edilir ve atanan bir vali tarafından yönetilmeye başlanır.
1937 yılında: önce Suriye ve sonra Hatay’ın bağımsızlığının kabulü görülür. 1938 yılında ise; Hatay Meclisi toplanır ve Hatay Devleti resmen kurulur.
Yani tarihte kentte kurulan ikinci devlet gündeme gelir. Ancak, kurulan bu devlet, on aylık süre sonunda, 1939 tarihinde, Anavatan’a, Türkiye’ye katılır.
İmparator ve gezginler; tarih boyunca, kente hayranlık duyarlar ve “Doğunun Kraliçesi” olarak tanımlarlar. Roma döneminde; MS.4’ncü yüzyılda yaşamış ünlü tarihçi yazar Marcellinus; ” Dünyada hiçbir kent, ne topraklarının bereketi, ne de ticaretteki zenginliği bakımından, bu kenti geçemezdi ” diyerek, Antakya’nın antik dönemdeki önemini ortaya koymaktadır.
GENEL:
Bu şehir; insanları büyüleyen bir abide gibidir.
Asi nehrinin bereket saçtığı topraklar üzerine kurulmuştur. Asi nehri kenti ikiye böler ve kent yaşamında önemli bir yeri vardır. Modern yerleşim, nehrin batı yakasında gelişirken, doğu yakasıdaki eski kent ise, günümüzde halen değişime direniyor.
Özgün mimari dokusunu muhafaza etmeye çalışıyor. Kentte yaşayan insanların çoğunluğu, yoğun şekilde Arapça konuşmakta.
Dükkanlarda Arapça isim levhaları görmeniz mümkün. Kentin sokaklarında, Arap plakalı araçları gördüğünüzde önce şaşıracaksınız, ama daha sonra bolluğuna alışacaksınız.
Evet; Hatay’da, tarihi süreç içinde, kentin adını taşıyan iki devlet kurulmuş olması ilginç. Ayrıca: burada, üç din buluşmuş. Cami, kilise ve sinagog yan yana.
Ezan sesi, çan sesi birbirine karışıyor. Ama; inanın kimse kimseye karışmıyor. Bu yüzden; UNESCO tarafından, kent ” Barış Kenti ” seçilmiş.
ANTAKYA’DA NE SATIN ALINIR:
Antakya’da, uzun çarşıdan veya yerel pazarlardan: küflü peynir, nar ekşisi, biber salçası, kırmızı pul biber, zeytin yağı, buraya has oldukça küçük taneli zeytin, defne sabunu satın alabilirsiniz.
Harbiye’nin ipek mamulleri de gerçekten güzel ama gezdiğim sürede, birkaç yerde satılan ipekli şalların genellikle yurt dışından getirildiğini ve gerçekten saf ipek olmadığını gördüm ve almadım.
Hatta: ipekli gravat almak istedim, satıcı dedi ki, ipek oranı çok düşük vazgeçtim. Antakya çarşılarından bence sadece gıda türü maddeler satın alın.
ANTAKYA’DA NE YENİR-NE İÇİLİR:
Peynirli künefe tatlısını mutlaka tadın. Künefe, hiçbir yerde buradaki kadar lezzetli olamaz. Şalgam suyu için. Bir yerliye en iyi şalgam nerede satılır dedim.
Cevaben: “Antakya’da kötü şalgam yoktur, çünkü hepsi el, ev yapımıdır” dedi. Takdir sizin şalgamın tadına bakın ve satın alın.
Evet, humus. Birkaç çeşidi olan bu meze türü yiyeceği mutlaka ve mutlaka tadın.
Peki: yiyecekler, kebaplar yokmu? Lüks mekanlar var, normal yerler de var, lezzet çoğu yerde aynı, sadece fiyatlar değişiyor.
Hani künefe dedim ama bu yörede özel bir kabak tatlısı da var, bence onu da deneyin, yemek yediğim bir yerde özel dizayn edilmiş bir kabak tatlısı getirdiler, gerçekten harika idi. Ay: kabak tatlısı, yıldız ise ceviz reçeli idi.
GEZİLECEK YERLER:
ASİ NEHRİ:
Asi nehri: Lübnan dağlarında Beka vadisinden Ayn-el Tine kesiminden doğar. Suriye’nin Hama ve Humus şehirlerini geçtikten sonra Hama yakınlarında güçlü bir kolla birleşen nehir, 22 km boyunca uzanarak Türkiye-Suriye doğal sınırını oluşturur.
Ülkemiz topraklarında 380 kilometre yol alan Asi nehri, Hatay topraklarında ise 94 km ilerler. Asi nehrinin toplum uzunluğu 556 km dir ve bu uzunluğun 366 km bölümü Suriye’de, 98 km bölümü Türkiye’de ve 40 km lik bölümü ise Lübnan’dadır.
Samandağ ilçesinden denize dökülür. Samandağ ilçesinde harika kumsal, asi nehrinin denize döküldüğü yerde getirdiği pislik nedeniyle pek te tercih edilmeyen bir yer haline gelmiştir.
Peki nehre neden “Asi” ismi verilmiştir. Bunun iki sebebi olduğu söyleniyor.
1-Geçmiş dönemlerde asiliği tutarak, sık sık yatağından çıkarak sel baskınlarına sebep olması nedeniyle,
2-Doğduğu istikamete ters akması” yani ters bir yol izleyerek denize dökülmesi nedeniyle.
Asi nehri: antik dönemde, doğudan gelen nehir anlamında “Orantes” ismiyle bilinmektedir. Bir dönem ise “Nehr-i Maklub-un “ (Abu hayat-Ölümsüzlük suyu) olarak da isimlendirilmiştir.
Asi nehrinin oluşmasıyla ilgili Efsane:
Çok uzun yıllar önce, Samandağ yöresinde bir “hayat suyu” vardır. Suyun başında bir ejderha beklemektedir. Ejderha, bu hayat suyundan bir yudum vermek için, her yıl bir genç kız kurban edilmesini şart tutarmış.
Hızır: bunu duyar ve kurban edilecek genç kız ile birlikte, suyun başında, ejderhayı bekler. Ejderha, kızı almak üzere bulunduğu mağaradan çıkıp gelir.
Hızır, mızrağını ejderhanın yüreğine saplar ve ejderha acılar içinde oradan uzaklaşır, başını Lübnan dağlarına çarpar. Ejderhanın açtığı yarıklardan bir yol bulan hayat suyu: akar ve denize ulaşır.
Evet Asi nehrini anlatmaya devam edelim.
4’ncü yüzyılda, Hindistan ve diğer doğu ülkelerinden gelen gemiler: Akdeniz’den Asi nehrini takip ederek Antakya’ya kadar gelebiliyorlarmış.
Roma köprüsünün çevresinde, nehir kıyısında uzun bir rıhtım ve geniş bir Agora yani meydan bulunmaktaydı.
Hindistan ve uzak doğudan gelen mallar, gemilerden rıhtıma boşaltılır, rıhtım sandık, balya ve çeşitli ticaret eşyalarıyla dolup taşardı. Cariyeler, halayık ve köleler esir pazarında satılırdı.
Antakya yöresinde meydana gelen depremler, Asi nehrinin zaman zaman yatak değiştirmesine sebep olur. Yine bu depremlerde rıhtım, Agora ve şehrin alt bölümü yıkılıp yok olur.
Günümüzde “Hayat Suyu” denen Asi nehrinin kenarı boyunca: birçok işletme bulunmaktadır. Bu işletmelerin atık suları, Asi nehrine dökülmektedir. Ayrıca Antakya ve Asi nehrine sınırdaş belediyelerin kanalizasyon işlevini de yürütmektedir. Yakın bir zamana kadar Akdeniz’den Roma köprüsüne kadar gelen martılar günümüzde gelmez olmuşlardır.
BÜYÜK ANTAKYA PARKI:
Köprünün yanından başlayan park oldukça uzun ve geniştir.
Geçmişi Osmanlı dönemine kadar gider, hatta Fransız işgal döneminde parkın Fransızlar tarafından genişletildiği de söylenir.
Park: Asi nehrinin iki kıyısı boyunca uzanır. Nehir kıyısı boyunca yürüyüş parkuru vardır.
50 dönümden fazla bir alanı kapsar. Her yaştan insan buradadır.
Buraya “Antakya’nın vahası” denilmektedir. Çünkü park alanında, Akdeniz bölgesine özgü çok sayıda ağaç türü vardır. Ayrıca yine park sahasında, çok sayıda süs havuzu ve çay bahçesi bulunuyor.
Park alanında minik bir “Hayvanat Bahçesi” vardır.
Son bir not: Park alanında çok sayıda Suriyeli bulunuyor.
ULU CAMİ:
Asi nehri kenarındadır. Habib-i Neccar camisine oldukça yakındır. Çevresini künefeciler sarmıştır.
Memluk döneminde yani 16’ncı yüzyılda yapıldığı düşünülmektedir. Ancak sonrasında Osmanlı döneminde onarım görmüştür. Caminin mimarı bilinmemektedir. 1872 yılındaki depremde hasar gören cami, 1874 yılında onarım görmüştür.
Antakya camileri içinde en büyüğü ve en eskisidir. Caminin içi son derece sadedir. Caminin içinde kıymetli halılar ve cami duvarlarında altın harflerle yazılmış ayetler görülür.
Mimari özellikleri:
Mimarisi, Selçuklu tarzını yansıtır. Doğu-batı yönünde dikdörtgen planlıdır. Tonozlu ve düz çatılıdır. Kitabesinde Hicri 1117 tarihi yazılıdır. Avlusu: geniştir, taş döşeli ve şadırvanlıdır.
Caminin en farklı özelliklerinden birisi, kıble tarafına küçük bir pencere açılmış olmasıdır. Muhtemelen şehrin sıcaklığı nedeniyle böyle bir uygulama yapılmıştır.
Minare:
Yüksek minaresi: silindirik gövdeli, şerefeli ve sivri külahlıdır. Minare özerindeki bir kitabede 1704 tarihi yazılıdır ki, bu tarih muhtemelen onarım kitabesidir.
Camiye ait eski dönem gravürlerinde: minaresin 200 yıl önce de aynı stilde olduğu görülmektedir.
KURTULUŞ CADDESİ (HEROD CADDESE)
Kışla binası ve Dörtayak mahallesi arasındadır. Kentin büyük bir bölümünü adeta ortadan ikiye böler. MÖ 300’lü yıllardan itibaren, kentin haritalarına bakıldığında, hepsinde de aynı yerde ve boydan boya uzanan bir aksın varlığı görülebilir.
Kurtuluş Caddesi, antik dönemde, Ortadoğulu zenginlerin alışveriş yaptıkları ve geceleri meşaleler kullanılarak aydınlatılan bir caddedir.
Caddenin eski ismi Herod Caddesidir.
Ancak Hatay’ın Fransız işgalinden kurtuluşuna atfen “Kurtuluş” adı verilmiştir.
Cadde 11 metre eninde ve 1.3 km uzunluktadır.
Günümüzde, caddenin her iki tarafında da tarihi Antakya evleri bulunmaktadır.
Burası dünyanın aydınlatılan ilk caddesidir. Evet, burayı gezmek isterseniz, Habib Neccar Camisinin önündeki caddedir, günümüzde pek bir özelliği kalmamış zaten tanıtmak için herhangi bir gayrette yok, normal bir caddede yürür gibi burada yürüyebilirsiniz.
Antakya Hatay Devleti Meclis Binası
HATAY DEVLETİ MECLİS BİNASI:
Asi nehrinin hemen yanındadır. Temmuz 2021 tarihinde Hatay’ı ziyaret ettiğimde burası kapalıydı, sanırım tadilat yapıyorlar.
Türkiye ve Fransa arasında, 1921 yapılan bir anlaşma ile, Antakya ve İskenderun’u kapsayan Hatay, Türkiye sınırları dışında özel bir statüye sahip oldu.
Bina: Köprübaşı mevkiinde Fransız Mimar Leon Beonbenjuda tarafından, 1927 yılında sinema salonu olarak yapılmıştır. Bu sinema salonunu yapan Fransızlar, buraya “Empire” yani “İmparatorluk” ismini verirler.
10 Ocak 1933 günü, burada ilk sesli film gösterimi yapılmıştır.
2 Mart 1933 günü ise, “İstanbul Sokakları” isimli ilk Türkçe film oynatılmıştır.
Daha sonra Hatay Devleti tarafından meclis binası olarak kullanılmıştır.
24 Ağustos 1938 tarihinde Hatay’da seçimlere gidildi. Seçimler sonucunda oluşan meclis, 2 Eylül 1938 tarihinde açıldı ve “Hatay Cumhuriyeti” ilan edildi.
5 Temmuz 1939 tarihinde Hatay’ın anavatana katılışı kararı, bu binada alınmıştır. Hatay devletinin siyasi ömrü 10 ay 21 gün olmuştur.
Ardından, Türk ordusunun Hatay şehrine girmesinden sonra sinema salonu olarak kullanılmaya başlanan binanın ismi “Gündüz Sineması” olmuştur.
1970’li yıllara kadar sinema salonu olarak kullanıldı, bu dönemde süre, dönemin erotik filmleri oynatılmış ve halkın gözünde kötü bir izlenim oluşmuştur.
2008 yılında, binanın mülk sahipleri, yapıyı işletme olarak kullanılmak üzere, Hataylı bir aileye 20 yıllığına kiralanmıştır.
Yine aynı yıl bina, 1 milyon TL harcanarak restore edilmiş ve “Kültür Sanat Merkezi” olarak halkın hizmetine sokulmuştur. Binanın bir bölümü ise küçük esnafın kullanımına açılmıştır. Kültür ve Sanat merkezi olarak kullanılan bölümde, Hatay Devletine ait bir kısım obje sergilenmiştir.
Binanın altına ise bir künefeci açıldı ve ismi “Meclis Künefe” oldu. Bu gelişmeler, Hataylıların tepkisine neden oldu. Çünkü Hataylılar binanın müze yapılmasını istiyordu.
2019 yılında ise, tarihi meclis binası ve yanındaki ev, Hatay Valiliği tarafından kamulaştırılmıştır.
Şu anda, binada kullanılan koltuklar, Hatay Meclisi döneminde de milletvekilleri tarafından kullanılmış ve günümüze sağlam olarak gelmiştir.
Kamulaştırmanın ardından yapılan restorasyon çalışmalarıyla: Meclis binasının 450 kişilik eski sinema salonu kültür ve sanat merkezi haline dönüştürülecektir. Bunun üst kısmı ise kütüphane olacaktır.
Meclis binasının bitişiğindeki konak ise, mutfak sanatları merkezi ve akademisi olarak hizmet verecektir. Burada turistler kentin yöresel lezzetlerini Asi nehri manzarasını izleyerek tadabileceklerdir.
HABİB-İ NECCAR CAMİİ:
Hatay merkezinde Kurtuluş Caddesinde Uzun çarşının yanındadır. Buraya kendi aracınız ile gelirseniz, otopark sorun olabilir, bu yüzden aracınızı ileriye park edip yürüyerek buraya gelebilirsiniz.
Tam bir otopark sorunu var, bence Kurtuluş Caddesinde ilk bulduğunuz yere aracınızı park edin ve yürüyün, çünkü önlerinde veya yakınlarında asla araç park edecek yer yok.
Caminin arkasında Habib-i Neccar dağı vardır.
Cami: Roma dönemine ait bir Pagan tapınağı, Hıristiyanlığın kabulündün sonra kiliseye çevrilir. Ebu Ubeyde Bin Cerrah’ın Antakya şehrini fetih etmesinden sonra: MS 638 yılında Habib-i Neccar adına yapılan ilk camiden günümüze pek bir şey kalmamıştır.
Anadolu’da yapılan ilk cami olarak bilinir.
Takip eden süreçte: 1268 yılına kadar şehri kim aldıysa yapı bir cami, bir kilise olmuştur. Bu tarihte Antakya’yı kuşatarak buradaki Haçlı Prensliği idaresine son veren Sultan Baybars: yıktığı kenti daha sonra yeniden imar etmiştir.
Baybars kentte bir kilisenin yerine, cami yaptırdığını belirtmişse de, bunun hangi cami olduğu belli değildir.
Ancak külliyenin kuzey yönündeki medrese hücrelerinin avlu cephesinde bulunan, özgün yerinde olmadığı, sonraki bir yapım ya da onarım aşamasında buraya konulduğu anlaşılan kitabede: Baybars’ın unvanı olan “el Melik’üz Zahir” ifadesi bulunmaktadır.
İsneyn Türbesinin kapısı üzerinde bulunan ve 1474 tarihini içeren kitabede de Memlük egemenliği dönemine denk gelmektedir.
İbn Batuta (1304-1369) Seyahatnamesinde: Antakya’da “Şehirde Habib Neccar’ın kabri var, yanı başındaki tekkede gelip geçen yolculara ve gariplere yemek ikram edilir” demektedir.
Evliya Çelebi: “Aşağı şehirde, Habib Neccar tekkesi vardır. Dervişlerle doludur. Çukur bir yerde yapılmıştır” diye anlatmaktadır.
18 ve 19’ncu yüzyıllarda, külliyenin çeşitli bölümlerinde değişik tarihlerde onarımlar yapıldığı kayıtlıdır.
Avlu taç kapısı üzerindeki kitabede de buranın halkın gayretleriyle 1863-1864 yılları arasında yapıldığı belirtilmektedir.
Şadırvan kitabesine göre, 1853-1854 tarihlerinde yapılmıştır.
Harim taç kapısında ve şadırvandaki kitabelerde: Habib-i Neccar’dan “Sahib-i Yasin” olarak bahsedilmektedir.
Batıdaki medrese hücrelerinin avlu cephesinde bulunan kitabede: Halil Ağa tarafından yaptırılan medresenin, Mürselzade tarafından 1863-1864 yılları arasında onarıldığı belirtilmektedir.
Evet, günümüzde görülen cami, Osmanlı dönemi yapısıdır ve 1857 yılında yapılmıştır.
Habib-i Neccar Külliyesi;
Zamanla, burası bir külliyeye dönüştürülmüş, caminin çevresine iki türbe, medrese hücreleri ve şadırvan yapılmıştır.
Külliyeyi oluşturan yapılar, yamuk biçimli bir avlu çevresinde toplanmıştır. Avluyu çevreleyen yapılar: doğuda ve güneydeki yollarla sınırlanır.
Külliye avlusuna: doğuda, Kurtuluş Caddesi üzerindeki ana girişi bir taç kapı ile sağlanır. Taç kapı kütlesi: eyvan biçimde düzenlenmiştir ve avlu duvarından yüksek tutulmuştur.
Çevresi medrese odalarıyla çevrilidir. Avlusunda bulunan şadırvan, 19’ncu yüzyıl yapısıdır. Bahçesi geniştir ve içinde limon ve portakal ağaçlarının altında oturmak için banklar vardır.
Ama özellikle burayı ziyaret ettiğimde, tuvalet dikkatimi çekti, caminin tuvaletini kullanma paralıydı. Sanırım para verip tuvaleti kullanılan tek camilerden birisi burada.
Caminin mimari özellikleri:
Cami, küçük dikdörtgen yapıdadır. Kesme taşlardan yapılmıştır. Caminin içi büyük değildir. İç dizaynı oldukça güzeldir.
Caminin tek minaresi vardır. Türbenin güneybatı köşesine birleşen ve avluya doğru çıkıntı yapan minarenin, kare planlı kaidesi üzerinde, mukarnasla geçirilen, çokgen planlı gövdesi yükselir. Şerefe, bölgesel özellikte, şemsiyeli tipte yapılmış, üstü kapatılmıştır.
Cami: iki katlı türbenin üzerine inşa edilmiştir.
Avlunun güneyine yaslanmış durumdadır ve bu yöndeki yolu sınırlar.
Ortada kubbe, zeminleri yüksek tutulmuş iki yanda ise haç tonozlarla örtülmüştür. İç mekan: kalem işi bezemelerle zenginleştirilmiştir. Mihrabın sağında bulunan minber mermerdir.
Avlunun kuzey ve batı kenarlarında, medrese hücreleri sıralanmıştır. Bunların doğrultuları da külliyeyi oluşturan diğer yapılar gibi camiye paralel değildir, avlunun yamuk planına uydurulmuştur.
Şadırvan: avlunun kuzeybatı köşesinde, iki ayrı gurup halinde inşa edilmiş olan medrese hücreleri arasında kalan ve avlu zeminine göre daha düşük kotta bulunan boş alanda yerleştirilmiştir. Su haznesi on iki gen planlıdır ve Barok üslupludur.
Habib-i Neccar:
Kuran-ı Kerim’de Yasin suresine göre: MS 40’lı yıllarda yaşamıştır. Marangozluk yaptığı için Neccar ismiyle anılmıştır. Şehrin yakınında bulunan dağdaki mağarada Allah’a ibadet ediyor ve puta tapanlardan ayrı yaşıyordu.
Dağda koyunlarını otlatırken iki elçiyle karşılaştı. (MS 33) Onlara kim olduklarını ve nereden geldiklerini sordu.
Elçiler “Biz Hz İsa’nın elçileriyiz. İnsanların putları terk edip Allah’a ibadet etmelerini hatırlatmak ve gelecek olan son peygamber Hz Muhammed’i müjdelemek üzere geldik” dediler.
Habib-i Neccar: “ Elçi olduğunuzu ispat edecek bir deliliniz varmı?”
Elçiler “Biz Allah’ın izniyle hastaları iyileştirir, körlerin gözünü açar ve ölüyü diriltebiliriz” dediler.
Habib-i Neccar; iki yıldan beri hasta olan çocuğunu onlara gösterdi ve onu iyileştirmelerini istedi. Elçiler Allah’a dua ettiler ve çocuk iyileşti.
Bunun üzerine Habib-i Neccar, elçilerin davetini kabul etmiş ve müjdelenen son peygamber Hz Muhammed’in geleceğini 600 sene önceden kabul ederek O’na iman etmiştir.
Elçilerin davetini kabul etmeyen halkın, onları öldürmek istediğini duyan Habib-i Neccar, şehrin uzağından koşarak gelmiş ve halka nasihat ederek, elçilere inanmalarını istemiştir.
“Şehrin öbür ucundan koşarak bir adam geldi. Ey kavmim, bu elçilere uyunuz” dedi. Sizden herhangi bir ücret istemeyen bu kimselere uyunuz. Çünkü onlar kurtuluşa ermiş kimselerdir.” (Kuran-ı Kerim 26/20-21)
Şehrin halkı O’nun nasihatini dinlemedi, Habib-i Neccar’ı taşlayarak öldürdü. Şehit olan Habib-i Neccar Allah tarafından cennetle müjdelendi.
“Gir cennete denildi. Rabbimin beni bağışladığını ve beni ödüllendirdiğini keşke kavmim bilseydi” dedi. (Kuran-ı Kerim 36/26)
Bir söylentiye göre, Habib-i Neccar’ın kafası kesilir, kesilen başı tepeden aşağıya yuvarlanır ve caminin bulunduğu yere gelir.
Üç elçiyi öldüren şehir halkı ise, korkunç bir ses ile helak edilirler.
Türbeler:
Minarenin sağında: Habib-i Neccar ve solunda ise: Yahya Barnabas ve Yunus Pavlos türbeleri vardır. Her iki türbede hem Müslümanlar hem de Hıristiyanlar tarafından ziyaret edilmektedir.
Habib-i Neccar Türbesi:
Habib-i Neccar kabrine: minarenin sağındaki kapıdan girilir, sağa doğru inen merdivenler takip edilir, sonra bir ahşap merdivenlerden bir kat daha aşağıya inilir. Yani yerin 4 metre altındadır.
İki katlı türbe, cami hariminin altında, doğu tarafından kalır. Türbe ile harimin eksenleri farklı doğrultudadır.
Türbenin ekseni caddeye, kentin antik dönemdeki ızgara planlı yol dokusuna paraleldir.
İlk katı kareye yakın dörtgen planlıdır.
İkinci kat daha küçük boyutludur. Biri kuzeybatı duvarındaki bir niş içinde, diğeri kuzeydoğu duvarına paralel doğrultuda olmak üzere, iki ayrı sanduka yerleştirilmiştir.
Sandukalardan kuzeydoğu duvarda olan Habib-i Neccar’ın, kuzeybatı duvarda olan ise Şem(un Safa’nın (Yasin Suresinde sözü edilen üçüncü elçi olduğuna inanılan kişinin) makamlarını temsil etmektedir.
Habib-i Neccar’ın taş sandukası burada yani caminin temeline yakın bir yerdedir.
Habib-i Neccar ile Peygamber Şemun Sefa’nın taş sandukaları aynı odadadır.
Şemun Sefa: 1000 yıl boyunca, silahını omuzundan çıkarmadan cihat etmiş bir peygamberdir. Bu peygambere imrenen sahabeler: “keşke biz de o kadar yaşayıp cihat etseydik” demişlerdir.
Kadir suresinin, bu olaydan sonra müjdelendiği söylenmektedir. Bu yüzden Kadir gecesi, 1000 aydan daha hayırlıdır denir.
Son bir söz, türbenin zeminindeki halı ıslak ve çok rutubetlidir, bu yüzden türbeye girerken çoraplarınızı çıkarmanız önerilir.
Halk arasında, türbe ziyaretinin çeşitli hastalıklara iyi geldiği rivayet edilmektedir.
Bir diğer türbe ise:
İsa’nın havarilerinden Yunus (Yuhanna) ve Yahya (Pavlus) a aittir.
Cami avlusunda zeminde, yani diğer türbe gibi, yerin altına inilmeyen bir odada bulunan bu türbede: çift başlıklı bir sanduka bulunur. Sanduka: İslami kurallara uygun olarak doğu-batı doğrultusunda konumlandırılmıştır.
Burada alışılmışın dışında, iki kişinin mezarını simgeleyen tek sanduka yapılmış, orta kısmı, yükselen üçgen prizma biçiminde vurgulanan sandukanın, baş tarafına, prizmanın sağına ve soluna iki ayrı başlık yerleştirilmiştir.
Böylece burada hem iki ayrı kişinin gömülü olduğu hem de adeta elçilikleri ve halkın kendilerini yalanlamasıyla ilgili kader birliktelikleri ifade edilmiştir. Bu özelliğiyle yapı “İsneyn Türbesi” (Çifte Türbe) olarak da anılmaktadır.
Evet burası günümüzde Hıristiyanlar tarafından kutsal kabul edilir. Burada ilginç bir durum var, yerli halk bu türbeye de dua etmektedirler, çünkü bunların da sonradan Müslüman olduğuna inanırlar. Bunların: Yahya ve Yunus Peygamber olduklarına inanılıyor.
HALİL AĞA CAMİİ:
Oğuzlar Caddesi üzerindedir. Cami, 1958 ve 1992 yıllarında tamamen yenilenmiştir. Orijinal camiden günümüze sadece kuzey cephesine yerleştirilen kitabesi kalmıştır. Kitabeye göre: Cami, Halil Ağa tarafından 1729 yılında yaptırılmıştır.
ŞEKERCİK CAMİİ:
Dut Dibi Mahallesi Şekercik Sokaktadır.
Şekercik Camii: günümüze sadece minareli taçkapısı ve yanındaki çeşmesi ile gelmiştir. Avlunun kuzeyine çekilmiş olan harim bölümü, yakın zamanda yenilenmiştir.
Yapının dikkate değer orjinal bölümü: minareli taç kapısıdır. Sokağa sivri kemerli kavsarası ile açılmaktadır. Taç kapı üstten silmelerin oluşturduğu üç yanı dolaşan kornişle bölünmüştür. Bunun üzerinde oluşturulan pahla minare kaidesine geçilmiştir.
Minare sekizgen gövdelidir, batı cephesinde minare kapısı bulunur. Minarenin kısa gövdesinden silmelerden oluşan kornişle, şerefeye geçiş sağlanır. Şerefe, çirkin beton korkuluklarla yenilenmiş ve orijinalliğini kaybetmiştir.
Minareli taç kapı avluya çıkan merdivenlerin bulunduğu alana sivri kemerli derin bir eyvan biçiminde açılmaktadır. Yapının meyilli bir arazide kurulmuş olması sebebiyle sokak ve avlu zemini arasında kot farkı vardır.
Harimin orijinalde, Sofular Camiinde olduğu gibi, günümüzdeki avlunun güneyde olduğunu düşündürür. Minarenin doğu cephesinde bulunan yüzeyden taşkın giriş bölümü ve kapı üzerindeki kornişin bu cephede devam etmeyişi, yeni caminin girişinin güneyden verilmiş olması, harimin asıl yerinin güneyde ve minariyle bağlantılı olduğunu düşündürür.
Evet, caminin ilk inşa edildiği tarihle ilgili bilgi yoktur. Caminin yanında bulunan çeşme, kitabesine göre 1286 yılında yaptırılmıştır.
Ayrıca Kiremitli Caminin minaresinin ikinci onarımından kalan yıldız şeklindeki pencerelere burada da rastlanır. Cami, muhtemelen 1869 yılında inşa edilmiştir.
UZUN ÇARŞI:
Uzun çarşı: Atatürk Heykelinin bulunduğu Belediye Meydanına kadar devam eder. Her ara sokak ve caddede: farklı meslek gurubu bulunur.
Uzun çarşıdaki örgütlenme: Osmanlı dönemindeki lonca sistemini hatırlatır. Burada kunduracılar çarşısından çıkıp, el işi çarşısına girilebilir. Oradan dokumacılar çarşısına geçmek mümkündür.
Uzun çarşıda: geleneksel el işçiliğinden, yemeklerine, giyiminden teneke işçiliğine kadar her türlü mesleğin icrasını görmek mümkündür.
Uzun çarşıya yolunuz düşerse satın almanız için önerilerim şunlardır: nar ekşisi, biber ve domates salçası, kırma yeşil zeytin, tuzlu yoğurt, Antakya peynirleri (yassı, dil, örgü, çökelek gibi), taze kekik (zahter) olabilir. Nar ekşisinin en lezzetlisini burada bulabilirsiniz.
Bunun dışında uzun çarşı da ziyaretçileri bekleyen tek şey insan kalabalığı.
AROMATİK BİTKİLER MÜZESİ:
Ülkemizde bulunan yaklaşık 10 bin bitkinin 3300 tanesi endemiktir.
Hatay yöresine kayıtlı 2000’den fazla bitkinin ise, 300 tanesi endemiktir.
Yani, ülkemizde yetişen endemik bitki türlerinin yüzde 10’u Hatay yöresinde yetişmektedir. Bu bitki türlerinin çoğu: tıbbi ve aromatik bitkilerdir.
Bölgede tespit edilen tıbbi ve aromatik bitkileri tanıtmak için: 2012 yılında ülkemizdeki ilk tıbbi ve aromatik bitki müzesi açılmıştır.
Müze: eski bir Hatay evinde iki katlıdır. Yani, aynı yerde hem tarihi hem de doğal güzellikleri görebilirsiniz.
Müzede: 280 tane tıbbi ve aromatik bitki görülebilir.
Şifalı ve aromatik bitkiler: kavanozlar ve el örgüsü sepetlerde sergilenmektedir.
Bu bitkilerden bazıları: adaçayı, civanperçemi, kuru üzüm, böğürtlen, örümcek ağı, fesleğen kökü, meyan kökü, taş nane, böğürtlen kökü, erguvan kökü, pelin, hatmi gülü vb.
Müzenin zemin katında: çok hoş bir koku ile karşılaşılır, ekstraksiyon odalarında bitkilerin yağlarını görebilir ve ne için kullanıldıklarını öğrenebilirsiniz.
AZİZ PAUL ORTODOKS KİLİSESİ-AZİZ PİYER VE AZİZ PAUL KİLİSESİ:
Kışla Saray Hürriyet caddesindedir. Yani, Valiliğe giderken önünüze çıkar.
Hz İsa’nın havarilerinden Barnabas ve Paulos, MS 42 yılında Antakya kilisesini tesis etmişlerdir. Kilise, MS 45-53 yılları arasında, 8 yıl süreyle Petrus tarafından yönetilmiş, daha sonra Petrus Roma’ya gitmiş ve oradaki kiliseyi tesis etmiş ve orada şehit düşmüştür.
Kilisenin yapımına 1860’lı yıllarda başlanmış ve Bizans mimari stiline uygun olarak inşa edilmiştir. 1862 yılında ölen Mihail isimli birisi için, kilisede sol sütun üzerinde 2 metre yükseklikte taş üzerinde 12 satırlık bir şiir yazılıdır.
Çünkü Mihail’in anne ve babası kiliseye çok büyük para hibe etmişler ve ölen oğullarının hatırasına bu şiirin yazılmasını istemişlerdir.
Ancak kilise: 1872 yılındaki depremde büyük hasar görmüştür.
Ardından: Rus mühendislerin yardımı ile tekrar inşa edilmiş ve yapı 1900 yılında tamamlanmıştır. Yapıda biraz Rus mimari stili etkisi görülmektedir.
Hıristiyan dünyası için çok önemli bir kutsal yer olduğu söyleniyor. Hatta: yapıldığı tarihte Kudüs kilisesinden sonra, en büyük ve en önemli kiliseymiş.
Ana kilise olarak kabul ediliyormuş. Bu durum yani buranın kutsal bir yer olduğu hususu “İncil” de belirtiliyormuş.
Ancak ilk yapıldığında ahşap olduğu söyleniyor. Zaman içinde depremler ve yangınlar sonucu harap olunca, 1900 yılında günümüzde görülen kilise yapılmıştır. 1911 yılında Patrik IV Gregorios zamanında yapının kuzeyinde bir Ruhban Okulu yapılmıştır. Yapı günümüzde Karşılama Salonu olarak kullanılmaktadır.
Ancak günümüzde Antakya Ortodoks Patriği: Şam şehrinde ikamet etmektedir.
Yapı dikdörtgen planlıdır, sağında çan kulesi vardır. Avlusu revaklarla çevrilmiştir.
Kilisenin heykel bölümünde: gümüş üzerine inci işlemeli, altın bir bardak kapağı ve tepsisi vardır. Ayrıca: kilisede Bizans, Rus ve Suriye menşeli antika ikonalar bulunmaktadır.
Kilisenin vaftiz kuyusu (Taufe Curunu), antika taştan yapılmıştır. Suyu ise, rahiplere ait kilisenin altında bulunan mezarlığa dökülmektedir.
Kilise günümüzde ibadete açıktır. Ayinler, genellikle İncil okuyarak ifa edilmektedir. Papazlar sunakta dua ederek tütsü veya buhur ile kutsama yaparak ritüellerini yerine getirirler.
İbadet Pazar günü yapılmaktadır ve kilise sadece Pazar günleri açıktır. Pazar günü ibadet sırasında kilise ziyaretine izin veriyorlar ama içeride fotoğraf çekilmesi yasaktır.
Gece ışıklandırıldığında, oldukça güzel görülüyor.
KATOLİK KİLİSESİ:
Kilise, Kurtuluş Caddesi Kurtuluş Sokaktadır.
1846 yılında Papa IX Pius’un isteğiyle Kapuçin rahipleri başlarında Basilio Galli ile birlikte Antakya iline yerleşirler.
Burada: Hıristiyan çocukları için bir okul ve kilise açarlar.
1852 yılında ise, şehre gelen Fransız rahipler, Osmanlı Sultanından Antakya’ya bir Katolik kilisesi yapmak üzere izin alırlar ve birkaç yıl sonra kilise tamamlanarak ibadete açılır.
1939 yılında: Kapuçin rahipleri şehrin yeni bir mahallesine, kapalı olan Şeker Fabrikasına yerleştirilirler.
1964 yılında şehirdeki Fransız ve Lübnanlı rahiplerin çekilmesiyle: Mersin’den gelen Parma Kapuçinleri şehre yerleşirler ve 1973 yılında bir rahip Mersinden gelerek Antakya şehrine yerleşir.
1977 yılında rahip, eski Musevi mahallesinde 150 yıllık bir eve taşınmak zorunda kalır.
Bu ev ve yanındaki sonradan satın alınan komşu ev: 1991 yılında yapılan restorasyonun ardından kilise olarak işlev görmeye başlamıştır.
Katolik kilisesi binası, klasik bir Antakya mimarisi örneğidir. Çünkü yapının mimarı Antakyalı mimar Selahattin Altınöz’dür.
Günümüzde, Antakya Katolik Kilisesi, Aziz Petrus ve Paulus’un adını taşıyan ufak bir manastırdır. Kilise: Hıristiyan cemaatinin ve hacıların toplantıları için: 2 salon ve 3 nefli bahçeden oluşmaktadır.
Kilise günümüzde faaldir, ibadete açıktır.
Evet, günümüzde şehirdeki Katoliklerin toplamı 70 kişi civarındadır. 1995 yılında kiliseye bağlı bir Misafirhane açılmıştır. Misafirhane de 9 oda vardır.
PROTESTAN KİLİSESİ:
Kilise, Hatay valiliğine 50 metre uzaklıktaki bir eski Antakya evinin: Güney Kore’den bölgeye gelen Protestanların maddi kaynak ayırmasıyla düzenlenmiştir. Ancak bölgede hiç Protestan yoktur.
Eskiden Suriye-Lübnan bankası olan bina, Türkiye tarafından Fransa’dan satın alınmış ve 2000 yılında Protestan kilisesine satılmıştır.
Bu taş bina: 1’nci Dünya Savaşı ardından Fransız işgal döneminde elçilik ve Fransız Bankası olarak da kullanılmıştır.
Binanın kilise olarak faaliyete geçmesi: şehir halkı için hala bir muammadır ama şehir halkı bu durumu “Hatay’ın meşhur mozaiğine küçük bir renk katmak” diye açıklarlar.
Güney Kore asıllı Davit Ham, kilisenin pastörü olarak görev yapmaktadır.
Bu Methodist; bir teoloji üniversitede okumuş ve psikolojiden mastır yapmıştır.
Bu kilisenin ayinlerine, Protestanlar yanında Ortodoks, Katolik Hıristiyanlar ve buna ilave olarak Alevi, Sünni Müslümanlar da katılmaktadır. Bu yüzden kiliseye mensup Hıristiyanların sayıları tam olarak bilinmez.
Kilisenin kapısı üzerinde, Türkçe-İngilizce-Kore dillerindeki plakette; “Haziran 2000’de açıldığı” yazılıdır. Bu kilise, Korali bir din adamı Pastör tarafından açılmıştır.
Gelelim mimari özelliklerine:
Bahçede, beyaz küfeki taşından kilisenin giriş bölümü, boydan boya ileriye doğru hafif bir çıkıntı yapar.
Sivri kemerli bir kapıdan içeriye girilir.
Cephede: iki yanda dikdörtgen birer pencere bulunur.
Üst kat ve yanlarda birer çıkıntılı kısımda da üçer pencere vardır.
Kilisenin en üst yerine, bir haç yerleştirilmiştir.
İbadet yeri, dikdörtgen bir plandadır. Apsisin önünde kürsü bulunur. Ayrıca iç mekanda geç döneme ait kilise eşyaları ve ikonalar bulunmaktadır.
Antakya Protestan kilisesinde günlük ibadet yapılmamaktadır. Çünkü Protestanlıkta dini pratik, sadece imana bir yardım anlamını taşır. Protestanlar sabah kalktıklarında ve akşam yatmadan önce dualarını yaparlar. Bu kilisede, sadece Salı günleri bir araya gelinip ilahiler söylenmektedir.
ANTAKYA MUSEVİ HAVRASI:
Kurtuluş Caddesindedir. Bu cadde bir zamanlar Roma caddesi olarak anılmaktadır.
Binanın 1700 yılında Havra olarak kullanılmak üzere yapıldığı tahmin edilmektedir. 200-250 yıl kadar önce, Beyrut ve Halep’ten gelen yardımlar sayesinde inşa edildiği düşünülür.
Antakya Sinagogu: kapısının üstünde Magen David (Altı köşeli yıldız) amblemi bulunur. Yine kapının üzerinde yapının inşa tarihi olarak 1890 tarihi yazılıdır. Bu kitabe bilinen en eski tarihi vermektedir.
Havrada bulunan kutsal kitap Tevrat: İbranice ve ceylan derisi üzerine yapılmıştır. En eskisi 600 yıllık, en yenisi ise 300 yıllık olan 7 Tevrat’ın matbaa ve baskının olmadığı yıllardan bugüne kadar özenli koruma ile geldiği söyleniyor.
Evet sonuç olarak, Antakya’da Yahudi cemaati oldukça az olduğu için Havra her zaman açılmamakta, Tevratların bulunduğu bölüm ise, en az 10 kişi ibadete geldiğinde açılmaktadır.
MEYDAN HAMAMI:
İstiklal Caddesi Haraparası Sokaktadır. Habib Neccar dağına bakar. Eski sebze ve meyve halinin arka girişi tarafında, eski tahıl pazarının arasındadır.
Selçuklu dönemi yapısıdır. Kapısı, Selçuklu motifleriyle süslenmiştir.
1122 yılından sonra: muhtelif tarihlerde İshak, Süleyman Eyyubi ve Cafer Ağa tarafından onarılmıştır.
Yapıya: yuvarlak kemerli küçük kapısından girilir.
Girişten sonra, L şeklinde kısa bir tünel ve ardından küçük bir iç kapıdan hamamın soyunma bölümüne girilir. Kesme taştan örülmüş bu bölüm, dikdörtgen planlıdır. Soyunma sekilerinin altında: motifli kuş tabakaları şeklinde oyuklar yani nişler vardır. Bunlar takunya koyma yerleridir.
Soyunma mahallinden küçük yuvarlak bir kapı ile soğukluk bölümüne girilir. Burada yıkanma ve kese yerleri vardır. Buradan bir kapı ile yıkanma bölümüne girilir. Burası hamamın en sıcak kesimidir. Ortada dikdörtgen şeklinde alttan ısıtılan göbek taşı vardır.
HARBİYE (DAPHNE):
Harbiye, Antakya merkeze 8 km uzaklıktadır. E-91 karayolu üzerindedir. Toplu taşım araçları ile buraya gidilebilir.
Harbiye: Yayladağ eteklerinde, Suriye sınır kapısının hemen yakınındadır. Buradan Suriye sınırı yaklaşık 55 km uzaklıktadır.
Çağlayanlar bölgesidir. Platonun güneyinden çıkan kaynaklar, şelaleler meydana getirir ve Asi nehrine dökülür.
Buraya vardığınızda, araçtan inince, yukarıdan aşağıya doğru yürüyorsunuz. Sizi, birbirine karışan: et, balık, mangal kokuları, müzik sesleri, su sesleri karşılıyor. Gürül gürül akan suların muhtelif yerlerine gazinolar, restoranlar yapılmıştır.
Masaların ayakları suyun içindedir. Masalara otururken, sizde ayakkabılarınız ve çoraplarınızı çıkararak, ayaklarınızı suyun içine sokabilirsiniz. Çok kalabalık, her türden insan vardır.
Günümüzde burası Antakyalıların sayfiye yeridir. Ayna zamanda tam bir piknik yeridir. Her yan yemyeşil, beldenin güneyinden çıkan kaynaklar, küçük şelaleler oluşturarak Asi nehrine dökülürler, yeşiller arasındaki şelaleler bölgesi ve Hidro tesislerinin çevresi, restoranlar ve çay bahçeleriyle doludur. Hatta bu restoranlar oldukça büyük misafir kapasitelidir, her biri 300-500 kişiliktir.
Buradaki lokantalar ve restoranlarda, dünyanın en güzel mezelerini tadabilirsiniz, ancak özellikle künefeyi burada yemelisiniz.
Yörede: defne sabunu üretimi yapılıyor, defne sabunu satın alabilirsiniz.
Anadolu’da ilk ipek kumaşın burada dokunduğu söyleniyor. Günümüzde burada ipekli ürünler satış mağazası var. Buraya uğrarsanız: ipek kumaşlar, gravatlar, bayanlar için şallar, masa örtüleri ve benzeri bulabilirsiniz.
Burayı ziyaret ettiğinizde, Arap ülkelerinden gelmiş bol miktarda turist göreceksiniz. Arap plakalı araçlar çoktur, otellerde zaten yoğun olarak Arap turistler konaklamaktadır.
Arkeolojik Bulgular:
Yapılan arkeolojik araştırmalara göre, bölge: MÖ 4500-3000 yılları arasında yerleşim görmüştür. Bölgenin antik dönemdeki isimleri: Kastalia, Pallas ve Saramanna’dır.
Antik dönemde: MÖ 195 yıllarında, burada Apollon adına yarışlar ve oyunlar düzenlenmiştir. Bu festival, dünyada düzenlenen ilk Olimpiyat niteliğindedir.
Helenistik ve Roma dönemlerinde de çağlayanlarıyla tanınan ve dünyaca ünlü bir sayfiye yeri olarak kullanılan Defne: o dönemde zengin halk kesimi tarafından yaptırılan çok sayıda köşkler, tapınaklar ve eğlence yerleriyle ünlüydü.
Roma döneminde ise, İmparator Pompeius döneminde, yörede imar faaliyetleri başlamış ve takip eden dönemlerde diğer imparatorlar tarafından devam ettirilmiştir.
Roma döneminde buraya yazlık saray varmış.
Daphne; İmparator Gallus döneminde Arap istilasının ardından bir daha parlak günlerine dönememiştir.
1268 yılında bölgede Memluklu hakimiyeti görülür.
Daphne Efsanesi:
Buranın, antik çağdaki ismi “Daphne” dir. Daphne’nin mitoloik hikayesi bulunmaktadır. Efsaneye göre:
Daphne Irmak Tanrısının kızıdır. Aynı zamanda Su Perisidir.
Apollon ise Işık Tanrısıdır. Lir çalar ama bu lir altındandır. İnsanlara, hastalıkları iyileştirme sanatını, Apollon öğretmiştir.
Aynı zamanda iyi bir okçudur. Bu meziyetlerini hep bir övünç kaynağı olarak kullanır ve bir diğer tanrı olan Eros ile dalga geçer.
Eros buna çok kızmaktadır ve bir gün, iki ok birden fırlatır. Birinci ok: aşk ve şehvet ifade eder ve Apollon’a saplanır. İkinci ok ise, nefret ve kalpleri aşka kapatan kibiri ifade eder ve Daphne’ye saplanır.
Daphne kırlarda gezinirken Apollon ile karşılaşır. Apollon ona aşık olur ve onu izlemeye başlar.
Daphne: bunun üzerine kaçar ve ırmak kıyısına gelir. Babası nehir tanrısı Peneus’tan yardım ister. Ancak ayaklarını yerden kımıldatamaz, yalvarmalarını, sadece toprak ana, toprak Tanrıçası duyar.
Günümüzde, Harbiye çağlayanlarının bulunduğu yerde; Daphne’nin bacakları uyuşup katılaşmaya başlar. Kalçalarını ve karnını bir kabuk kaplar, kolları dallara, saçları yapraklara dönüşür.
Apollon: aşkı Daphne’nin Defne ağacına dönüşmesini üzüntü ile izler.
Apollon ağaca sarılır ve ağlayarak ona şöyle sesler: “Ey Daphne, bundan böyle sen benim kutsal ağacımsın, ölmeyen yaprakarın başıma taç olacak, şairlerin ve değerli kahramanların, zafere ulaşanların hepsinin alnını süsleyecektir.”
Bu sözler üzerine, Daphne dallarını eğerek Apollon’u selamlar ve sessizce ağlar.
Günümüzde hala coşkulu bir şekilde akan Harbiye Şelalelerinin, Daphne’nin gözyaşları olduğuna inanılır.
ŞEYH YUSUF TÜRBESİ:
Antakya-Harbiye yolu üzerindedir.
Yapı: tek odalıdır, içinde Şeyh Yusuf’un türbesi vardır.
Şeyh Yusuf: 1500 yılında yaşamış ve tıptan yararlanmış bir doktordur. Günümüzde, şifa bulmak isteyen hastalar tarafından türbe yoğun ziyaret edilmektedir.
ANTAKYA KALESİ:
Antakya kalesi, ilk olarak MÖ 300 yıllarında Büyük İskender’in generallerinden Seleucos Nikator tarafından yaptırılmıştır.
Dağ yamacında bulunan kale: Seleukoslar ardından Bizans, Haçlılar, Selçuklu, Roma ve Osmanlı dönemlerinde kullanılmıştır.
Kalenin surlarının uzunluğu 12 km dir.
Bu sur duvarları ilk yapıldığında: Asi nehri kenarından başlar, Silpius (Habib-i Neccar) dağları arasından dolaşır, Küçükdalyan mevkiinde tekrar Asi nehrine kavuşurdu.
Surlar üzerinde, aralarında birer ok atımı (80-100 metre) mesafe bulunan çok katlı ve kare biçiminde burçlar bulunuyordu. Buradaki burçlar 5 katlı olup, her kat başlı başına müstakildir.
Burç sayısının toplam 360 civarında olduğu tahmin edilmektedir. Günümüze ulaşan kule: Bağrıyanık Mahallesindedir.
Kalenin yapımında kullanılan büyük taşlar, birbirine perçinlenmiştir.
Kalenin 5 kapısı vardır. Bunlar: kuzeyde Halep Kapısı (St Paul), doğuda Demir Kapı (demir parmaklıklarla korunduğu için bu ismi almıştır), güneyde Şam kapısı, batıda Köprü kapısı ve Kuzeybatıda ise Köpek kapısıdır.
Halep kapısında 10 metre yüksekliğinde demir bir kapı vardı. Kapılardan en önemlisi: şehre kuzeyden gelen yolların tek giriş yeri olan ve Asi ırmağı üzerinde bulunan Köprü kapısıydı.
Kapı, 19’ncu yüzyıl sonlarında kaldırılmış, taş köprü ise, 1972 yılında yıkılarak yerine yenisi yapılmıştır. St Pier kilisesinin yanındaki yoldan gidilerek demir kapıyı görebilirsiniz.
Kale, yapıldıktan sonraki dönemde sayısız depremler ve savaşlar sonucunda oldukça fazla yıpranmış ve hasar görmüştür. Özellikle 526 ve 528 yıllarındaki depremler ağır hasar vermiştir. Ardından Sasani işgal döneminde de surlar aşırı tahrip edilmiştir.
Günümüzde görülen surların bir kısmı, MS 6’ncı yüzyılda Bizans İmparatoru Justianus tarafından yaptırılmıştır. Ayrıca: yine aynı dönemde Bizans imparatoru Nikefhoros Fokas tarafından, kalenin içinde bir iç kale yaptırılmıştır.
Bu yeni yapılan sur duvarlarıyla kalenin sur duvarlarının toplam uzunluğu 23.600 metre olmuş ve İstanbul’dan sonra ülkemizdeki en uzun sur duvarlarına sahip kale Hatay Kalesi olmuştur.
Bu surlar üzerinde yürünebilen yollar bulunur. Bu yollar yardımıyla surlar üzerinde yürünerek kent çepeçevre dolaşılabilir.
Gelelim sonuca: antik dönemde tüm kenti çevrelediği düşünülen surlardan, günümüze sadece toplam 8 km kadar kısmı ulaşmıştır. Günümüze korunarak gelebilmiş surlar sadece: Habib Neccar dağının iki tepesi olan Silpius ve Stavurin tepelerinin üst kısımlarında kalmıştır.
Yamaçlarda ve düzlük kısımda, Asi nehri boyunca olması gereken surlar ise, bölgedeki modern yerleşim nedeniyle yok edilmiştir.
Günümüzde: Silpius dağının en yüksek ve sarp tepesinde bulunan Antakya Kalesine doğa yürüyüşü ve tırmanış etkinlikleri düzenlenmektedir.
Yürüyüşte önce rota üzerinde bulunan Maymunlar Mağarası gezilir, daha sonra dik yamaçlara tırmanış başlar.
Kalede: panoramik Antakya manzarası izlenir. Buradan Demirkapı vadisine geçilir ve tarihi su kemerleri görülür. Son olarak ise, Haron Cehennem Kayıkçısı kabartması ziyaret edilir.
DEMİR KÖPRÜ:
Asi nehri üzerindedir, “Hitit Köprüsü” olarak da tanınır. Osmanlı döneminden kalma köprü tamamen kesme taştan yapılmıştır.
Köprünün uzunluğu 110 metredir. Genişliği 7 ve 10 metre arasında değişir.
Köprünün her iki tarafında korkuluk duvarları vardır.
Köprünün her iki yanında: gözetleme kuleleri ve demir kapılar vardır. Bu demir kapılar kapatıldığında: su önlerinde toplanarak göl haline gelir. Giriş ve çıkışlar kesilir. Her iki yandaki demir kapılar nedeniyle köprünün isme “Demirköprü” dür.
1925 yılında köprü Fransızlar tarafından onarılır. Aynı onarımda birkaç ekleme yapılarak köprünün boyu 160 metre olur.
HATAY NECMİ ASFUROĞLU ARKEOLOJİ MÜZESİ:
Müze Otel: Hatay Arkeoloji Müzesine 1 km ve şehir merkezine 2 km uzaklıktadır. Müze girişi: Antakya’nın en ilgi çeken sokaklarından biri olan Kurtuluş Caddesi üzerindedir.
Bir üst katta otel kafeteryası vardır, müze eserlerine mozaiklere daha yukarıdan bakmak için burası kullanılabilir.
Müzeye giriş ücretlidir, giriş ücreti 30 TL dir.
2009 yılında buradaki arazi: Necmi Asfuroğlu tarafından satın alınmış, Hilton ile birlikte otel inşa etmek istemiştir. Antakya şehrinde inşaat yapılırken, tarihi eser çıkması olasılığının yüksekliği nedeniyle bodrum kat kazılmazmış.
Ancak Hilton şirketi, ısrarla bir kot aşağıya inilmesini istemiş ve bazı arkeolojik kalıntılar (orjinalliğini büyük oranda koruyan hamam ve künkleri, zemini tamamen mozaik kaplı konutlar) ortaya çıkmıştır.
Ardından, bu arkeolojik kalıntıların yerinde korunarak sergilenmesi için, 2019 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığına bağlı olarak “Necmi Asfuroğlu Arkeoloji Müzesi” açılmıştır. Buraya da “Müze Oteli” ismi verilmiştir.
Müze Oteli Emre Arolat Mimarlık tarafından tasarlanmıştır. Müze: zemin katta: 66 tane çelik ayaktan oluşan çelik konstrüksiyon bir projelendirme ile oluşturulan yapının altındadır. Müzenin üstünde otel inşa edilmiştir.
Otelin ismi ise “The Museum Hotel Antakya” dır. Otelin bütün sosyal alanları, çatıda konumlandırılmıştır.
Restoranlar, gece kulübü, fitnes, açık ve kapalı yüzme havuzları çatıya yerleştirilmiştir. Otelin oda sayısı ise 200’e düşürülmüştür.
Müze 2020 yılında ziyarete açılmıştır. Otelden tamamen bağımsızdır.
MÜZE BÖLÜMÜ:
Müze kapısından girince, merdiven veya asansör ile bir kat aşağıya inilir.
Burada: bazı eserler sergilenmektedir.
Buradan 50 metre sonra ise, Dünyanın en büyük tek parça mozaiği bulunuyor. Bu mozaiğin hemen yanında ise, G2 mozaiği vardır.
MOZAİKLER BÖLÜMÜ:
Müzede: Roma dönemine ait, çeşitli büyüklükte taban mozaikleri bulunmaktadır. Bu taban mozaikleri bulundukları yerde korunarak sergileniyor.
Mozaikler üzerine, yürüme platformları inşa edilmiştir. Yani, tüm arkeolojik buluntular üzerinde dolaşmayı, yürümeyi sağlayan bir alan yaratılmıştır.
Dünyanın en büyük tek parça mozaiği:
MS 4’ncü yüzyıldan kalma bu mozaik tek parça olarak 1050 metre karelik bir alana yayılmaktadır. Ancak: depremler, insan etkileri ve bazı akarsuların olumsuz etkileri nedeniyle yer yer bozulmuştur.
Mozaiğin ortasından akarsu geçer ve bu akarsu mozaiği büyük hasar vermiştir.
Mozaiğin çevresinde gezmek mümkündür.
Mozaikte: geometrik şekiller bulunur. Mozaiğin ortasına doğru gittikçe küçülen şekillerde bir anafor şekli görülür.
G2 Evi ziyafet Salonu:
Pegasus Mozaiği olarak da bilinir. Dünyanın en büyük tek parça mozaiğinin hemen yanındadır.
Bir sondaj sırasında açığa çıkan ve G2 evi olarak adlandırılan Roma evi, mermer kapılı avlusunun 4 metre kadar altında bulunmuştur. MS 2-4’ncü yüzyıllar arasında kullanıldığı düşünülmektedir.
Kazı, Ziyafet Salonu ile sınırlı kalmıştır. Zemini pagan dönemin mitoslarının işlendiği mozaik ile kaplanmış salon, 14 metre x 8 metre ölçülerindedir ve küçük mekan için havuz düzenlemesinden oluşur.
Yerin 8.5 metre altındadır.
Tridiniumlar: Roma dönemi evlerinde, sosyal statüyü yansıtan prestij mekanlarıdır. Bu salonlar, kentin varlıklı ailelerinin evlerinde bulunur, ziyafet eşliğinde iş görüşmelerinden resmikabullere ve eğlencelere kadar birçok işlevleri vardır.
Buradaki salonun bezemeleri, mozaik tabandaki yüksek işçilik ve sanatsal yaklaşım, ev sahibinin entelektüel, esik Yunan edebiyatını bilen ve Helenistik kültürü benimsemiş olduğunu düşündürür.
Forum inşa edilirken dolgu ile kapatılmış ve forumun atık su kanalı bu yapının üzerinden geçirilmiştir.
Salonun havuz bölümünde ise iki Eros kabartması ile ayakta duran Eros heykeli ve mimariye ait mermer parçalar ortaya çıkarılmıştır.
Gelelim mozaiği tanıtmaya:
Burada bulunan mozaikler arasında en ilgi çekeni: MS 2’nci yüzyıla tarihlenen bir Roma dönemi villasının taban mozaiğidir.
Bu mozaik, 4 panele ayrılmıştır. Ana panelde: Mitolojik kanatlı at “Pegasus” ve onu bir törene hazırlayan 3 peri “nymphe” figürleri görülür.
Ana panelin altında bulunan, 3 küçük panelde ise: İlham perileri (museler) ve onlardan biri olan Kalliope ile yazar Hesiodos’un karşılaşması betimlenmiştir.
Mozaiği yaptığı sanılan sanatçının imzası, mozaiğin üzerinde görülür. “Epheros tarafından yapıldığı” yazılıdır.
Megalopsychia Evi:
Burada: Kutsal Ruh ve Doğal Yaşam Mozaiği-Kuşlu mozaik bulunmaktadır.
Eserin, MS 5’nci yüzyılda yapıldığı düşünülmektedir. Muazzam eserde; madalyon içinde elinde bir tür çubuk tutan kadın figürü görülür. Mozaik, bölgedeki kuş türlerinin: oldukça zengin olduğunu gösterir.
Bu durum, şunu hatırlatıyor: yıllar önce kurutulan Amik Gölü, kuş göç yolları üzerinde bulunuyordu. Gölün kurutulmasıyla birlikte bu kuş çeşitliği hakkında bilgi yoktur.
EROS HEYKELİ:
70 cm uzunluğundaki bu heykelin, MS 2’nci yüzyıldan kaldığı düşünülmektedir.
ROMA HAMAMI:
Yapı, MS 5’nci yüzyıldan kalmadır. Hamam: Romalıların yemek, spor ve masaj keyfi için toplandıkları önemli sosyal mekanlardın birisidir. Hamamın muazzam su tesisatı ilgi çekmektedir.
TOPLANMA ALANI:
Müzenin çıkışına yakındır. MÖ 3’ncü yüzyıla tarihlenir. Özellikle mermer işçiliği görülmeye değerdir.
HATAY ŞEHİR MÜZESİ
Hatay merkezde, Asi nehrinin kıyısında bulunan eski Arkeoloji Müzesine ait taş bina, Arkeoloji Müzesinin yeni yapılan binaya taşınmasının ardından 6 yıl boş kalmış ve sonrasında “Şehir Müzesi” olarak dizayn edilmiştir.
Taş bina: 1948-2014 yılları arasında Arkeoloji Müzesi olarak hizmet vermiştir.
Şehir müzesinde 6 sergi salonu vardır.
Buradaki bölümlerde: Hatay şehrinin günlük yaşantısı, üretimi, ticareti, gastronomisi anlatılmaktadır.
Ayrıca içerde bulunan bir sergi salonunda ise “Hatay Devleti Müzesi” bulunmaktadır.
Hatay Devlet Müzesi:
Daha önce Valilik binası içinde olan, Hatay’ın ana vatana katılmadan önceki ilk ve tek Cumhurbaşkanı Tayfur Sökmen’in ve o dönem Mecliste bulunanların bal mumu heykelleri ve kullanılan eşyaları: burada açılan Hatay Devlet Müzesine taşınmıştır.
Hatay Arkeoloji Müzesi tanıtım yazısı için.
Hatay Saint Pierre Mağara/Kilise Müzesi için tanıtım yazısı.
İskenderun gezi ve tanıtım yazısı için.
Samandağ gezi ve tanıtım yazısı için.
Belen gezi ve tanıtım yazısı için.
ben hataylıyım gerçektende hatay gibi il yok çok güzel biyer herkeze tavsiye ederim
merhaba arkadaşlar antakya;ya gidin o kadar güzel yerleri varki inanmassınız hele de samandağı denizin oralar
Uzunçarşıda kasaplar bölgesinde bulunan meşhur pöç kasabına giderek kağıt kebabı veya tepsi kebabını mutlaka tadın derim.
çok güzel amaçok kötü bir yerr ben bu eri ….. yanlış anlamaın ağzını öpeyim dedim:D
bence de çok güzel bir yer
oralı deilim ama çok sevdim hele o künefenin tadı harika